BİR ŞEY YAPMALI

CUMHURİYET İÇİN DEMOKRASİ İÇİN HALK İÇİN GELECEĞİMİZ İÇİN ..................... cemaatlerin yönettiği bir coğrafya olmak istemiyorsak ................. Ama benim memleketimde bugün İnsan kanı sudan ucuz Oysa en güzel emek insanın kendisi Kolay mı kan uykularda kalkıp Ninniler söylemesi

27 Ekim 2014 Pazartesi

AYDEMİR GÜLER diyor ki;


Monday, 20 October 2014 - 09:14


Kobanê'den bizim Cephe'ye


Aydemir Güler


Geçen hafta soL portal'da ne anons ettiğimi unutmadım. Türkiye'nin nasıl “esnek” bir ülke haline geldiğini yazacağımı söylemiştim. Sözüm söz, ama araya 19 Kasım toplantısı girdi. Türkiye solda yeni bir cepheleşmeye sahne oluyor...


Bunu yazmak için bilgisayar başına oturduğumda ise ABD yetkililerinin açıklamalarını gördüm sabah sabah!


* * *


Kobanê'yi savunan Kürt güçlerine havadan yolladıkları hafif silahlarla mühimmatın hedefine ulaştığını müjdeliyor Amerikalılar! Kendilerinden emin; söz konusu tedarik olmasa büyük ihtimalle kentin düşeceği bilgisini veriyorlar. Ancak kurtulduğu da kesin olarak söylenemezmiş...


“Ölümün nefesi hissedilen, kuşatmaya karşı sırtını verdiği Türkiye sınırının ne tür hainliklere açılan bir kapı olduğunu bilemeyeceğin bir ortamda silahın, mühimmatın adresine mi bakılır?”


Haliyle bakılamaz! Ama başka şeye bakılır, bakılmalıdır.


Kobanê'nin askeri olarak düşmemesiyle politik olarak soldan düşmesi arasındaki diyalektiğe bakılmak zorundadır.


IŞİD bir provokasyon örgütüdür ve Kobanê'yi hedef seçmesindeki temel maksat defalarca analiz ettiğimiz gibi, PYD'yi ABD ittifakına ittirmektir. AKP hükümetinin de kuşatmayı takviye ederek aynı sonuca katkı verdiğini söyleyebiliriz. AKP'nin PYD'yi Şam'a doğru ittirme çabası ve bunda başarısızlığa uğramasıysa Türkiye'nin bir küme daha düşmesidir... Düşer, nasılsa esnemiş bulunuyor!


Kürt siyaseti açısından, girilen bu yol herhangi bir biçimde sürpriz değil. Ancak benzeri yolların her defasında “Türk sosyalizmi” tarafından aklanması artık gına getirdi. “Kürtçü Türk sosyalizmi” Kürt siyasetinin büyük güç oyunlarını hoşgörmekten çıkmış ve çoktandır gizli gizli keyif alma aşamasına geçmişti. Kimi tanıdık figürlerin kalkıp “çatışma çözümü” (conflict resolution) oyunlarına katılmaları, bu amaçla İngiliz gizli servisinden IRA'ya kadar -ve daha belki de kimler!- brifing alıp dünyayı gezmeleri buydu. Şimdi Kürt siyasetinin, kaderini emperyalizmle ortaklaştırmaya varacak adımlarını desteklemekle Kürt halkının katledilmesine karşı dayanışma ilişkisi kurmak arasında ayrım gözetme gereği gündeme bile getirilmiyor.


Kobanê'de IŞİD'in kuşatma mevzileri ABD tarafından vurulacak ve Kobanê ABD mühimmatıyla savunulacaksa, siyaseten kent düşmüştür! Bu tabloya “devrim sürüyor” adını takmak emperyalizmi aklamaktır.


Aması, fakatı yok! Zaten sömürgecilik de emperyalizm de soldan hep böyle aklanmıştır!


* * *


Türkiye'de solda hangi cephenin açılması gerektiği bellidir.


Emperyalizmi aklayanlardan ayrışmak solda başlı başına bir ayrım çizgisini ifade ediyor. Kimileri yukarda gösterilen yoldan yapıyorlar bunu. Başkaları AKP'nin emperyalizme ve emperyalizmin has adamı Fethullah Gülen'e karşı mücadelesine katılıyorlar! Geçen hafta HSYK seçimiyle göreve gelenlere kefil olup kendini sola yerleştiren şarlatanlık örneği tarih kayıtlarına eklenmiş oldu.


Ondan önce de TSK'nın 2 Ekim tezkeresiyle gericiliği de bölücülüğü de temizleyeceği yolunda bir kurgu vardı. Bu yaklaşımın yine AKP'nin sınırın ötesi için yaptığı “iki terör örgütü” formülasyonundan ne farkı var?


Bunlar sol değil, solun başkalaştırılma girişimleridir.


Türkiye'de solun genetiğinde laik, aydınlanmacı bir gericilik karşıtlığı vardır. Çıkartamazsınız, silemezsiniz.


Türkiye'de sol yurtsever doğmuştur, anti-emperyalistttir. Devraldığımız soru, “ne olacak bu memleketin hali” sorusu, emperyalizmin bölgemize dönük projelerinden kurtuluş çaresini araştırır, bunu kapsar.


Türkiye'de sol evrensel kuralların istisnası değildir ve hep emekçi olmuştur. O halde kamucudur, piyasa flörtleri genetiğimize aykırıdır.


Kürt sorununu Türkiye'de solun yumuşak karnı olarak görmekse saçmadır. Kürt sorunu solun problematiğine kaçınılmaz biçimde sonradan eklenmiştir ve 1960'larda verilen yanıtın bugünkü organik devamı, gönüllü birlik, hâlâ aşılmış, yerine başka bir şey konabilmiş değil. Olsaydı Kürt siyaseti “Türkiyeli olmak” konusunda bu kadar uğraşmaz, kestirip atardı.


* * *


Cephe ve artık adıyla Birleşik Haziran Hareketi, solun çok denenmiş ve çok yormuş, “birlikten kuvvet doğar” naifliğine değil, bu siyasal ve ideolojik denkleme oturmalıdır.


Haziran Direnişine yapılan gönderme dar anlamda sokak mücadelesi değil, Haziran'ın aydınlanmacı, yurtsever ve emekçi karakterinde bütünlük kazanır.


Yapmaya çalıştığımız budur...



-----------------------------------------------------------------------------------


Tuesday, 21 October 2014 - 11:03

Sola doğru son çıkış


Aydemir Güler


ABD'nin havadan gönderdiği silahların kaynağı Barzani mi, Talabani mi? Herhalde bunu tartışmayacaktık, farklılıklar bunun üstünden açığa çıkmayacaktı. Solda farklılıkların emperyalizmin Kürt denklemine bir kez daha dahil olmasını olumlayıp olumsuzlamak üstünden çıkmasında şaşırtıcı bir şey yok.


Tartışma hakikiyse sonuç doğurur. Bir kez tartışıldığında hayat aynı yerde değildir artık. Emperyalizmin devreye girmesini olumlayanların oluşturduğu yelpaze “devrimci sürecin ilerlemesi”nden “pratik mecburiyet”e kadar gidiyor.


Ne biri ne diğeri hoşgörü beklesin! Emperyalizmi olumlayan, bedelini ödeyecek. Çaresi yok.


Bedel dediysem, yanlış anlamayın, kastım son derece basit: Emperyalizmi olumlamak soldan kopuş dilekçesidir.


Dilekçenin dilekçe olması için bir merciye verilmesi gerekir. Örnek olsun, Fransız Komünist Partisi Yugoslavya'nın emperyalizm tarafından parçalanmasına kayıtsız kalıp, sonunda NATO'nun Belgrad'ı bombalamasına destek ilan ettiğinde yazmış olduğu “dilekçe” herhangi bir merciye verilememişti. Çünkü Fransa'da FKP'yi emperyalizm yanlılığını ilan etti diye solun dışında tasnif edecek bir politik odak yoktu. Halen de yok!


Aklı başında marksistler bu rezaleti protesto edip eleştirdiler. Ama kökleri 19. yüzyılın büyük mücadelelerine uzanan, Nazi işgaline karşı Direniş'in bir numaralı partisini “artık sol değildir” diye damgalamak politik güce bakar ve böyle bir politik gücün olmaması da rastlantı değil, objektif durumdur. Fransa solunda anti-emperyalizmin üstünü örten bir milliyetçi damar her zaman var olmuştur. Komünist hareketin kökleri Birinci Dünya Savaşının sosyal-demokrat, emperyalizm yanlısı ihanetinin içinden de geçmiştir ve bu etkiyi özümsemiştir. Bugün de sosyal-demokratlaşan FKP'nin NATO'culuğun etrafından dolanıp hâlâ solculuk taslamasını mümkün kılan bir objektivitedir bu.


Türkiye'de emperyalizm övgücüleri için pabuç çok daha pahalı!


Yine yanlış anlaşılmasın, burada da niyetim efelenmek değil. Yalnızca “bizim objektivitemizden” söz edeceğim.


Bizim ülkemizde sol genetik yapısı itibariyle anti-emperyalisttir. Osmanlı sömürgeciliği ve cumhuriyet döneminin yayılmacılığı, Kürtlere yönelik baskıcı asimilasyon politikası ve Kıbrıs'ın işgali, Fransız emperyalizminin Fransız sosyal-demokrasisinde ve komünizminde uyandırdığı hoş tınıları yaratmamıştır. Sol Kürtlerin uğradığı zulme hep (altını çiziyorum hep) karşı çıkmıştır ve bunun tanıkları arasında Doktor Hikmet'le Şair Hikmet, Behice hanımla Deniz ve Mahir ilk ağızda sayılabilir. Mustafa Suphi, Şefik Hüsnü, İsmail Bilen için de kimse kusura bakmasın, “Kürt sorununa ilgisizlik, kemalistlik, şovenizm” falan türü ucuz suçlamalar dayanaksızdır. Solda Kıbrıs konusunda düşülen hatalar süreklilik kazanamamış, kurumsallaşamamıştır. Bu başlıkta çok ısrar edenler solculuklarını Denktaş'ın arkadaşlığıyla değiştokuş ettiler. Solculuk verdiler, kontrgerilla eskilerinin sevgisini aldılar!


Türkiye soluna emperyalizm hoşgörüsü Türk milliyetçiliği üstünden değil, sol-liberalizm ve Kürt milliyetçiliği üstünden giriş kanalı bulmuştur. Yıllarca AB demokrasisinin üstün yanlarını dinlemedik mi! Solcular elbette ilke olarak anti-emperyalistti; ama bazen emperyalizm o somut durumun somut tahlilinde (bu da Leninizm oluyor!) olumlu bir etki yaratamaz mıydı?


Yaratamaz! Yanıt bu kadar basit. Ve nasıl içki şişede durduğu gibi durmuyorsa, emperyalizmi aklamak da “somut durumun somut tahlilindeki” gibi kalmayacaktır.


2003 ilkbaharında NATO uçaklarının Irak'ı bombalayışının Newroz'a denk getirilmesi rastlantı değildi. ABD daha önceleri kendisinin desteklediği Irak Baas'ından zulüm gören Güney Kürtlerine kol kanat geriyor, düşen bombalar köşeye kıstırılmış Kürt kitlelerinde Newroz kutlaması duygusu uyandırıyordu!


Orada durmadı. Barzani ve Talabani hareketleri emperyalizmin piyonu oldu. İlkine bir devletçik, ikincisine bölünmüş Irak'ın devlet başkanlığı hediye edildi. Sadece onlar değil, Irak Komünist Partisi'ne de işgal hükümetinde kültür bakanlığı verildi. O sıra Bağdat müzesi soyulmaktaydı!


Ne iyi ki, biz Türkiye'de Türkleri, Kürtleri ve diğer herkesi kapsayan ortak bir sol tanımına sahibiz. Musa Anter, Aziz Nesin kadar aydınlanmacı; Cigerxwîn, Nâzım kadar anti-emperyalisttir. Bütün kökenlerden solculuğumuzun genlerinde yüzü burjuva modernizmini aşmaya dönük bir aydınlanmacılık, kapitalist devletçiliğin ötesinde halka uzanan bir kamuculuk, milliyetçi değil anti-emperyalist vurgulu bir yurtseverlik ve emekçi sınıf karakteri var. Bunlardan herhangi biri yokmuş gibi davranan, “boşver işçi sınıfını” diyebilen, “okullar paralı olsun” diye saçmalayan, “şu zorunlu din eğitimine karşı çıkmayalım” diye gevşeyen ve “yahu bu Amerikan yardımı da hayat kurtarıyor” diye yolunu şaşıran soldan gider.


İşçi sınıfını boşverene verilecek yanıt emekçi halkımızın dağları taşları aşan örgütlü mücadelesi olamıyor. Özelleştirmecilere alternatif olarak tıkır tıkır işleyen bir eğitim veya sağlık hizmeti gösteremiyoruz; eski Türkiye'nin meraklısı değiliz! Eski Türkiye'nin aydınlanmacılığıyla övünecek halimiz de yok...


Zaten bunlar mümkün olsaydı, solculuktan sapma gösterene sapma değil meczup denirdi. Kürt siyasi hareketlerinin emperyalizmden medet umma noktasına gelmelerini mümkün kılan elbette, emperyalizmin yarattığı çaresizlik halidir. Bu hal gerçektir, somuttur. Bu hal önemsiz görülemez.


Ama özetle Türkiye başka yere benzemez. Emperyalizmle yolunu çakıştıran solcu kalamaz.


“Ee nerden alsalardı silahı?” Bu, dünyanın bütün ezilenlerinin emperyalist ve sistem içi politikalara entegre edilmesini meşrulaştıracak olan sorudur.


Bizim sorumuz ve çağrımız açık: Çaresizliğin alternatifini aramak ve yaratmak isteyen var mı? Buyrun sosyalizm mücadelesine...


Ha denirse ki, ama sosyalizm gerçekçi değil, komünizm zaten ölmedi mi... Tartışmamız hakiki sonuçlar doğurmuş demektir.




-----------------------------------------------------------------



Wednesday, 22 October 2014 - 12:00

Bol hakaret, birkaç soru, birkaç yanıt


Aydemir Güler


Genellikle soL portal yazarları olarak yayın düzenini söz verdiğimiz güne yazıyı yetiştiremeyerek bozarız. Bu hafta istisna oldu; bu yazıyla üst üste üçüncü gün yazmış oluyorum.


Çünkü sorular geldi.


Sorulara teşekkür, hakaretlere gülüp geçmece... Nedense Türk solunda “emperyalizme karşı mücadele de nereden çıktı” diyebilecek ölçüde bir çürüme var.


* * *


Hiç farkı yoktur! 12 Eylül faşizmi altında boy atan sivil toplumculuk, ünlü bir temsilcisinin söyleyişiyle “belirsiz yarınlar (sosyalizmi kastediyordu elbette!) için bugün feda edilemez” diyor ve pratikte Özal'ın arkasında kuyruğa giriyordu. O dönem komünist adını sırtında ağır bir yük gibi taşıdıkları sonradan anlaşılan kimileri Turgut Özal'ı gerçekten fırsat sandılar. Hem yasal alana çıkıverme, hem de komünizmi Gorbaçov usulü liberalleştirme fırsatı! Sosyalizm gündemde yoktu ki zaten...


Bu akım işçilerin Bahar Eylemlerine, Zonguldak'tan çıkıp yürüyenlerin “Çankaya'nın şişmanı işçi düşmanı” sloganına çarpmıştır.


Farkı yoktur! Kürt hareketi bunu izleyen evrede ilk kez ANAP'la beraber bir Kürt reformu yapılabileceğini düşünmeye başlamıştır. 1980'lerde sol ile Kürt ulusal kurtuluşçuluğu arasındaki mesafe, solun varlığının fiziken kuşkulu hale gelmesine bağlanabilir. Ama yenilgi yılları sosyalizmin bir seçenek olduğunun yadsınması anlamına gelmiyordu. Kürt hareketi için de böyle... “Özal'lı Kürt çözümü” fikriyle beraber durum değişmiştir. Bundan itibaren solla Kürt siyasi hareketi arasındaki mesafede, ikincinin birinciyi bir seçenek olarak görmemesi ön plana çıkmıştır. Kürt hareketi soldan en fazla tabiyet beklemiştir.


Sosyalizmin üstünü çizmek açısından farkı yoktur! Özelleştirme propagandası solda “kamu işletmeciliği hakikaten verimsizlik yaratıyor” diye yankı bulmuştu. Bunun adı sosyalist planlamanın, koskoca Sovyetler'de bile çökerken (!) bir seçenek olarak görülmemesiydi.


Bütün bu zırvalıklara ABD'nin Ortadoğu'nun diktatörlerine karşı demokrasi getirebileceği yolundaki fikirler de eşlik etti. “Yeni Dünya Düzeni”nin ilk kelimesi solun malı değil miydi zaten?


Bitmedi, arkadan AB sevdası geldi! Biraz sıkıştırsanız, elbette biliyorlardı orada da sömürünün hüküm sürdüğünü; ama Avrupa'nın kırıntısı bile geri kalmış Türkiye'den iyiydi. Ah şu askerler hizaya bir getirilseler...


Çünkü, aslında arka plan hep aynıydı: Sosyalizm gerçekçi değildi, alternatif olamazdı. Belki yeterince sivilleşirsek, ekonomimiz verimlileşirse, demokrasi gelişirse, Kürt sorunu çözülürse...


Sosyalizmin, yurttaşlık bilincinin gelişmesi, kalkınma, halkın katılımı ve halkların eşitliği için de kendine ait bir modeli olduğu unutulmuştu. Evet ya; sosyalizm, kapitalizm koşullarında ve emperyalizmin kucağında edinilebilecek yurttaşlığın, ekonomik gelişmenin, demokratik hakların toplamı değildir!


İnönü'nün, Demirel'in, Ecevit'in, Tayyip'in peşinde sürüklenilen yılları geçiyorum. Bu on yıllar boyunca Gelenek önce bir inat olarak ortaya çıktı. Sonra demokrasiyle yetinelim'cilerin hep bir ağızdan sekterlikle suçlayıp izole etmek için uğraştıkları bir parti hareketi inşa edildi. Öyle ki, anti-emperyalizmi, kamuculuğu, aydınlanmacılığı ve bunların her birinin içine sinmiş enternasyonalizmi bu ülkeden silmek herhangi bir babayiğidin harcı değildir artık.


Buraya kadarı soruların değil, iki gündür sosyal medyada yayılan düzeysiz sataşmaların yanıtıdır.


* * *


Bir soru PYD'nin Amerikan yardımı almasıyla Şam yönetiminin benzeri ilişkilerinin karşılaştırılmasına dayanıyor. Birine karşı çıkarken neden diğerinden söz etmiyordum?


Basit bir nedenle ki, Suriye Baas'ının bir gözünü emperyalizme dikmesi Türkiye'de sosyalist formasyonu doğrudan etkilemiyor. Örneğin kimse Esat'ın Obama'yla nikah tazelemesini bayram yapıp kutlamayacak. Dolayısıyla bunu yazmak aklıma gelmemiş olabilir...


Ancak Türkiye'de ve dünya solunda, emperyalist ve gerici taarruza karşı Suriye'yi savunanlar arasında Baas hakkında hayal görmeyen birileri aranırsa, soL tereddütsüz biçimde örnek gösterilebilir. Kuşkusuz Baas bir burjuva hareketidir ve herhangi bir burjuva hareketinin anti-emperyalizmi tutarlı bir ilke olarak hayata geçirme olasılığı yoktur.


* * *


İki gün önceki yazıda AKP'nin Suriye Kürt hareketini Şam'a doğru “ittirdiğini” yazmıştım. Burada kast ettiğim IŞİD ile TSK arasına sıkıştırılan PYD'nin Baas'la ittifaka girmesi veya işbirliğini daha belirgin bir tercih haline getirmesi olasılığı. AKP Suriye Kürtlerini Baas'la birleşmeye zorlamaya çalıştı. Bu yolla Kürt hareketini 'düşman Esed'in işbirlikçisi, kardeşi ilan edecek, Batıdan güç bulmasını önleyecekti, vs vs.


Bu planı bir fantezi sayıyorum. Sahada, savaş koşullarında karmaşık ilişkiler, işbirlikleri, ateşkesler, geçici çatışma durumları yaşanabilir. Bunlar olur; ama Kürt hareketinin verili yönelimi Baas'la ittifak olamaz. Kürt hareketinin pragmatizmi, ülkenin yarıdan fazlasını kaybetmiş, artık güçsüzlüğe ve kuşatılmışlığa mahkum yaşayacağı kesin bir Şam iktidarıyla ittifaka uymaz. Hele AB ve ABD başka bir ortaklık önerirken...


* * *


Bu hafta Kıbrıs'ı sadece örnek vermiştim. Aynı konuda daha önce yazdım. soL portal arşivinden bulunması mümkündür. Son olarak Temmuz sonunda yazdım diye hatırlıyorum...


Kıbrıs'ın üçte biri 1974'ten beri işgal altında. Buraya kadarı “nötr” bir dildir. Türkiye kırk yıldır, daha önce ayrı bir devletin hüküm sürdüğü bir ülkenin üçte birini silahla kontrol altında tutmaktadır. Bunun lugattaki adı işgal.


Barış Harekatı adı verilen operasyonsa nötr değil.


1950'lerde Britanya sömürgeciliğine karşı kurtuluş rüzgarına kapılan Kıbrıs 1960'lar ve '70'lerin başlarında belirgin biçimde sola kaydı. Doğu Akdeniz coğrafyasındaki stratejik konumu bile, Sovyet dostu ve sosyalizme açık bir Kıbrıs'ın dünya dengelerini yerinden oynatacağını görmeye yeter. Bu yönelimin durdurulması ve Kıbrıs'ın kadük edilmesi bir NATO planıdır. Yunan cuntası darbeye teşvik edilmiş, Türkiye'ye müdahale için yeşil ışık yakılmış (bunun için romantik Ecevit ve fetihçi Erbakan ikilisi bulunmaz bir şanstı!), yeni iç sınır utanmazca Britanya elçilik binasının bahçesine çekilmiştir.


Bu bütünlükten bakıldığında Kıbrıs'ta sorun Kıbrıslı Türk ve Rumlar arasında değil, emperyalizmle Adanın bütünü arasındadır. İşgale son verilmesini dile getirmekse, ilk önce ve en yüksek sesle Türkiye'de bizim için siyasal ve ahlaki bir görev sayılmalıdır. Aynı Kürt halkımızın uğradığı baskı, asimilasyon ve her tür adaletsizliğe önce Türkiye solunun karşı çıkması gibi... Erdoğan Ermenileri aşağıladığında bizim yerimizden fırlamamız gerekmesi gibi...


Kırk yılın sonunda Ankara Kuzey Kıbrıs'ı kumarhane/batakhane ekonomisine dönüştürmüş, mafiyöz/kontrgerilla düzeni oluşturmuş, nüfus yapısını Anadolu'dan göçle radikal biçimde değiştirmiş, Kıbrıslı Türklerin süregiden dışarı göçünü hızlandırmış bulunuyor.


soL'un parçası olduğu komünist çizgi Kıbrıs konusunda Türk milliyetçiliğinin dışında durduğu kadar, AB üyeliğini çare, AKP'yle diyaloğu bu çareye giden yol, İngiliz üslerini de pazarlık unsuru olarak gören gerici liberal yaklaşımlara da karşı çıktı.


Yurt içinde de, Kıbrıs'ta da, uluslararası sol harekette de sanıldığının ötesinde etkili olduk.


* * *


Kafalarda samimi sorular uyandırmış mıdır, bilemiyorum. Ama emperyalizmle ilişki sorgulamasında Lenin'in 1917'de Rusya'ya Almanya üstünden dönmesini ve İkinci Savaşta Stalin liderliğinin Batıyla ittifak kurmasını hatırlatanlar oldu. PYD'nin Amerikan koalisyonuna alınması ve askeri yardımla bunlar arasında bir benzerlik aramak, demagoji değilse, çok zorlama olur.


Bolşevikler Alman emperyalizmiyle beraber bir iş çevirmiş de kimse duymamış mı? Yoksa Ekim Devrimi, en başta Alman işçi sınıfına uzanan bir yoldaşlık çağrısı mıydı? “En başta”, çünkü Almanya beklenen dünya devriminin merkezi sayılmaya devam ediliyordu...


Sovyetler Birliği Büyük Anayurt Savaşını Amerikan ve İngiliz desteğiyle kazanmış da haberimiz mi olmamış? Nazizmi Kafkasya'dan Balkanlara, Berlin'e kadar süpüren Kızıl Ordu'nun Amerikalı danışmanları mı varmış? Yoksa uzun süre purolarını yakıp Hitler'in sosyalizmi yok etmesini bekleyen emperyalistler, tam da ibre Sovyetler'in ve solun lehine dönünce mi apar topar ikinci cepheyi açıp Avrupa'yı komünizmden korumaya mı soyunmuşlar?




6 Eylül 2014 Cumartesi

6-7 EYLÜL 1955


UTANMAYANLAR

....

"Büyüyün ve çoğalın dedik, makineler de büyüyüp çoğaldılar. Bizim için çalışacaklarına söz vermiştiler. Şimdi biz onlar için çalışıyoruz. Gıda miktarını arttırsınlar diye icat ettiğimiz makineler açlığı çoğaltıyorlar. Kendimizi savunmak için icat ettiğimiz makineler bizi öldürüyorlar. Hareket etmek için icat ettiğimiz otomobiller bizi hareketsiz hale getiriyorlar. Buluşmak için icat ettiğimiz şehirler bizi yalnızlaştırıyorlar. İletişim kurmak için icat ettiğimiz büyük iletişim araçları, ne bizi dinliyorlar ne de bizi görüyorlar. Biz makinelerimizin makineleriyiz. Onlar masum olduklarını iddia ediyorlar. Ve bunda haklılar."
Eduardo Galeano

5 Haziran 2014 Perşembe

TARANTA - BABU'YA MEKTUPLAR


                                          TARANTA - BABU'YA MEKTUPLAR 
 Bu kitap Henri Barbusse'ün
hatırasına...
 
 
    Kendi ülkesinde kendi dilini istediği 
gibi  kullanamadığı için,  Asya  ve Afrika
dillerine  merak  saran  bir  İtalyan  arka-
daştan, geçenlerde bir paketle bir mektup
aldım.
    Arkadaşın  adını  yazmak   istemiyo-
rum. Başı belaya girer. Fakat mektubunu
olduğu gibi aşağıya geçiriyorum.
 
 
                                                                                                                                    ROMA, 5 AĞUSTOS 1935
 
        Kardeş,
        Sen Roma'yı kartpostallardan, tarih ve coğrafya kitaplarına basılan fotoğraflardan tanırsın. Taşları Sezar'ların ve Lejyon'ların kabartmalarıyla oymalı üç gözlü kapılar; kıyılarının yarısını fareler yemiş kocaman bir eleğe benziyen Koliseum; Batrus resul kilisesi meydanı ve güvercinler; Palazzo Venezia sarayı, balkonu ve bu balkonda ağzı bir karış açık, sağ eli kalçasında, sol eli havada, öylece donakalmış Mussolini.
        Fakat bu kartpostallar Roma'sına benzemiyen bir Roma daha vardır. Onun ne fotoğraflarını çekerler, ne kartpostallarını satarlar. Bu ikinci Roma'nın adı: Cartieri Popolari - HALK MAHALLELERİ'dir... Burada evler, Amerika'ya göç edemiyen bir İtalyan işsizinin umutsuzluğuna benzer. Buranın karanlığı terlidir, yapışkandır ve kokusu ağırdır. Bu mahalleler, boyalı kartpostalların parlaklıklarında bile ışık bulamadıkları için ne coğrafya kitaplarına girerler, ne de güzel, tarihî manzaralar meraklısı yolcuların koleksiyonlarına...
        Kızını, İtalya'nın en zengin, en rahat delikanlısı Kont Ciano ile evlendiren ve kendisi Prens Torlonya'nın armağanı Villa Torlonya'da oturan büyük idealist Sinyor Mussolini, İtalyan Ansiklopedisi'nin «F» harfinde faşizmin ne demek olduğunu anlatırken der ki:
        «Faşist, rahat hayata hor bakar... Yeryüzünde saadetin mümkün olacağına inanmaz.»
        Faşizmin bu «rahat hayata hor bakmak ve yeryüzünde saadete kavuşmamak» nazariyesi, büyük bir ciddiyet ve samimiyetle «Cartieri Popolari - Halk Mahallelerinde» gerçeklendirilmiştir.
        Banka Komerçiale'de direktörlük ve İtalyan finansına Sezar'lık eden Lehli Töplitz'in en yakın dostu İl Duçe Benito Mussolini, yine «F» harfinde faşizmin tarifini yaparken şöyle der:
        «Faşizm için her şey devletin içindedir. Devletin dışında manevî veya insanî hiçbir şey yoktur, her şey değersizdir.»
        Bu derin, bu erişilmez faşist görüşünün nasıl gerçekleştiğini anlamak için, Bertolino Splandit Otel'in İtalyan güneşlerinden daha ışıklı salonlarında toplananlara yükselmek değil, «Cartieri Popolari - Halk Mahallelerinde» oturanlara inmek gerektir. Bu mahallelerin oturucuları, gerçekten de büyük bir enerjiyle, devletin hapishaneleri, vergi daireleri ve polis karakolları içine alınmışlar, onlara devletin dışında her şeyin değersiz olduğu, gerçekten de anlatılmıştır...
        Yine İtalyan Ansiklopedisi'ndeki «F» harfine faşizmin tarifini yaparak ün veren ve böylelikle büyük ansiklopedilerin nasıl birer bitaraf bilgi eserleri olduklarını ispat eden İtalyan kurtarıcısına göre:
        «Faşizmin anladığı hayat ciddî, ulvî ve dinîdir..»
        Bu, gerçekten de böyledir. Gerçekten de, yalnız Roma'nın Cartieri Popolari'sinden değil, bütün İtalya şehir ve köylerinin Halk Mahallelerinden, karınları kaburgalarına yapışmış on binlerce aç orospu yetişmekte ve bunlar böylelikle faşizmin anladığı ciddî, ulvî ve dinî hayata kavuşturulmaktadırlar.
        Fakat, sana şunu söylemeliyim ki, Cartieri Popolari oturucularının birçoğu, ne yazık ki, Ansiklopedi'de yapılan bu tarifleri anlamamakta ve çok daha az ciddî, ulvî ve dinî de olsa, kendilerine göre faşizmi şöyle incelemektedirler:
        «Bazı muayyen şartlar altında burjuva emperyalist, irtica saldırışının ilerlemesi faşizm biçimini alır. Faşizm, finans kapitalinin en mürteci, en şovenist ve en emperyalist unsurlarının açık, terörist diktaturasıdır. Faşizmi doğuran muayyen, tarihî şartların başlıcaları şunlardır:
        «Kapitalist münasebetlerinin kararsızlığı, deklase olmuş sosyal unsurların çokluğu, şehir ve köy küçük burjuvazisinin ve geniş bir münevverlik yığınının yoksulluğa düşmesi, proletaryanın uyandırdığı dehşetli korku.»
        İşte ben, bundan iki hafta önce, faşizmin böyle bir kuru, böyle bir şiirden uzak tarifini yapan Roma'nın Halk Mahallelerinden Garbatella'da üç katlı bir evin kapısını çaldım.
        Burası, fakir talebelere, faşizmin ulviyetini anlamamış bilginlere ve artistlere, bekâr işçilere teker teker oda kiralıyan evlerden biriydi.
        Kapıcı kadına, kiralık bir oda istediğimi söyledim. Beni ikinci kata çıkardı. Gösterdiği odayı beğendim.
        Kiralık odalar, kiralık elbiselere benzerler. Her ikisinde de aklıma ilk gelen şey: «Bunu benden önce kim giydi? Burada benden önce kim oturdu?» olur.
        Karyolanın kıyısına iliştim:
        — Benden önceki kiracınız kimdi? diye sordum kapıcı kadına.
        Kadın, kaba etine iğne batırılmış gibi silkindi birdenbire. Sonra kuşkulu gözlerle yüzüme baktı. Ve daha sonra:
        — Size haber vermediler galiba, dedi. İki gün önce onu tevkif edip götürdüler.
        Kadının bu cevabından hiçbir şey anlamadım. Fakat kısa bir karşılıklı şaşalamanın sonunda iş anlaşıldı. Beni, Roma Emniyet memurlarından biri sanmıştı. İki gün önce, yine emniyet memurlarınca tevkif edilip götürülen adam ise Habeşli bir delikanlıydı.
        Kapıcı kadının anlattığına göre, bu delikanlı Habeşistan'ın Galla boyundan putperest bir zenciymiş. Bir yıl önce bu odayı kiralamış. İtalya'ya resim öğrenmek için geldiğini söylermiş.
        Bütün bunları öğrendikten sonra benim artık odayı kiralamaktan vazgeçeceğimi sanan kapıcı kadın basbayağı üzüldü. Zencinin arkasından odayı iyice silip süpürdüğünü uzun uzadıya anlattı. Hattâ karyolanın demirlerini bile lizollamış.
        Odayı tutmaktan vazgeçmediğimi söyledim. Ve akşamüstü tekrar bavulum ve kitaplarımla döndüğüm vakit, baskına uğrayıp içinden bir adam götürülmüş bir odada yaşamaktan korkmadığım için, kapıcı kadının gözünde yarı kahraman kesildiğimi anladım.
        Odanın ortasında ilk yalnız kaldığım an, ilk yaptığım şey orta yerde kımıldanmadan öylece durmak oldu. Sonra adeta koşarak, gittim kendimi karyolanın üstüne bıraktım.
        Düşünüyorum:
        Şimdi benim sırtüstü yattığım karyolada o Gallalı delikanlı bir yıl yatmış. Gözüm tavan tahtasında bir budağa ilişti. Onun gözleri de bu budağa ilişmiş. Yastığın üstünde, benim saçsız, yarı dazlak kafamın yanında onun kara kıvırcık saçlı başını görüyordum. Yukardan aşağı lizollandığını öğrendiğim karyolanın demirlerinde, onun koyu pembe, yumuşak avuç içlerinin yeri duruyor... Kalktım oturdum. Ve anladım ki odada yalnız değilim.
        Belki dün gece kurşuna dizilen, belki bu gece kurşuna dizilecek olan bir adamın bir yıl soluk aldığı, kımıldandığı, düşündüğü, şarkı söylediği bir odada insan kendisini yalnız hissedemiyor.
        Onun buradan çıkarılıp ölüme götürülmesi, onu bu dört duvar içinde, bu duvarlar yıkılana kadar yaşatacak.
        Onu sevdim birdenbire. Ona sınırsız bir saygı duydum. Yıllarca beraber düşünmüş, yan yana dövüşmüş, bir ağızdan şarkı söylemiş gibiydim onunla.
        Odanın ortasında bir masa vardı. Onun oturduğu iskemleyi çektim, onun abanoz dirseklerini dayadığı masaya dirseklerimi dayadım.
        Habeşistan bir yarı müstemleke. O, bu yarı müstemlekenin müstemlekesi Galla'dan bir zenci. Ben, kara gömlek giymiş bir emperyalizmin ak derili yerli kölesi.
        Anamın yüzünü görmedim. Beni doğururken ölmüş. Bu zenci delikanlının yüzünü bilmiyorum. O bu kapıdan ölüme götürülmüş. Ben bu kapıdan içeri girdim. Birdenbire anladım ki o, bana anam kadar yakındır.
        Yakınlık duygusu öyle bir nesne ki, insan kendine yakın bulduğu insandan kalmış elle tutulur, gözle görülür bir hatırayı elle tutmak, gözle görmek istiyor.
        Şimdi bu kadar yakınımda, böyle yanı başımda görünmez ellerinin havada görünmez yapraklar gibi kımıldandığını duyduğum adamdan, gözle görülür, elle tutulur bir şeyler kalmış olacaktır diye düşündüm. Karyolanın başucunda bir küçük komodin vardı. Kalktım, alt kapağını açtım: boş. Üst gözünü açtım, çekmecenin içi eski gazete kâatlarıyla döşeli. En açıkgöz baskınlarda, araştırmalarda bile, en umulmadık yerlerde, en çok ele geçirilmek istenen bir şey kalır.
        Çekmeceye döşenmiş gazeteleri kaldırdım. En açıkgöz baskınlarda, en umulmadık yerde unutulan şeyi buldum. Bu, Habeş diliyle yazılmış bir karalamalar tomarıydı. Gallalı zenci delikanlının karısına yazdığı, fakat gönderdiğini sanmadığım, mektupların karalamaları.
        Önümde, Gallalı zencinin, TARANTA - BABU adındaki karısına yazdığı mektupları, dirseğim onun abanoz dirseklerinin dayandığı masaya dayalı, okuyorum. Mektuplardan bazıları eksik. Ara yerden kâatlar kaybolmuş.
        Son mektubu bitirdiğim vakit dışarda gün ağarıyordu. Tepemde sallanan elektrik ampulünün yaldızlı ışığı, kanı çekilmiş gibi boyasını kaybetti. Lambayı söndürdüm. Üç gün üç gece durup dinlenmeksizin yol yürümüş gibi yorgundum. Yatağa, onun yatağı üstüne attım kendimi. Ellerimde onun Taranta - Babu'ya yazıp göndermediği mektupların karalamaları, dazlak kafam onun kıvırcık kara saçlı başının yanında, uyudum.
        Mektubum bitiyor. Sana gönderdiğim pakette TARANTA - BABU'ya yazılan mektup karalamalarının kendileriyle, benim yaptığım çevirmeler var. Bunları burada basmak, yaymak mümkün değil. Sen orada neşredersin. Bunların matbaa harfleriyle basılmış, biçime sokulmuş, kitaplaştırılmış örneklerinden bir tanesini olsun, ne o, ne Taranta - Babu görecek, ne de ben göreceğim. O, kurşuna dizildi. Taranta - Babu'nun olduğu yere, gökte kanlı bir haç gibi uçan ölüm kuşları gidebilir, fakat posta uğramaz. Bana gelince, ben yeryüzünün dört bucağına, akla gelen bütün yollarla bağlanmış bir ülkede yaşıyorum. Fakat hiçbir İtalyan posta vapuru, bir tek İtalyan posta tayyaresi ve hiçbir Avrupa tireni TARANTA - BABU'ya yazılan mektupları bir daha İtalya'ya sokamazlar.
 

        Kendi ülkesinde kendi dilini istediği gibi kullanamadığı için, Asya ve Afrika dillerine merak saran İtalyalı arkadaştan aldığım mektup bu kadardır. Paketten, Taranta - Babu'ya yazılan mektuplar çıktı. Asılları bendedir. Çevrimlerini, İtalyan arkadaşın yaptığı bazı notlarla beraber oldukları gibi neşrediyorum.
 
 
 

TARANTA - BABU'YA
BİRİNCİ MEKTUP

Babasının yirmi beşinci kızı
benim üçüncü karım,
gözlerim, dudaklarım
                            TARANTA - BABU.
Sana bu
           mektubu
içine yüreğimden başka bir şey komadan
yolluyorum
             Roma'dan.
Bana darılma sakın
şehirlerin şehrinden sana gönderecek
kendi yüreğimden daha akla yakın
                                           bir hediye
                                                 bulamadım
                                                                 diye.
TARANTA - BABU;
onuncu gecemdir ki bu
başımı gümüş yaldızlı kitaplara sokuyorum
okuyorum
         doğuşunu
                 Roma'nın.
Önde sıska dişi bir kurt
arkada tombul ve çıplak
                   REMÜS'le ROMİLÜS
dolaşıyorlar içinde odamın.
Ağlama TARANTA - BABU..
Bu ROMİLÜS
UAL - UAL çarşısında
                              güpegündüz
senin o incir memeli kız kardeşini
                                             altına alan
mavi boncuk tüccarı Sinyor ROMİLÜS
                                                              değil
                      ilk Romalı, kral ROMİLÜS...

NOT:
Birinci mektubun burasında bir
atlayış var. Belki ara yerden bir
kâat kaybolmuş. Fakat aşağıdaki
satırlarla ilk Romalı Kral Romilüs'ü
Taranta - Babu'ya anlatmak iste-
diği belli :

Dalgalar
          birbirlerini devire devire,
Dalgalar
          döverdi Korsika kıyılarını
haykırdıkça açık denizlere
Antium yamaçlarından, o...
Ve yıldırımları tutup saçlarından, o,
çalardı yere
ne zaman
         göğe kaldırsa elini.
Sanki babası boksör Karnera'ydı,
anası başbakan Mussolini.

NOT:
Mektubun buradan aşağısı yine
eksik. Fakat anlaşılıyor ki, Romi-
lüs'ün tarifinden sonra Taranta -
Babu'ya Roma'nın kuruluş efsa-
nesi anlatılıyor.

REMÜS ve ROMİLÜS...
İkizleri Silvia'nın...
Venüs'ünün torunları...
Bakılmadan
          gözlerinin
                      yaşına,
karanlık bir gece, bir dağ başına
fırlatıp
         attılar onları..
Ne
alınlarında defne,
         ne bacaklarında donları...
Ve daha o zaman
Habeşistan'a yeşil boya
                           vurulmadığı için
ve BANKA di ROMA
         daha kurulmadığı için,
ROMİLÜS'le REMÜS
bir sabah erken
dağda düşünürlerken:
 «Şimdi biz
                ne haltederiz,
                               diye, burada?»
Rastladılar yavrulu bir dişi kurda.
Yavruları vurdular.
Ana kurdun sütüyle
        karınlarını bir temiz doyurdular.
Sonra gidip
        Roma'yı kurdular.
Kurdular ama
        iki adama
                dar geldi Roma.
Ve bir akşam
bilmeden geçti diye
                    şehrin sınır taşını,
çekince kopardı ROMİLÜS
                       kardeşi REMÜS'ün başını...
İşte böyle TARANTA - BABU..
Gümüş yaldızlı kitaplarda yazılı bu:
temelinde Roma'nın
       dişi kurt sütüyle dolu kovalar
       ve bir avuç kardeş kanı var...
 

TARANTA - BABU'YA
İKİNCİ MEKTUP

Boynunda mavi maymun dişinden
                            üç dizi gerdanlık taşıyan,
kırmızı tüylü bir kuş gibi göğün altında
ve bir akarsu gibi yerin üstünde yaşıyan,
sözleri sözlerimin
                     gözleri gözlerimin bakır aynası,
üçüncü kızımın
                     ve beşinci oğlumun anası
                                           TARANTA - BABU!..
Aylardır
kalmadı çalmadığım kapı.
Sokak sokak
               yapı yapı
                            adım adım
Roma'da
               Roma'yı aradım!..
Burda artık
büyük ustalar mermeri ipekli bir kumaş gibi
                                                        kesmiyor;
Floransa'dan rüzgâr esmiyor!.
Ne Dante Aligeri'den şarkılar,
ne Beatriçi'nin nakışlı yüzü var,
ne Leonardo da Vinçi'nin öpülesi eli!..
Mikel Ancelo
     müzelerde prangalı bir kürek mahkûmudur.
Ve sapsarı boynundan
     bir katedral duvarına asmışlar Rafael'i!.
Roma'nın büyük
                     Roma'nın geniş caddelerinde bugün;
dayamış sırtını beton-arme bankalara,
çifte başlı bir balta gibi duran
                                yalnız bir kara
                                     yalnız bir kanlı gölge var:
Her adımında bir
                           esir
                               başı vuran,
her adımında bir mezar
                                     açıp
                                          geçen
                                                  SEZAR!..
Roma!
Kovadis Roma?
diye sorma!
Bizim oraların güneşi gibi aydın
                                         ve ortada bu!
Sus TARANTA - BABU!
Sevgiyle
            saygıyla,
gülerek
            haykırarak
sus!..
Dinle bak:
zincirlerini kırıyor
Roma'nın varoşlarında SPARTAKUS!..

TARANTA - BABU'YA
ÜÇÜNCÜ MEKTUP

Papa XI'inci Pi'yi gördüm Taranta - Babu;
bizim kabilenin
          büyük sihirbazı neyse
                                 burada o da, bu..
Yalnız,
bizim sihirbaz,
üç başlı mavi şeytanı
            Harar dağları ardına kovmak için
                                                      para almaz.
Kurbanlık yaban eşekleriyle
                                    yılda iki yük fildişi yığını
kapatır onun
                 bütçe açığını.
Oysaki, Sa sentete
                             Papa
bütçesini yaban eşekleriyle kapa-
                                                      -tamaz..
Adamcağızın
kara cübbeleri altın işleme haçlı elçileri
ve kısa donları ponponlu askerleri var.
O, onların
          onlar onun
                      eline bakıyorlar.
Papa XI'inci Pi'yi gördüm Taranta - Babu!
Korporatif bir heyecanla dudaklarını satan
ve yarım lirete yarım saat yatan
cennet İtalya'nın hür vatandaşlarından bir kadın,
Papa bağışlasın diye günahını etin
yarısını verip yarım liretin
satın almış da bir resmini hazretin
başucunda asmıştı bir yere.
Baktım:
ne Azizlerden Jorj'a benziyor
                                          ne Sen Piyer'e.
Onların altın gözlükleri yok
taranmamış
           yağlı uzun sakalları vardı...
Bunun
           taranmamış yağlı uzun
                                           sakalı yok,
fakat altın gözlükleri var.
Papa XI'inci Pi'yi gördüm TARANTA - BABU!
XI'inci Pi
yumuşak tüylü kara koyunlar otlatan
                                                  bir çoban
                                                             gibi
taçlı ve taçsız kralların otlağında
                                        ruhları otlatıyor.
XI'inci Pi
        ki
        bir ahırda babasız doğanın vekilidir,
Meryem'e yakın olmak için
nefsi nefisine edip işkence
                                    her gece
mermer sütunlu bir sarayda yatıyor.

TARANTA - BABU'YA
DÖRDÜNCÜ MEKTUP

İtalya'nın
nakışlarında güneşler oynaşan ipekli şalları,
Pompei yollarında kara katırlarının nalları,
boyalı kutusunda Verdi'nin yüreği atan
                                                        laternası
ve âlâ düdük makarnası
                                     kadar
faşizmi de meşhuuurdur
                     Taranta - Babu.
İtalya'da faşizm
Emilialı büyük toprak kontlarının asâlarından
ve Romalı bankerlerin demir kasalarından
                                                      geçip
İL DUÇE'nin dazlak kafasında dank demiş
                                bir nuuurdur
                                     Taranta - Babu..
Bu
   nur
yarın
inecektir üstüne
Habeş ovalarında mezarların.

TARANTA - BABU'YA
BEŞİNCİ MEKTUP

Görmek
        işitmek
                duymak
                     düşünmek
                               ve konuşmak
koşmak alabildiğine
başı dolu
         başı boş
koş-
      -mak...
Hehehey TARANTA - BABU
                                   hehehey
yaşamak ne güzel şey
                          anasını sattığımın
                                           yaşamak ne güzel şey..
Düşün beni
kollarım, senin üç çocuk doğurmuş
                                    geniş kalçalarındayken...
Düşün sıcak...
Düşün kara bir taşa damlıyan
                                         çırılçıplak
                                                bir su sesini...
İstediğin yemişin
                 rengini, etini, adını düşün...
Gözdeki tadını düşün
kıpkırmızı güneşin
                yemyeşil otun
                          ve koskocaman
                             masmavi bir çiçek gibi açan
                                                         ay ışığının...
Düşün TARANTA - BABU!
İnsanoğlunun yüreği
                                kafası
                                        kolu
yedi kat yerin altından
                             çekip çıkarıp
öyle ateş gözlü çelik allahlar yaratmış ki
kara toprağı bir yumrukta yere serebilir,
yılda bir veren nar
                        bin verebilir.
Ve dünya öyle büyük,
öyle güzel
        öyle sonsuz ki deniz kıyıları
her gece hepimiz
        yan yana uzanıp yaldızlı kumlara
yıldızlı suların
        türküsünü dinleyebiliriz...
Yaşamak ne güzel şey
                        TARANTA - BABU
                                        yaşamak ne güzel şey...
Anlıyarak bir usta kitap gibi
bir sevda şarkısı gibi duyup
bir çocuk gibi şaşarak
                           YAŞAMAK...
Yaşamak:
birer birer
            ve hep beraber
                          ipekli bir kumaş dokur gibi...
Hep bir ağızdan
                sevinçli bir destan
                                        okur gibi
                                                YAŞAMAK..

. . . . . . . . . . .
. . . . . . . . . . . . . . .
YAŞAMAK..
Ne acayip iştir ki
        bu ne mene gidiştir ki TARANTA - BABU
bugün bu
«bu inanılmıyacak kadar güzel»
bu anlatılamıyacak kadar sevinçli şey:
böyle zor
bu kadar
            dar
böyle kanlı
            bu denlü kepaze...

TARANTA - BABU'YA
ALTINCI MEKTUP

        Buranın yazıcıları üçe bölünmüş TARANTA - BABU.
        Bir çeşitleri var: yalnız iç gömleğine değil, ipekli bir mendile benziyen yüreğinin kenarına da altı dişli taç işleten Danunçio gibi; zıpır Marinetti ve dinamitçi Nobel'in mükâfatıyla İl Duçe'nin yumruğundan gayrı her şeyden kuşkulanan Pirandello gibi.
        Bunlar, faşist edebiyatının dâhileri soyundan TARANTA - BABU.
        Bunlar, allahlar gibi konuşur, anlaşılmıyacak kadar karanlıklarla dolu, ulaşılamıyacak kadar yüksek ve dibi bulunamıyacak kadar derin yazarlar. Fakat yine bunların senin gibi karınları ağrır. Benim gibi karınları acıkır. Yaşayışları, ya Milanolu bir yünlü kumaşlar fabrikatörününki gibidir, ya geniş topraklarında traktör işleten eski bir prens hanedanının reisi gibi.
        Bunlar, faşist edebiyatının dâhileri soyundandırlar TARANTA - BABU.
        Ve bunlar, bizim oralardaki altın külçelerinin kara toprağın altından güneş parçalar gibi çıkartılıp Banka Komerçiale'nin çelik depolarına getirilmesi için; harbin yaratıcı dinamik bir kuvvet; sapsarı bir çölde boynunun damarı kesilerek ölmenin, İtalya'nın Akdeniz suyu gibi masmavi göğünün altında ebediyen yaşamak demek olduğunu edebiyatlaştırmışlardır.
        Ben, üç nehirle ayrılmış üç toprak parçası gibi üçe bölünen İtalyan yazıcılarının bu dâhiler soyuyla yalnız kitaplarının satırlarında konuştum ve yüzlerini, yalnız gazetelere basılan rötuşlu fotoğraflarından tanırım.
        İtalyan yazıcılar dünyasının ikinci çeşidine gelince, bunlardan bir iki örnekle karşılıklı oturup konuşmuşumdur. Ve benim Afrika gecesinin ılıklığını taşıyan ellerim, onların, pırıltısı yaldızlı Meryem Ana tasvirleri önüne dikilen ince mumlar gibi sarı ve soğuk parmaklarına dokundu. Hele içlerinde bir tanesi vardı ki, TARANTA - BABU, gözleri, bir yaz günü güneşin ışığına ve sıcaklığına dayanamayıp kudurduktan sonra, sıra dağlardaki küçük mağaranın ıslak karanlığında ölen köpeğin, gözlerine benzerdi.
        Bu, bir şairdi, bir romancıydı, bir mütefekkirdi Taranta - Babu. Fakat her şeyden önce, zavallı bir kokainomandı. Onunla arkadaşlarına yarı lokanta ve yarı meyhanemsi bir yerde rastlıyordum. Bağıra çağıra konuşurlardı. Kavga ederlerdi. Hattâ bir gece, «İSA mı daha mistiktir? Konfüçyus mu daha mistik?» diye aralarında çıkan bir yüksek, bir derin, bir ilmî münakaşada, bir genç, benimkinin kafasında bir şarap şişesi kırdıydı.
        Faşist miydi? Tam değil. Demokrat mıydı? Tam değil. Tam değil. Kafası da, kokainle harap olmuş uzviyeti gibi yarımdı. Onda tam olan bir şey vardı TARANTA - BABU, şaşkın zavallı ve kökü kurumuş bir ağaç gibi, mütereddî bir insan soyunun örneği olması. Faşizme düşman geçinmiş. Sonra günün birinde el altından mahalle faşyosuna istida vermek istediği duyuldu.
        Bunun doğru olup olmadığını bilmiyorum. Fakat kendini dünyanın mihveri sanan bir deli her şey yapabilir. Ve o böyle bir deliydi.
        İtalyan faşizminin bu ikinci çeşit yazıcılarının ne yazdıklarını sana anlatabilmek için, onun bir şiirini buraya geçiriyorum.
        Bu şiir, o yarı lokanta yarı meyhanemsi yerdeki toplantılardan birinde okundu. O gece hepsi ordaydılar. Yaşlı bir romancının şerefine bir ziyafet veriliyordu. Benimki birdenbire ayağa kalktı. Sarhoştu. Ağzının açılıp kapanışlarını bile kullanamıyordu. Ortaya doğru bir iki adım attı:
        — Size, dedi, son kitabımdan, aklıma şöyle geliveren bir yazımı okuyacağım.
        Ve elleriyle havada geniş çizgiler çizerek şu şiiri okumağa başladı:
KÖR OLMAK..
Kör olmak ne iyi şeydir,
ne güzeldir sevmek karanlığı.
Ne yalın bir kılıç gibi bir ışık
ne renklerin ağırlığı
ve ne şekillerin kalabalığı..
Ne güzeldir sevmek karanlığı..
Kör olmak ne iyi şeydir.
Kapalı gözleriniz
                 çevrili içinize,
kıyısında oturup bakarsınız
içinizde dalgalanan denize.
Kapalı gözleriniz çevrili içinize..
Kör olmak ne iyi şeydir.
Körlerdir ki yalnız
             kendi yürekleriyle baş başa kalırlar.
Ne kimseye kendi gözlerinden verirler
ne kimsenin gözlerinden alırlar.
Körlerdir ki yalnız
             kendi yürekleriyle baş başa kalırlar.
Ne güzeldir sevmek karanlığı.
Karanlık allah gibidir ve tek başınadır.
Karanlık ölüm gibidir
                         rengi yok
                                ahengi yok
                                      dengi yoktur karanlığın.
Dağıtın yanınızdan sopalarınızla
karanlığın peygamberleri, körler,
                                                  kalabalığı..
Kör olmak ne iyi şeydir
ve ne güzeldir sevmek karanlığı..
Şiir bitti. Alkışladılar. O, saatlerce çalışıp beyaz bir duvarı renkli resimlerle doldurmuş bir nakkaş yorgunluğuyla, sallanarak yerine döndü. Tam benim yanımdaki masada, şerefine ziyafet verilen yaşlı romancıyla modellerini baştan çıkarmaktan resim yapmağa vakit bulamıyan bir ressam oturuyordu. Ressam, şiir biter bitmez, romancının kulağına eğildi, alaycı bir sesle:
        — Nasıl buldunuz? dedi. Onun, bu şiiri bir Fransız şairinden aşırdığını söylüyorlar.
        Romancı birdenbire cevap vermedi, düşündü. Sonra:
        — Bu şiiri okuyan delikanlı sizin en yakın dostunuzmuş, diye duydum, dedi.
        Ressam güldü:
        — Dostluk, diye cevap verdi, kabzasına birbirine düşman iki elin yapıştığı bir bıçağa benzer.
        Ne yalan söyliyeyim, Taranta - Babu, ben, bu dostluk tarifini anlamadım. Bu, yalnız Faşist İtalya'da mı böyledir, yoksa bütün Avrupa...

NOT:
Altıncı mektuptan elime geçen
karalamalar burada bitiyor.
Mektubun yarım kaldığı belli.
Habeş delikanlının, üçüncü
çeşit İtalyan yazıcılarını nasıl
tarif ettiğini anlamak için
İtalyancayı baştan başa unutup
yeniden öğrenmeğe razıydım.

TARANTA - BABU'YA
YEDİNCİ MEKTUP

Bilirim
beş altıyı geçmez
senin kafanın raflarında dizili
kapalı şişeler gibi sorgular...
Sen ki kapkara cahilsin
herhangi bir
            hukuku düvel profesörü kadar..
Buna rağmen
sana sorsam
desem ki ben:
— «Keçilerimizin
       kıvırcık uzun
                       tüyleri dökülüp,
       iki başlı memelerinden
       iki kol ışık gibi akan
                                     sütleri kesilirse;
       ve portakallarımız,
       sönen birer güneş yavrusu gibi dallarında kuruyup,
       kemik ayaklarıyla kıtlık,
       yerli bir kral gibi geçerse toprağımızdan,
                                                       sen ne yaparsın?»
Bana dersin ki sen:
— «İlk ışıklarla ağarmağa başlıyan
       yıldızlı bir gece gibi
                    damla damla kaybederim boyamı,
                                       damla damla solarım...»
Bana dersin ki sen:
— «Bir Afrika kadınına bu sorulur mu hiç?
       Kıtlık ölümdür bizim için
                                bolluk sevinç...»
Fakat ne hikmettir ki TARANTA - BABU
büsbütün tersine burda bu!.
Bir öyle şaşılası
                          dünya ki burası,
bollukla ölüyor,
kıtlıkla yaşıyor.
Varoşlarda hasta, aç kurtlar gibi
                                                 insanlar dolaşıyor
ambarlar kilitli
ambarlar buğdayla dolu..
Tezgâhlar
ipekli kumaşla dokuyabilir
                    topraktan güneşe kadar giden yolu.
İnsanlar yalnayak
                              insanlar çıplak...
Bir öyle şaşılası
                          dünya ki burası,
balıklar kahve içerken
çocuklar süt bulamıyor.
İnsanları sözle besliyorlar,
domuzları patatesle...

TARANTA - BABU'YA
SEKİZİNCİ MEKTUP

Mussolini çok konuşuyor TARANTA - BABU!
Tek başına
      yapayalnız
              karanlıklara
bırakılmış bir çocuk gibi
                                  bağıra bağıra
kendi sesiyle uyanarak,
korkuyla tutuşup
               korkuyla yanarak
durup dinlenmeden konuşuyor.
Mussolini çok konuşuyor TARANTA - BABU
çok korktuğu için
               çok konuşuyor!.

TARANTA - BABU'YA
DOKUZUNCU MEKTUP

NOT:
Bu dokuzuncu mektubun başında
bir radyo makinasının fotoğrafı
vardı.

Bugün aklıma
      yazısız ve çizgisiz
                 bir resim geldi, Taranta - Babu!
Ve benim, birdenbire
                                 yüzünü değil,
                                                      gözünü değil,
senin sesini göresim geldi, Taranta - Babu;
«Mavi Nil» gibi serin,
yaralı bir kaplan gözü gibi derin
                                                     sesini senin!

NOT:
Bu dokuzuncu mektubun burasına
bir gazeteden kesilmiş şöyle bir
haber iliştirilmişti:

MARKONİ, İL DUÇE'NİN
SADIK NEFERİ...
Markoni, gazetecilere. «Ben şefim Mussolini'nin
emrine amadeyim,» demiştir. Markoni, ilk tecrübeleri
muvaffakiyetle neticelenen, Habeşistan'da
tatbik edilecek olan bir ölüm ışığı
bulmuştur. Bu ışık....

Havalara sesleri
başı boş
             mavi kanatlı kuşlar gibi salan
ve havalardan en güzel şarkıları
olgun yemişler gibi toplıyan elleri, ONUN,
    yaparak
            kulluğunu kara gömlekli Benito'nun,
            boyanacak dirseklerine kadar
                                      kardeşlerimin kanıyla.
Ve Habeş ovalarında öldürecek
                            büyük bilgin Markoni'yi,
Banka Komerçiale'de aksiyoner
                    mülti milyoner
                             Kont Markoni.

TARANTA - BABU'YA
ONUNCU MEKTUP

NOT:
Bu onuncu mektubun başına,
yine gazetelerden kesilmiş
şöyle bir telgraf haberi iliş-
tirilmişti.
......İtalyan kuvvetlerinin Habeşistan'da
harekete geçmeleri için yağmur mevsiminin
bitmesi ve baharın gelmesi bekleniyor...

Ne tuhaf şey Taranta - Babu;
bizi kendi topraklarımızda öldürmek için
kendi topraklarımızın
                      baharını bekliyorlar.
Ne tuhaf şey Taranta - Babu;
belki bu yıl Afrika'da
yağmurların dinişi,
renklerin, kokuların
gökten yere bir şarkı gibi inişi
ve güneşin altında ıslak toprağımızın
derisi tunç yaldızlı Gallalı bir kadın gibi gerinişi,
bize senin
                memelerin
                              gibi tatlı yemişlerle beraber
                              ölümü getirecek.
Ne tuhaf şey Taranta - Babu!
Kapımızdan içeri ölüm
kolonyal şapkasına
               bir bahar çiçeği takıp girecek...

TARANTA - BABU'YA
ON BİRİNCİ MEKTUP

Bu gece
İl Duçe
binerek bir kır ata
aedromda söyledi söylev
                                   500 pilota..
Söylevi bitti.
Onlar yarın
                   Afrika'ya gidecekler;
O bu gece
sarayında salçalı makarna yemeğe gitti..

TARANTA - BABU'YA
ON İKİNCİ MEKTUP

Geliyorlar Taranta - Babu,
seni öldürmeğe geliyorlar.
Karnını deşip
                barsaklarının
kumun üstünde aç yılanlar gibi kıvrandıklarını
                                            görmeğe geliyorlar.
Seni öldürmeğe geliyorlar Taranta - Babu,
seni
      ve keçilerini.
Oysaki, ne onlar seni tanır
                      ne onları sen..
Ve ne keçilerin atlamıştır
                             onların çitlerinden.
Geliyorlar Taranta - Babu.
Kimi Napoli'den
           Tirol'den kimi.
Kimi doyulmamış bir bakıştan
                       yumuşak
                                    ve sıcak
                                            bir elden kimi...
Onları ordu ordu
                  tabur tabur
                                 bölük bölük
fakat teker teker
    düğüne götürür gibi
üç denizden aşırıp
            ölüme getirdi gemiler..
Geliyorlar Taranta - Babu,
geliyorlar içinden bir yangın alevinin.
Ve bayraklarını dikip
                     samandan damına
                                              senin toprak evinin,
gelenler
          geri dönseler bile eğer,
kanlı kesik sağ kolunu Somali'de bırakan
                                     Torinolu tornacı artık
çelik çubukları ipek gibi öremeyecek...
Ve kör gözleriyle bir daha
                       Sicilyalı balıkçı
denizlerin ışığını göremeyecek.
Geliyorlar Taranta - Babu.
Bu ölmeğe ve öldürmeğe gönderilenler
kanlı sargılarına birer birer
                teneke haçlar takıp döndükleri gün,
büyük ve âdil Roma'da
            hisse senetleriyle aksiyonlar yükselecek,
ve gidenlerin ardından
yeni efendilerimiz
                 ölülerimizi soymağa gelecek..

TARANTA - BABU'YA
SON MEKTUP

        Taranta - Babu'm!
        Bu belki sana son mektubumdur. Belki birbirimizi bir daha görmiyeceğiz. Belki ilkönce beni kurşuna dizen namlular, sonra gelip senin memelerinde kırmızı delikler açacak.
        Sana bu son mektubumda İtalya gazetelerinden kestiğim bir iki yazıyla, bir Avrupa gazetesinden çıkardığım  iki istatistiği yolluyorum. Birbiri ardına dizilmiş sözlerle, alt alta konmuş sayıların kavgasını göstermek istedim sana.
        Sayılar mektubumun sonundadır, sözlerden başlıyorum işte:

Danunçio'nun şövalye Claudio
Pozzi'ye yazdığı mektuptan:
        Mio caro amico,
        O ender incelikleri aldım. Dehşetli bir nevraljiden muztaribim, fakat seni Pak yortusundan önce göreceğimi sanıyorum.. Her vakitki gibi, gayet hafif mendilleri tercih etmekteyim, sen beni baştan çıkarıyorsun. Sana pembe trikoları geri gönderiyorum, bu tiksindiğim bir pederast renktir. Benim için her vakit kurşunî, fildişi beyazı, bellisiz mavi..

Muharebenin kosmik zarureti
        ..... 26 yıldan beri muharebenin décongestionante, sıhhî ve tahrik edici değerini ilan etmekteyiz. Muharebe kosmik bir zarurettir ve insanın bedenini gençleştirir, ruhunu tasfiye eder.
                                                                                                                                    Marinetti'nin beyannamesinden

Geçen muharebede kör olanlar
        Geçen muharebede kör olanlar bile bugün işe yarıyabilirler. Aeroplanlara karşı kurulacak olan bataryaların dinleyici postalarında körlerin karanlıklara gömülü gözleri, kulaklarının duygusuyla ışığa kavuşmuş olacaktır.
                                                                                                                                                Corriere della Sera'dan

Geri dönemeyiz
        Artık dönemeyiz. Afrika'daki 200.000 İtalyan tüfeği kendiliğinden ateş edecektir.
                                                                                                                Duçe'nin Daily Mail gazetesi muharririne
                                                                                                                                                      verdiği mülâkattan

Kara gömleklilerin evamiri aşeresi
        Muharebeye giden karagömleklilere şu yeni evamiri aşere büyük bir törenle tebliğ edilmiştir:
        1 — Vatan sınırlarının ötesinde silâhlı karagömleklilerin ilerleyişi, beşerî adaletin yerine getirilmesi ve medeniyetin zaferi demektir.
        2 — Kim ki, adaletin ve medeniyetin yolunda yürümek ister, hayatını fedaya hazır olmalıdır.
        3 — Harbin tehlikesi içinde bu fedakârlık, düşmanın tam ezilişine imana bağlıdır.
        4 — Muharebede değer ortaya çıkar, fakat bu kâfi değildir, bu değerin bekleyişin azabında da tezahür   etmesi gerektir.
        5 — İnan, itaat et, dövüş.. İnan; çünkü bilirsin ki, Duçe daima haklıdır; itaat et; çünkü bilirsin ki, her emir ondan gelir; dövüş; çünkü bilirsin ki, onun kumandası altındaki her kavga bir zaferdir.
        6 — Hiçbir düşman sizi gafil avlıyamaz, çünkü karagömleklilerin karanlıkları gören gözleri vardır.
        7 — Hiçbir düşman karagömleklilerin maddî sıkıntılarından istifadeye kalkışamaz, çünkü onların, maddeyi yenen demirden ruhları vardır.
        8 — Kim ki, silâhlarına karşı kıskanç bir itina göstermez, kim ki, kurşunlarını kaybeder, kim ki, susuzluğun  ilk işaretiyle matarasına sarılır, bir karagömlekli değil, hayata uyamıyan bir zavallıdır.
        9 — Eğer bir kıt'a muharebe esnasında ana kuvvetlerle bağını kaybederse, emir beklememelidir, emir «İleri, daima ileri»dir.
        10 — Silâhların ilk patlayışında, karagömlekliler önlerinde Duçe'nin koskocaman şeklini göreceklerdir. Onu, düşmanın gerisinde gökyüzüne çizilmiş görecekler: bir kahramanlık rüyasında bir dev hayaleti gibi..
                                                                                                                                                      Il Popola d'Italia'dan
 
 

İtalya'da yövmiye
    Bir İngiliz işçisinin aldığı orta yövmiye 100 olarak ele alınırsa :
        Amerika'da    .........................................  120
        Kanada'da     .........................................  100
        İngiltere'de    .........................................  100
        İrlanda'da      .........................................    80
        Hollanda'da   .........................................    72
        Lehistan'da   ..........................................    50
        İspanya'da    ..........................................    30
        İtalya'da       ...........................................    29...

İtalya'da işsizlik ve iflaslar
        1929 Yılında            300.786        İşsiz        1.204        İflas
        1930 Yılında            425.437        İşsiz        1.297        İflas
        1931 Yılında            731.437        İşsiz        1.786        İflas
        1932 Yılında            932.291        İşsiz        1.820        İflas

        Bu sayılar on yıllık faşizmin bilançosudur, Taranta - Babu. Ondan sonraki yıllarda ne oldu? Bunun karşılığını, bizim topraklarda ölecek olan İtalyan delikanlıları verecek.
 
 
 
 
 
 
No Pasaran !