Özellikle, dünyada Stalinizmin egemenliğinin fiilen hüküm sürdüğü dönemlerde “emperyalizm kâğıttan kaplandır” ibaresi pek meşhurdu. Emperyalizmi sömürgeci bir dış politikaya indirgeyen bu yanlış anlayışlar, düşmanı olduğundan daha zayıf göstererek olsa olsa harekete geçirdikleri geniş halk yığınlarını aldatmış oldular. Özellikle Çin devriminden sonra Mao’nun bu deyişi büyük rağbet gördü. Emperyalizm askeri olarak kolayca yenilgiye uğratılabilir görülmekle kalınmadı, emperyalist güçleri şu ya da bu ülkede askeri açıdan yenilgiye uğratmak emperyalizme indirilmiş büyük darbeler olarak yüceltildi. Ardından da bu askeri halk savaşı stratejileri her ülke için geçerli sayıldı. Artık tüm geri ülkeler bu yoldan emperyalizme darbe vurabilecek ve emperyalizm böylelikle kolayca yıkılabilecekti. Ama özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısında görüldü ki, sömürge ülkelerin ulusal kurtuluşlarını gerçekleştirmeleri, hiç de emperyalizmin zayıflaması anlamına gelmiyordu. Hatta tersine, 20.yüzyılın ikinci yarısına damgasını vuran ulusal kurtuluş hareketlerine rağmen, emperyalist dünya sistemi tam da aynı dönemde en büyük ekonomik genişleme dönemini yaşadı. Ortadoğu’da olsun ya da diğer bölgelerde olsun, ABD emperyalizminin ve diğer emperyalist güçlerin yayılmacı emellerini bozguna uğratabilecek yegâne güç, işçi sınıfı öncülüğündeki örgütlü devrimci mücadeledir. Ortadoğu’yu ya da dünyanın bir başka bölgesini büyük emperyalist güçler için gerçekten bataklığa dönüştürebilmenin başka bir yolu bulunmuyor.
Küreselleşme kavramı, içinde hem bir gerçekliği hem de burjuvaların bu kavrama yükledikleri ideolojik anlamı barındırır. Yabancı dildeki kullanımıyla globalleşme nesnel bir eğilimken, globalizm buradan hareketle türetilmiş burjuva ideolojisidir. Türkçede her ikisinin de tek bir küreselleşme kavramıyla ifade edilmesi sorunun farklı yönlerinin kavranmasını güçleştirmektedir.
İdeolojik anlamıyla küreselleşme, gerçekte varolan bir eğilimin, dünyanın ekonomik, sosyal ve kültürel olarak artan etkileşimi ve bütünleşmesi eğiliminin, kapitalistler tarafından, kendi çıkarlarına uygun şekilde çarpıtılarak tek yanlı bir ideoloji haline getirilmesidir. Küreselleşme, altında yatan nesnel eğilim itibariyle gerçek, ama onun çarpıtılmış tek yanlı bir resmedilişi olan ve aynı adı taşıyan ideoloji bakımından sahtedir. Onun bu iki yönlü, çelişik niteliği, özellikle solda kafa karışıklığına ve yanlış görüşlere yol açmaktadır. Çoğunlukla rastlanan durum, kapitalistlerin sahte ideolojisine karşı çıkma saikiyle, altta yatan gerçek nesnel eğilimin varlığını inkâr etmektir.
Küreselleşme kavramının gerçekliği, temelde ulusal ekonomilerin bütünleşerek bir dünya ekonomisi yaratma eğilimidir. Bir başka ifadeyle bu, uluslararası işbölümünün gelişmesidir. Şüphesiz bu eğilim yeni bir şey değildir ve Marksizmin kurucularının daha o zamanlar işaret ettikleri gibi kapitalizmin erken dönemlerinden itibaren mevcuttur. Ancak bu eğilim kapitalizmin gelişimi içinde giderek derinleşmiş ve farklı biçim ve aşamalardan geçmiştir. Önceleri, dünyayı daha önce görülmemiş genişlik ve hacimde bir ticaret ağıyla birleştirme biçiminde işlerken, 20. yüzyılın başıyla birlikte bunun yanı sıra bir mali sermaye yayılması ortaya çıkmıştır. Kabaca son çeyrek yüzyılda ise, özellikle iletişim ve ulaşım alanlarında devrimsel atılımlara yol açan teknolojik gelişmelerin de itici gücüyle, bizzat üretim sürecinin uluslararasılaşmasında daha önceki dönemlerle kıyaslanmayacak gelişmeler yaşanmıştır. Yani uluslararası işbölümü genel eğilim olarak son yıllarda çok daha fazla yaygınlaşmış ve derinleşmiştir. Bir ürünün vücuda gelmesine katılan ülke sayısı genel olarak geçmişe göre çok daha fazla artmış ve bu ürünlerin yeryüzündeki yaygınlığı da aynı şekilde artmıştır. Tüm bunlar ve uzantısı olan sayısız olgu ve eğilim dünya üzerindeki insanların kaderlerini birbirlerine hiç olmadığı kadar yakından bağlamıştır. Özetle, bugün geçmişe göre çok daha derin ve yaygın bir uluslararası işbölümüne dayanan, karşılıklı etkileşim ve bağımlılığın çok daha fazla artmış olduğu, çok daha entegre bir dünya ekonomisi mevcuttur. Bunun anlamı, dünyanın herhangi bir ucundaki gelişmelerin diğer yerleri etkileme gücünün geçmişe göre olağanüstü ölçüde artmış olmasıdır. İşte küreselleşmenin, ekonomik temel anlamında gerçek olan yönü kabataslak bir anlatımla budur.
Öte yandan bu ekonomik temele bağlı olarak baş gösteren başka olgu ve eğilimler de bulunmaktadır. Temeldeki ekonomik entegrasyon eğilimi siyasal ve hukuksal alanda da bir entegrasyonu dayatmaktadır. Bu da ulus-devletleri var eden birtakım özelliklerin altındaki toprağın zayıflamasına yol açmaktadır. Örneğin giderek yaygınlaşan gümrük birlikleriyle ulusal gümrük duvarlarının etkinliğinde genel düzeyde bir azalma gözleniyor. Yine uluslararası hukuki düzenlemelerin ulusal hukuk üzerindeki belirleyiciliğinde gözle görülür bir artış var. Özellikle iktisadi faaliyetlere ilişkin hukuki düzenlemelerde, uluslararası sermayenin yeryüzünde dizginsiz dolaşabilmesi için giderek artan ölçüde bir uluslararası hukuk oluşturulmaya çalışılıyor. Yine bir diğer önemli eğilim de, özellikle iletişim araçlarının muazzam atılımıyla, sosyal planda da ulusal ve yerel içe kapanıklığın ve bu temelde yükselen dar kafalılığın nesnel zemininin daha büyük bir hızla aşınmaya başlamış olmasıdır. İnsanlar artık dünyanın başka yörelerinde başka insanların varlığından, nasıl yaşayıp, neler yaptığından, ne gibi benzerlik ve farklılıkları olduğundan eskiye göre daha fazla haberdarlar, vb.
Ancak buraya kadar anlatılanlar madalyonun sadece bir yönünü oluşturuyor. Tüm bu eğilimler hiç de pürüzsüz, sorunsuz ve çelişkisiz işlemiyor. Aksine tam da kapitalizm altında yaşıyor olduğumuz için, temeline baktığımızda olumlu ve ilerici olan bu eğilimler, mantıki sonuçlarına ulaşamıyorlar. Kapitalizmin kendi çelişkilerinden kaynaklanan ters yönde eğilim ve engellerle sakatlanıyor ve insanlık için ilerletici işlevlerini ya yerine getiremiyorlar ya da bunu ancak kısmi ve hatta yer yer zararlı sonuçlara yol açacak şekilde yapıyorlar. Örneğin ekonomik entegrasyon eğilimi, değişik kapitalist kesimlerin zarar gören kısmi çıkarları nedeniyle çeşitli düzeylerde sık sık baltalanıyor. Öncelikle bu entegrasyon eğilimine paralel bir bloklaşma eğilimi görülmekte. Bir taraftan kaldırılan gümrük duvarları, bloklar arası düzlemde güçlendirilmeye çalışılabiliyor. Bir yandan ulus-devletler bazı fonksiyon ve yetkilerini uluslararası kurumlara devrediyormuş gibi görünürken, diğer yandan ulus-devletin toplum üzerindeki baskıcı varlığını güçlendiren yeni baskıcı düzenlemeler getiriliyor. Bir yandan sermayenin, malların ve hizmetlerin serbest dolaşımının önündeki engeller kaldırılırken, diğer yandan insanların dolaşımının önüne görülmemiş engeller çıkarılıyor. Göçmenlere ve mültecilere karşı giderek artan ölçüde baskıcı önlemler getiriliyor. Olağanüstü ölçüde gelişen ve derinleşen uluslararası işbölümü sayesinde ihtiyaçların üretimi giderek daha kolay ve daha az maliyetli hale gelirken, ulaşım ve iletişim sayesinde bunların tüm yeryüzüne ulaşmasının maddi koşulları olağanüstü gelişirken, sefalet ve eşitsizlik giderek artıyor, vb.
İşte küreselleşme ideolojisi dediğimiz şey, bu çelişkili sürecin içindeki olumlu eğilimleri kapitalistlerin çıkarları doğrultusunda tek yanlı olarak abartmakta, olumsuz eğilimleri gözlerden saklamakta ya da türlü yalanlarla inkâr etmekte, böylece kapitalist sistemi yücelten bir resim ortaya koymaktadır. Bu ideolojinin sözcüleri küreselleşmenin tüm dünyaya refah, mutluluk ve barış getireceği yalanını pompalıyorlar. Gerçek şudur ki, refah, mutluluk ve barışın maddi temelleri her geçen gün gerçekten de gelişirken, kapitalizm yüzünden bunlar her geçen gün daha da uzaklaşıyorlar. İşin doğrusu, kapitalizm şişeden çıkardığı cine söz geçirmekten acizdir. İşte bu nedenle, gerçek anlamda bir küreselleşme, yani tüm dünya insanlığının bolluk ve barış içindeki hudutsuz bir birliği ve kardeşliği, tam da kapitalizmin nefesinin yetmeyeceği şeydir. Bunun olması için kapitalizmin ortadan kaldırılması gerekmektedir ve bunu başarabilecek olan tek güç de dünya işçi sınıfıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder