5) II. Dünya Savaşı sonu aynı zamanda tarihte ilk defa ‘ırk’ kelimesinin de ebediyen mahküm edildiği tarihin adıdır. Irkçılık Avrupa’ya bir görüşe göre yirmi otuz milyon bir görüşe göre kırk elli milyona insana mal oldu..
Savaş sonrası ayakta kalan tüm yazarlar filozoflar suçluyu ilan etti: Irkçılık. Suçlu ilan edilmekle kalmadı yeni hazırlanan yasa tüzük anayasa her şeyden temizlendi..
Peki Avrupa elli milyon insana mal olan ‘ırkçılık’tan mesela ‘ırk’ kelimesini kullanmadan yaşayabilir miydi?
Yaşayamazdı, bu yüzden hızla: ‘etnik’ kelimesi bulundu..
‘Irk’ demekle ‘etnik’ demek aynı şeydir.. Ancak ‘etnik’ kelimesi ırk kelimesi gibi yıpranmış değil, işin içine ‘kültür’ü de yani etnik kültür denilince makyajı daha güzel görünmeye başlandı..
Ve Avrupalı yazar ve filozoflar etnik lafını sere serpe kullanmaya başladı, kalmadı, Avrupa Parlamentosu yasaları sözcüleri doya doya ‘etnik’ ‘etnik kültür’ güzellemeleriyle ötüşe geçtiler..
Tuhaftır, bizim genç çocuklar, açıyor sözlükleri okuyorum, aynı cümle içinde genç yazar adayı ‘ırk’a karşı geliyor aynı cümle içinde ‘etnik’i siyasal olarak savunuyor..
Bu genç çocuklara söylüyorum, ağbileriniz sizi fena kandırdı, şimdi sözlüklere girdiğiniz binlerce girdi’yi ya silin ya yeniden düzenleyin, Radikal 2 okuyarak geleceğiniz yer işte bu saçmalıktı, ırka karşı çıkıp etnik’e sahip çıkmak.. Ve bir de bilmiş bilmiş yazmıyorlar mı?
6) Yandaş medyayı ne zaman açsam baştan sona CHP’yi suçluyor iftira atıyor karalama kirletme güya itibarsızlaştırmak için yalan yanlış binlerce köşe yazısı..
Sağ altmış yıldır iktidarda Özal’a Demirel’e Tansu’ya tek eleştirileri yok, on dakika iktidarda kalmamış CHP’ye sabah akşam sinsi yalanlarla saldırıyorlar.
Eski Yunan’dan kalma çok sevdiğim fıkra gibi sözdür, engerek yılanı dikenli çalıların içinden geçerken sırtına dikenler takılır dikenleri bir yük gibi sürükler..
Tilki, sırtında dikenlerle giden yılanı görünce şöyle diyor:
BİR GEMİNİN YÜKÜ KAPTANINA BU KADAR MI YAKIŞIR?
7) Tayyip Erdoğan bey hiç olmayacak bir şey söyledi, CHP milletvekillikleri 15 Temmuz’da düşürülür diyen vekilini ‘surçü lisan’ etti, deyip tashih etti.. CHP de şaşırdı bu tevile, Tayyip Erdoğan ağız mı değiştirdi diye kafası karıştı..
Şaşırmasın CHP...
Bir tavşan avcılardan kaçıp bir oduncuya sığınmış.. Oduncu kardeş beni saklar mısın demiş.. Oduncu onu bir kulübeye gizlemiş. Peşinden avcılar gelmiş oduncuya tavşanı sormuş.. Oduncu, ağzıyla ‘burada tavşan mavşan yok’ derken, gözleriyle gizlice kulübeyi işaret etmiş.. Avcılar oduncunun göz işaretini anlamamış söylediğine inanıp gitmişler. Sonra tavşan kulübeden çıkıp gitmiş. Oduncu, seni avcılardan sakladım, insan bir teşekkür etmez mi, demiş.. Tavşan: ‘tabii ki iyilik yapana teşekkür edilir, ancak gözü başka ağzı başka konuşana edilmez’…
8) Seçim etkilenmesin diye sadece Fenerbahçe şike davası değil Zahid Akman davasının da seçim sonrasına bırakıldığı anlaşılıyor.. Avrupa’da hukuk denilen şey sümenaltı edilemez, bugün değil yarın mutlaka hesabı sorulur ve bu kadar aleni mahkeme kararlarını göz göre göre kimse çiğneyemez..
Cemaatin karanlık odalarında şu tv’yi açma şu kitabı okuma diye askeri disiplinle büyümüş ve kopyalarla savcı hakim olmuş bu gençlerin insanlık kültürü tabii ki çok zayıf. Bu saatten sonra betonlaşmış kafalarını da değiştirmek mümkün değil, ancak pedagojinin (eğitim felsefesinin) büyük iddiaları vardır, yüz öğrencinin yüzü de sağır olabilir ama içlerinden bir tanesi olsun öğretmenin gözlerindeki ışıktan ne söylediğini anlayabilir..
Bu savcılar istediğimiz kadar eleştirelim bu topraklarda büyüdü, eksik kalan insanlık kültürünü, çağların dinlerden de büyük insanlık derslerini bir şekilde bizler yılmadan anlatmalıyız, olur ki bir tanesi olsun, ki şimdi takip için mecburen bizi okuyorlar, hikayenin ışığı kimbilir gözlerini kamaştırır…
Zahid Akman’ı tabii ki alacak sorgulayacaklar, biz unutsak, Almanya unutmuyor..
Çoban, akşam sürüyü toplarken bir keçi otun başından ayrılmıyor, dövüyor vuruyor ayrılmıyor, kalkmış taşla vurmuş keçiye, keçinin boynuzu kırılmış.. Çoban sahibime ne derim diye korkup keçiye yalvarmış: sakın sahibime söyleme.. Keçi: hadi söylemedim ama kırık boynuzu nasıl saklayayım..
Ayakta kalmış birkaç yazar da ısrarla deniz fenerini yazdı çizdi, oralı olan olmadı.. Ve İslamcı basın, iktidarın deniz fenerini sahiplenip gizlemesini ‘iktidarın gücüne kudretine’ yordu.. Evet savcıları polisi medyası sakladı ama bir yere kadar, insan şimdi soruyor, yahu, daha baştan soruşturup içeri alsaydınız, Türkiye’de hukuku ve hukuk ahlakını bu denli çürütmek kokuşturmak hangi müslümanın serveti daha da katlamak içindi..
Çobanın biri denizde kaval çalıp balıkları oynatmak istemiş, çalıyor çalıyor ancak balıklar hiç oralı değil.. Çoban, bu kadar güzel kaval çalıyorum niçin oynamıyorsunuz diye isyan edip ağını atıp balıkları yakalamış ve getirip balık ağını sahilde kumsala boşaltmış.. Ne görsün, balıkların hepsi zıp zıp zıplamaya oynamaya başlamış.. Çoban: Ben size denizde güzel güzel çaldım oynamadınız, sizi gizleyen sudan çıkar çıkmaz bakıyorum hepiniz ‘hoplamaya’ başladınız..
9) Tayyip Erdoğan bey, CHP’ye ‘tükürdüklerini yalayacaklar’ diye efeleniyor, göreceğiz, tükürüğünü kim yalayacak? Birkaç zamana kalmaz Tayyip Bey ağız değiştirirse şaşırmayın..
Aynen şöyle: İki tilki Menderes’ten su içmek istemiş, ancak su öyle sert akıyor ki ırmağa yanaşamıyorlar. Biri havalı havalı kasılarak, yahu ne korkuyorsun bak ben içiyorum, deyip yanaşmış… Yanaşmasıyla akıntıya kapılıp gözden kaybolması bir olmuş.. Tam o esnada arkadaşı arkadan bağırmış: Yahu nereye gidiyorsun ne güzel su içmesini öğretiyordun, bana.. Akıntıya karışan tilki: Şehirde bir işim var, dönüşte öğretirim…
10) Aklıma gelen herkes Ankara’dan nefret eder Ankara’ya küfreder yine aklıma gelen herkes milletvekili olup Ankara’ya gelmek için ölümcül bir yarışa girer, bana soruyorlar, niçin vekil olmuyorsun, ben zaten Ankara’dayım..
Ankara’ya gelecek vekiller, Ankara’ya güneyden Anadolu’dan gelen bütün uçaklar Ankara’dan batıya Anadolu’ya kalkan bütün uçaklar tamı tamına hizasıyla Anıtkabir’in üstünden geçer.. Bunun sebebi rotadır şüphesiz pilotlara sorun şehirlerdeki en belirgin yukardan görülecek yerler diye söyler, doğrudur..
Ancak düzenli seferler başladığında Ankara’da eski yön hesabı mesafe alınacak çok fazla belirgin yerler vardı, şehre girip çıkarken Atatürk’e bir saygı olarak başladı, çoktan unutuldu..
Saygısı unutuldu rotası kaldı ama olsun güzergah aynı, sormak istiyorum, Mustafa Kemal adını ağzına almamaya yeminli vekiller sizi Ankara’ya hangi rotanın uçakları taşıyor?
11) Evet meclis kilitlendi şimdi de ligler kilitlendi daha dün üniversiteye hazırlık sınavları kilitlenmişti, ekranlar paso ful yandaş medyanın elinde muhalefete başka tür düşünceye zaten kilitli ekranlar, Ergenekon Balyoz sürecinde ortada sahici belgeler yok mahkemeler karar veremiyor, Hukuk çoktan kilitlendi,Türkiye’de yavaş yavaş alanlar meydanlar basın meclis lig üniversiteler kepenklerini teker teker kapatıyor….
Ve akıl almaz cari açık ve bir tek inek yetiştiremeyen köylü ve Urfa’da satılan Hollanda hıyarı… Ama yandaş medyayı okuduğunuz zaman karanlık bir örtü bir maskeleme bütün bunları unutturma operasyonu sürüyor..
Adamın biri çok acıkmış, nehre balık avlamaya gitmiş, ancak elinde bir olta ağ yok.. Oysa nehrin kenarında biri oltayla diğeri ağla balık avlıyor.. Adam demiş ki ağım yok oltam yok ama açım, ne yapayım, elime taş alıp suya vurayım belki bir balığın kafasına denk gelir.. Vurmuş vurmuş su bulanmış.. Oltayla ve ağla balık avlayan bağırmış, ‘yahu niye suyu bulandırıyorsun’… Aç adam: Suyu bulandırmayayım da aç mı kalayım..
Yandaş medyanın yazarları keşke karnınızı doyuracak başka yetenekleriniz olsaydı..
12) Güzel halkım siyasal eleştirisini binlerce yıl hep zekice fıkralarla dile getirdi, evet, bugünlerde anlatılıyor, Ege’de adamın biri köyü tarlayı borca kaptırmış, çaresiz ve parasız kalmış, bir yaban domuzu bulup pazara inmiş, belki alan olur satarım, diye..
Pazarda bir müşteri gelmiş, müşteriye domuzu övüyor, bu çok doğurur, demiş.. Müşteri ‘ben çok doğuran değil kurbanlık koyun arıyorum, kurban keseceğim..’ demiş.. Bizimki: Korkma korkma bu Bush’un domuzudur sana kurbanlık da doğurur helaldir..
13) Dışişleri bakanımız Türkler’in tarih sahnesine çıktığı Hunlar’dan bugüne devlet geleneğinde nihayet bir ilki başardı, başka bir ülkenin toprağına isyancı milislerin karargahına girip cephede cesaret veren bir konuşma yaptı. Bu şu demek, Türkiye ilk günden beri uluslar arası toplantılarda PKK’nın Avrupa ve Amerika tarafından desteklendiği silahlandığı örgütlendiği tezini artık masaya süremeyecek.. Ya da yarın İranlılar Van’da ya da Gürcüler Doğu Karadeniz’de (Allah korusun) milislerini silahlandırıp üstelik Gürcü ya da Rus dışişleri bakanı Kaçkar dağlarına ya da Barzani Ağrı Dağına gelip bölücülerin karargahlarını ziyaret ederse, söyleyecek lafınız yok..
Üstelik milislerin üniformaları ve silahları tarafımızdan verildi.. Masrafı Kaddafi’nin el koyduğumuz paralarından çıkartacağız.. Ancak Libya’dan alacaklarımız dondurulan meblağdan çok çok fazla..
Geçen aylarda Bağdat’ta işgal sonrası kurulan mecliste bir yasa çıktı, sıkı durun, yasa şunu diyor: Amerikan ordusunun körfez savaşında yaşadığı zararların tazmini..
Hem Irak’a saldırmışlar hem de gemilerin topların yiyeceklerin gördükleri zararların tazminini bir milyon insanı öldürülmüş Iraklılar’dan istiyorlar..
Galiba Kaddafi sonrası Libya’dan bizimkiler önce alacaklarını sonra yaptıkları bu masrafları çıkartacaklarını sanıyor, Fransa, İngiltere, Amerika hatta Rusya’yı da keriz sanıyorlar… Bir de bu politikalarına ‘Osmanlıcılık’ diyorlar, evet bir Osmanlıcılık var, ama bu Osmanlıcılık Libya’da Suriye sınırında değil, Osmanlıcılık’larını Türkiye’deki işadamlarını savcı polis marifetiyle sıraya sokup ‘müsadere’ ederek tatmin ediyorlar..
14) Bir devletin olmazsa olmaz varlığı ‘sabit toprak’ı ve ‘ulusal süreklilik’i bu iktidar tarafından tartışılır tehlikeye maceraya atılır hale gelindi ve bahsi geçen güneydoğu sorunu ‘kilitlenmiş’ çözülmez hal almış ve yaptıklarına bakın, hayaller içinde uçarak kitleleri Osmanlıcılıkla uyuşturuyorlar..
Maymun mezarlıktan geçerken mezarları gösterip soyuyla sopuyla övünüp kasılmış, benim ecdadım benim dedem benim atalarım bunlar diye gösterirken, tilki maymuna: ‘Nasılsa mezardan kalkıp bu maymun bizim torunumuz değildir diyemeyecekler, salla maymunum salla!’
15) Birkaç gün önce Radikal’de mi Hürriyet de mi okudum, İsmet Berkan bir gömlek mi almış, defolu mu çıkmış üstüne mi oturmamış, mağazaya iadeye gitmiş, malı geri almamışlar, sorumlu bir tüketici davranışı sergileyip ısrar edip haklarını aramışlar mış mış..
Daha birkaç yıl önce Ergenekon soruşturmaları başlayınca paso gönüllü ve iştahlı ‘iddialar var efendim, kuşkular var efendim’ diye manşetlerden yayın yaptılar, bugünkü ‘kör karanlığa’ ‘mutlak otoriteye’ giden yolu açtılar, vagonları treni döşediler, yetmedi, satır aralarında ‘ülkenin huzuru rahatlığı demokrasisi yerleşiyor’ diye allı ballı yazılar yazdılar. Sayelerinde haksız hukuksuz yaka paça tutuklamalar sürerken onlar uslanmaz bir pişkinlikle hepimize demokrasinin örf ve adetleri dersleri verdiler.
Sonra tertemiz demokrasinin sıcacık kanında tarikat şeyhlerinin gözleri kurt adam gibi belirmeye ve kan soğumaya başladı, trene cemaatin savcıları gaz bombalı polisleri bindi, tren meçhul bir ortaçağa doğru harekete girdi, derken önce ‘bizimkiler’ postalandı.
Bizimkiler ‘zafer kazanmış komutanlıktan’ tasfiye edilen gazetecilere ve patronları, müsadere edilen işadamlarına dönüşünce, hafifçe serzenişler başladı..
Olsun, İsmet Berkan bey’in apoletleri sökülmedi ve Hürriyet’e iade edildi ve hemen bizim gibi karışık duygulu ve hüznü nihayet keşfetmiş ve tutkulu ileri demokrasi aşkının pişmanlıklarını çokta ele vermeyen kinini içine akıtan yazılar yazmaya başladı…
Bu başdöndürücü demokrasi aşkı kırgınlıkları birkaç yıl içinde olup bitti. Refuze edildiler, kovuldular ve hatta ayıp ayıp kovulmalarına dahi ses çıkartamadılar.
İşlevsiz ve kurumsuz ve iktidarsız kalan ‘küstahlıkları’ yine de boş durmadı, otobanda arabadan fırlayan jant kapağı gibi bir müddet serseri ve hedefsiz yazacaklarını hepimiz bekliyorduk..
Şimdi öğreniyoruz ki hırslarını mağaza tezgahcısı kızlardan çıkartıyor, mağaza sahiplerine ‘ileri demokrasinin tüketici hakları’ dersleri veriyorlar.. Düne kadar manşetten orduya başbakana yargıtaya Voltaire makamında ders verirken birkaç ay sonra ‘büyük matematik zekalı derslerini’ tezgahtar kızlara alışveriş adabı üzerinde denemeye başladı..
( Ayrıntıya girip tezgahçı kızın ya da mağaza sahibinin ‘vicdansızlık ve sorumsuzluk’ gibi kelimelere kahramanlarımız tarafından muhatap olduğunu da eklemek lazım..)
Daha dün aygır kızıştırır gibi bakanlara komutanlara demokrasi öğretirken birkaç gün sonra tezgahtar kıza ‘vatansever kapitalist ahlakı’ öğretmeye başlıyorsun..
Buradan nasıl bir ‘roman kahramanı’ çıkar, toplumun görüp görebileceği en zararlı yaratık portresi… Sayelerinde şu dev medya makinesi durmakla kalmadı sayelerinde Türkiye kilitlendi…
Kör otoritenin kör iktidarını hazırlayanlar bir özür bir pişmanlık dahi dile getirmeden kaldıkları yerden yazmaya devam ettiler, sonra kahramanımız bir gömlek almış üstüne uymamış, tüketiciye haksızlıkmış, mağazanın mutlaka iadeyi kabul etmesi lazım mış..
Kendisini Hürriyet’in geri aldığına göre mağazanın da gömleği alması gerekiyormuş gibi bir psikoloji içinde olmalılar..
Mağaza sahipleri Aydın Doğan’dan daha onurlu haysiyetli şu cevabı vermişler:
SATILAN MAL GERİ ALINMAZ…
16) Ellerine geçirdikleri güçle ilk yaptıkları pervasızlıkla bizleri yok etmek olan artık medyanın bit pazarında ikinci el jartiyere dönüşen bu zavallıların hiç birini yaşadıkça cevapsız bırakmayacağım..
Şu yayın yönetmenliği elinden alınan pastırmalık kart öküze çıkartılmışa da değmez ama bir lafım olacak..
Daha birkaç yıl önce sırf şahsi kapris ve gıcıklıklarını tatmin için savaş ilan eden manşetler atanlar ne kadar hızlı bir düşüşle ‘hafif zevklerin adamı´ pozuna giriverdiler.
Yaşadıkları bozgunu unutturmak için mi arada bir küçük hedeflere hücum düzenleyip yine kirli çamaşırlarını bizlere yıkattırmak istiyorlar..
65 yaşına dayanmış hala hayatını icad edememiş ve sadece dayak yiyince ‘duygularını’ devreye sokan bu sıradan adamların sülalesi tüccar Aydın Doğan’ın çuvallarından boşaltılmıştı..
Ve hepsi kasıldıkları mağrur köşelerinde nihayet ölmekteler, ama hala köşelerinde kepazeleşip çürümenin pis kokusunu dahi piyasa yapıp ‘gündem adamı’ heveslerini tatmine çalışıyorlar.
Ki bunu da beceremeyip ceset parçalarını ovalanmış ayak parmağı kiri üçüncü sınıf tarikat ekranlarının kozalaklarınca hatır hutur afiyetle yeniyor..
Hala kalkmış bizlere ‘racon kesiyor’, ‘akıl, ders’ vermeye çalışıyor, direktifleşmiş üslubunu otuz yıldan beri tek yaptığı şey olan yüzünü ekşiterek yine birilerine nasihat makamında saydırdı…
‘Hakaret ve küfür’ü diline dolayanlara acıyormuş, hakaret ve küfür edenler çaresiz zavallılarmış, hakaret ve küfür üslubu insanların değil hayvanlarınmış mış..
Muhatabı da kartondan incik cincikten can sıkıntısı evcilikler icad eden aile programlarından tanıdığımız Derya Baykal tarzı orlon yün fantezisi tavuk götünden lale suratlı, kitapları bir liraya satılan bir kifayetsiz..
Sanat ve düşüncede avuntu bulacak zekaları olmadığı için kalem uçlarını cam parçası çizikleri gibi kullanıp kelime ve harf maymunluklarıyla kudurmuş, boyama hamur suratlı kadın…
İnsan ruhuna yumuşaklık iyilik verecek tarihlerin en kutsal kişisi ‘kalem’ işte bunların ellerinde. Sıkıcı düşüncelere burun kıvırıp kahvaltılarını, kızlarını, seyahatlerini, şaraplarını her şeylerini yazıyorlar. Yetmiyor arada bir çekişip dalaşıp birbirlerinin kulaklarını dişleyip kopartıp, gibi yapıp, birbirlerinin kulak kirini erotik bir şovla emerek temizliyor rahat ediyorlar..
Bize ne yesinler birbirlerini, ancak, yıllarca hakaret küfür ediyor suçlamalarıyla bizleri de aynı cümlelerle mahküm etmeye çalıştılar..
Hepsinden çok yazı yazdım, hakaret küfür ediyor diye yok etmeye çalıştıkları Nihat Genç’in metinleri üç dört bin sayfayı geçti ve bu binlerce sayfa içinde küfür tabir edilecek cümleler yarım sayfayı geçmez ve bu yarım sayfa da köy atasözleri, deyimler, geleneksel fıkralarla işlenmiş yani edebi sanatlar içine girer.
Canımı yakan şu, bir sürü kaniş köpek yıllarca ama yıllarca benim için katil diye yazmış silmiş bir daha yazmış bir daha silmiş ve biz de ‘yılan’ diye karşılık vermişiz, şimdi, bize yıllarca ‘katil’ demeleri unutulmuş ama her gün ‘bize yılan’ dedi hakaret etti cümlesini çevirdikçe çeviriyorlar..
Aynı şekilde Irak’a savaş ilan etmişler ve peşinden Türk Ordusu’na hadi savaşa yazıları yazmışlar biz de sinirlenip sert birkaç kelime kullanmışız, şimdi, Türkiye’ye savaşa soktukları o günler unutulmuş, geriye bizlerin ‘hakaret’ tabir ettikleri cümleler kalmış..
Aynı şekilde Karadeniz Otoyolu’nun yirmibeş milyar dolarını afiyetle yemişler, on yıllarca gazetelerinde tek satır yazmamışlar, bizler de sinirlenmiş birkaç kelime söylemişiz, şimdi, bir coğrafyanın zalimce parçalanmasını herkes unutmuş, şimdi geriye sadece Nihat Genç var ya ‘küfür ediyor’ kalmış..
Aynı şekilde Türkiye’nin bankaları elli milyardan yüzelli milyara afiyetle yemişler ekranlara düşüp rezil olmuşlar biz de ağzımız dolu bağırmışız, şimdi, o milyar dolar hırsızlıklar unutulmuş, geriye Nihat Genç var ya hakaret ediyor kalmış..
Üstelik ‘hakaret ediyor küfür ediyor’ suçlamasıyla Nihat Genç’in edebi kişiliğini karakterini bir yazar olarak varlığını mahküm edip boğmaya çalıştılar..
Bunu herkes öğrensin, tam tersine ‘herkes susuyorken’ kimsecikler tek satır etmeye korkuyorken Anadolu Tarihi’nin en galiz kelimelerini sahafları didik didik ederek bulup suratlarına yapıştırdım..
Yazı kalem edebiyat dediğiniz ‘duygu’ oluşturma sanatıdır, yüzlerce hikaye yazarken hedefim insan evladının vefa, şükür, ihanet, açlık, haksızlık gibi en vazgeçilmez değerlerini çok güçlü estetik ifadeler ve dramatik yapı içinde anlatmaktı..
Peki ‘duygu’ oluşturamayan beceriksiz yazarlar ne yapar, asıl okuyucuya hakareti onlar yapar, şöyle, açın yazılarını hep şöyledir, ‘ben şunu sevmem, bunu severim, buna karşıyım, buna değilim, bunu beğendim bunu beğenmedim, bundan hoşlandım bundan hoşlanmadım, bunu tuttum, bunu tutmadım, bu adamım, bu değil, o var ya nasıl güzel, o var ya nasıl berbat, dün gece var ya doyamadım, nasıl anlatamam…’ sonsuza kadar çoğaltın..
Kanaat duygu düşünce oluşturması gereken biz yazarlar için en kaba en vahşi yazı tarzı ve asıl okuyucuya hakaret bu tür yazılardır..
Yazar olabilmeniz için çok sıkı sosyoloji ve siyaset bilimi eğitiminiz ve ışığında çok güçlü analiz yeteneğiniz, çok çarpıcı tasvirleriniz, çok derinden bağlanmış kurgu kabiliyetiniz olacak..
Hırsız işadamlarının kırbaçlığını yazarlık diye bize satan beyefendi, iyi dinle, ben bu yüzden çok okunuyorum, o gazetenizde otuz yıl boyunca yazan ya da sizin reklamına doyamadığınız hiçbir yazar ‘trajlarıma, şöhretime’ ve kalemimin güzelliğine ulaşamadı.
Size bir otuz yıl daha avans veriyorum, Nihat Genç kalitesinde bir hikaye ya da herhangi bir yazımı yazabilecek bir adamı bakalım çıkartabilecek misiniz?
Sizinle üçüncü sınıf dinci kozalak yazarların dahi hergün enseye tokat kolayca dalga geçmesinin sebebi, işte bu.
Derya Baykal tarzı cin zekanızdan türeyen ısmarlama yazarların hiç biri ‘acıyı’ ‘çatışmayı’ ‘açlığı’ ‘çaresizliği’ ‘insan sızısını’ vs bu otuz yıl içinde tek kelimecik olsun tasvir edemedi..
Ve iş işten geçip herkesin gerçek boyu ortaya çıktıktan sonra bugün hepinizin özendiği yutarak okuduğu notlar aldığı imrendiği yazarın adı Nihat Genç oldu…
Çok geç kaldınız demeyeceğim, yine bir hikaye anlatacağım:
Tilki bir gün ejderhayı görmüş ağzından alevler çıkıyor ve boyu çok uzun.. Ben de demiş bunun gibi olmak istiyorum, çaresizce ormanda düşünmüş düşünmüş ve sonunda boyunu uzatmak için bir ağacın sarmaşığına kuyruğunu düğümleyip asılmış, vay ki vay, kuyruğu kopmuş.. Kuyruk sokumundan ateşler fışkırıyor acı acı bağırarak sağa sola koşuşturuyor, derken Ejderha görmüş tilkiyi, ne oldu tilki kardeş, tilki: sana özendim, demiş.. Ejderha: İyi de tilki kardeş alevler benim ağzımdan çıkıyor, senin götünden fışkırıyor..
Saygıyla...
Nihat Genç
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder