12 EYLÜL KOŞULLARINDA‘DİKİLİ ÜTOPYASI’NI YARATMAK...
Cehennemde bir cennet:
12 Eylül koşullarında‘Dikili Ütopyası’nı yaratmak...Dikili Belediyesi ile Belediye Başkanı Osman Özgüven’in adı her ne kadar son birkaç yıldır ve sadece “halka bedava su dağıtımı” davası ile kamuoyunda bilinir hale geldiyse de, Özgüven’in başkanlığı altındaki belediyenin çalışmalarının her biri dünya halklarının kazanımlar tarihine geçmeyi hak ediyor.Osman Özgüven ilk kez 12 Eylül darbesinin ardından, ama darbe yasalarının ve baskıların önemli bölümünün hâlâ gündemde olduğu bir tarihte, 1984 yılında SHP’den aday olarak Dikili Belediyesi’nde başkanlık görevini üstlendi.Bu seçim sonucu, binlerce devrimci ve sendikacının mahkûmiyetinin devam ettiği; yüzlercesi üzerinde işkencenin her çeşidinin test edildiği, yani ülkenin dört bir yanında cehennem koşullarının egemen olduğu bir tarihsel süreçte Ege’nin bu şipşirin beldesinde bir şeylerin değişmeye başlayacağının ilk sinyali oldu.Belediye, icraatının daha ilk günlerinden başlayarak pek çok ilk’e imza attı, Dikili halkına “halk” olmanın gururunu, güvenini ve mutluluğunu yaşattı. “Önce sağlık” dedi ve ardından kolları sıvadı. Türk Tabipleri Birliği ve İzmir Tabip Odası’nın belediye ile el ele vermesi, ilçenin yoksulları için bedelsiz sağlık kontrolleri ile tıbbi tetkiklerin başlatılmasının ve diğer vatandaşlara da sağlık hizmetlerinin sadece cüzi katkı payları karşılığında verilmesinin ilk adımı oldu. Sırada ulaşım sorunu vardı. Dikili içinde sefer yapan belediye otobüslerinden yararlanmanın parasız bir kamu hizmeti haline getirilmesi, işçisinden, memuruna, küçük çiftçisine kadar herkesin yüzünü güldürdü, taze bir soluk daha kattı Dikili’ye. Yoksul halkın en temel besin maddesi olan ekmeği de unutmamıştı belediye. Böylece Dikili, Türkiye’de gramajına göre en ucuz ekmeğin satıldığı belde oldu. Bitmemişti, aylık 10 tonun altında su kullananlardan da para alınmıyor, ancak bu limiti aşan su kullanımları için ödeme söz konusu oluyordu. Ayrıca, beldedeki camiler ve okullara sağlanan su için de para alınmıyor, Osman Özgüven bütün bu sıra dışı uygulamaları için:“Biz sadece sosyal belediyeciliğin gereklerini yapıyoruz. Belediye bir hizmet kurumudur. İşlettiği otobüsten kârı düşünürse ticari bir kuruma dönüşür. Ben burada yerel hükümetim. Aynı Meclis’tekiler gibi halkın seçimiyle buradayım. Ben eğer buraya gelince halka verdiğim hizmetlerden kat kat paralar alırsam, doğru olur mu? Belediye hizmetleri karşılığında ödenecek bedelleri bile ben belirleyemeyeceksem, ben neden bu ilçenin belediye başkanıyım! Devlette "ne kadar paran varsa, o kadar sağlıklı olabilirsin" anlayışı var. Ben ilçemdeki insanların sağlığını bile muhafaza edemiyorsam neden buradayım? Yani ben, halktan aldığımı halka geri veriyorum” diyordu.Dikili’de Barış ve Demokrasi Şenlikleri düzenlenmeye; bize “düşman” olarak gösterilen Yunan halkıyla Ege adaları üzerinden dostluk köprüleri inşa edilmeye ve Türkiye’nin dışlanmışları, cezalandırılmışları, düşüncesi yüzünden mahkûm edilenleri, aydınları bu şenliklerde buluşturulmaya başlanmıştı.Dikili, artık, insanların birbirine düşmanca değil gülümseyerek baktığı, rekabet, hırs ve çekişmelerin kendilerine alan açamadığı, yalnızca kendiyle değil barıştan, demokrasiden ve emekten yana olan tüm dünya ile barışık olan bir beldeydi. Dikili, artık, dünya halklarının ütopyası olmaya adaydı. Dikili, tüm dünyaya cehennemin nasıl cennete dönüştürüleceğinin dersini veriyordu.Darbe koşullarından “demokrasi”ye geçişin bedeli: “Kamusal olan”ın topyekûn tasfiyesine karşı Dikili halkının yanıtıNe yazık ki bu rüya, on yıl sonra, 1994 yılında Belediye’nin el değiştirmesiyle birlikte son bulacak; 1994-2004 yılları Dikili halkı için demokrasi, barış ve özgürlüklerin unutturulmaya çalışıldığı zor yıllara tekrar geri dönüşün yılları olacaktı. Bu ara dönemde Dikili’de su tekrar para karşılığında satılmaya, su faturasını ödeyemeyenlerden gecikme faizleri alınmaya başlandı. Bedava sağlık ve ulaşım hizmetleri kaldırıldı, ucuz ekmek kazanımı halkın elinden alındı. Dikili’nin Türkiye’deki diğer belediyelerden hiçbir farklı kalmamıştı. Gerek belediye gerekse belde halkı, Türkiye’nin diğer yerlerinde de olduğu gibi ekonomik etkinlik, verimlilik vb toplum ve halk karşıtı kavramlara esir edilmiş, dayanışmanın yerini bireysel çıkarlar almaya başlamıştı. Ülkenin her tarafında esmeye başlayan liberalizasyon rüzgârları Dikili’ye de ulaşmıştı.Fakat belde halkı kazanımlarından vazgeçmemeye kararlıydı ve bu kararlılığını 2004 seçimlerinde sandığa yansıtarak Özgüven başkanını tekrar işbaşına taşıdı. Tekrar kollar sıvandı ve öncelikle geçmişteki uygulamalar olmak üzere sosyal belediyeciliği ete kemiğe büründürecek faaliyetler için gerekli çalışmalara yeniden başlandı. On tona kadar parasız su, ucuz ekmek, bedava ulaşım, bedava sağlık hizmeti gibi 1994 yılına kadar uygulanmış pek çok kamusal hizmet Belediye Meclis kararı ile yeniden uygulamaya kondu. Belediye, yalnızca geçmişteki kazanımlarla da yetinmedi ve bölgenin jeotermal olanaklarını Dikili halkının yararı için seferber etmek üzere çeşitli girişimlerde bulundu. Öyle ki bugün Dikili’de evsel ısınma için harcanan enerjiye ödenen bedeller Türkiye’nin geri kalanına oranla yarı yarıya daha ucuz, üstelik bu enerjinin üretiminde hiçbir zararlı kimyasal kullanılmadığı için toplum sağlığı da korunmuş oluyor. Ayrıca belediye, jeotermal enerji üretiminde kullandığı suyu doğrudan doğruya doğaya vermek yerine bu suyu çoklu amaçlar için kullanmak suretiyle su tasarrufuna da son derece önemli katkılar sağlamakta.Diğer yandan, 2004 yılında halkın oylarıyla yeniden göreve gelen Osman Özgüven bir sonraki belediye seçimlerini de kazandı. Bir önceki dönemde başkan ve belediye aleyhine yürütülen kampanyalar ve açılmış olan davalar yeni bir boyuta evrildi. Egemenler, bu sosyal belediyecilik uygulamalarının ülke çapında yaygınlaşmasını önlemek için farklı taktikler denemeye; toplumsal olanı oracıkta, yerinde boğmaya ve yok etmeye kararlıydı. Olacak şey değildi… Hükümet, suyu piyasada alınıp satılan bir meta haline getirmenin bütün altyapısını hazırlamışken; Dünya Su Forumu, Dünya Su Konseyi, Avrupa Birliği gibi suyu ticarileştirmeye çalışan uluslararası kuruluşlarla ilişkilerini belli bir düzeye getirmişken bir belediye kalkıp, “su hiç kimsenindir ve herkesindir, su doğanındır” diyor, demekle de kalmayıp bunun gereğini yapıyordu. Üstelik bunu nasıl bir ortamda yapıyordu? Pek çok belediyenin su ihalelerindeki yolsuzluklarının ayyuka çıktığı, belediye meclislerinin su satışlarından gelecek hasılat için ellerini ovuşturduğu, konutlara kontörlü su sayacı takma yarışmasında ipi göğüsleyebilmek için belediyelerin birbirlerini iteklediği bir tarihsel süreçte. Dikili’de kamusal su yargılanırken, Türkiye’nin her yerinde Munzur’da, Hasankeyf’de, Karadeniz dereleri üzerinde yapılacak hidroelektrik santrallarına lisanslar dağıtılıyor, baraj inşaatları başlatılıyordu. Tepkiler ise belediyelerden değil, doğrudan yerel halkın kendisinden geliyordu (Bütün bunlar ne yazık ki bugün de böyle devam etmektedir).Gerçekten de davalar, duruşmalar birbirini izlerken bir başka taktik de Dikili Belediyesi’ni yalnızlaştırmak oldu. Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformu ve bileşenleri ile başta EGEÇEP olmak üzere daha pek çok demokratik kitle örgütü Dikili örneğini yaygınlaştırmaya çalıştıkça bir duvarla karşılaşıyor, destek ve dayanışmalar kendini “sosyal demokrat” olarak tanımlayan belediyelerde bile genelde sınırlı, utangaç bir düzeyde kalıyordu. Bu “utangaç” yerel yönetimler Dikili Belediyesi’nin kamusal uygulamalarını örnek almak şöyle dursun dayanışma gösterme konusunda bile tereddüt gösteriyordu. Hükümet de üzerine düşeni layıkıyla yerine getiriyor ve Dikili Belediyesi’nin kaynaklarını keserek kamu-suyunu dize getireceğini düşünüyordu. 2009 yılında belediye işçilerinin ücretlerinin ödenmesi konusunda da sıkıntı baş gösterince Barış ve Demokrasi Şenliği bir yıl için askıya alınmak zorunda kalındı.Gecikmiş bir beraat kararı:Kamu Suyu’na özgürlükMart ayının sonundaki duruşmada mahkemenin kamusal su hizmetleri ve kamu yararı lehine verdiği karar, Dikili Belediyesi’nin çoktan hak ettiği, gecikmiş bir beraat kararıydı. Sonuç, yalnızca ülkemizde değil, dünyada kamu suyu için mücadele eden pek çok örgüt ve hareket tarafından da büyük bir coşkuyla karşılandı. Diğer yandan, gelinen aşamada su mücadelelerine düşen en önemli görev Dikili’de elde edilen kazanımın yerel değil, enternasyonal bir mevzi olduğunu unutmadan, bu mücadeleyi bir “belgesel film”e indirgeyerek nostalji malzemesine dönüştürme girişimlerine karşı alarmda olmaktır. Bunun en önemli yollarından biri ise, Dikili mücadelesini TEKEL, Marmaray, İtfaiye, Sinter, üniversitelerde 50-D ve daha pek çok işyerinde devam eden sınıf mücadelelerinden ayrı düşünmemektir. Gerçekten de aktörleri her olay bazında farklılaşsa bile ülkemizde ve dünyada emeği güvencesizleştirip, yoksullaştıran neden ile suyu bir meta gibi piyasada alınıp satılır hale getiren, bütün akarsuları baraj mezarlıklarına dönüştüren neden aynıdır: kapitalizm.
NE YAPMALI?
Önümüzdeki süreç, birkaç nedenden ötürü bütün mücadelelerin ortaklaştırılmasını bir zorunluluk haline getirmektedir. Birincisi, su hizmetlerinde tam liberalizasyon ya da suyun metalaşması tıpkı eğitim, sağlık, ulaşım ve enerjide de olduğu gibi Dünya Ticaret Örgütü altında imzalanmış olan, Türkiye’nin de taraf olduğu GATS-Hizmet Ticareti Genel Anlaşması’nın hükümleri arasında yer almaktadır. İkincisi, dünyanın içinden geçmekte olduğu kriz, merkez ülkelerde biriken para-sermayenin su, enerji, eğitim, sağlık gibi yeni meta üretimlerine dönüştürülerek çevre ülkelere akmasını ve bunun önündeki bütün engellerin ortadan kaldırılmasını gerektirmektedir. Üçüncüsü, Türkiye’de kriz öncesinde ivmelenen sermaye birikimi süreci de Türkiyeli tekil kapitalistler ile merkez ülkelerdeki sermaye gruplarının çıkarlarını örtüştürmektedir. Öyle ki bunlardan birincisi yatırımı için fona ihtiyaç duyarken; ikincisi de elindeki fonu üretken yatırımlara döndürme ihtiyacı içindedir. Sermaye çıkarlarındaki bu örtüşme başta su hizmetleri olmak üzere pek çok kamusal hizmetin ticarileşme süreçlerinin hızlanacağını göstermektedir. Çıkış noktası aynı olan bu üç neden, öncelikle Dikili mücadelesinin diğer su mücadeleleri ile; ardından su mücadelelerinin kamusal hizmetler alanındaki diğer mücadelelerle ve son olarak hepsinin sınıf mücadelesiyle ortaklaşmasını kaçınılmaz bir zorunluluk olarak önümüze koymaktadır.
GAYE YILMAZ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder