BİR ŞEY YAPMALI

CUMHURİYET İÇİN DEMOKRASİ İÇİN HALK İÇİN GELECEĞİMİZ İÇİN ..................... cemaatlerin yönettiği bir coğrafya olmak istemiyorsak ................. Ama benim memleketimde bugün İnsan kanı sudan ucuz Oysa en güzel emek insanın kendisi Kolay mı kan uykularda kalkıp Ninniler söylemesi

30 Ocak 2010 Cumartesi

BAYILDIM

SOHBET

İlhan Selçuk: Uğur Mumcu Bir Devrimciydi!
Cumhuriyet gazetesi yazarlarından Hikmet Çetinkaya, gazetenin imtiyaz sahibi ve başyazarı İlhan Selçuk ile pazar sohbetlerine devam ediyor... Çetinkaya'nın Selçuk ile yaptığı son görüşmesi dün (Pazartesi) Cumhuriyet'te yayımlandı...
İlhan Selçuk’la konuşuyorum cuma günü öğleden sonra... Saat 12.00’de telefonum çaldı. Açtım, İlhan Ağabey’di: “İşin yoksa saat dörtte bekliyorum, konuşalım...” Gazeteye geldim, yazımı yazdım ve 15.30 gibi İlhan Ağabey’e uğradım... Ağabeyini bir an olsun yalnız bırakmayan Ülfet Ertel, İlhan Ağabey ve ben, 40 dakikayı aşkın sohbet ettik. Yıllar önceye yolculuk yaptık, eski günleri anımsadık... Dışarıda yağmur ve soğuk vardı... İlhan Ağabey, “Uğur’u yitireli 17 yıl oldu” deyip ekledi: “Şu konunun altını çizmemiz gerekiyor. Yıllar önce yazdım ama bugün yine değineceğim. Çetenin devlet içinde yuvalanması ve sermaye kesiminde mafyalaşması ‘komünizmle mücadele’ sürecinin bir oluşumudur; faşizmle dinciliğin işbirliği, bu sürecin ideolojik örgüsünde var. 12 Eylül rejiminde bu ideolojik örgü, ‘Türk-İslam Sentezi’ adıyla devletin resmi görüşüne dönüştürüldü. Uğur Mumcu, Cumhuriyet’teki köşesinde mafyayla savaşıma girdiği günden başlayarak iz sürdüğünde, bu işbirliğinin türetimi olan çetenin ipuçlarını yakalıyordu. Mumcu’nun yazılarında adı geçen çete elemanları kimler?.. Ünlülerden üçü: Abdullah Çatlı... Haluk Kırcı... Mehmet Özbay... Peki, elleri kanlı bu kuklaların ardında kimler var?.. Uğur, bu sorunun yanıtını ortaya çıkaracağı için öldürülmedi mi?..” İlhan Ağabey yakın tarihimize bir not düşüyor. Uğur Mumcu’nun cenaze törenine ilişkin bir değerlendirme yapıyor: “Uğur Mumcu’nun cenaze töreni büyük bir halk eylemidir. Halkı kimse örgütlemedi, insanlar kendiliğinden toplandılar. O günden bu yana, ikinci büyük halk eylemi, ‘Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık’tır. Her iki eylem de toplumun özlemini vurguluyor; Uğur Mumcu’nun katilleri ancak ‘Aydınlık bir Türkiye’de bulunabilir; karanlıkta değil...”
***
İlhan Selçuk, Susurluk’ta ortaya çıkan devlet içinde örgütlü silahlı gücün üzerine gidilseydi, Ahmet Taner Kışlalı, Musa Anter, Hrant Dink, Gaffar Okkan, Necip Hablemitoğlu’nun bugün yaşıyor olacaklarını, tüm faili meçhul cinayetlerin aydınlatılacağını üstüne basa basa söylüyor. İlhan Ağabey, konuşmasını şöyle sürdürdü: “Eğer bugün Uğur Mumcu hayatta olsaydı, Türkiye’nin haline bakar ağlardı. Ben bir kavramdan söz edeceğim:
‘İti’ ne demek? Çoğu kimse bilmez, ayıp da sayılmaz, Türkçe ufuksuz bir okyanustur, dünya atlasının büyük bir coğrafyasında, hısım akraba halkların çeşitli lehçelerini, şivelerini, ağızlarını konuştukları zengin bir dildir. İti, belli bir güçlü eyleme girişmek için duyumsanan sürekli ve dayanılmaz tepidir. Varoluş itisi, yalnız insanda değil, kimi tarihsel süreçlerde toplumda da geçerli olabilir; en çarpıcı örneklerden biri bizim Kurtuluş Savaşımızdır. Özel bir tarihtir bizimki... Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra yeryüzü egemenleri bir araya gelip bizim hakkımızda karar vermişlerdi, karşı çıkmak kimin haddine?.. Ama Mustafa Kemal, Anadolu halkındaki ‘varoluş itisi’ni, ‘yaşama güdüsü’nü, ‘hayat refleksi’ni sezip algılayarak örgütlemiş, emperyalizme karşı halk direnişini başarıya ulaştırmış... Benzeri bir durumla karşı karşıya mı bulunuyoruz?.. Nedir bu olan bitenler?.. Kurtuluş Savaşı’nda da hem içerden kundaklanıyor, hem dışardan kuşatılıyorduk. Değil mi?..” Bir ara Ülfet Ertel’in ve İlhan Ağabey’in hüzünlendiğini görüyorum. İlhan Ağabey kendini toparlayıp, devam ediyor: “Uğur Mumcu bir aydınlanmacıydı, devrimciydi, yurtseverdi. Temel hak ve özgürlüklerin yılmaz savunucusuydu. Devlet içinde örgütlü bir güç onu katletti. Diğer aydınlarımıza yaptığı gibi. Yakalananlar tetikçiydiler. Buyruğu verenler kimlerdi?.. İşte asıl sorun bu!”
***
İlhan Ağabey konuyu Hrant Dink cinayetine de getiriyor: “Hrant Dink de bir basın şehididir. 3 yıl önce çiçeklerle, karanfillerle, güvercinlerle, gözyaşlarıyla uğurlandı, tıpkı Uğur Mumcu gibi. Bu faili meçhul cinayetler Necip Hablemitoğlu’nun öldürülmesi ve hâlâ tetikçilerinin bile bulunmaması düşündürücüdür. Musa Anter cinayeti de öyle, Gaffar Okkan da, Ahmet Taner Kışlalı da, Çetin Emeç de, Abdi İpekçi, Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, şimdi aklıma gelmeyen bir dizi aydınlık insan! Sürekli ağıt, sürekli düşmanlık, sürekli lanet, sürekli gözyaşı... Hukuksuzluğun ilacı hukuk devletinin tam kendisidir. Evet, terör insanlık suçudur, soykırım da insanlık suçudur.”
***
İlhan Ağabey’le konuştuklarımız, anlattıklarımla sınırlı değil. İlhan Ağabey, laik demokratik cumhuriyetin varlığından söz ediyor, her zaman söylediği gibi, yine hukukun üstünlüğünü savunuyor. Ve sık sık yinelediği şu tümcelerle: “Yine demokrasi, demokrasi, demokrasi diyorum. Devlet içindeki örgütlü çetelerin ülkeyi karanlığa götürmek istediklerini dün de biliyordum, bugün de biliyorum. Bunun da ilacı laik demokratik cumhuriyete sahip çıkmak, üniter devleti savunmaktan geçer. Tam bağımsızlık ilkemizdir. Yüce önder Mustafa Kemal’in söylediği gibi, egemenlik de kayıtsız şartsız ulusundur.” Uçağa yetişmek zorundayım. Evden ayrılıyorum. Dışarıda yağmur ve soğuk. İzmir uçağına yetişmeliyim. Yetişiyorum, uçak üç saat rötarlı. Ve ben bu yazıyı bir pazar sabahı, İzmir’den Bodrum’a giderken Bafa Gölü kıyısında yazıyorum. Karşıda mor Beşparmak Dağları ve benim o güzel anılarım... Bizim kuşak, Beşparmak Dağları’nı çok iyi bilir. Bafa Gölü’ndeki eylemler, Söke’deki toprak işgalleri. Gözlerimi yumuyorum, o işgalin kahramanlarının yüzlerini görür gibi oluyorum. Kimileri tutuklu, kimileri dönek, kimileri sapına kadar yurtsever, devrimci ve sosyalist. Hüzünleniyorum... hikmet.cetinkaya@cumhuriyet.com.tr

MEMLEKETİMİ SEVİYORUM-- NAZIM

Memleketimi seviyorum
Çınarlarında kolan vurdum, hapisanelerinde yattım.
Hiçbir şey gidermez iç sıkıntımı
memleketimin şarkıları ve tütünü gibi.
Memleketim :Bedreddin, Sinan, Yunus Emre ve Sakarya,kurşun kubbeler ve fabrika bacaları
benim o kendi kendinden bile gizleyerek
sarkık bıyıkları altından gülen halkımın eseridir.
Memleketim.
Memleketim ne kadar geniş :
dolaşmakla bitmez, tükenmez gibi geliyor insana.
Edirne, İzmir, Ulukışla, Maraş, Trabzon, Erzurum.
Erzurum yaylasını yalnız türkülerinden tanıyorum
ve güneye
pamuk işleyenlere gitmek için
Toroslardan bir kerre olsun geçemedim diye
utanıyorum.
Memleketim :develer, tren, Ford arabaları ve hasta eşekler,kavaksöğüt
ve kırmızı toprak.
Memleketim.
Çam ormanlarını, en tatlı suları ve dağ başı göllerini seven alabalık
ve onun yarım kiloluğu
pulsuz, gümüş derisinde kızıltılarla
Bolu'nun Abant gölünde yüzer.
Memleketim :
Ankara ovasında keçiler :
kumral, ipekli, uzun kürklerin pırıldaması.
Yağlı, ağır fındığı Giresun'un.
Al yanaklı mis gibi kokan Amasya elması,zeytin
incir kavunve renk renk salkım salkım üzümler
ve sonra karasaban ve sonra kara sığır ve sonra :
ileri, güzel, iyiher şeyi
hayran bir çocuk sevinciyle kabule hazır
çalışkan, namuslu, yiğit insanlarım
yarı aç, yarı tok
yarı esir...

SÖZ

GEOTHE'DEN ÖZLÜ SÖZLER
Başkalarının mutluluğundan kendine pay çıkaran insan, en mutlu insandır.
Öğrencilerin bilmeleri gerektiğinden daha çok şey bilmeyen bir öğretmenden daha korkunç hiçbir şey olamaz.
Hiç kimse, affettiği zaman olduğu kadar yükselemez.
İnsan, babasına borçlu olduğu saygıyı ancak baba olduğu zaman duyar.
Uzaklara yayılmış bir isim, yüksek bir mevki hayatta iyi şeylerdir.
Ne var ki benim, bütün ismim ve mevkiimle ulaştığım yer, kırmamak için başkalarının görüşlerine susmaktan öte değildir.
Çiçeğin dikeni var diye üzüleceğimize, dikenin çiçeği var diye sevinelim.
Aşk, imkansız bir çok şeyi mümkün kılar.
Konuşmak ihtiyaç olabilir ,ama susmak bir sanattır.
Erkekler yaşlanır, kadınlarsa değişir.
İsteklerimiz içimizde yatan yeteneklerimizin bir elçisidir.
Akılsızlar hırsızların en zararlılarıdır; zamanınızı ve neşenizi çalarlar.
İnsanlara olduklari gibi muamele edersek, onları daha kötü kılarız.
Eğer onları olmaları gerektiği gibi ele alırsak, olabilecekleri kadar iyi yaparız.
Özgür olmadıkları halde, özgür olduklarını sananlar kadar hiç kimse tutsak değildir.

MAKALE

Lenin’in 1921’de yaptığı şu uyarı önemlidir: “Herhangi bir milliyetin bizim halka dinî inançlarından dolayı baskı yaptığımızı düşünmesine ve düşmanlarımızın böyle söylemesine zemin hazırlayacak her türlü davranıştan kesinlikle kaçının.”
Minare Yasağı, İslamofobi ve Görevlerimiz
Oktay Baran
1 Ocak 2010
Kapitalist sistemin tarihsel krizi toplumsal yaşamın tüm alanlarında giderek artan sayıdaki görünümleriyle kendisini dışa vuruyor. Normal kapitalist büyüme dönemlerinde, ya hiç gündeme gelmeyen ya da gelse bile toplumun çoğunluğu tarafından önemsiz ve marjinal addedilen olgular, böylesi kriz dönemlerinde öne çıkabiliyor, olağanlaşıyor. Böylesi büyük ve derin kriz dönemleri toplumsal-siyasal-iktisadi alanda olağan ile olağanüstü olanın yer değiştirdiği, birinin diğerine dönüştüğü bir durumu temsil ediyor. 2000’li yılların öncesinden başlayıp bugüne ulaşan süreçte, belli başlı Avrupa ülkelerinde gözlemlenen ırkçı ve faşist yükseliş bu durumun bir göstergesidir. Almanya’da uç verip ardından, İngiltere, Fransa, Avusturya, Hollanda gibi emperyalist ülkelere yayılan ve yine Yunanistan, Danimarka gibi ülkelere de bulaşan ırkçılık ve faşizm virüsü, öyle görünüyor ki son olarak İsviçre’yi de etkisi altına almış durumda. İsviçre’de başını ırkçı Halk Partisinin çektiği faşist gruplar, camilere yeni minare inşasının yasaklanması için referandum yapılması amacıyla yeterli imzayı toplamış ve ardından yapılan referandumda, katılımcıların yüzde 57’si yasak lehine oy kullanmıştı. Sözkonusu referandum kampanyası sırasında İslama dönük karalama kampanyaları ifrat boyutuna varmış, Müslümanlara ve kurumlarına dönük ırkçı saldırılar tırmanmış ve mezarlıklar bile saldırıya maruz kalmıştı. Çoğunluğu dağılan Yugoslavya’dan gelen 400 bin Müslüman da dâhil olmak üzere toplam 7 milyon nüfuslu bu küçük ülkede yaşanan faşist ve ırkçı yükseliş ve getirilen yasaklamalar, Türkiye’de de tartışma konusu oldu.
Faşizm, ırkçılık ve İslamofobiye karşı mücadele
İsviçre Anayasasına göre, yeterli sayıda imza toplanması koşuluyla her konu halk oylamasına götürülebiliyor. Referandumda kabul edilmesi durumunda da karar, Anayasa hükmü olarak uygulamaya sokuluyor. Minare yasağı hususunda referandumla alınan karar da bu statüdedir. Sırada, suç işleyen Müslümanların tüm ailesiyle birlikte sınırdışı edilmesine dönük düzenlemeleri içeren bir referandum kampanyasının olduğu söyleniyor. Bu tür uygulamaları adlandırmanın en hafif ve aslında tek boyutlu ifadesidir İslamofobi. Gerçekte bu tür uygulamalar, düpedüz ırkçı ve faşist uygulamalardır. Bunun pratik kanıtlarından biri de faşistlerin hedefinde yalnızca Müslümanların olmamasıdır. Minare yasağından sonra, İsviçreli faşistler şimdi de İsviçre’de çalışan AB kökenli işçilere savaş açmış durumdalar. Faşist partinin bastırmasıyla, serbest dolaşım anlaşması İsviçre meclisinde tekrar ele alınarak gözden geçirilecek. Ayrıca faşistler yabancılara kontenjan uygulamasının yürürlüğe sokulmasını istiyorlar. Sosyal-demokratlar ise son dönemde ülkeye gelen yabancı işçi sayısının düşme eğiliminde olduğunu belirterek kontenjan uygulamasının “gereksiz” olduğunu söylüyorlar ve aslında böylelikle bir gün “gerekli” olabileceğini düşündüklerini de itiraf etmiş oluyorlar. Bu uygulamalar hiç kuşkusuz ki Marksistler tarafından şiddetle eleştirilmek zorundadır. Marksistler insanların dini inanışlarına, bu inanışları doğrultusundaki ibadetlerine, yaşam tarzına, giyim kuşamına vb. yasaklarla, baskılarla, ayrımcı politikalarla sınırlamalar getirilmesine karşıdır. Aynı şekilde bir kimsenin dini inancı gereğince başkalarının sahip olduğu haklardan mahrum edilmesi ya da daha farklı haklara sahip olmasının adı düpedüz ayrımcılıktır ve mâhkum edilmelidir. Bir başkasının yaşam hakkı başta olmak üzere demokratik haklarını çiğnemediği sürece, herkes ibadetlerini dilediği gibi yerine getirme hakkına sahip olmalıdır. Aynı şekilde hiç kimse bir dine inanmaya zorlanamayacağı gibi dinsizlik propagandası yapmanın önüne de hiçbir engel konulmamalıdır. Bu nedenle Marksistler devletin tüm dini inanışlara eşit mesafede olmasını, devletin kişilerin dini inanışları ya da inançsızlıkları karşısında nötr olması gerektiğini savunurlar. Laik bir devletin resmi din kurumları, resmi din eğitim merkezleri vb. olamaz. Bu noktada din, devlet işlerine ilişkin bir konu değil, tümüyle kişilerin ve cemaatlerin inisiyatifine bırakılması gereken bir konudur. Sözkonusu olan şey, hele de belli bir dini inanışa sahip kesimin toplumun bir azınlığından, göçmenlerden vb. oluşması durumunda çok daha hassas bir boyut kazanmaktadır. Çünkü bu durumda sorun basit bir dini özgürlükler ve laiklik savunusu olmanın ötesine geçerek, her şeyden önce azınlıklar sorunu, ulusal sorun gibi boyutlar da kazanmaktadır. Kimi durumlarda dini farklılık olgusu ulusal sorunun üstünü örten bir görüngü halini almaktadır (örneğin son dönemde öne çıkan Çin’deki Doğu Türkistan sorununda durum budur). Etnik farklılıktan çok daha ayrıştırıcı, çok daha katılaşmış ve çok daha zor eritilebilecek bir faktör olarak dini farklılıklar, baskılar ve ayrımcılık konusunda Marksistlerin son derece duyarlı olmaları şarttır. Bu noktada dini azınlıklara uygulanan ayrımcı, dışlayıcı, küçümseyici, yasakçı, aşağılayıcı vb. tüm uygulamalara karşı her daim uyanık olmak, bu ayrımcılığa karşı sistematik bir mücadele yürütmek devrimci siyasal mücadelenin görevleri arasındadır. Bu konuda üzerine düşen görevleri hassasiyetle yerine getirmeyen bir devrimci hareketin, halklar arasındaki kardeşliği ve proletarya enternasyonalizmini savunmasının özellikle ezilen azınlık ya da ulusun emekçi kitleleri nezdinde pek bir inandırıcılığı kalmayacaktır. Bu da demek oluyor ki, Avrupa’daki sosyalistlerin önünde İslamofobiye karşı sistematik bir mücadele görevi duruyor. Yükselen ırkçılığa ve İslamofobiye karşı mücadele görevi aslında faşizme karşı mücadele görevinin bir parçasıdır. Ne var ki, bilhassa Avrupa solunda, faşizm tehlikesini küçümseyen, onu geçmişin karanlığında kalmış ve bir daha yaşanmayacak bir kâbus olarak görenlerin sayısı hiç de az değil ve üstelik böyleleri kendilerine Marksist sıfatını da yakıştırabiliyorlar. Onlara kalırsa faşizm, esas olarak küçük-burjuvazinin çılgınlığıdır ve Avrupa’da bugün küçük-burjuvazi eridiğinden faşizm tehlikesi de yoktur! Faşizmi Alman ve İtalyan örnekleri üzerinden dondurarak ele alan bu yaklaşımların bilimsel bir değeri yoktur. Faşizm tekelci sermayenin açık ve kanlı diktatörlüğü, teröre dayalı karşı-devrimci saldırısı demektir ve bu şekliyle 1930’lardan sonra dünyanın çeşitli ülkelerinde işçi sınıfına kan kusturmak üzere defalarca vücut bulmuştur. Avrupa’nın son elli yıldır barış dönemi yaşıyor olması, birçoklarını savaş ve faşizm tehdidi konusunda tehlikeli bir iyimserliğe sürüklemektedir. Aslında bu bakış açısı tam da orta sınıfa has bir rehavetin ifadesidir. Unutmayalım ki, medeniyetin doruğu olarak görülen Avrupa, insanlık tarihinin gördüğü en acımasız katliamlara, en kanlı savaşlara ve soykırımlara da ev sahipliği yapmıştır. Ve bunlar Ortaçağda değil 20. yüzyıl içerisinde olmuştur. On yıl önce Avrupa’nın göbeğinde, Balkanlar’da yaşanan kan banyosu bu açıdan yeterince uyarıcı idi. Bugün de bu karşı-devrim tehlikesi giderek artıyor, bundan kimsenin kuşkusu olmasın. Emperyalist tekelci sermaye bir kez faşizmin iktidarına tam olarak karar verdiğinde faşist katliamlara girişecek haydutlar sürüsünü bulmakta zorluk çekmeyecektir. Bunun için, hem sefalete sürüklenen küçük-burjuvaların ya da zihnen küçük-burjuvalaşmış kimi vasıflı işçi kesimlerinin içinden, hem de lümpen proletarya ve vasıfsız işsiz yığınları olmak üzere işçi sınıfının en bilinçsiz ve en örgütsüz kesimleri içinden bu unsurları devşirecektir.
II. Enternasyonalcilik, Stalinizm, Kemalizm
Sosyalist hareketin önemlice bir bölümü yalnızca dünyada değil Türkiye’de de minare yasağı konusundaki gelişmeleri manidar bir suskunluk ve vurdumduymazlıkla geçiştirmiştir. Hiç kuşkusuz bu tutumun altında, Troçkist olduğu iddiasındakiler de dahil olmak üzere sosyalist hareketin büyük bölümünün II. Enternasyonal ve Stalinizmin ideolojik etkilerinden arınmamış oluşu yatıyor. Buna Türkiye’de sol hareketin geneline damgasını vuran Kemalizm ve burjuva aydınlanmacılığını da eklemek gerekiyor. Türkiye’de sol hareketin geniş bir bölümü, yıllardır, modernleşme, çağdaşlaşma, aydınlanma adına Kemalizmin değirmenine su taşımış, dahası ideolojik cephaneliğinin önemlice bir kısmını Kemalist paradigmadan edinmiştir. Sol hareketin, dine, dinsel baskı ve ayrımcılık politikalarına, İslami harekete ve hatta dini inanışı güçlü kesimlere yaklaşımını belirleyen temel paradigma hep Kemalizm olagelmiştir. Türkiye sol hareketindeki ortalama bir devrimcinin bu konudaki görüş ve önyargıları ile Kemalist bir bürokratınkilerin ya da diyelim ki bir CHP’linin bakış açısı arasında maalesef köklü bir fark bulunmamaktadır. Avrupa’daki sosyalist çevrelerin de bu konuda son derece yanlış bir çizgiye kaymaya başladığına işaret edelim. SSCB’nin yıkılışıyla yaşanan ideolojik bunalım sosyalist hareketin bütününde muazzam bir kafa karışıklığını ve temel konularda bile Marksizmin ilkelerinin kaldırılıp bir tarafa atılmasını beraberinde getirmiştir. Avrupa’daki feminist ve çevreci harekete baktığımızda da aynı olguyla karşılaşıyoruz. Bu tip çevrelerin bir bölümü, modern ve çağdaş yaşam değerleri ve kadın hakları adına, Müslümanlara dönük yasakçı, baskıcı ve ayrımcı politikaları kerhen ya da açıkça destekleyebiliyorlar. Kadınları baskı altına alıyor ve köleleştiriyor argümanıyla Fransa’daki kimi sosyalist çevrelerin liselerde türban yasağını desteklemesi Marksizmin ilkeleriyle bağdaşmaz. Ama bu bir istisna olmadı, İsviçre’deki son referandum öncesinde, ayrımcı politikalara içsel olan İslamofobiyi eleştirenlere karşı kimi çevreler İslamofaşizm (İslam faşizmi) tehlikesine çubuk bükmekte beis görmediler.
“Farklılıkları bir arada yaşatabilme zorluğu” mu?
Kimi demokrat ya da solcu geçinen aydın-akademisyen çevreler, “kültür”, “kimlik”, “farklılık”, “öteki” gibi moda sosyolojik kavramlara atıfta bulunmakla yetinen sığ açıklamaların ötesine geçemiyorlar. Bu farklı çevrelerin tümü de yaşanan gelişmeleri genel bütünle ilişkilendirmiyor ve bu bütünü kapitalist üretim ilişkilerinin zorunlu sonucu olan uzlaşmaz sınıf mücadelesi, emperyalist savaş ve kriz konjonktürü çerçevesinde ele almıyorlar. Sınıfsal tabiatları dikkate alındığında, bu tür çevrelerden böylesi bir değerlendirmeyi beklemek zaten beyhudedir. Onların misyonu yaşanan gelişmeleri bu çerçevede ele alıp teşhir etmek değil, bu pisliğin kapitalist bataklıktan türediği gerçeğini emekçi kitlelerden usturuplu biçimde gizlemektir. Bu indirgemeci sosyolojik yaklaşımlar, içinde yaşadığımız dünyanın sınıfsal ilişkilerinin tümüyle üstünden atlıyor. Kimileri bu noktada Batı burjuva demokrasilerinin asıl üstün yanının, “öteki”yle ilişki kurma becerisinde yattığını söyleyip Batı hayranlığıyla gerçekleri çarpıtıyor. Buna karşı çıkarak Batı kapitalizminin de bu hususta çok başarılı örnekler sergilemediğini haklı olarak vurgulayanlar ise, kültürel ya da kimliksel farklılıkları “kavgasız bir arada yaşatmak insanlık için her zaman zorlu bir sınav olmuştur” yaklaşımıyla tarih üstü genellemelere varabiliyorlar. Oysa bu sınıflar ve tarih üstü genelleme doğru değildir. Birincisi, “farklılıkların” bir araya gelmesinden ve etkileşim içerisine girmesinden zaten ancak kapitalizmle birlikte bahsedebiliriz. Kapitalizmin gelişimiyle birlikte, kapitalizm öncesi dönemin içe kapalı kırsal toplulukları giderek artan ölçüde yalıtılmışlıklarını kırmış ve birbirleriyle etkileşim içerisine girmişlerdir. İnsanlık açısından ortak bir kültür yaratmaya dönük önemli bir atılımdır bu. Ne var ki bu sürece, kapitalist çıkar ilişkilerinin damgasını vurması, süreci daha baştan sakatlamıştır. Etkileşim içerisine giren topluluklar arasındaki ilişkilerin meta ilişkisine dayanması, yani çıkar, kâr ve üstünlük sağlama amacına dayanması sürekli bir çatışma anlamına da gelmiştir. İkincisi, ancak kapitalizmle birlikte, ulus-devlet denen olgu ortaya çıkmış ve bu süreçte etnik, kültürel, dini ya da dilsel öğelerden biri ya da birkaçına vurgu yapılarak ulus denen siyasi yapılanma yukarıdan aşağıya inşa edilmiştir. Bu inşa sürecinde bir yandan ortaklıklara vurgu yapılarak vatan denilen sınırlar içindeki farklılıklar zorla asimilasyona tâbi tutulmuş, öbür yandan da yine ortak kimliği vurgulamak adına diğer uluslardan farklılık ve üstünlük öne çıkarılmıştır. Bu süreçte üretilen milliyetçilik ideolojisi, etnik kimlikler arasında giderek artan gerilimleri, çatışmaları ve önyargıları da azdırarak insanlığın başına belâ olmuştur. Demek ki ulusal önyargı ve ihtilâflar kapitalizmin ürünüdür ve kapitalizm ortadan kalkmadıkça da varlığını sürdürecektir.
Irkçılığın sebebi “farklılıklar” değildir
Bu bağlamda ileri sürülen, burjuva demokratik standartların ancak İkinci Dünya Savaşı sonrasında farklılıklar savaşla asgariye indirildikten, toplumlar azami ölçüde türdeşleştikten sonra mümkün olduğu düşüncesi de doğru değildir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’da ne farklılıklar asgariye inmiş ne de toplumlar azami ölçüde türdeşleşmiştir. Gerçek bunun tersidir. 90’lı yıllara kadar Avrupa’da ırkçı ayrımcı yaklaşımların pek yaygın olmamasının nedenlerini farklı bir yerde aramak gerekir. Savaşla birlikte ve savaştan sonra faşizme karşı emekçi kitlelerin bağrında gelişen muazzam tepki, ırkçı, ayrımcı, dışlayıcı düşüncelere karşı uzun zaman etkili olan bir panzehir olmuştur. Öte yandan Soğuk Savaş döneminde emekçi kitleler “dış tehdit” ile yeterince ürkütülüp sindirilebilirken, Avrupa burjuvazisi, toplum içerisinde gerilimi ve çatışmayı arttıracak ırkçı propagandaya ihtiyaç duymamış ve bunu riskli bulmuştur. Ama kuşkusuz ki en önemli faktör, 50’li yılların başlarından 70’li yıllara kadar süren kapitalist büyümedir. Ekonominin hızla büyüdüğü bu dönemde, yabancı işgücüne muhtaç olan Avrupa burjuvazisinin ırkçı, ayrımcı politikalar izlemesi, bindiği dalı kesmesi anlamına gelirdi. 70’li yıllarla birlikte içine girilen uzun yavaşlama döneminde işler tersine dönmeye başlamış ve SSCB’nin yıkılışıyla birlikte önemli bir dönemeç noktasına gelinmiştir. Her şeyden önce işçi hareketi içerisinde muazzam bir ideolojik bunalım ortaya çıkmış, geleneksel işçi örgütleri zayıflamaya başlamış, devrimci güçler muazzam bir kan kaybına uğrayıp ideolojik ve örgütsel bunalıma sürüklenmiş, geçmişin militan ve anti-faşist gelenekleri silinmeye yüz tutmuştur. SSCB’nin çöküşüyle birlikte tehdit algılamasında da değişimler yaşanmış ve burjuvazi yeni arayışlar içerisine girmiştir. Diğer taraftan da ekonominin önce yerlerde sürünen büyümeleri bile zar zor yakalaması, ardından da uzun süren ve gittikçe derinleşen krizler, muazzam ölçüde artan işsizlik ve toplumsal hoşnutsuzluğa emperyalist savaş koşullarını da eklediğimizde burjuvazi açısından faşizm silahını yeniden yağlamanın zamanı gelmiştir. 90’lı yıllardan beri Avrupa’da yükselen ırkçılık ve faşizmin nesnel zemini, demek ki, Avrupa’nın türdeşliğinin bozulması vb. gibi saçmalıklar değil, emperyalist savaş ve kapitalizmin tarihsel kriz konjonktürüdür. Bu bağlam bilince çıkartılmadığı sürece, içinden geçtiğimiz dönemde yaşanan hiçbir gelişmeyi doğru kavramak ve doğru öngörülerde bulunmak mümkün olmayacaktır.
Batı dünyası, Hıristiyanlık ve “Medeniyetler Çatışması”
SSCB’nin yıkılışından sonra Marksizmin uzun bir dönem boyunca itibar kaybetmesi ve buna paralel olarak da hem örgütlü işçi hareketinin hem de devrimci komünist hareketin gerilemesi, her türlü gerici, sağcı, muhafazakâr, ırkçı ve faşist düşüncenin engelsizce gelişimine yol açtı. İşçi sınıfının öldüğü propagandasının yapıldığı ve bu iddianın epey bir kabul gördüğü bir ideolojik ortamda, gerek toplumsal olayların kavranışında gerekse de politikada, sınıf dışı kimliklerin, kültürel farklılıkların vb. öne çıkartıldığı bir söylem geliştirildi. Sözkonusu dönemin aynı zamanda iktisadi kriz ve artan emperyalist hegemonya kavgasıyla örtüşmesi de bu gelişmeyi fazlasıyla körükledi. Ne de olsa, sınıflar üstü kimliksel farklılıklar ya da kültürel farklılıklar, toplumsal yaşam içerisinde son derece kolayca görünebilir farklılıklardır. Devrimci hareketin verili güçsüzlüğü ve burjuva ideolojik propaganda araçlarının muazzam etkisi düşünüldüğünde, bu farklılıkların kaçınılmaz olarak çatışmaya yol açacağı düşüncesi, kitleler nezdinde rahatlıkla inandırıcı kılınabilir ve emperyalist savaşların bir gerekçesi haline getirilebilirdi. Bu ayrımların altını çizmeye yarayacak bir dizi provokasyonla yeni tehditler yaratarak kitleleri terörize etmek ve onların kapitalizme karşı biriken öfkesini yanlış kanallara akıtmak hiç de zor değildi. 90’lı yılların ortalarından itibaren “Medeniyetler Çatışması” safsatasıyla kitlelere yutturulan ve şimdilik İslam düşmanlığında somutlanan yaklaşım budur. 1930’ların başlarında Alman proletaryasının en lümpen kesimlerinin ve konum ve ayrıcalıklarını kaybeden küçük-burjuvazinin biriken öfkesi Hitler faşizmi aracılığıyla nasıl Yahudilere karşı yöneltildiyse, bugün de aynı oyunun, tüm sağcı burjuva politikacılar eliyle Müslümanlara karşı tezgâhlandığı açıktır. Devrimci hareketin dipte seyrettiği, emperyalist savaş ve kriz döneminin hükmünü icra ettiği günümüzde, sağcı iktidarlar (ki özde solcu geçinen sosyal-demokratların da bunlardan çok bir farkları yoktur) giderek artan ölçüde ırkçı, ayrımcı ve İslam düşmanı bir söylemi yükseltiyorlar. Örgütsüz ve önderliksiz kalan emekçi yığınlar içerisinde ırkçı eğilimler artıyorsa, bunun yegâne sorumlusu kapitalist düzen, onun yılmaz savunucusu olan burjuva politikacılar ve burjuva medyadır. Bugün Avrupa’daki neredeyse tüm iktidarlar, ki aralarında sosyal-demokratlar da vardır, Hıristiyanlık değerlerine işaret ediyorlar. Dini sembollerin kamu alanında işi yok diyenlere, Berlusconi, sekiz Avrupa ülkesinin bayrağında haç olduğunu hatırlatıyor. Türkiye’nin AB üyeliğine kabul edilmesine karşı çıkanlar, onun İslami kimliğini öne çıkarıyorlar. AB’nin yeni başkanının, Almanya ve Fransa başbakanlarının pozisyonu da budur. AB’nin yeni başkanı ve eski Belçika başbakanı Herman Van Rompuy Avrupa Konseyi’nin toplantısında şunları söylemişti: “AB’nin Türkiye’nin içine alacak şekilde genişlemesi geçmişteki gibi herhangi bir genişleme değildir. Avrupa’da geçerli olan evrensel değerler, ki bunlar aynı zamanda Hıristiyanlığın temel değerleridir, Türkiye gibi büyük bir İslam ülkesinin girişiyle birlikte etkinliğini, diriliğini kaybedecektir.” Hıristiyanlık öne çıkartılan bir siyasal değer ve temel bir referans kaynağı haline getirildiğinde, burjuvazi eliyle yükseltilen ırkçı ve İslam karşıtı propaganda, kaçınılmaz olarak tersini de yaratıp güçlendiriyor. Gerek İslam âleminde gerekse de Avrupa’daki Müslümanlar arasında İslam giderek bir dini inanç sisteminin ötesine geçerek, tepkisellik temelinde gelişen bir siyasal hareket biçimini almış, dini kimlikten öte bir siyasal kimlik haline gelmiştir. Böylelikle birbirini besleyen ve bir diğerinden beslenen bir ayrışma ve kutuplaşma yaşanmaktadır ki, bu durum “Medeniyetler Çatışması” safsatasının kitleler gözünde giderek daha inandırıcı hale gelmesine yol açıyor: “Bunun inandırıcılığını pekiştirmek için de sıradan halkta zaten pasif biçimde varolan bazı önyargılar tahrik edilerek kolay hedefler yaratılmaktadır. Bu uğurda akla gelebilecek insana özgü her türlü kötülük göçmenlere adeta doğuştan gelme özellikler olarak yakıştırılmakta ve bu kesimler şeytanlaştırılmaktadır. Zaten içinde bulundukları koyu sefalet nedeniyle suça eğilimli hale getirilen göçmenler, bir yandan sistematik polis tacizleriyle, faşist saldırılarla, yasal düzenlemelerle, ırkçı yayınlar ve filmlerle, gözle görülür-görülmez binbir türlü aşağılama biçimiyle kışkırtılmaktadır.” (Levent Toprak, Medeniyetler Çatışması mı Emperyalist Saldırganlık mı?, MT, no: 12) Sınıf çatışmasının yerine din çatışmasını, sınıfsal kimlik yerine dinsel-kültürel kimliği geçiren bu anlayışa karşı uzlaşmaz bir mücadele yürütülüp bu faşist ideoloji etkisizleştirilmedikçe, kapitalizmin insanlığın başına yepyeni belâlar açacağı muhakkaktır.
Sağcı demagojiye geçit yok!
Türkiye’de sağcı, milliyetçi ve dinci çevreler, Batı’ya, AB’ye, demokratik süreçlere vb. dönük nefretlerini İsviçre’de yaşanan bu gelişme vesileyle bir kez daha dışa vurdular. Hıristiyan dünyasının İslama dönük Haçlı Seferinden, İslamın tüm dinlerden üstün oluşundan, “Medeniyetler Çatışması”ndan vb. dem vurdular. Batı dünyasını bir bütün olarak ırkçı olmakla, Türk ve Müslüman düşmanlığıyla suçlayıp, İslamın egemen olduğu coğrafyalarda yüzyıllardır diğer dinlere büyük bir hoşgörüyle yaklaşıldığı yalanını tekrarladılar. Oysa Türkiye’de de Rumlara, Ermenilere, Yahudilere, Kürtlere ve Alevilere dönük bu tür uygulamaların gerek geçmişte gerekse de günümüzde sayısız örneği mevcuttur. Dolayısıyla bu tür uygulamalar Türklere ve Müslümanlara yapıldığında bunu ayrımcılık, ırkçılık gibi sıfatlarla adlandırmak, bizzat TC tarafından yapıldığında ise tam bir inkâr ya da mazur gösterme tutumu benimsemek ikiyüzlülüğün daniskasıdır. Enternasyonalist komünistler, bu tür uygulamalar karşısında ilkeli bir mücadele yürüten, sonuna kadar tutarlı demokratlardır aynı zamanda. Bizler her türlü dinsel, etnik, ırksal ve cinsel ayrımcılığa karşı mücadele ederiz. Günümüzde, gerek ulusal gerek bölgesel gerekse de uluslararası gelişmeler, komünist hareketin dine, laiklik ve inanç özgürlüğü sorununa ilişkin doğru tutumlar sergilemesinin önemini kat be kat arttırmıştır. Böylesi bir tutumu ortaya koyabilmek ve bunu emekçi kitlelere mücadele içinde kavratabilmek içinse, her şeyden önce sosyalist hareketin kendisini milliyetçilikten ve Kemalist laiklik anlayışından özenle arındırması gerekiyor. Lenin’in 1921’de yaptığı şu uyarı önemlidir: “Herhangi bir milliyetin bizim halka dinî inançlarından dolayı baskı yaptığımızı düşünmesine ve düşmanlarımızın böyle söylemesine zemin hazırlayacak her türlü davranıştan kesinlikle kaçının.”

KARINCALAR

Ölmeden önce yuvadan uzaklaşıyorlar
Bilim adamları, hasta karıncaların ölmeden önce yuvadan uzaklaştıklarını söyledi. Almanya'daki Ratisbonne Üniversitesi Zooloji Enstitüsü'nden bilim adamları, ölmeden kısa süre önce hasta karıncanın yuvayı terk ettiğini gördü. Enstitüden yapılan açıklamada, hasta karıncanın yuvadaki diğer karıncalarla temas etmekten kaçındığını ve uzakta tek başına ölmeyi tercih ettiği belirtildi. Bilim adamları, karıncaların "başkalarını düşünme özelliğine" sahip olduğunu ve özellikle yuvayı koruma kaygısı fazla olan işçi karıncaların hastalandıklarında kendilerini "yalnız ölmeye mahkum ettiğini" vurguladılar.

ÇİZGİDEN

SÖZ

Aşktan korkmak, yaşamdan korkmak demektir ve yaşamdan korkanlar şimdiden üç kez ölmüşlerdir.
Akıllılar hep kuşku içindeyken aptallar küstahça kendinden emindir.
Geçmişte yaşam tehlikeli olduğu için ciddiye alınmış, ciddi olduğu için de ilginç olmuştur.
Eğer insan do...ğası değişmezse, tehlike olmayınca hayatın tadı kalmayacak ve biraz heyecan bulmak umuduyla insanlar her türlü aşağılık kötülüklere başvuracaklardır.
Manevi bir çöküşün en büyük belirtisi, kişinin yaptığı işi çok önemli olduğunu düşünmeye başlamasıdır.
İsteklerimizin bazılarını elde edememek mutluluğumuzun ayrılmaz bir şartıdır.
BERTRAND RUSSELL

YILMAZ YILMAZ

AŞKIN TARİFİ

30 SENT, İKİ KİŞİ, AŞK
Seni düşünerek otobüse bindim
Ve 30 sent ödedim
Yalnız olduğumu farketmeden
Şoföre iki kişi dedim.
Richard Brautigan

UÇURTMAYI VURMASINLAR

ÇİZGİDEN

GENİŞ AİLE

24 Ocak 2010 Pazar

UNUTMADIK

Güldal Mumcu, Uğur Mumcu'yu yazdı
Bir insan neden gazeteci olur? Bu sorunun kişiye göre değişen birçok cevabı vardır elbette. Uğur Mumcu çalışma yaşamına Ankara Hukuk Fakültesi’nde idare hukuku kürsüsünde asistan olarak başladı.
Neden Cumhuriyet?12 Mart dönemi... Yazdığı bir yazı nedeniyle tutuklandı, yargılandı; bu süreç içinde askere alındı, sakıncalı piyade er çıkarıldı. Sonuçta beraat etti. Üniversiteye dönebilir akademik kariyerine devam edebilirdi. Dönmedi. Yaşadığı olaylar ona, gerçekleri en iyi şekilde halka ileteceği yerin gazete olacağını düşündürdü ve bu duyguyla gazeteci olmaya karar verdi. Türk Solu, Devrim, Yeni Ortam gibi gazetelerde kısa sürelerle yazdıktan sonra 1975 yılından öldürüldüğü 24 Ocak 1993 gününe kadar -Milliyet gazetesinde zorunlu olarak yazması dışında- hep Cumhuriyet gazetesinde yazdı. Akademik anlamda hukukçuluğu, araştırıcı yanı; gazetecilik yaşamı boyunca kendisini izledi.
‘Bütün teklifleri reddetti’Yıllar boyunca kendisine yapılan teklifleri reddederek Cumhuriyet gazetesinde yazmayı sürdürdü. Neden Cumhuriyet gazetesinde yazmayı seçtiğini 8 Mayıs 1984 tarihli yazısında Uğur Mumcu şöyle anlatır:“Gazetelerin varlık nedenlerini ve amaçlarını bu gazetelerin doğuş koşulları belirler. Cumhuriyet; Kurtuluş Savaşımızın kan ve barut kokan o kutsal kavgaları içinde doğmuş, o günden bugüne ulusal kurtuluş bilincini, Atatürk devrimlerini ve çağdaş özgürlükleri savunagelmiştir. Gazetemizin kökeninde soylu duyguların, özverilerin ve yurtseverlik bilincinin o görkemli harcı yatmaktadır.…Yunus Nadi’nin Cumhuriyet gazetesindeki ilk başyazısında koyduğu ilkeler bugün de geçerli değil midir?Cumhuriyet, ne hükümet ne parti gazetesidir. Cumhuriyet, yalnızca cumhuriyetin, daha bilimsel ve yaygın tanımı ile demokrasinin savunucusudur. Cumhuriyet ve demokrasi düşüncesi ve esaslarını çiğneyen ve yıkan, yıkmaya çalışan her kuvvetle mücadele edecektir.” (Cumhuriyet, 8 Mayıs 1984 )Cumhuriyet gazetesinin kuruluş ilkeleri onun gazetecilik yaşamı boyunca önem verdiği değerler olmuştur.Uğur Mumcu gazeteciliği, 1961 Anayasası’nın tanıdığı özgürlük ortamında benliğini bulmuştur. Devrim dergisi ile olgunlaşmaya başlayan, anti-emperyalist, bağımsızlıkçı, devrimci ve toplumcu bir gazeteci benliğidir bu. Bu açıdan bakıldığında, Uğur Mumcu gazeteciliği işlevselcidir, toplumu bilgilendirme ve aydınlatma sorumluluğu üzerinde temellenir. Ona göre, bir gazeteci varsayımlarla uğraşmamalı ve ideolojik ya da siyasal saplantılarla gerçekleri ve olayları çarptırmamalıdır. Böyle bir yolu bir gazeteci için hiç de güvenli bulmaz. Bir gazetecinin her şeyi bilemeyeceğini; bilgi ve haber kaynaklarına ulaşıp bu kaynaklardan topladığı bilgi ve haberleri okurlarına sunması gerektiğini ve yorumlarını da gerçeklere, olaylara, olgulara dayandırırsa, inandırıcı olacağını söyler. Belgesiz yazmadıUğur Mumcu, İpekçi cinayetinin yaklaşık beş bin sayfayı bulan dava dosyasının silik kopyalarını gözünün bir numara artması pahasına defalarca okuyarak cinayetin işlendiği olay yerinde Ağca’nın yalnız olmadığını, İpekçi’ye çapraz ateş edildiğinin bilgisini elde etmiş ve bu bulgularını kamuoyu ile paylaşmıştır. Belgelere dayalı yazdığı bu yazılar sonucu, İpekçi cinayetinin ikinci davası açılmıştır. Bu konuyla ilgili Ağca Dosyası ve Papa Mafya Ağca adıyla iki araştırma kitabı yayımlamıştı. Papa Mafya Ağca kitabında, Ağca’nın olay yerinde Oral Çelik’le beraber bulunduğunu, cinayeti Oral Çelik ve Mehmet Şener’in birlikte planladığını, Ağca’nın bu ikilinin emrinde görev yapan bir militan olduğunu yazmıştır.Tüm bu çalışmaları yaparken üzerinde araştırma yaptığı birçok konuda olduğu gibi, İpekçi konusunu sıkça gündeme getirince, “başka konu yok mu” diye eleştirilerle karşılaşmıştı.Oysa “fikri takip”in gazeteciliğin önemli bir yöntemi olduğunu biliyordu:“Eskilerin ‘fikri takip’ dedikleri, olayları izleme yöntemi vardır. Bir olayı yazdınız, sonra ne oldu? Olay nasıl sonuçlandı? Olaya kimler, ne ölçüde karıştı?Bu soruları sormaya ve ipuçlarını bu soruları sorup ele geçirmeye başladınız mı, olaylar yavaş yavaş aydınlanır. Olay aydınlanınca da birçok kişi tedirgin olur.Bu konuları köşenizde sık sık yazarsanız okuyucu sıkılır. Ve haklı olarak ‘Başka konu yok mu?’ diye söylenir. Köşe yazarı bu durumda peşine düştüğü olayı bir yana bırakacak mıdır? Hayır bırakmayacaktır.” (Cumhuriyet, 20 Kasım 1985)Mumcu gazeteciliği12 Mart döneminde bizzat kendisinin de yaşadığı gözaltına alınma, tutuklanma, yargılanma ve sakıncalı askerlik gibi baskıcı uygulamalar Mumcu gazeteciliğinde var olan sorgulayıcılığı, araştırıcılığı kamçılamış ve ince eleştirel zekâsını da beceriyle kullanmasına yol açmıştır. Zaman zaman çok sert ve ödünsüz yazılar, kimi kez alayla karışık kara mizaha dönüşüverir. Ancak her tür yazı biçeminin amacı tektir: İvedilikle demokratik yönetime ve basın özgürlüğüne kavuşmak. Uğur Mumcu şöyle der: “Basın özgürlüğü, demokrasinin temellerinden biridir. Kamuoyunu oluşturan ve ifade eden basın, tarihin her devrinde tartışma konusu olmuştur. Basın özgürlüğünün kısıtlandığı dönemlerde demok-ratik gelişim durmuş, totaliter eğilimler güçlenmiştir. Basın özgürlüğünün gelişimi ile demokratik ilkelerin yerleşmesi arasında zorunlu bir bağ vardır.” (Cumhuriyet, 16 Mart 1980)1970’li yılların ortasından başlayarak giderek yoğunlaşan kanlı ortam, Uğur Mumcu gazeteciliğinin işlevselci, araştırmacı yanının güçlenmesine yol açar. 1 Mayıs gibi, Kahramanmaraş gibi katliam boyutuna ulaşan olaylar, silah ve uyuşturucu kaçakçılığı, Abdi İpekçi’nin öldürülmesi gibi toplumu sarsan olaylar da bu cinayetlerin derinlemesine araştırılmasını getirir. Mumcu gazeteciliği o dönemi söyle sorgular: “Bir yanda binlerce silah ve milyonlarca mermi, öte yanda ‘sıkıyönetim, silah kaçakçılığı davalarına bakamaz’ diyen yüksek yargı kararları… Bir yanda sosyete cinayetlerinde konuşturulan hünerli gazetecilik, öte yanda silah kaçakçılığı karşısında susan, ağzını açmayan basın ahlakı…” (Cumhuriyet, 4 Temmuz 1980)

24 Ocak 2010

22 Ocak 2010 Cuma

UĞUR MUMCU

Türk vatandaşı tanımı; İsviçre medeni kanununa göre
evlenen, İtalyan ceza yasasına göre cezalandırılan,
Alman ceza muhakemeleri yasasına göre yargılanan,
Fransız idare hukukuna göre idare edilen, İslam
hukukuna göre gömülen kişidir.

20 Ocak 2010 Çarşamba

SABİT (EV)TELEFONLARI KAPATALIM

İnsanlar uyanıyor telekom panikte !
Millet uyandı, SORMAVER PARASINI VERMEMEK İÇİN
telefonlarını bir bir kapatıyor.
Telekomdan ayrılıyorum :
a) Ev telefonumu + b) Yazlık telefonumu
+ c) ADSL bağlantılarımı İPTAL ETTİM.
EKİM AYINDAN İTİBAREN CEP TELEFONUMLA İDARE EDECEĞİM !!! İNTERNET BAĞLANTIMI DA KABLONETLE DAHA UCUZA SAĞLIYORUM. (KABLOTV İLE BERABER aylık 20.-TL)
TELEKOM’UN KAZIKLARI
Bir ev telefonundan 3.90 TL lık görüşme yapılıyor. Telefon faturasının TOPLAM tutarı 20.02 TL. Yani 4 liralık görüşmeye 20 liralık fatura !!! Bu ne. Bu ne biliyormusunuz ? Kış uykusuna, pardon koyun uykusuna yatırıldığımızın resmidir. Sabit ücret: 11,15 TL. Bu rakam konuşsan da, konuşmasan da her faturana yansıtılıyor... Katma Değer Vergisi : 2.71 TL Özel İletişim Vergisi : 2.26 TL Toplam uyuma Parası : 20.02 TL Aslında Telekom panikte. Çünkü vatandaş uyanıyor. Sabit telefonlar birer birer iptal ediliyor. Bu nedenle reklâmlara başlamış Telekom. Ama yılda 2 milyar dolar kâr yapıyormuş Telekom ! Şimdi ünlü komedyen halkı kandırmak için kullanılıyor. CEM YILMAZ bu işten iyi para kazanmışa benziyor. (YENİ NUMARASI 11811) Kontrol ettik, 118 den bilinmeyen bir numaranın öğrenilmesi için en az 60 saniye gerekiyor. Yani 8 kontor. Yani 4 lira 32 kuruş. Bir numara öğrenmek için Lübnanlı şirkete bu kadar para ödüyorsunuz. Türk Telekom Soygunu 118 ve 133 e dikkat !.. Türkçede buna resmen soygun hatta dolandırıcılık denir. Özel Türk Telekom Servisleri Servis Numarası ve kontur fiyatlarını okuyun da milletin nasıl gizlice soyulduğunu görün. Bu numaralardan 110, 112, 121, 122, 123, 124, 126, 154, 155, 156, 158' 'i ararsanız ücretsiz 113, 153, 163, 166, 169, 174, 175, 176, 179, 180, 181' 'i ararsanız 60 saniyede 1 kontur için için 72.- TL. 185, 186, 187, 188, 189, 114, 117, 119, 130, 170, 171, 172, 173, 178, 182, 183, 184' 'ü ararsanız, 15 saniye için 288.- TL. Şimdi SIKI durun !.. 118' 'i ararsanız 8 saniyede bir atacak kontur için tam 540.- TL, ve 133' ' u ararsanız 3.6 saniyede atacak bir kontur için 1.200.- TL !!! Dikkat ederseniz bilinmeyen numaraları aradığınızda dakikalarca bekletirler. Sürekli olarak banttan 'hatlarımız dolu bekleyin' talimatı verirler. Buna resmen dolandırıcılık denir.. Türkiye’de bilinmeyen numaraları sormanın bu kadar pahalı olduğunu kim biliyor ? İnsanların bilgilenmek için kullandıkları ve dünyanın her yerinde bedava olan bu kamu yararına hatların fahiş fiyatlarda olması talimatını kim verdi ? Bu yazıdan sonra hala bilinmeyen numaraları aramak istiyorsanız cebinize dikkat edin ! EKONOMİST dergisinde yayınlanan bilgilere göre Ev Telefonlarını Kapatma Zamanı geldi. Türk Telekom'un konuşma ücreti/dakika 8 kuruş ! GSM şirketlerinde bu rakam 10 kuruş. Evden Cebi arıyorsanız ödeyeceğiniz 40 kuruş. Oysa GSM'den evi ararsanız dakikasi 20 kuruş. Yeni patron getirdigi 'Milli Güvenlik riski' yanında Türk Milletini de 'APTAL' yerine koyuyor. LÜTFEN PROTESTO EDİN. BU MESAJI OLABİLDİĞİNCE ÇEVRENİZE YAYIN ! YENİ FİYAT POLITIKASININ DA BİLİNMESİNİ SAĞLAYIN...

İLAÇ PARADOKSU

İLAÇ PARADOKSU
Bildiğimiz gibi ilaçlar artık marketlerde de satılacak.Tabi her markette değil.Şimdilik sadece BİM Marketlerinde. Bugünkü bu görüntünün temelleri taa iki yıl öncesinden atılmaya başlanmıştı. Bildiğimiz gibi 2-3 yıl öncesi itibariyle BİM marketleri bu kadar yoğun değildi. Bugün 30 bin nüfuslu küçük bir ilçede bile 6-7 bazılarında 8-9 şubesi olan BİM marketleri, bu ilaç paradigmasının uzantısı olarak çoğaltılması işlemi şuurlu şekilde gerçekleşti.Bildiğimiz gibi Cüneyd Zapsu denen biri BİM hisselerini sattı ve bu satış akabinde en büyük payı Sayın Başbakanın 28 yaşındaki oğlu aldı. Hani şu 26 yaşında 13 tane şirketin CEO sunu yapabilecek beceri ve kapasite(!)deki oğlu...Ve bunun diğer temelleri hükümet ile Eczacılar arasında bir ay öncesinde yaklaşık 2000 kalem ilaç üzerinde fiyat anlaşmazlığı yüzünden çıkan sonuçta atıldı. Velhasıl artık SGK ile anlaşma yapmayan eczaneler; ki bugün itibariyle bunların yüzdelik oranı bir hayli fazla; başta kamu çalışanları olmak üzere muhtelif sosyal sağlık güvencesi altındaki vatandaşlara ilaç satışı yapamayacaklar. Dolayısıyla ilacı yüzde yirmi katkı payı ödeyerek alan vatandaş; ilacını Hükümetin veya özelde SGK'nın anlaşma yaptığı BİM marketlerinden alacak...Tabi bunun arkasında çok gizli entrikalar da var. Bu girişim; yaklaşık 3 ay öncesi dışarıdan ithal edilen domuz gribi aşısı alımına karşı Tayyip Erdoğan'ın resti ve rövanşıdır. Bildiğimiz gibi domuz gribi aşısı alımında başbakanın teklif ettiği ilaç ve dağıtım firması ihaleyi alamamış, Başbakan'da kibri ve öfkesinin esiri olarak 'Ben aşı olmayacağım' diyerek kendi istediği ilaç firmasının alamadığı bu rantı sabote etmiştir.Ama gel de bu gerçekleri bizim vatandaşa anlat...Temennimiz anlamaları noktasındadır. Evet milletimizin malesef bu gerçekleri anlaması için daha akabinde bir çok şeyi anlaması lazım. Biz anlatmaya devam edeceğiz. Anlamayanlar ya utansın ya uyansın....

DÜMBÜLLÜ

Çengelköy’de bir açık hava sinemasında düzenlenen oyunu beğenmeyen seyirci sahneye salatalık fırlatmış…
O sırada oyununu sergilemekte olan Geleneksel Türk Tiyatrosunun son temsilcisi İsmail Dümbüllü yere eğilip hıyarı almış ve
“Biri kartvizitini düşürdü,oyundan sonra gelip kulisten alsın” demiş…
Seyirciler arasında kopan alkış ve saygısız adamın yuhalanma seslerinden sonra kulise gelen İsmail Dümbüllü öğrencisine
“Seyirci gaddardır. Hani beni alkışladılar ya, eğer cevabını vermeseydim adamı alkışlayıp beni yuhalarlardı” demiş…

19 Ocak 2010 Salı

VE YAŞIYORUM

Sen :
itlerini öne itip
karanlıkta yol kesen
hatip!!!
Sen :
Beşinci Mehmedin saltanatını,
Halifenin altın nallı kır atını,
papellerin kat katını
ve teneke suratını
doldurup torbana
sıska sırtında taşıyorsun..
Torbanı doldurmak için yaşıyorsun.
Bana gelince,
ben :
geniş omuzlarımda dimdik bir kelle taşıyorum.
Ve yaşıyorum :
Kellemin
içindeki
için..
NAZIM O ZAMANDAN GÖRMÜŞ İTLERİ........

SÖZ

AŞAĞILIK
KATİL
SERBEST
ARTIK
VE
O
PİS SURATLI
BİR O KADAR
İĞRENÇ,VİCDANSIZ VE YÜREKSİZ
KATİL
BENİM YURDUMDA
MEDYANIN YILDIZI
ONU YILDIZ YAPAN BU YURT
BENİM YURDUM
OLDUĞU İÇİN
KENDİMDEN DE İĞRENİYORUM

FAŞİZMİ LANETLEYELİM

3 YIL OLDU
HIRANT SENSİZLİĞİ YAŞIYALI
AMA
33 KURŞUNDAN BERİ
KAYBETTİK
İNSANLIĞIMIZI
Yıl 2006, aylardan Kasım. Okuldan eve dönerken yüzün geliyor gözlerimin önüne. Seni çok özlüyorum. Eve varınca telefonu elime alıp arıyorum seni. Nasıl olduğunu soruyorum önce.... “İyiyim canım yavrum sen nasılsın?” diyorsun her zamanki içtenliğinle. Söylemeyi başarabileceğimden hala emin değilim o an ama birden dökülüveriyor duygularım dilimden: “Seni çok özledim ve sadece sesini duymak istedim amca.” Şaşırıyorsun. Duygulanıyorsun. Kısa bir sessizlik geliyor ardından. Sarılıyoruz birbirimize o sessizlikte. Vedalaşıyoruz belki bilmeden. Aramızdaki en dolu ve en özel konuşmayı yapıyoruz 5 dakika içerisinde. O akşam Rakel yengeme bunu anlattığını, ne kadar mutlu olduğunu sonradan öğreniyorum. Telefonu kapatırken huzur doluyor içim. Mutlu bir aileydik o zamanlar. Masallarda rastlanabilecek bir mutluluk bizimkisi. Birbirimize olan sevgimiz ise bize özel. Ondan yok hiç bir yerde. Telefonu kapadıktan sonra mırıldanıyorum: “Bir de seni çok seviyorum amca.” Duymuyorsun… Yıl 2007, Ocak 19. Okuldan erken çıkıp Osmanbey’e geçiyorum. Özlemişim seni gene. “Seni görmeye geldim amca” diyeceğim, sarılacağız birbirimize ve uzun uzun sohbet edeceğiz o gün. Saat 15.30’da telefonum çalıyor. Eve gitmem gerektiğini söylüyor bir arkadaşım. Kapatıp annemi arıyorum. Annem kendinde değil. Çığlıkları geliyor kulağıma. Ne olduğunu söylemesi için yalvarıyorum. “Hrant amcanı öldürdüler” diye haykırıyor bir ses. Annem değil telefonun diğer ucundaki. Ölen benim amcam değil. Ben de ben değilim o an… Bilinçsizce koşuyorum sokaklarda bir süre. Kendimi topladıktan sonra eve gidiyorum doğruca. Ev kalabalık. Ben buz gibiyim. Televizyonun olduğu odaya geçiyorum. Sen olduğunu söyledikleri adama bakıyorum amca. Bu bir açık oturum değil. Söyleşi değil. Bizim için olağan hale gelen 301 davalarının konu edildiği bir program da değil. Neden televizyondasın o halde? “Hrant Dink öldürüldü.” Yerde kan var… Yüzünü göremiyorum amca… Ellerini görüyorum… Elini tumak istiyorum sadece… Uzun uzun ve sıkıca… Ve haykırıyorum: “Gitme amca...” Duymuyorsun… Nare çıkıp geliveriyor bir Cuma. Sen gittiğinde de günlerden Cuma’ydı. Onunla geri döneceğini, “Nora Nare Hoy Nare”yi sensiz söylememize izin vermeyeceğini düşünüyorum. Sesini arıyorum hastane koridorlarında. Belki de en çok o gün hissediyorum yokluğunu. Giderek artan, arttıkça ağırlaşan, ağırlaştıkça içimizi yakan yokluğunu. Bir kez daha eziliyor yüreklerimiz tarifi olmayan bir eksiklikle, sensizlikle. Şimdi uzun bir güvercin masalımız var Nare’ye anlatacağımız. Bizim gerçekten doğma hikâyemiz yazılırken, birilerinin de gerçekten bozma ‘sözde’ hikâyelerine bir yenisi daha ekleniyor. Şimdi 90 yıl önce hastalıktan ölen birkaç bin Ermeni’den bahsedilirken, bundan 90 yıl sonra ayağı kayıp düşmüş ölmüş Ermeni bir gazeteciden söz edebilir de birileri! (Biz arşivimizi yaptık, ne olur ne olmaz.) Dünyanın gözü önünde olması değiştirmiyor bir şeyi çünkü, yıllar önce de dünya izlemiş ve engelleyememişti yaşananları. Beni heyecanlandıran, cenazendeki o kalabalık oluyor asıl. “Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeni’yiz” diyerek seni anladıklarını gösteren yüzbinlerce kişi (gerçi birilerine göre hepimiz pankartız!) bu ülkede hala bir arada yaşayabileceğimize dair umutlarımızı besliyor. Bir zamanlar “Ermeni’yim” demenin korkulduğu, karşıdakinin bunu küfür olarak algıladığı bu ülkede, yüzbinlerce kişi ardından “Ermeni’yim” diye bağırıyor! Ah be amca... Duymuyorsun… Paramparça zamanlarda görüyorum kendimi artık. Geçmişim, bugünüm, geleceğim iç içe. Seninle dolu günlerim canlanıyor şimdi gözümde. Sonra yavaş yavaş uzaklaşıyor sesler, kayboluyor görüntüler. Ve ben üşüyorum artık her mevsim bu ülkede. En çok da güneşin kendini gösterdiği günlerde. Birilerinin bir yerlerde balık tutuyor olması acıtıyor canımı. Senin büyük bir keyifle tutmadığın balığı da yemek istemiyorum artık. Seni yaşatmayan bu ülkede, insanların ‘sözde’ öldürüldüğü bu ülkede, ben de ‘sözde’ yaşıyorum bu aralar anlayacağın. Sana elinde haritayla gelenlere asıl zenginliğin bu toprakların üstünde olduğunu hatırlattığın geliyor aklıma. Benim sahip olduğum en değerli hazine artık bu toprakların altında amca. Şimdi yapacak çok işimiz, anlatacak çok şeyimiz var. Yapacağız. Anlatacağız. Yaşayacağız. Ve bundan böyle bizim için yaşamak, öncelikle seni yaşatmak… Aklının, kalbinin ve hayallerinin ışığında koşmak… Başka türlüsü sadece nefes almak…
Maral Dink

16 Ocak 2010 Cumartesi

KAFKA DEMİŞ

Bastığın yerin iki ayağının kapladığından daha büyük olamayacağını anlamak ne büyük bir mutluluktur.
Franz Kafka

EVLİLİĞİN İLK HAFTASI

EVLİLİĞİN İLK HAFTASI
Damat: -Ah! Nihayet rüya gerçek oluyor!!
Gelin: -Senden ayrılmamı ister misin?
Damat: -Hayır! Bu lafı bir daha asla söyleme!
Gelin: -Sen.. Bana aşık mısın?
Damat: - Taaaabiki.
Gelin: -Beni terketmeyi düşünür müsün?
Damat: -Tabi ki hayır.
Gelin: -Peki bana bir öpücük verir misin?
Damat: -Evet hem yüzüne hem gözüne.
Gelin: -Peki bana bir gün vuracak mısın?
Damat: -Asla! Ben o tür erkeklerden değilim.
Gelin: -Sana güvenebilir miyim?
Damat: -Evet.
Gelin: -AŞKIM.
Veeee aradan 7 sene geçer.
Şimdi yazıyı Aşağıdan yukarıya dogru bir kez daha okuyun

14 Ocak 2010 Perşembe

1966 Paşabahçe Grevi

1966 Paşabahçe Grevi
Dicle Yeşil
1 Aralık 2009
Kapitalist sistem krizle birlikte işçi sınıfına daha da azgınca saldırıyor. Kitlesel işten çıkarmalar, kuralsız ve esnek çalıştırma politikaları ve adına reform denilerek getirilen yasalar bu saldırı sürecinin bir parçası olarak hayat buluyor. Buna karşılık yükseltilen eylemler şimdilik patronları dizginlemeye yetmiyor. 12 Eylül faşist darbesinin ardından örgütlenme, mücadele ve dayanışma geleneğinin önemli ölçüde unutulması, sendikalaşmanın önüne konulan yasal engeller ve sendika bürokrasisinin uğursuz rolü, mücadele çıtasının yükseltilmesine ket vuruyor. 1980 darbesi gibi korkunç bir deneyime sahip olan burjuvazi, işçi sınıfı hareketini kökten yok etme yoluna gitmiş ve darbenin yarattığı korkunun gölgesiyle işçi sınıfını baskı altında tutmayı başarmıştır. Bugün krize karşı kitlesel mücadelenin yükseltilememesinin bir nedeni de, bilinçaltına yerleştirilen bu korkunun henüz atılamamış olmasıdır.
Oysa tarihe dönüp baktığımızda, Türkiye işçi sınıfının her dönem bu denli tepkisiz olmadığını görüyoruz. 60’lı yıllarla başlayan süreçte işçilerin attığı her adım, bir üst basamağa sıçrama şeklinde oluyordu. İşçi sınıfı kendini tanımaya başlıyor, gücünü görüyor ve özgüvenini kazanıyordu. Grev ve toplu sözleşmenin henüz yasak olduğu bir süreçte yeni bir tomurcuk patlıyordu. Sayısı küçük ama yüreği büyük Kavel işçilerinin şanlı mücadelesi ilk kıvılcımlardan biriydi. Ve Kavel’le başlayan süreç 15-16 Haziran direnişlerini ve 1977 1 Mayıslarını yarattı. 1980 öncesinde burjuvazinin kalkanlarını öylesine sivriltmesine neden olan işte bu örgütlü işçi sınıfıydı. Hep birlikte karar alan, hep birlikte ayağa kalkan ve hep birlikte yürüyen örgütlü bir güçtü karşılarındaki.
İşçilerin mücadele çıtasının yükselmesiyle, dönemin sendikal anlayışının sorgulanması ve militan sınıf sendikacılığının yaratılması yönünde önemli kilometre taşları döşeniyordu. Grev, sendika, örgütlenme, dayanışma ve mücadele kelimeleri işçilerin hayatında yer ediyordu. Patlayan mısır tanecikleri gibi birbiri ardına patlak veren grevler, mücadele deneyimlerini bir fabrikadan diğerine vakit kaybetmeden taşıyordu. Trio Lastik işçileri, Bursa Belediye işçileri, Mersin Ataş rafinerisi, İstanbul Bozkurt Mensucat, Singer, Goodyear, Berec, Sungurlar, Batman Rafinerisi, Zonguldak Kozlu Maden İşçileri ve Paşabahçe işçileri… Her biri tek yürek olmuşçasına yükseltiyordu işçi sınıfının sıkılı yumruklarını.
İşçilerin örgütlü olduğu Türk-İş sendikasının uzlaşmacı sendikacılık anlayışı, işçi sınıfının yükselen mücadelesini boğmaya çalışıyor, tabandan gelen güç ise Türk-İş’in tepesini sarsan ve ayrıştıran fay hattını döşüyordu. Ortak sınıf tavrının sergilendiği bu dönemde Paşabahçe grevi, devlet güdümlü sendikal anlayışın sarsılmasının en önemli zincirini oluşturacak ve DİSK’in kurulmasının da önünü açacaktı.
CHP, İş Bankası dolayımıyla, 1935 yılında kurulan Paşabahçe Şişe-Cam’ın hatırı sayılır ortaklarındandı. İşçilerin çalışma koşullarıysa son derece kötüydü. Yevmiye 60 kuruş, sendika yok, sigorta yok, hafta tatili yok. Önce Cam İş sendikası örgütlendi Paşabahçe Şişe Cam’da. Ne var ki 1964 yılında Cam-İş tarafından üç yıllığına 15 kuruşa imzalanan toplu sözleşme, Paşabahçe işçileri arasında büyük bir öfke yarattı. Bu tepkinin sonucu olarak işçilerin çoğunluğu Cam-İş’ten ayrılıp Kristal-İş’e üye oldular. Kristal-İş sendikası 1966 yılında, Cam-İş tarafından imzalan sözleşmenin patronların taleplerinin kopyası olduğunu söyleyerek Paşabahçe patronlarını yeni bir sözleşme imzalamaya çağırdı. Bu çağrının reddedilmesi üzerine 31 Ocak 1966 günü 2200 işçi hiç tereddütsüz greve çıktı. 5 Şubat günü Paşabahçe İskele Meydanında bir miting düzenlediler. “İş Hayatında Köleliğe Paydos!”, “Emeği Savunmak Kutsal Vazifemizdir” dövizlerini taşıyarak yürüdüler. Aileleri ve diğer sektörlerde çalışan işçiler de dayanışma için Paşabahçe işçileriyle bir arada durdular. İşçiler bildiriler dağıtarak kararlı duruşlarını dosta düşmana gösteriyorlardı.
“Biz işçiyiz. Paşabahçe’de bir fabrika şişe ve cam yapar, orada çalışırız. Beyoğlu’nda süslü bir mağazası var. Tabaklar ve bardaklar görürsünüz de iftihar edersiniz. İşte onları yaparız biz. 1800 derece hararetin altında çalışırız. Hepimiz 2500 kişiyiz. Ailelerimizle 10.000. Toplu Sözleşme Kanunu çıktı dediler. Biz de hak isteyebilecekmişiz. Üç sene evvel sözleşme yapıldı. Bize bir şey veren olmadı. Biz de greve başladık. Bugün 80 günü geçti gene de hakkımızı istiyoruz. Dağlardan ebegümeci topluyoruz, labada topluyor, balık olursa oltayı alıp koşuyoruz. Evde fazla eşya vardı, kilim, mintan, iskemle gibi. Onları da satıyoruz…” Bu arada patronlar sınıfı da boş durmamaktadır. İşçilerin mücadelesi karşısında, kol kola giren TİSK üyesi 12 patron, gazetelere ilan vererek grevi şiddetle protesto ettiklerini, “madden ve manen” Paşabahçe patronunun yanında olduklarını duyururlar. Paşabahçe patronuysa grevin yasadışı olduğu iddiasıyla dava açar, fakat dava mahkeme tarafından reddedilir. Böylece grevin yasal olduğu onaylanır. 2500 işçi eş ve çocukları ile birlikte vapurlarla Karaköy’e geçip, işveren sendikasının önünden Taksim’e kadar yürürler. Grev sürerken, Türk-İş yönetiminin hain yüzü tekrar açığa çıkar. Türk-İş bürokrasisi, işçilerin mücadelesine balta vurmak için patronların safında yer alır ve 21 Mart 1966’da imzaladığı bir protokolle grevi sona erdirir. Protokolde, işten atılan işçilerin işe alınması işverenin takdirine bırakılmıştır. İşçilerin işsiz kaldıkları süre içindeki ücretlerinin ödenmesinin kabul edilmemesi Türk-İş’in gerçek yüzünü bir kere daha sergiler. İşçiler, sendikanın dayattığı protokolü kabul etmeyerek greve devam kararı alırlar. Grevci işçiler fabrikaya mal giriş-çıkışını engellemiş ve grev kırıcılara yemek taşıyan arabaları taşlamışlardır. İşçilere yapılan silahlı saldırı sonucunda iki işçi yaralanır. Hemen ardından işçiler hammadde deposu ve fabrika arasındaki yolu işgal ederler.
22 Mart günü yapılan toplantıda Paşabahçe patronu 42 işçiyi işe alacaklarını ama 5 Kristal-İş yöneticisini işe almayacağını belirtir; işçilerin kararı ise eyleme devam yönündedir. Aynı şekilde Türk-İş’in yaptığı grevi bitirmeye yönelik diğer girişimler de kabul edilmez. 6 Nisanda, Türk-İş yönetiminin grev kırıcılığına karşı Petrol-İş, Maden-İş, Lastik-İş, Basın-İş ve Tez Büro-İş sendikaları bir araya gelerek, Paşabahçe Grevini Destekleme Komitesini kurarlar. Bu komitenin asıl önemi, sonradan DİSK’in çekirdeğini oluşturan Sendikalar Arası Dayanışma Konseyi’nin (SADA) öncüsü olmasıdır. SADA’nın yaptığı ortak açıklamada; Türk-İş yöneticilerinin imzaladıkları protokolle işçiye ihanet edildiği, grevin işçinin bir şeref ve hayat mücadelesi olduğu, şayet grevden vazgeçilirse sendikaların ve grev kurumunun işlemez hale geleceği belirtilmektedir. Türk-İş’in özellikle yasal yönden grevi boğma çabası başarıya ulaşamaz. Mahkeme, bir kez daha Kristal-İş’in işyeri düzeyinde toplusözleşme yapmaya yetkili olduğuna ve 71 gün süren grevin yasal olduğuna karar verir.
Bu arada Paşabahçe işçileri ile sınıf dayanışmasının en güzel örnekleri sergilenmektedir. Grevin başlamasıyla birlikte grevdeki 2500 işçiye 460 bin liralık yardım yapılmıştır. Migros işçileri grevcilere erzak, Hal İşçileri Sendikası da 10 ton meyve yardımı yapar. Dayanışma konseyi, aldığı kararla, sendikalı işçiler başta olmak üzere bütün halkın İş Bankası’ndan mevduatlarını çekmeleri çağrısında bulunur. Bu kampanya sonucunda İş Bankası’ndan çekilen para miktarı milyonları aşar. Yurt çapında Paşabahçe ürünleri boykot edilir. Ancak grevin bu denli destek bulması ve yaygınlaşması birilerini iyiden iyiye rahatsız etmeye başlamıştır. 19 Nisanda Bakanlar Kurulu “halkın sağlığını tehlikeye düşürdüğü” gerekçesiyle grevi 1 ay erteler. Bu karar üzerine Kristal-İş Başkanı, sendikayı kapatıp anahtarını Süleyman Demirel’e gönderir ve sendikanın kapısına da şu yazı asılır: “Anahtarı Başbakan’a verildiğinden sendikamız kapalıdır!”
23 Nisan günü, grevdeki işçilerden 1400’ü, 24 Nisanda ise 800’ü fabrikada çalışmaya başlamıştır. Sonuçta bu süreç, Türk-İş yönetimi içindeki sınıf düşmanlığını bir kez daha açığa çıkarmış, yönetim, Petrol-İş’i 15 ay, Kristal-İş’i 15 ay, Maden-İş’i 6 ay, İstanbul Basın-İş’i ise 3 ay geçici ihraç cezasına çarptırmıştır. Daha sonraki dönemde bu sendikalardan Maden-İş ve Lastik-İş DİSK’in kurucuları arasında yer alacaklardır. Paşabahçe işçileriyse, patron karşısında sağlam duruşlarıyla ve geliştirdikleri dayanışma ilişkileriyle, mücadeleye atılacak işçilere örnek olmuşlardır.
Bugün sendikal ivmenin böylesine yüksek olduğu bir dönemden geçmiyoruz. İşçi sınıfı sendikaların tepesine çöreklenen sendika bürokratlarını koltuklarından indirebilecek bir örgütlülük düzeyine sahip değil. Bir yanda işbirlikçi çizgisinden taviz vermeyen ultra sarı sendikacılık anlayışı, bir tarafta da Türk-Metal örneğinde görüldüğü üzere gangster sendikacılık anlayışı yüzünden, işçi sınıfı paramparça olmuş durumda. Genç kuşak işçiler olarak, tarihten dersler çıkarıp, işçi sınıfının kurtuluşu mücadelesinde ileriye doğru yürümeli ve işbirlikçi sendikacılığa karşı militan sınıf sendikacılığı anlayışını yükseltmeliyiz. Her gün bir ses, bir omuz daha eklendiğinde saflarımıza, kapitalist sistemin elimizden kurtuluşu yoktur.
No Pasaran !