1
TMMOB İnşaat Mühendisleri Odası
“TÜRKİYE’NİN
DEPREM GERÇEĞİ
DEĞERLENDİRMELERİ”
2
Giriş
Bilindiği üzere 6235 sayılı TMMOB yasası gereği Türkiye’de mühendislik ve mimarlık
meslekleri mensupları mesleki faaliyetlerde bulunabilmek için ihtisaslarına uygun bir
odaya kaydolmak ve üyelik vasfını korumak zorundadırlar.
1954 yılında kurulan İnşaat Mühendisleri Odasının kayıtlı üye sayısı 75.000’lere
ulaşmıştır. Kayıtlı üyelerimizin büyük bir kısmı proje bürolarında, şantiyelerdeyapı
denetim kuruluşlarında çalışmaktadır.
Bu bağlamda inşaat mühendisleri proje ve yapı üretim süreçlerinde birincil derecede
öneme sahiptir.
Türkiye’nin Deprem Gerçeği
Türkiye’de yürürlükte bulunan “Deprem Bölgelerinde Yapılacak Binalar Hakkındaki
Yönetmelik”e göre topraklarımızın %66’sı, nüfusumuzun %71’i, toplam belediyelerin
%68’i (1900 adedi) 1. ve 2. derece deprem belgeleri içinde yer almaktadır. 3. ve 4.
derece deprem bölgelerini de dikkate aldığımızda topraklarımızın yaklaşık %92’si
deprem tehlikesi altında bulunmaktadır. Bu nedenle, can ve mal kayıplarının fazlalığı
bakımından deprem, doğal afetler içinde önemli bir yere sahiptir.
1900’lü yıllardan bugüne kadar ülkemizde yaşanan depremlerde yaklaşık olarak
100.000 insanımız ölmüş, 250.000 insanımız yaralanmış, 600.000’den fazla yapımız da
yıkılmış veya önemli ölçüde hasar almıştır.
Başbakanlık Proje Uygulama Biriminin 2000 yılı baz alınarak 2002 yılında hazırlatmış
olduğu bir rapora göre; Ülkemizde bulunan konutların %62’sinin inşaat yapım ruhsatı
bulunmakta, %38’nin ise inşaat yapım ruhsatı bulunmamaktadır. Yine yapılarımızın
%33’nün yapı kullanma izin belgesi olmasına karşın, %67’sinin ise yapı kullanma izin
belgesi bulunmamaktadır.
Yerleşmelerde yapılaşma ve planlama süreçlerinde Depreme duyarlı bir
yaklaşım var mı?
Türkiye’de mevcut yapı stokunun durumu, can ve mal güvenliği açısından büyük bir
sorun olarak karşımızda durmaktadır. Yakın geçmişte yaşamış olduğumuz depremler ve
zaman zaman karşılaştığımız diğer doğal olayların acı sonuçları bu savımızın temel
gerekçesini oluşturmaktadır.
1950 sonrası dönemde Türkiye’de yaşanan hızlı kentleşme ve sanayileşme süreci,
özellikle büyük kentlerimizde bulunan yapıların %60’ının imar yasası dışında tamamen
kaçak olarak ortaya çıkmasına neden olmuştur.1980’li yıllara kadar büyük kentlerde
daha çok barınma amaçlı fakat yasadışı olarak yapılan gecekondular, 1980 sonrası
dönemde daha çok rant odaklı olarak üretilmiştir. Bu döneme kadar özel mülk sahibine,
yapsatçıya, küçük girişimci ve gecekondu sahiplerine bırakılan kentsel rantlara daha
sonrası dönemde sermaye sahipleri ve arsa mafyası da talip olmuştur. Bu dönemde
kaçak yapılaşma nitelik değiştirmiş, tek katlı gecekondu yapıları çok katlı yapılara
dönüşmüştür.
3
Kaçak yapılaşma ticaret ve sanayi yapılarından, tarım ve turizm yapılarına kadar tüm
sektörlerde yaygınlaşmıştır. Kent çevreleri, kıyı alanları, tarım ve orman alanlarıyla
birlikte su havzaları da işgal edilerek çok katlı yapılardan oluşan kaçak kent parçacıkları
ortaya çıkmıştır. Kaçak yapılaşma, kamu arazilerini işgal ederek satanlar için haksız ve
kayıt dışı bir kazanca dönüşmüştür.
Sürekli olarak gündeme getirilen ve uygulamaya konan gecekondu afları, bir yandan
varolan gecekonduları yasal hale getirirken, diğer yandan da planlı alanlarda ruhsat
alarak üretilen yapıların imar mevzuatına aykırı olarak üretilmesi gibi bir
alışkanlık doğurmuştur. İmar aflarıyla yasallaştırılan kaçak yapı stokunun,
kentlerimizde doğal afet ve deprem açısından büyük risk alanları oluşturduğu da
bilinen bir gerçektir.
Getirilen imar afları kentsel alanlarda imarlı ve imarsız; yapılaşma sürecinde de
ruhsatlandırılmış ve ruhsatsız olmak üzere denetimsiz, güvensiz, mühendislik hizmeti
almayan bir yapı stokunun ortaya çıkmasına neden olmuştur.
Planlama süreçlerinde, yerleşme alanlarında üretilecek yapıların depremle ilişkisi
sürekli olarak göz ardı edilmiştir.
Bir deprem sonrası, bir sel baskını veya heyelan sonrası her zaman Dünya Bankası’nın
kapısı çalınmıştır. Ortada bir yanlışlığın olduğu, her doğal olaydan sonra bir kez daha
anlaşılmıştır.
Ortaya çıkan can ve mal kayıplarının nedeni zaman zaman sesli olarak sorulsa da, gereği
yapılmamıştır. Bu bağlamda iki temel sorun karşımıza çıkmaktadır.
1. Türkiye’de afet ve deprem gerçeğine ve yürürlükte bulunan yasalara rağmen;
yasa, yönetmelik ve plan hükümlerine aykırı yapılaşma sürekli olarak var olmuştur.
2. Kaçak ve mühendislik hizmeti görmeden, veya plan ve projelere aykırı olarak
üretilen yapıların oluşturduğu kentlerimizin, deprem ve benzeri olaylara karşı can ve
mal güvenliğini sağlayacak şekilde yeniden yapılandırılması gerekmektedir.
Yerleşme ve yapılaşma planları genel olarak ülke ölçeğinde, bölge ölçeğinde ve kent
ölçeğinde yapılan bir planlamanın sonucu olarak değil de proje ve bina ölçeğinde bir
anlayışın ortaya çıkardığı fiziksel büyüklükler olarak şekillenmiştir.
Bu nedenlerle, mevcut arazi kullanım kararları ve bütünlüklü bir plan hükümlerinin yok
sayılmasına neden olan eksikliklerin yasal, kurumsal, ekonomik, kültürel ve sosyal
boyutlarının bir kez daha incelenmesi gerekmektedir.
Yüksek Riskli Yapı ve Kentsel Dokular, Mevcut Yapı Stokumuzun Durumu
1984 yılında yapılan bina sayımında 8 milyon hane 5 milyon bina varken, hane ve bina
sayısı 2000 yılında % 60~70 mertebesinde artmıştır. Bu sayı nüfus artışı nedeniyle
ihtiyaç duyulan ölçüde bir artış değil, ülkemizin şehirleşmesiyle ilgili bir sonuçtur.
Türkiye gittikçe şehirleşen buna karşın nüfus artış oranı azalan bir ülke konumundadır.
4
Başka bir ifadeyle de şehirleşme, Büyükşehir belediyelerinin bulunduğu yerlere doğru
büyük bir hızla devam etmektedir.
Üretilen yapıların %80’i konut, diğerleri de okullar, resmi binalar, spor tesisleri ve
benzeri yapılardır.
Son 25 yılda üretilen bina sayısı, 25 yıl öncesine kadar üretilen toplam bina sayısından
fazladır. Bu yapıların çoğunluğu barınma amaçlı olarak kullanılan konut türü yapılardır.
Üretilen yapılara, yapı sistemleri açısından bakıldığında da bu yapıların önemli bir
kısmının betonarme ve yığma yapı olduğu görülmektedir. Çelik malzemesi ile üretilen
konut nitelikli yapı, yok denecek kadar azdır. Daha çok sanayi türü yapılar çelik
malzemesi kullanılarak üretilmişlerdir.
1999 Gölcük depremine bir göz atacak olursak, bugüne kadar karşılaşılan depremlere
göre en fazla hasara uğrayan yerlerin başında gelmektedir. Gerek yıkılan bina oranları
açısından, gerek kaybettiğimiz insan sayısı bakımından dünyada yaşananlara göre
oldukça ağır sonuçlar doğurmuştur. Gölcük’te oturan insanların yaklaşık olarak %4’ü
hayatını kaybetmiştir. Binaların %15’i yıkılmış veya son derece ağır hasar görmüştür.
Betonarme binaları gördükleri hasar ölçüsünde değerlendirdiğimizde, daha çok 4 kat ve
üzeri yapıların hasar aldıkları görülmektedir. Ayrıca yapım yılı olarak 1980‐90 ve 1990
sonrası dönemde üretilen yapıların önemli ölçüde hasar aldıkları izlenmiştir.
İnsanlar için fiziksel, ekonomik ve sosyal kayıplar doğuran, normal yaşamla birlikte
insan etkinliğini durduran veya kesintiye uğratan, toplumları etkileyen doğal, teknolojik
veya insan yapısı kökenli olaylara “afet” diyoruz. Teknolojik veya doğa kökenli bir
olayın afet sonucunu doğurması için, insan faaliyetini önemli ölçüde etkilemesi gerekir.
Kısaca afet; bir olayın kendisi değil, doğurduğu sonuçlar olarak değerlendirilmektedir.
Türkiye’de 1900 ile 2000 yılları arasında hasar yapıcı nitelikte 150’den fazla deprem
olmuş, çeşitli zamanlarda su baskınları, çığ düşmesi ve heyelanlar nedeniyle binlerce
insanımız kaybedilmiş, önemli ölçüde mal kayıpları da ortaya çıkmıştır.
Bu depremlerde 100 bin mertebesinde insanımız hayatını kaybetmiştir. 600 bin kadar
yapımızın yıkıldığı veya ağır ölçüde hasar gördüğü de bilinmektedir. Ortalama 7 ayda
bir, hasar yapan depremlerin olduğunu, her yıl 6000 yapımızın yıkıldığı, 1000
yurttaşımızın da canından olduğunu söylemek mümkündür.
1999 yılında yaşadığımız depremde (17 Ağustos) ortaya çıkan can kaybı resmi
rakamlara göre 17.479, yaralı sayısı ise 43.953’tür. Ağır hasar gören konut sayısı 66.441,
iş yerinin ise 10.901 olduğu kayıtlara geçmiştir.
Yine 1967 Adapazarı depremi, 1971 Bingöl depremi, 1983 Erzurum depremi, 1992
Erzincan depremi, 1995 Dinar depremi, 1998 Adana Ceyhan Depremi, 1999 Gölcük ve
Düzce depremleri ve 2003 yılı Bingöl depremi yapı stokumuzun depreme karşı güvenli
olmadıklarını açıklıkla ortaya koymuştur.
5
Risk Tanımı
Yerleşme alanlarında doğal ve insan yapımı kaynaklı tehlikelerin; insanlara, hizmet
üretimine ve üretim sürecine, özel ve kamu tesisi yapılarına verebileceği etkinin tahmin
edilmesi risk konusu olarak gündeme gelmektedir.
Olası bir deprem, afet ya da toplumsal krizde, zamanında ve etkin bir müdahale ile
varolan potansiyelin doğru bir biçimde kullanılması için, kentsel alanlarımızda, özellikle
orta ölçekli ve büyük kentlerimizde mevcut durumun değerlendirilerek risklerin
belirlenmesi gerekmektedir.
Bu noktadan hareketle “risk sektörlerinin” ve “risk yönetiminin” geliştirilmesi
gerekmektedir.
• Kentsel dokudaki riskler,
• Uygun olamayan arazi kullanımları ile ilgili riskler,
• Yetersiz açık alan riskleri,
• Tehlikeli maddelerden kaynaklanan riskler,
• Tarihi ve kültürel mirasla ilgili riskler,
• Yaşam hatları ve ilişkili riskler,
• Bina stoklarındaki riskler,
Söz konusu risk sektörlerinin kapsamı ve amacıyla birlikte, risklerin hangi yöntemle
belirleneceği ve bu risklerin yönetiminde kimlerin sorumlu olduklarının tanımlanması
gerekmektedir.
Deprem riskinin azaltılması konusunda, hangi kentte olursa olsun ilk önce mevcut
tehlike ve risklerin belirlenmesi, daha sonra azaltılması, kısaca deprem güvenliği olan
yapılaşmanın sağlanması gerekmektedir. Sağlıklı bir yapı üretim düzeninin kurulması ve
bu üretimin gerçekleştirilmesinde temel yaklaşım bu olmak durumundadır.
İkinci yöntem, mevcut riskin azaltılması, yani varolan yapı stokunun yenilenmesi veya
güçlendirilmedir. Üçüncü yöntem ise sigortalama yoluyla mali riskin transfer
edilmesidir.
Kentlerimizde tehlike yaratacak alanlardaki mevcut yapı stokunun risk faktörü oldukça
fazladır.
Bu alanlar;
a‐ Heyelan tehlikesi,
b‐ Tsunami tehlikesi,
c‐ Dere yatakları ve Vadi tabanları, (su baskınları)
d‐ Sıvılaşma tehlikesi,
e‐ İnsan yapımı kaynaklı tehlikeler –teknolojik, parlayıcı ve patlayıcı tehlikesi olan
alanlardır.
Türkiye, dünyanın afetle karşı karşıya kalabilecek önemli coğrafi risk alanlarından birisi
olarak gündemdeki yerini korumaktadır.
6
Öte yandan ülkemizde;
- Dönemsel depremler ve yan etkileri genel olarak büyük olmaktadır.
- Son derece düşük standartta, denetimsiz, mühendislik hizmeti almayan
kaçak yapı stoku oldukça fazladır.
- Projeler, mühendislik kuralarına uygun olarak yapılmamış daha çok, ruhsat
almanın eki ve formalitesi haline dönüşmüştür.
- Taşıyıcı sistemi ile oynanan yapılar hiçte az değildir.
- Doğal bir olayla karşılaşmadan, kendiliğinden yıkılan yapılarımız mevcuttur.
- Denetlenmeyen, bir bütünlükten yoksun imar, yapılaşma ve kullanım
biçimleri vardır.
- Kent içlerinde yüksek tehlike gösteren konumlarda bulunan kamu kullanım
alanları (Acil Durum Görevlisi eksikliği) vardır.
- Konut alanlarıyla iç içe olan tehlikeli, yanıcı, patlayıcı, kirletici maddeleri
işleten, depolayan yerler vardır.
- Olabilecek kayıplarla orantılı önlemlerin alınmasını sağlayacak kurumsal ve
toplumsal bilinç yoksunluğu vardır.
1999 Depremlerinin Ortaya Çıkardıkları
1999 Gölcük ve Düzce depremlerinden sonra hazırlanan çeşitli raporlar, ülkemizde
bulunan konut probleminin sayısal olmaktan çok, kalite problemine dönüşmüş
olduğunu ortaya koymuştur. Özellikle “imar aflarıyla” yasallaştırılan kaçak yapı
stokunun, kentlerimizde doğal afet ve deprem açısından büyük risk alanları oluşturduğu
da bilinen bir gerçektir. Ayrıca, orman alanları üzerine kurulan lüks konut alanları,
Üniversite kampusları, tarım arazileri üzerine kurulan sanayiler, yapılaşmaya kapalı
olan kıyı alanlarına yapılan turizm tesisleri, kent merkezlerinde yapılan kaçak ticaret
merkezleri, tapu kaydında “inşaat yapılamaz” hükmü olan, buna karşın imar hukuku
açısından bir dizi skandal yaratılarak yapımı tamamlanan, aynı zamanda yasal olarak
yıkılması kesinleşen gökdelenler ve benzeri kaçak yapılar, yapı kültürü açısından
toplumda ortaya çıkan yozlaşmaya önemli ölçüde katkı sağlamıştır.
1999 Gölcük ve Düzce depremleri sadece ruhsatsız (kaçak) ve ruhsata aykırı yapıların
hasar gördüğü bir deprem olarak değil, ruhsatlı ve yapı kullanma izni olan bir çok
yapının da önemli ölçüde hasar aldığı bir deprem olarak da tarihe geçmiştir.
Dünden Bugüne Yapı Denetimi
Ülkemizde, 1930 yılında yürürlüğe giren 1580 sayılı “Belediye Kanunu” ve “Umumi
Hıfzısıhha Kanunu”, 1933 yılında yürürlüğe giren “Belediye Yapı ve Yollar Kanunu”,1944
yılında yürürlüğe giren “Yer Sarsıntılarından Evvel ve Sonra Alınacak Tedbirler
Hakkında Kanun”, 1948 yılında yürürlüğe giren “Bina Yapımı Teşvik Kanunu “ gibi
düzenlemelerle yapılaşmaların denetimi sağlanmaya çalışılmıştır.
Ancak 1950 sonrası yaşanan hızlı göçlerin yanı sıra, plansız ve programsız sanayileşme
eğilimleri, kaçak yapı ve çarpık kentleşmeyi hızlı bir şekilde artırmıştır. 1956 yılında
Belediye sınırları ve mücavir alanlarda yerleşme ve yapılaşmaları bir planlama
bütünlüğü içerisinde ele almak amacıyla, 6785 sayılı “İmar Kanunu” yürürlüğe
7
girmiştir. Ülkemizin konut, yerleşme, sanayileşme ve yapılaşma süreçlerini daha etkili
bir şekilde yönlendirmek ve denetlemek amacıyla 1958 yılında İmar ve İskan
Bakanlığı kurulmuş, buna rağmen hızlı ve çarpık kentleşme, denetimsiz ve kaçak
yapılaşma hızla artmıştır.
1972 yılında, 1605 sayılı yasa ile 6785 sayılı imar yasası’nın kapsamı; Metropol kentler,
bölge ve alt bölge planları kavramını da getirecek şekilde genişletilmiştir. Ancak bu
süreçte de hızlı ve çarpık kentleşme, denetimsiz ve kaçak yapılaşma davam etmiştir.
1980 sonrası dönemde ise fiziksel planlama süreçlerinin merkezi yönetimin
yönlendirmesi çerçevesinde gelişemeyeceği anlayışıyla, İmar planlama yetkisi “yerel
yönetimlere” bırakılmıştır.
İmar Afları ve Denetimsizlik
İmar afları, imar uygulamalarının her zaman ayrılmaz bir parçası olmuştur. 1950 sonrası
dönemde, imarla ilgili yasaların yok sayılması kaçak yapılaşmanın artmasının önemli bir
nedeni olmuştur. Bu tür kaçak olarak yapılan yapılara yasallık sağlamak için “imar affı”
kavramı gündeme getirilmiştir. Yasalara aykırı olarak üretilen yapıların “imar aflarıyla”
bağışlanması ile kaçak yapıların/yapılaşmanın yasallaşması sağlanmıştır. İmar afları,
kentte oluşan rantların haksız bir şekilde birilerine transfer edilmesine, aynı zamanda
yasadışı ve hukuksuz bir yapı kültürünün ortaya çıkmasına önemli ölçüde katkı
sağlamıştır.
Getirilen imar afları, kentsel alanlarda imarlı ve imarsız, yapılaşma sürecinde de
ruhsatlı ve ruhsatsız olmak üzere denetimsiz, mühendislik hizmeti almayan, son
niteliksiz bir yapı stokunun ortaya çıkmasına neden olmuştur.
1985 yılında, 3194 sayılı imar yasası çıkarılmış, bir yıl sonra çıkarılan 2981 sayılı “imar
affı” yasasıyla da ıslah imar planları kapsamındaki uygulamalar yoğun olarak yaşama
geçirilmiş ve kentlerin biçimlenmesinde etkin olmuştur. Yine 1986–1988 yılları arasında
3290, 3366 ve 3414 sayılı yasalarla af kapsamı genişletilerek, bu tür yapıların aynı
zamanda alt yapı hizmetlerinden yararlanmasına da kolaylıklar getirilmiştir.
Günümüzde Uygulanan Yapı Denetimi
3194 sayılı İmar Yasası, yerleşme yerleri ile bu yerlerdeki yapılaşmaların plan, proje,
fen, sağlık ve çevre şartlarına uygun gelişmesini sağlamak amacıyla düzenlenmiştir.
3194 sayılı İmar Yasası’nda, yapı denetiminin birinci unsuru olan proje denetimi yerel
yönetimlere (valilik, belediye ve ruhsat vermeye yetkili idareler), ikinci aşamada ise
yapıların denetimi fenni mesul (teknik uygulama sorumlusu)olarak adlandırılan ve
serbest çalışan mühendis ve mimarlara bırakılmıştır.
Bu yasa bugün 4708 sayılı yasa kapsamı dışında kalan 62 ilde uygulanmaktadır. Zaman
zaman Meslek Odaları ile yerel yönetimler arasında imzalanan protokoller çerçevesinde,
proje denetim işlerine Meslek Odaları da katılmışlardır.
3194 sayılı yasa kapsamında yapım sürecinin denetlenmesine katılan Mühendis ve
Mimarlarda sadece diploma şartı aranmıştır. Bu sürece katılan meslek insanlarının
8
sicillerinin tutulması, denetlenmeleri, mesleki yetkinliklerinin olup olmadığı
konularında herhangi bir kriter aranmamıştır. Sorumlulukları ve yetkileri açık
olmayan ve ücretlerini yapı sahibinden alan bu kişiler, formalitenin
tamamlanması için ruhsat almanın bir eki olarak imzalarını kullanmışlardır.
Ayrıca, birçok yerel yönetimde mühendis ve mimarın bulunmaması, bulunsa bile gerekli
mesleki yeterliliğe sahip olmamaları, etkin ve nitelikli bir proje ve yapı denetiminin
yapılamamasına neden olmuştur.
Yapı sahiplerinin yeterli bilgi ve bilince sahip olmaması nedeniyle, yapı güvenliği
konusunda toplumsal bir talep ve baskının oluşması da sağlanamamıştır. Sonuç olarak
ne yapı projeleri, ne de yapı üretim süreci (yapılar) yeterli düzeyde denetlenememiştir.
Ne yazık ki bu anlayış bugünde büyük ölçüde devam etmektedir.
Yaşamış olduğumuz depremlerde kamu yapılarının önemli ölçüde hasar aldıkları ve
yıkıldıkları düşünüldüğünde, bu yapılarda da ciddi bir denetim probleminin olduğu
açıklıkla ifade edilebilir.
4708 Sayılı Yapı Denetimi Hakkında Kanun
1999 depremlerinin ortaya çıkardığı can ve mal kayıpları, yeni ve etkili bir yapı denetim
sisteminin kurulmasını da zorunlu kılmıştır. Bu amaçla çıkarılan ve yürürlüğe konulan
595 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin yürürlüğü kısa bir süre sonra
durdurulmuştur. Öte yandan, Mühendis ve mimarlarda belli bir mesleki yeterlilik
aramak üzere çıkarılan ve bu yeterliliğin meslek odaları tarafından belgelendirilmesini
sağlayacak olan 601 sayılı Kanun Hükmünde Kararname de ne yazık ki yürürlükten
kaldırılmıştır.
2001 yılının Haziran ayında çıkarılan 4708 sayılı Yapı Denetim Yasası 595 sayılı Kanun
Hükmünde Kararnameye göre çok daha zayıf içerikli bir yasa olarak 19 pilot ilde
uygulanmak üzere yürürlüğe girmiştir.
“Bu kanunun amacı; can ve mal güvenliğini sağlamak üzere, imar planına, fen,
sanat ve sağlık kurallarına, standartlara uygun kaliteli yapı üretilmesi için proje
ve yapı denetimini sağlamak ve yapı denetimine ilişkin usul ve esasları
düzenlemektedir. “
Kanun, 3194 sayılı İmar Kanununun 26.ncı maddesinde belirtilen kamu yapı ve tesisleri
ile, 27.nci maddede belirtilen ruhsata tabi olmayan yapıların dışında kalan belediye ve
mücavir olan sınırları içinde ve dışında kalan yerlerde yapılacak yapıların denetimini
kapsamaktadır. Ayrıca, bodrum kat hariç tek parselde bulunan ve 200 m²’yi geçmeyen
iki katlı müstakil yapılar da 4708 sayılı yasa kapsamı dışında bırakılmıştır.
4708 sayılı Kanuna göre, 12 yılını dolduran mühendis ve mimarlar Bayındırlık ve İskan
Bakanlığına başvurarak “denetçi” belgesi almaktadırlar. Bakanlık, kendisine sunulmuş
olan dosya üzerinden gerekli incelemeyi yapmakta, mesleki yeterlilik ve mesleki etik
konusunda herhangi bir belge istememektedir. 12 yıl herhangi bir kuruluşta dosya
incelemesi yapan bir mühendis veya mimar, “proje denetçi belgesi” alabilmektedir. Bu
belgelerin süresi beş yıldır.
9
İfade etmek gerekir ki; gerek can ve mal güvenliğinin sağlanması, gerekse çağdaş
nitelikli yaşanabilir bir çevre ve yapı üretiminin gerçekleştirilmesi için kapsamlı
bir yapı denetimine her zaman ihtiyaç vardır. Ancak, 4708 sayılı yasa bir dizi
eksiklikle dolu olarak ve “birilerine karşı olarak” çıkarılmıştır. Oysa başta bakanlıklar
ve TBMM olmak üzere hiçbir kurumun bir diğer kurumu dışlama gibi bir lüksü
olmamalıdır.
Bu yasanın çıkarıldığı süreçlerde de ifade ettiğimiz gibi, 3194 sayılı yasanın ruhsat
verilme evresindeki “imzacılık anlayışı” 4708 sayılı yasa için de geçerlidir. Birçok yapı
denetim kuruluşu tarafından denetim işi, denetim hizmet bedeli olan yapı maliyetinin
%3’ü, %50‐%70 aralığında indirim yapılarak üstlenilmektedir. Hizmet bedelinin önemli
ölçüde düşürülmüş olması, etkili bir yapı denetimin yapılmasını önlediği gibi, haksız
rekabeti de doğurmaktadır. İşini doğru yapmaya çalışan birçok yapı denetim kuruluşu,
ne yazık ki haksız rekabet karşısında mağdur duruma düşmektedir.
4708 sayılı yasanın yapı üretim sürecinde bir şantiye şefinin bulundurulmasına
zorunluluk getirmemiş olması büyük bir eksiklikti. Odamız 5 Şubat 2008 tarihinde
çıkarılan “Yapı Denetim Uygulama Yönetmeliğini” ile bu eksikliğin giderileceğini
düşünürken, Bayındırlık ve İskan Bakanlığı tarafından yayınlanan bir genelge, sorunu
çözülemez bir noktaya getirmiştir.Bu uygulama ile inşaat üretim sürecinde yeni bir
“imzacılık” anlayışı kurumsallaşmıştır. Yapı üretiminin ve denetiminin okulu olarak
bildiğimiz Bayındırlık ve İskan Bakanlığı, “Şantiye Şefinin” ne olduğunu, ne yapması
gerektiğini bir kez daha gözden geçirmek zorundadır.
Bazı belediyelerin mühendis ve mimarlardan proje denetiminin olmazsa olmazlarından
olan “Proje Müellifi Sicil Durum Belgesi”ni istememesi; mesleğini yapıp yapmadığı belli
olmayan, sadece diplomasını kullanarak imzacılık yapmaya hevesli bazı mühendis ve
mimarların “haksız rekabete” soyunmalarına neden olmaktadır. Gerek proje yapan,
gerekse şantiye şefliği yapmak isteyen mühendis ve mimarların mesleki kısıtlılıklarının
olup olmadığının belgelendirilmesi önemli ve gerekmektedir. Bu belgeyi düzenleyecek
olan kuruluş da açıktır ki bütün dünyada olduğu gibi bizde de Meslek Odaları’dır.
4708 Sayılı Kanuna İlişkin Değişiklik Önerilerimiz
Yapı denetim uygulamasının geçtiğimiz dokuz yıl içinde yürürlükte olduğu sınırlı alanda
dahi olsa, yapı güvenliği sorununda olumlu bir gelişmeyi sağladığı söylenebilir. Ancak
yukarıdaki tespitler ışığında yasal, yönetsel ve uygulamaya dönük olarak köklü
değişiklere ihtiyaç duyulmaktadır. Bu kapsamda;
Yasanın 19 ille sınırlı olarak uygulanması, topraklarının büyük bölümü
deprem kuşağında bulunan bir ülke için kabul edilemez bir durumdur. “Pilot
uygulama” adı altında iki farklı sistem uygulanmaktadır. Depremselliği aynı,
yaşam koşulları aynı, sorunları aynı olan coğrafyada, iki farklı sistemin varlığı,
anlaşılması ve anlatılması imkânsız olan, dünyadaki tek örnektir. Yapı
denetim uygulaması bütün ülkeye yaygınlaştırılmalıdır.
Bütün kamu yapıları yasa kapsamına alınmalıdır.
Yapı denetçileri, mesleki eğitim ve sınav başarısından sonra
sertifikalandırılmalıdır. Meslek odalarına bu konuda belirleyici bir rol
verilmelidir.
10
Yapı denetim kuruluşlarının denetimi ve ceza sisteminde halen uygulanmakta
olan yöntem sorunludur. Kapatma yerine sistemin daha doğru işleyişini
sağlayacak para cezaları vb. yaptırımlar uygulanmalıdır.
Müteahhit tanımı ve sorumlulukları üzerindeki belirsizlik varlığını
korumaktadır. Yapı müteahhitleri müteahhitlik hizmetinden dolayı gelir elde
eden kurumsal yapılar olmaktan ziyade, o yapının rantını elde etmek üzere
şekillenmiş geçici organizasyonlar niteliğindedir. Dolayısıyla teknik
kurumsallaşması ve kadrolaşması mümkün olamamaktadır. Yapı üretimi
düzeninin asli öğelerinden olan müteahhitlik kurumu meslekten olmayanlara
kapatılmalıdır.
Gerek yapılar için, gerekse yapı üretim sürecinde bulunan ve sorumluluk
üstlenenler için, “Mali Sorumluluk Sigortası” ve “Mesleki Sorumluluk
Sigortası” mevcut değildir. Bu durum tüketici ile teknik elemanları güvence
dışı bırakmaktadır. Yapı denetim uygulamasını sağlam bir zemine oturtacak
yapı sigortası ve mesleki sorumluluk sigortası sistemine geçilmelidir.
Yapı denetim uygulamasını yönlendiren kararlar, sistemin bütün öğelerinin
yer alacağı süreçlerde oluşturulmalıdır.
Denetim ücretlerinde haksız rekabet önlenmeli ve denetimin “kamu yararı”
niteliğine uyumlu bir model geliştirilmelidir.
Bugünkü gevşek sertifikalama sonra da cezalandırma yoluyla belirli bir
kaliteye ulaşma yönteminin başarısız kaldığı ortadadır. Bir kamu görevi
yerine getiren Yapı denetim kuruluşlarının güvenilen, saygı gösterilen
kurumlar olmasını sağlayabilmek için yetkilendirilmelerine ilişkin koşulların
doğru düzenlenmesi gerekmektedir.
Ticari yanı ağır basan zoraki çok elemanlı, hantal yapılı, mali açıdan çok
külfetli şirket modeli yerine; üstün mesleki ve ahlaki niteliklere sahip yapı
denetçilerinin etkinliğine dayalı bir Yapı Denetim Uygulaması modeli
geliştirilmelidir.
Yapı denetimi konusu, bütünü itibariyle bir “meslek değil”, bir meslek
insanının yani mühendis ve mimarın yapması gereken bir faaliyet alanı olarak
kabul edilmelidir.
Yapı denetim sisteminde yaşanan birçok sorunun temelinde denetim
mühendis ve mimarlarının belgelendirilmesi ve sertifikalandırılmasında
uygulanan yöntem yanlışlığı yatmaktadır. 12 yılını doldurmuş tüm mühendis
ve mimarlara herhangi bir bilgi ve deneyim sahibi olup olmadığı sınanmadan
Denetçi Belgesi verilebilmektedir. Bu durum gerek proje, gerekse yapı
denetiminin gerçek anlamda yapılma şartını ortadan kaldırmaktadır. Yapı
üretim sürecinde bulunan meslek insanlarının sertifikalı olması, meslek içi
eğitim seminerlerine ve kurslarına katılmalarının zorunlu olması, sistemin
sağlıklı işlemesi açısından son derece önemlidir. Denetçilerin
belgelendirmesi ve sicillerinin tutulması işi meslek odaları ile koordineli
olarak yürütülmelidir.
Denetçilik konusu bugün için işin gereğini yerine getirmeden öteye
emeklilere ikinci bir iş, ikinci bir emeklilik ücreti sağlayan bir mekanizmaya
dönüşmüştür. 1999 depremleri sonrası çıkarılan ve sonradan yürürlükten
11
kaldırılan 601 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin içeriği ve önemi bir kez
daha hatırlanmalıdır.
Laboratuarların çalışmaları denetlenememektedir. Kamu kuruluşlarına ait
laboratuarların hizmet vermesinin engellenmesi, az sayıdaki laboratuarın
kalitelerinin artmasını sağlamamış, tam tersi bir etki yaratmıştır.
İlgili yasaya göre yapı denetim kuruluşlarının yapı sahipleri tarafından
belirlenmesi gerekirken, uygulamada yapı denetim kuruluşları müteahhitler
ile yüz yüze gelmekte, bu durum haksız rekabet koşullarına neden olmakta,
ilgili yasa ve yönetmelikler daha işin başında devre dışı kalmaktadır.
TOKİ, KİPTAŞ ve benzeri kuruluşların inşaatlarının denetimi yapı denetim
sistemi içersine dahil edilmelidir.
5 Şubat 2008 tarihli Yapı Denetimi Uygulama Yönetmeliği ile getirilen
yapılarda şantiye şefi bulundurma zorunluluğu teknik ve bilimsel kurallara
dayandırılmadığı için doğru uygulanamamaktadır. Bir mühendisin 30.000 m²
sınırına kadar birçok işin şantiye şefliğini üstlenebilmesi “imzacılık” olarak
adlandırdığımız bir sistemi özendirmektedir.
Yapı denetim sisteminin tam anlamıyla işlerliğe kavuşturulması, deprem güvenli yapı
üretiminin güvencesi olacaktır.Bu bağlamda Depreme karşı mevzuat değişikliği talebinin
odak noktasında Yapı Denetim Yasası bulunmaktadır.
AB Standartları ve Kentsel Gelişme
Avrupa Mekânsal Gelişim Perspektifi ve ilgili AB karar ve hedef belgelerinde belirtildiği
gibi, AB’nin sürdürülebilir kentsel gelişme ve yenileme için dört hedefine bağlı kalmayı
zorunlu görmektedir. Bunlar,
• Kasaba ve kentlerdeki ekonomik gelişmişlik ve istihdam olanaklarını artırmak,
• Kentsel alanlarda eşitlik ve sosyal katılımı özendirmek,
• Kentsel çevreyi korumak ve iyileştirmek
• İyi yönetişime ve yerelin güçlendirilmesine katkıda bulunmak.
Öte yandan, bütüncül ve koordineli bir kentsel yenileşmeyi sağlamak ve stratejik
planlama ve program geliştirmek için görülebilir bir kapasitenin oluşturulması
gerekliliğine vurgu yapılmaktadır.
• Geniş ve bir dizi paydaş tarafından paylaşılan bir vizyonun değişik düzeylerde
geliştirilmesi, (Büyükşehir, ilçe ve mahalle).
• Belirlenmiş olan vizyonun gerçekleşmesi için başarılması gereken stratejik
hedeflerin saptanması,
• Bir dizi kamu, özel ve gönüllü/toplum sektörü paydaşının katılımını garantilemek
için ortaklık çalışmasının yaratılması,
• Türkiye’de bulunan kentleri deprem güvenli bir noktaya çekmek için kentsel
dokuları iyileştirmek, milyonlarca yurttaşın taahhüt ve yatırımlarını güvence
altına alarak, toplum tabanlı bir yenileşme yaklaşımının geliştirilmesi,
• Stratejik hedefleri gerçekleştirecek proje gruplarının oluşturulması,
12
• Proje geliştirip, gerçekleştirilmesini sağlamak için, yüksek nitelikli kentsel gelişim
proje yönetiminin oluşturulması,
• Gelecek 20 yıl boyunca gerekli olan büyük miktardaki inşaat çalışmalarının, kamu
yönetici ve yetkilileri tarafından, saydam ve hesap verebilir bir biçimde ihale
edilmesi,
• Neyin yapılabilir, nelerin yapılamaz olduğunu belirleyip, sonra da deneyimleri
kurumsallaştırarak yeni program ve proje gerçekleştirilmesi gibi konuları izleme
ve değerlendirme kapasitesinin geliştirilmesi, bağlamında değerlendirme
yapılmaktadır.
ÜLKEMİZİN DEPREMSELLİĞİ,
İstanbul’un Depreme Hazırlanması Çalışmaları
Bugüne kadar, İstanbul’un yenilenmesine ve deprem güvenli olmasına yönelik yapılan
“stratejik” öneme sahip çalışmalara baktığımızda;
• İstanbul’un karşı karşıya kaldığı deprem tehlikesinin belirlenmesini sağlayan
JİCA çalışması, (2001)
• İstanbul’un deprem riskini azaltmaya yönelik olarak yeni karar ve önerileri
ortaya koyan İstanbul Deprem Master Planı, (2003)
• İstanbul’da mahalle ölçeğinde yapılacak yenileme çalışmalarına yönelik olarak
“İstanbul Mahalle Yenileştirme Stratejisi ve Yatırım Programı” çalışması‐ Kentsel
Dönüşüm/Yenileştirme (2003)
• 1.Deprem Şurası çalışmaları ve dökümanları (2004)
görebiliriz.
Japonya İşbirliği Kurumu (JİCA) tarafından finanse edilen çalışmada, bir deprem olması
durumunda yapılması gerekli acil önlemlerin altı çizilmiştir.
• Acil durumlar için ulaşımın sağlanması,
• Deprem sonrası toplanma alanlarının belirlenmesi,
• İstanbul’un öncelikli deprem riski taşıyan ilçelerine yönelik bir duyarlılığın
oluşturulması,
• İstanbul’da bulunan 725.000 yapıdan 60.000’i (%8,2)’sinin ağır hasar,
70.000’nin (%9,5) orta hasar göreceği,
• 8.832.000 toplam nüfusa sahip İstanbul’da yaşanacak bir depremde, 87.000
kişinin öleceği (%1), 135.000 kişinin ağır yaralanacağı ifade edilmektedir. Oysa
İstanbul’un nüfusu 12 milyonu aştığı gibi, 1.400.000’ne ulaşan bir yapı stokuna
sahip olduğu da bilinen bir gerçektir.
Kentlerimizde Bulunan Yapı Stokunun Durumu
• Kentlerimizde bulunan yapıların çoğunluğu kaçak ve denetimsiz olarak
yapılmıştır.
13
• Deniz kıyıları, dolgu alanları, dere yatakları ve çevresi ciddi bir riskle karşı
karşıyadır.
• Kentlerimizdeki benzin istasyonları, yanıcı, zehirleyici ve kirletici maddelerin
işlendiği, depolandığı ve dağıtıldığı yerlerde ciddi bir denetimsizlik vardır. Bu tür
aktiviteler çoğu kez iskan alanlarıyla iç içedir.
• Varolan yapı stokunun büyük çoğunluğu, deprem yönetmelikleri dikkate alınarak
yapılmamıştır. Yapılar ya mühendislik hizmeti olmadan üretilmiştir ya da yeterli
düzeyde mühendislik hizmeti almamıştır.
• Binaların güçlendirilmesine ilişkin yeterli ve kurumsal ölçekteki bilgiler son
derece yetersizdir.
• Okullar, hastaneler, itfaiye binaları, köprüler ve diğer kamu binalarının deprem
güvenlikleri son derece azdır. Bu yapılar büyük bir risk taşımaktadır.
• Tarihi yarımada da bulunan ve korunması gereken yapılarla birlikte, diğer
yerlerde bulunan tarihi ve kültürel yapılar büyük bir risk altındadır.
• Deprem anı ve sonrasının yara sarma anlayışı yerine, zarar azaltmaya yönelik
risk yönetiminin oluşturulmasına önemli ölçüde ihtiyaç vardır.
• Sanayi ve ticaret yapıları, endüstri tesisleri, toplu insanların çalıştığı iş yerleri
önemli deprem riski taşımaktadır.
Proje ve Yapı Üretiminde Karşılaşılan Sorunlar
2008 yılında Yapı Denetim kuruluşlarından İnşaat Mühendisleri Odası İstanbul
Şubesi’ne onaylı olarak gelen 1031 adet proje incelenmiştir. İncelenen bu projeler,
toplam proje sayısının %9’unu oluşturmaktadır. Şubemize gelen bu projelerin bazıları
belediyeler tarafından istendiği için, bazıları mal sahiplerinin talep etmesi üzerine,
bazıları da Yapı Denetim Kuruluşlarının denetim isteği nedeniyle Odamıza
gönderilmiştir.
Odamıza gelen bu projelerin beton sınıfları, zemin sınıfları ve yapı düzensizlikleri
açısından genel özellikleri belirlenmiştir. Ayrıca kat adetlerine bağlı olarak da 5
kategoriye ayrılmıştır. Toplam 1031 adet projenin %3’ünün C20; %65’inin C25;
%30’unun C30; %2’sininde C35 beton sınıfında oldukları belirlenmiştir.
Projeler değerlendirilirken 5 Şubat 2008 tarihli “Yapı Denetim Uygulama
Yönetmeliği”nin “StatikBetonarme
Proje Kontrol Formu” esas alınmıştır. Projeler,
Mimari‐Statik proje uyumu ve hesap sunumu, Yapısal Çözümleme, Kesit Hesapları ve
Çizimler esas alınarak değerlendirilmiştir.
Toplam 1031 adet projenin %62’sinde mimari‐statik proje uyumsuzluğu,
%9’unda yük analizlerinin eksikliği, %24’ünde ise hesap çıktılarının eksik
verildiği görülmüştür.
Projelerin %33’ünde yük seçimi, %38’inde taşıyıcı sistem modeli ve hesap
analizi uyumsuzluğu, %17’sinde yatay analiz, %16’sında düzensizlik
kontrollerinden kaynaklanan hatalar görülmüştür.
Bu bağlamda, çoğu zaman döşeme ve kiriş yüklerinin mimari proje ile uyumlu
olmadığı ve toprak yükü etkilerinin dikkate alınmadığı da saptanmıştır.
Kullanılan hesap programında seçilen çözüm yönteminin yürürlükte bulunan
yönetmelik, genelge, şartname ve standartlara uygun olmadığı; kullanılan hesap
programının analiz yöntemine uygun olmadığı; kullanılan analiz programında
14
taşıyıcı sistem matematik modelinin doğru olmadığı gibi, eleman bilgilerinin de
doğru girilmediği görülen konulardandır.
Toplam bina sayısına ve kat adetlerine bağlı olarak “Yapısal Çözümleme Hataları” da
incelenmiştir. Bu bağlamda;
• Yük seçimi hatalarının %33, taşıyıcı sistem model hatalarının %38, yatay analiz
hatalarının %17, düzensizlik kontrollerinin ise %16 düzeyinde olduğu
belirlenmiştir.
• 1031 adet binaya ait projenin incelenmesinde, kesit hesaplarıyla ilgili
yetersizlikler tespit edilmiştir.
• Projelerin %22’sinde minimum boyut şartı, %21’inde minimum donatı şartı,
%6’sında kısa kolon oluşumu %14’ününde süneklik kontrolünün yapılmadığı
görülmüştür.
• Projelerin %34’ünde temel hesabı, %6’sında sehim kontrolü yetersizlikleri
bulunmaktadır.
• İlgili yönetmeliklere göre minimum boyut ve donatı şartının sağlanmamasıyla
birlikte, kısa kolon oluşumunda yönetmelik kontrollerinin de yapılmadığı
görüşülmüştür.
• Kolonların kirişlerden güçlü olması, kolon ve kirişlerin kesme kontrollerinin
yapılmaması, kolon kiriş birleşim bölgelerinde sünekliğin yönetmeliğe uygun
olmadığı da görülen bir durumdur.
• Yine temel hesaplarında alınan parametrelerin zemin etüdü ile uyumlu olmadığı,
kazıklı temellerde gerekli hesapların yapılmadığı, zımbalama ile ilgili olarakta
gerekli kontroller yapılmamıştır.
• Yönetmelik ve standartlarda belirlenmiş olan sehim sınırlarının aşılıp
aşılmamasıyla ilgili olarak gerekli kontroller yapılmamıştır.
• 1031 adet projenin %34’ünde hesap ve çizim uyumsuzluğu, %9’unda çizim
olumsuzluğu, %72’sinde genel çizim eksiklikleri, %40’ında da donatı kenetlenme
boyu, eklenmesi ve yerleştirilmesiyle ilgili hatalar ve eksikliklerde belirlenmiştir.
• Statik hesap sonuçlarının çizim paftalarına aktarılmadığı veya yanlış aktarılması;
temel ve kat kalıp planlarının, donatı planlarının, merdiven kalıp ve donatı
planlarının ya hiç çizilmemasi ya da eksik ve hatalı olması belirlenen eksiklikler
arasındadır.
• Kiriş detay açılımları, kolon aplikasyon planları ve kolon boy detaylarının
yapının tümü için çizilmediği, ya da yanlış çizildiği ve eksik olduğu saptanmıştır.
• Detay ve kalıp çizimlerinin uygulama için yeterli olmadığı, ölçü ve okunmada
sorun olduğu, donatı kenetlenme boyları, donatı ekleri ve donatı
yerleştirilmesinin yönetmeliklere uygun olmadığı da belirlenmiştir.
• Statik kat ve kalıp planları ile mimari kat ve planların birbirleriyle uyumlu
olmadığı, statik projelerin toplam aks, aralık ve ölçüleri ile mimari proje arasında
uyumsuzlukların olduğu saptanmıştır.
Depreme güvenli bina ile ilgili olarak zemin konusu yerli yersiz birçok insan tarafından
gündeme getirilmiş olmasına karşın; Zemin Etüdü ve Geoteknik raporlardaki
parametreler ile taşıyıcı sistem tasarımı ve temel tasarımında kullanılan parametreler
uyumlu olması gerekir. Ne yazık ki bu uyumda da ciddi problemler vardır. Zemin etüt
raporlarında sorunlu ve zayıf zeminlerde zemin problemlerinin nasıl giderilmesi
gerektiği, zeminlerin nasıl iyileştirileceğine ilişkin değerlendirmeler de bulunmalıdır.
15
Kazıklı temel yapılması durumunda, kazıkların taşıma kapasiteleri ve hesapların
yapılması için gerekli parametrelerin tümünün raporlarda bulunması gerekirken, ciddi
eksikliklerinin olduğu da görülmektedir.
Yük analizlerinin ve yük seçimlerinin yapılması durumlarında, yapıda kullanılan farklı
döşeme detayları kontrol edilmeli, yapıda kullanılması düşünülen duvar ve cephe
yükleride mimari projeyle uyumlu olmalıdır.
Yapı Stokunun Deprem Güvenliğine İlişkin Yapılan Çalışmalar
Deprem bölgelerinde bulunan kamu binalarına yönelik olarak, değerlendirilmesi
yapılacak bina sayısının 77.522 olduğu belirlenmiştir. Bu binalarla ilgili olarak inceleme
ve güvenlik değerlendirmesi yapılan bina sayısının 17.304 olduğu, bu binaların 1032
adedinin güçlendirme projelerinin hazırlanmış olduğu belirlenmiştir. Ayrıca,
güçlendirme imalatı tamamlanan ve güçlendirmesi devam eden bina sayısı ise 764
olarak görülmektedir.
15 Mayıs 2009 tarihinde İnşaat Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi tarafından
düzenlenen “4.İstanbul ve Deprem Sempozyumu” kapsamında sunulan bir bildiriden
anlaşıldığına göre; İSMEP kapsamında güçlendirilmesi gerekli olan hastanelerin 308,
güçlendirilecek hastane bina sayısının 130; güçlendirilmesi gereken semt polikliniği
sayısının 241, güçlendirilecek bina sayısının 14; güçlendirilmesi gerekli olan okul
sayısının 1783, güçlendirilecek okul bina sayısının 598; güçlendirilmesi gerekli olan
idari bina sayısının 68; güçlendirilecek bina sayısının 45, güçlendirilmesi gerekli olan
öğrenci yurtları sayısının 46; güçlendirilecek öğrenci yurtları bina sayısının 26; Sosyal
Hizmet Bina sayısının 27, güçlendirilecek bina sayısının ise 17 olduğu belirlenmiştir.
İstanbul’da da toplam 2473 Kamu binasından 847’sinin güçlendirilmesinin
kararlaştırıldığı (programa alındığı) bir kısmının güçlendirildiği anlaşılmaktadır.
Yine, 1999 Gölcük ve Düzce depremlerinden önce Dünya Bankası Kredisi ile
gerçekleştirilen proje kapsamında, İstanbul ve İzmir’de deprem dayanımları incelenen
hastanelerin toplam sayısı 56’dır. Bu hastanelerde bulunan toplam bina sayısı ise
644’tür. Güçlendirilmesi gereken ve güçlendirme projesi hazırlanan bina sayısı ise 508
adettir. Görüldüğü gibi güçlendirilmesi gereken binaların oranı %78 olmaktadır.
İstanbul’da deprem dayanımları incelenen Devlet Hastaneleri sayısının 26 olduğu; bu
hastanelerdeki toplam bina sayısının ise 323 olduğu belirlenmiş olup, güçlendirilmesi
gereken ve güçlendirilme projeleri hazırlanan bina sayısı ise 279 dur. Güçlendirilmesi
gereken hastane binalarının oranı ise %86 olarak belirlenmiştir. Yukarıda ifade
ettiğimiz hastane binaları içerisinde Üniversite Hastane Binaları bulunmamaktadır.
İzmir’de deprem dayanımları incelenen devlet, SSK, belediye, üniversite ve ordu
hastanelerinin sayısı 30’dur.
Bu hastanelerde bulunan toplam bina sayısı 321, güçlendirilmesi gereken ve
güçlendirme projeleri hazırlanan bina sayısı ise 225’tir. Güçlendirilmesi gereken
binaların oranı, toplam bina içindeki sayıya bakıldığında %70’e ulaşmaktadır.
16
2007 yılında yürürlüğe giren “Deprem Bölgelerinde Yapılacak Binalar Hakkında
Yönetmelik” hükümlerine göre; binalarımızda kullanılması gereken beton basınç
dayanımlarının 20 MPa’dan daha düşük değerde olmaması gerekmektedir.
İnşaat Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi, “Beton Araştırma ve Geliştirme
Laboratuvarı” 19982004
yılları arasında İstanbul ve çevresinde bulunan 1178
binadan 6076 örnek (karot) almıştır.Ortaya çıkan ortalama basınç dayanımı 8,19
MPa’dır.
Yine, Prof. Dr. Erbil ÖZTEKİN İstanbul ve çevresinden 2001 yılında 511 binadan almış
olduğu karotların ortalama beton basınç dayanımı 9.00 MPa; Prof. Dr. Turan
ÖZTURAN’ın 2000 yılında Kocaeli, Adapazarı ve İstanbul’da bulunan toplam 60 binadan
almış olduğu karotların beton basınç dayanımları 10.00 MPa; Prof.Dr. Mehmet UYAN’ın
1993 yılında Erzincan’da bulunan 50 binadan almış olduğu karotların ortalama basınç
dayanımları 6.00 MPa; Kadıköy Belediye’sinin 287 binadan almış olduğu karotların
ortalama basınç dayanımları da 6.00 MPa; Yine İnşaat Mühendisleri Odası İstanbul
Şubesi Araştırma ve Geliştirme Laboratuvarı tarafından 2005~2009 yılları arasında
310 binadan almış olduğu 2300 karotun ortalama basınç dayanımı da 9.00 MPa’nın
altında kaldığı görülmüştür.
1992 yılında İnşaat Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi, inşaat halinde bulunan 228
binada inceleme yapmıştır. İnşaat halindeki binaların 109 adedinin projeli olarak
yapıldığı, 119 adedinin ise projesiz yapıldığı belirlenmiştir. Projesi olan yapıların 84
adedinin (%77) projesine uygun olarak üretilmediği, projesi olan inşaatların
%92’sininde gerekli olan teknik şartların karşılamadığı anlaşılmıştır.
Sayıştay tarafından 1999 depremi sonrası 19982000
yılları baz alınarak yapılan bir
incelemeye göre; Avcılar Belediyesi 856 yapı için yapı tadil zaptı tutarak yıkım kararı ve
para cezası uygulanması kararı almış, ancak 8 yapıda bu karar uygulanmıştır.
Maltepe Belediyesi 581 yapının yapı tadil zaptını tutarak yıkım kararı ve para cezası
uygulanması kararlaştırılmış, bu kararın ancak 10 adedi uygulanabilmiştir. Bağcılar
Belediyesi 5411 binada yapı tadil zaptı tutarak yıkım ve para cezası uygulaması kararı
almış, ancak bu kararın 21’i uygulanmıştır.
Bakırköy Belediyesi 590 adet yapı tadil zaptı tutmuş, bu kararın hiçbiri
uygulanmamıştır.
İnşaat Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi tarafından 2002 yılı baz alınarak
incelenen 200 adet bina projesinin %90’ı yönetmeliklere ve gerekli olan mühendislik
kurallarına uygun olarak üretilmemiş, İnşaat mühendisleri Odası İstanbul Şubesi
tarafından düzenlenen Ulusal Beton Kongresi’nin 2003,2005 ve 2007 kongrelerinde
sunulan bildirilere bakıldığında; İstanbul ve benzeri kentlerimizde bulunan
binalarımızın ve diğer yapılarımızın önemlice bir kısmında kullanılan malzemelerin
standartlara uygun olmadığı, zemin ve yapı arasındaki ilişkinin sağlıklı olarak
kurulamadığı, kullanımdan ve yaşlanmadan kaynaklanan yıpranmanın olduğu ve yine
yapılarımızın önemlice bir kısmında korozyonun (paslanmanın) bulunduğu
belirlenmiştir. Betonarme yapılarda bulunan çelik donatının korozyona uğraması,
yapının deprem güvenliğini önemli ölçüde etkilemektedir.
17
Yine İstanbul’da 125000 konut üzerinde yapılan bir incelmeyi Bayındırlık ve İskan eski
bakanı sayın Faruk ÖZAK bir soru önergesi nedeniyle cevaplandırmış; Bu konutların
%25’inde zeminden kaynaklanan sorunların olduğu, %16’sında yaşlanmaya bağlı
yıpranmanın olduğu, %64’ünde korozyonun oluştuğu, %90’ında kullanılan
malzemelerin standartlara uygun olmadığının belirlendiğini ifade etmiştir.
Özetle;
• İmar ve Yapı Denetimi sisteminin risk yönetimini kapsayacak biçimde
yenilenmesi, zarar azaltma kapsamında gerekli kurumsal yapılanma, mevzuat
düzenlemeleri, toplumun afet tehlikesi ve riski konusunda bilinçlendirilmesi ve
bu konularda Kamu kurum ve kuruluşları ile çeşitli meslek gruplarının etkin bir
iş birliği gerekmektedir.
• Modern bir afet yönetimi sistemi kapsamında, ulusal ve metropolitan ölçekten,
yapı ölçeğine kadar planlama gereklidir.
• Mevcut mevzuatın depreme hazırlanmayı ve riskleri azaltmayı öngören "tehlike"
ve "risk" kavramlarını da içerecek bir anlayışla, bütüncül olarak yeniden ele
alınması gerekmektedir.
• İmar yasasında; Mikro bölgeleme, Kentsel risk sektörleri, sakınım planı ve yeni
imar araçlarının yer almalıdır.
• Yasal düzenlemelerin bir bütün içinde ele alınması gerekir. Bu kapsamda, İmar
Kanunu, Yapı Denetim Kanunu, Yapı Kanunu, Kentsel Dönüşüm Kanunu,
Mühendislik Mimarlık Hakkında Kanun ve mesleki sorumluluk sigortası ile ilgili
kanunlar bir bütün olarak düşünülmeli, parçacıl bir anlayıştan vazgeçilmelidir.
• Kaçak ve mühendislik hizmeti almadan üretilen yapıların önüne geçilmeli;
güvenli bir yapı ve sağlıklı bir çevrenin oluşması için imar planları bilimsel
ölçütler dikkate alınarak düzenlenmeli ve imar işlerine ilişkin planların yapımı
ve denetimi, çalışmaların ilk halkalarını oluşturmalıdır.
• Deprem güvenliği olmayan okulların, hastanelerin, diğer kamu binalarının,
insanların toplu olarak çalıştıkları işyerlerinin, endüstri tesislerimizin, konutların
ve benzeri yapıların; güçlendirilmeleri veya yıkılıp yeniden yapılmaları
gerekmektedir.
• Kentlerimizde yeni arsa üretmek, yeni yerleşim yerleri açmak, kentin sorunlarını
çözmediği gibi yerine ulaşmayan bir yatırım olarak karşımıza çıkmaktadır.
• Kentsel Dönüşüm uygulamaları bir imar hakkı artırımı olarak görülmemeli; bu
uygulamaların ortaya çıkardığı yeni kazanımların kamuya geri dönüşümü
sağlanmalıdır.
• Kentlerimizi yönetenler, kaynak konusunu, yenileme ve dönüşümle ilgili araçları,
yöntem ve stratejileri iyi belirlemeli, bütünlüklü bir planlama yerine, projeler
üzerinden yürütülen çalışmalardan kesinlikle vazgeçilmelidir.
• Kentsel dönüşüm uygulamalarının bir bütünün bir parçası olduğu unutulmamalı,
kentsel yenilemenin bir sonucu olarak uzlaşmaya dayalı olması gerektiği
bilinmelidir.
18
• İlgili Meslek Odalarının deprem öncesi ve sonrasında yapılacak çalışmalara
kurumsal düzeyde katılımı ve yönetim mekanizmalarında yer almaları
sağlanmalıdır.
• Deprem sonrası yürütülecek hasar tespit çalışmalarında yararlanılacak
mühendislerin ilgili meslek odaları tarafından sertifikalandırılmaları ve
yetkilendirilmeleri sağlanmalıdır.
MÜHENDİSLİK VE MİMARLIK HAKKINDA KANUN
Bayındırlık ve imar etkinliklerinin en önemli aktörü olan mühendisler, mimarlar ve
şehir plancıları ile bunların ürettiği mühendislik ve mimarlık hizmetleri olmaksızın, bir
ülkede diğer hizmetlerin arzu edilen şekilde verildiğinden söz edilemez. Mühendis,
Mimar ve Şehir Plancılarının içinde bulunmadığı ekonomik bir etkinlik, toplumsal bir
hizmet ve sektör düşünülemeyeceği açıktır. Bu gerçek, içinde yaşadığımız bilgi ve
teknoloji çağında daha da iyi anlaşılmaktadır. Son yarım yüzyılda gerçekleşen önemli
teknolojik gelişmeler nedeniyle, mühendislerin ve diğer teknik elamanların önemi daha
da artmış; bu elemanların eğitim, deneyim ve yetkinlikleri ile nasıl bir bilgi ve beceri ile
donatılmaları gerektiği konusu özel bir önem kazanmıştır.
Ülkemizde mühendislik ve mimarlık meslekleri, 1938 tarihli 3458 Sayılı Mühendislik ve
Mimarlık Hakkındaki Kanun çerçevesinde yürütülmektedir. Bu Kanun’a göre, diploması
olan her mühendis ve mimara, herhangi bir meslekî tecrübe şartı aranmaksızın, sınırsız
mesleki yetki verilmektedir. Bu durum, hizmetin niteliği ve güvenliği açısından zaman
zaman sakıncalar oluşturmaktadır.
Ne yazık ki, Ülkemizde bir işi yapabilme yeterliliğini haiz olmanın ölçütü olarak, diploma
sahibi olmak yeterli görülmekte; diploma, mühendis ya da mimarın o konuda eğitim
almış kişi olduğunu göstermek yanı sıra, o alandaki işi yetkinlikle yapabilmenin de
göstergesi sayılmaktadır. Oysa, diplomanın belgelediği eğitim her koşulda çok önemli ve
gerekli ise de, bir işi gerektiği gibi yapabilmenin ölçütü olarak yalnız başına yeterli
değildir.Bunun, öğretici, geliştirici, olgunlaştırıcı ve düzeyli bir uygulama deneyimi ile
tamamlanması, bir başka deyişle, mühendisin düzeyli bir uygulamanın içinde pişmesi,
erginleşmesi gerekmektedir.
Ülkemizde depremlerle birlikte yaşama zorunluluğu nedeniyle, hasar ve zarar azaltıcı
önlemlerin alınması gerekmektedir. Alınması gereken önlemlerin başta geleni de, imar
ve inşaat faaliyetlerinde görev alan mühendislerin, normların ve süreçlerin çağdaş
gelişmelere uygun şekilde belirlenip düzenlenmesidir.
Doğal âfetler göz ardı edilerek yapılan uygulamalar, önemli can ve mal kaybına neden
olmaktadır. Uygulamada bu konuda çok önemli bir husus olan deneyimli ve yetkin
mühendislerden yeterince yararlanılmaması, özelde deprem ve genelde âfet risklerinin
yeterince ciddiye alınmadığı anlamına gelmektedir.
Bu anlayış çerçevesinde, gelişmiş ülkelerde olduğu gibi, ülkemizde de, mesleği etkin
biçimde uygulayabilmek için yeterli bilgi ve beceri ile donanmış, yeterince deneyim
19
kazanmış ve etik davranışta bulunma alışkanlığı kazanmış mühendisler aracılığıyla
hizmet üretmeye gereksinim bulunmaktadır.
Halen yürürlükte olan 3458 Sayılı Mühendislik ve Mimarlık kanunun bu bağlamda
acilen yeniden düzenlenmesi gerekmektedir.
Yetkinlik konusu, Bayındırlık ve İskân Bakanlığı’nca, 29‐30 Eylül‐ 01 Ekim 2004 tarihleri
arasında İstanbul’da düzenlenen Deprem Şûrası’nda da gündeme gelmiş; Şûra öncesinde
komisyonlarda görüşülmüş, Şûra’da değerlendirilmiş ve Şûra Sonuç Bildirgesi’nde de,
teknik elemanların yetkinliklerinin artırılması hususunda hukukî düzenleme yapılması
öngörülmüştür.
İMO’nun konuya yaklaşımı
Özel sektörün ve kamunun hesap verilebilirliğinin sağlanabilmesi için nitelikli inşaat
mühendislerine olan ihtiyaç artırmıştır. Mühendislik hizmetlerinde sağlanacak
iyileşme; kamunun hizmet alımında kaliteyi yükselteceği gibi, kaynakların verimli
kullanılması suretiyle daha fazla hizmet ve katma değer elde edilmesini sağlamış
olacaktır.
Mühendislik hizmetlerinin kalitesinde görülen seviye düşüklüğünün topluma yüklediği
ağır maliyetleri ve kaynak israfını gören İnşaat Mühendisleri Odası, üyelerinin temel
bilgilerine ve mesleki deneyimlerine dayanan yetkinliklerin belirlenmesi ve
belgelenmesi yoluyla, deprem zararlarının azaltılması başta olmak üzere, inşaat
mühendisliğinin bütün alanlarında, kişiler ve toplum yararı ile çağdaş tekniklere ve etik
ilkelerine uygun, üstün nitelikli ve güvenilir mühendislik hizmetlerinin sunulmasına ve
bu hizmetlerle ilgili yanlış uygulamaların önlenmesine yönelik gelişmelere katkıda
bulunmak amacıyla “Yetkinlik Belgelendirme Yönetmeliği”ni hazırlamıştır.
İnşaat mühendislerinin yetkinliğini artırarak yeterli hizmet sunumunu sağlamak,
deneyim kazanarak, uzmanlaşmalarına yardımcı olmak ve böylelikle uzun vadede
mühendislik hizmetlerinin kalitesini artırmak üzere hayata geçirilen bu düzenleme ne
yazıktır ki, yasal mevzuata takılmış ve Danıştay tarafından yürütmesi durdurulmuştur.
İNŞAAT MÜHENDİSLİĞİ EĞİTİMİ
Günümüzün ve yakın geleceğin koşulları düşünebilen, araştırabilen, çözüm üretebilen ve
eksikliklerini tamamlayabilen mühendisler gerektirmektedir. Küreselleşme, sınır aşan
mühendislik, sanayileşmede yeni aşamalar, iletişim araçlarının hızlı gelişimi, ekonomik,
toplumsal ve kültürel değişimler ülkemizde inşaat mühendisliği alanını önemli ölçülerde
etkilemektedir.
Ülkemizdeki yatırımlarının büyük bir bölümünün yer aldığı inşaat mühendisliği alanında
nitelikli uygulamalar, ancak, çağdaş bir eğitim düzeni içinde çalışan eğitim kurumlarınca
yetiştirilen nitelikli mühendisler tarafından gerçekleştirilebilir.Bir yandan teknolojideki
hızlı gelişim, diğer yandan sayıları hızla artan üniversitelerimizin çoğalan ve biçim
değiştiren sorunları bugünkü mühendislik eğitiminin yeterliliğini tartışılır kılmaktadır.
Odamızın İnşaat Mühendisliği Eğitiminde Belirlediği Aksaklıklar
20
Odamızın hazırlamış olduğu İ“İnşaat Mühendisliği Eğitiminde Türkiye Gerçeği”
kitabında da vurgulandığı üzere inşaat mühendisliği öğrencileri aldıkları lisans
eğitiminin yeterli olmadığını ve ezbere dayandığını ifade etmektedirler.
Ülke gereksinimi, iş ve istihdam olanakları düşünülmeden, geleceğe yönelik
plansızlık içinde yeni inşaat mühendisliği bölümleri açılmaktadır. Yeni açılan
bölümlerde alt yapı ve öğretim kadrosu yetersizdir. Öğrenci kontenjanlarındaki
önlenemeyen artış, eğitim kalitesinin düşmesine yol açmaktadır.Yeni İnşaat
Mühendisliği Bölümü açılması yerine mevcutlardaki niteliğin artırılması ülkemizde
sağlıklı yatırımlar için büyük önem taşımaktadır.
Sık sık değiştirilen mevzuatlar ve öğrenci afları sonucu yetiştirilen mühendisin
niteliği de sürekli olarak düşmektedir. Mezun sayısının ülke gereksinimin çok
üzerinde olması inşaat mühendisi enflasyonuna neden olmakta ve buna bağlı olarak,
işsizlik ve düşük ücret sorununu doğurmaktadır. Bunların doğal sonucu olarak,
inşaat mühendisliği mesleğine talep azalmış, inşaat mühendisliği bölümlerindeki
başarı seviyesi de giderek düşmüştür. Gereksinimden çok fazla sayıda inşaat
mühendisliği bölümünün yarattığı mühendis fazlası, kaliteli hizmet üretimini
olumsuz yönde etkilemektedir.
Öğretim üyesi sayısının artırılması doğrultusunda yapılan düzenlemeler, öğretim
üyelerinin niteliğini önemli ölçüde düşürmüştür. İnşaat mühendisi olmayan öğretim
elemanları inşaat mühendisliği bölümlerinin kadrolu elemanları durumunda
bulunmakta ve meslek derslerini vermektedir. Verilen eğitimin niteliği öğretim
elemanlarının nitelikleriyle yakından ilgilidir. Bu durum eğitim düzeyinin aşağılara
çekilmiş olduğunun üzücü bir göstergesidir.
İlk ve orta eğitimden başlayan üniversite giriş sınavına endeksli eğitim sonucunda,
öğrenci düşünme ve tartışma yeteneğini yitirmektedir. Öğretim ve sınav sisteminin
bilgi depolamaya yönelik oluşu öğrenciyi ezbere zorlamakta, düşünsel gücü
aşındırmaktadır.
MESLEK İÇİ EĞİTİMLER
Bu noktada Odamızın meslek içi eğitim çalışmalarından kısaca bahsetmek isterim.
Bugün gelmiş olduğumuz dünyada diploma almış olmak, mühendislik yapmak için ön
şarttır ama yeterli şart değildir.
Çağımızda mühendislikle ilgili yeni ana ve alt başlıkların ortaya çıkması, bilginin çok
hızlı gündeme gelmesi ve eskimesi gibi nedenler yaşam boyu eğitimi gerekli kılmaktadır.
Bilgi ve teknolojideki hızlı gelişmeler, işyerlerinde ve kurumsal yapılardaki değişimler,
güncel bilgiye sahip eleman ihtiyacı İnşaat Mühendisleri Odasını üyelerinin okul sonrası
meslek içi eğitimini sağlama konusunda acil önlem almaya zorlamıştır.
Bu bağlamda İMO, 2006 yılında “TMMOB İnşaat Mühendisleri Odası Serbest İnşaat
Mühendisliği Hizmetleri Uygulama, Tescil, Denetim ve Belgelendirme Yönetmeliği”ni
yayımlamıştır.
Yönetmelik kapsamında, Serbest İnşaat Mühendisi olarak çalışmak isteyen üyelerimizin
mesleki faaliyetlerini sürdürebilmeleri için Odamızdan SİM belgesi almaları ve her iki
21
yılda bir yenilemeleri gerekmektedir.SİM belgesinin yenilenebilmesi için ise
üyelerimizin, Yönetmeliğin öngördüğü düzeyde meslek içi eğitime katılmaları
zorunludur.
Yaklaşık 4 yıldır uygulanmakta olan Yönetmelik çerçevesinde ülke genelinde 1170 adet
meslek içi eğitim semineri düzenlenmiş olup bu eğitimlere 80.141 üyemiz katılmıştır.
Sonuç Olarak
13194
sayılı imar yasası, yerleşme yerleri ve bu yerlerdeki yapılaşmaların, plan, fen,
sağlık ve çevre şartlarına uygun olarak oluşmasını sağlamak amacıyla düzenlenmiş
olmasına karşın; yapı denetiminin birinci halkası olan proje denetimi yerel
yönetimler, (Valilik, Belediye ve ruhsat vermeye yetkili idareler), yapı denetiminin
ikinci halkası olan yapı denetimi teknik uygulama sorumluları, (serbest çalışan
mühendis ve mimarlar) tarafından üstlenilmiştir. Bu uygulama 62 ilde
sürdürülmektedir.
Teknik uygulama sorumluluğunu yürüten meslek insanlarında, diploma dışında
hiçbir nitelik aranmamaktadır. Bu kişilerin faaliyetleri ne meslek odaları, nede
ilgili kuruluşlar tarafından denetlenememektedir. Ayrıca yerel yönetimlerde,
yeterli sayıda teknik elemanın bulunmaması ve yeterli donanıma sahip
olmamaları nedeniyle, etkin bir yapı denetim sistemi kurulamamıştır. 62 ilimizde
aynı anlayış bugün de devam etmektedir.
210.07.2000
tarihinde yürürlüğe giren, 595 Sayılı Yapı Denetimi Hakkında Kanun
Hükmünde Kararname’de; yapı denetiminde görev alacak uzman mühendis ve
mimarların bilgili, deneyimli, etik değerlere bağlı olmasını sağlamak amacıyla
çıkarılmış olmasına; “Mühendislik ve Mimarlık Hakkında Kanun ve Türk
Mühendis ve Mimar Odaları Birliği Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair
601 Sayılı Kanun Hakkında Kararname” işin ana halkasını oluşturmasına rağmen,
bu kararnamenin de yürürlükten kaldırılması bir talihsizlik olmuştur.
34708
Sayılı Yapı Denetimi Yasası 19 pilot ilde uygulanmış, beklenen denetim hizmeti
anlayışının ortaya çıkmasını sağlayamamıştır. Mühendis ve Mimarlara “denetçi
belgesi” verilmesi evresinde, sadece 12 yıllık meslek yaşının yeterli görülmesi
sistemin zayıf halkası olarak ortaya çıkmıştır. Hayatında proje yapmamış bir inşaat
mühendisinin, “proje denetçi belgesi” almış olması, denetim sürecinde olması
gereken teknik kaygıyı, ticari kaygının arkasına itmiştir. “İmzacılık” olarak tabir
edilen ve “TUS” sisteminde de görülen bu uygulama, haksız rekabet koşullarına
neden olduğu gibi, inşaat ruhsatı almanın formalitesine dönüşmüştür.
4Ülkemizde
70’e yakın inşaat mühendisliği diploması veren eğitim programı
bulunmaktadır. Bu okullarda farklı seviyelerde eğitim verilmekte, alınan
diplomalarla aynı seviyede hizmet üretilerek yetki kullanılabilmektedir.
Üniversitelerin ve inşaat mühendisi yetiştiren okullarımızın öğretim üyeleri, okulun
teknik donanımı, akademik düzeyi çerçevesinde olması gereken eğitim kriterleri
önemli ölçüde farklılıklar taşımaktadır. Can ve mal güvenliğini esas alan İnşaat
22
Mühendisliği’ne ilişkin okulların eğitim ve öğretim düzeyleri mutlaka yeterli
olmalıdır. Ne yazık ki, İnşaat Mühendisliği diploması veren ve İnşaat Mühendisliği
alanında hizmet üreten diploma sahibi birçok inşaat mühendisi, yeterli bir donanıma
sahip olmadan hizmet üretimi alanına çıkmaktadırlar. İnşaat mühendisliği alanında
mutlaka bir ihtiyaç planlamasının yapılması, talepten fazla inşaat mühendisinin
yetiştirilmesi yerine, nitelik artırımına yönelik bir programın dikkate alınması
gerekmektedir.
5Türkiye’de
Mühendislik ve Mimarlık Hizmetleri 1938 tarihinde çıkarılan 3458 Sayılı
“Mühendislik ve Mimarlık Hakkında Kanun” ile düzenlenmiştir. Bu kanunun
içeriği, mühendislik ve mimarlık diploması alan herkesin, sınırsız imza yetkisine
sahip olmasıdır. Bu mühendisler her türlü yapıyla ilgili olarak bu tüm yetkileri
kullanabilmektedir.
Bugün gelinen koşullarda, dünyanın hangi üniversitesinden mezun olursa olsun, hiç
kimsenin sadece okul eğitimi ve aldığı diploma ile “her şeyi yapabilir” noktada
olması beklenemez. Ülkemizde de inşaatların projesinin nitelik, zorluk ve
büyüklüğüne bakılmaksızın mühendis unvanını taşıyanlarca yapılması ve
denetlenmesi, önemli sorunlar doğurmaktadır. Yapı kalitesinin sürekli olarak
tartışılır olması, mühendislik mesleğinin de güvenirliğini azaltmaktadır. Bir
mühendislik okulunu bitirmiş olmak, mühendis olmanın ilk halkası olarak kabul
edilmelidir. Meslek yaşamında edinilen birikim, teknik bilgi düzeyinin yükselmesi,
insani ilişkiler, mesleğin etik ve ahlaki değerleri, üretilen hizmet üretimi ile bu
hizmet üretimi arasında doğru bir ilişkinin kurulmalı, teorik düzeyde edinilen
bilgilerin yapı üretim sürecinde uygulamaya girmeli, okul sonrası başlamak zorunda
olan ve hiçbir zaman sona ermeyecek “yaşam boyu eğitim” olarak adlandırılan bir
eğitim dönemini kapsamalıdır.
6İnşaat
mühendisliği alanının can ve mal güvenliğini esas alması nedeniyle çok önemli
olan bu hizmet üretimi, bilim ve inşaat mühendisliğinin ilkelerine uygun olmalıdır.
İnşaat mühendisinin yapacağı bir hata binlerce insanın yaşamının yok olmasına
neden olabilir. Herhangi bir yapının projesi ve inşaat yapım sürecinin emanet
edildiği meslek insanları (inşaat mühendisleri), aynı zamanda önemli bir riskin de
sorumluluğunu üstlenmektedirler. Bu meslek insanlarının, mutlaka mesleki
yeterliliğe sahip olmaları gerekir. İnşaat Mühendisleri Odası’nın, 1992 yılında
yaşamış olduğumuz Erzincan Depreminden buyana üzerinde çalıştığı ve altyapısını,
bilgisini ve kültürünü oluşturduğu, dünyanın birçok ülkesinde “yetkin mühendis,
sertifikalı mühendis veya profesyonel mühendis” olarak adlandırılan“Yetkin
Mühendislik” uygulaması, Deprem Şurası, Kentleşme Şurası ve İstanbul Deprem
Master Planı Kararları”na rağmen, halen yaşama alanı bulamamıştır. 1938 yılından
kalan ve sadece diploma şartına bağlı olarak mühendislik hizmeti üretilmesini
sağlayan anlayış, ne yazık ki kötü ve kalitesiz bir yapı üretiminin ve deprem
kayıplarının ana halkalarından birisi olarak karşımıza çıkmaktadır.
7Yapı
denetimi uygulamasında yer alan ve 4708 Sayılı Yapı Denetimi Yasası’nın
omurgasını oluşturan “Denetçi Mühendis ve Mimar” kavramı, Yetkin
23
mühendislik kavramı ile örtüştürülmelidir. Proje ve yapı denetim mühendisi
olabilmek; inşaat mühendisliği mesleğinde yeterli bir derinliğe sahip olmayı, etik
kurallara bağlı olmayı, ahlaki ölçülerde de gelişkin bir anlayışa sahip olmayı gerekli
kılmaktadır. Mesleki yeterlilik; meslek mensuplarının mesleki deneyimlerinin,
meslek ahlaklarının, bilgi düzeylerinin ve etik anlayışlarının değerlendirilmesidir.
Bütün dünyada olduğu gibi İnşaat Mühendisleri Odası bu uygulamanın olmazsa,
olmazlarından biri olmalıdır.
8Deprem
güvenliği olan yapı üretiminin olmazlarından biri de, inşaat yapım sürecinde
bulunan ve çalışan herkesin eğitimli olmaları zorunluluğudur. Bu kapsamda sadece
Ticaret Odasına kayıtlı olmak, müteahhitlik hizmeti yapmanın koşulu olmamalı,
müteahhitliğin tanımı yapılmalı, üretim sürecinde bulunanların sertifikalı olmaları
sağlanmalı, sürekli meslekiçi eğitim ve seminerlerine katılmaları zorunlu bir hale
getirilmelidir.
9Deprem
güvenliği olan yapıların üretebilmesi için; inşaatın yapılacağı yerin doğru
seçilmesinden başlayarak; doğru bir proje tasarımı, doğru bir uygulama, doğru ve
standartlara uygun malzeme seçimi ve uygulanması gerekir. Ayrıca, yetişmiş teknik
işgücünün yapı üretiminde yer alması sağlanmalıdır.
10Sağlıklı
bir yapı üretiminin ve yapılaşmanın temel öğesi, sağlıklı bir planlama ve imar
uygulamasıdır. Sıkça yapılan imar değişiklikleri ve imar tadilatları güvenli yapı
üretimi ve güvenli kentlerin oluşmasının önünde duran önemli engeller olarak kabul
edilmelidir. Bu kapsamda güvenli ve yaşanabilir kentlerle birlikte yeni mekanların
üretilmesi; imar ve yapı üretim sürecinin her adımının doğru atılması ve bütünlüklü
bir planlamanın yapılmasıyla da yakından ilgili bir konudur.
11Güvenli
ve yaşanabilir kentlerin ortaya çıkması, kaçak yapılaşma ve imar aflarının
ortadan kaldırılmasıyla da yakından ilgili bir konudur. Bu kapsamda ruhsatlı ve
iskanlı konut sunumunun yetersiz olması, bu eksikliğin ve talebin ruhsatsız ve
iskansız konut sunumuyla karşılanmış olması ülkemizin temel bir gerçeği olarak
karşımızda durmaktadır.
12Proje
üretimi ve proje denetimi sürecinde meslek insanlarının kurumsal bir
çerçevede mühendislik hizmeti üretmeleri; 4708 Sayılı Yapı Denetim Yasası ve 3194
Sayılı Yasa kapsamında alınması gereken “sicil durum belgeleri”nin alınması
zorunludur. İlgili belediyelerin bu zorunluluğa uymaması, hizmet üretimini önemli
ölçüde engellemektedir. Mühendislik alanındaki hizmet üretiminin daha kaliteli
olması ve kurumlaşmanın sağlanabilmesi için, belediyelerin meslek örgütleriyle
işbirliği yapmaları gerekmektedir. Oysa bugün bile bazı idarelerin meslek
insanlarında sadece diploma aramaları, meslek insanlarının etik ve ahlaki ölçülerde
hizmet üretip üretmemelerinin denetimi noktasında sorun yaratmaktadır.
22.02.2010.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder