BİR ŞEY YAPMALI

CUMHURİYET İÇİN DEMOKRASİ İÇİN HALK İÇİN GELECEĞİMİZ İÇİN ..................... cemaatlerin yönettiği bir coğrafya olmak istemiyorsak ................. Ama benim memleketimde bugün İnsan kanı sudan ucuz Oysa en güzel emek insanın kendisi Kolay mı kan uykularda kalkıp Ninniler söylemesi

1 Temmuz 2009 Çarşamba

M.BALBAY'DAN

Mustafa Balbay Başlarken Dizi yazılar genellikle “Sunuş” diye başlar ama, bu dizi için “Başlarken” demek daha uygun düşecek. Günlük yazılarımda da bölüm bölüm dile getirdim. Ecevit koalisyonunun son dönemi ve AKP iktidarının ilk yılları Türkiye’nin siyasi tarihinde apayrı bir bölüm tutacak. Ben bu süreci deyim yerindeyse tam göbeğinde yaşadım. Bu dönem ne bir iki komutanın çıkış yolu aramasıyla anlatılabilir ne AKP’nin yönünü AB’ye dönüp “tam demokrasiyi oturtuyoruz” iddialarıyla... Ne bu en kritik dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in son derece dikkatli ve net devlet adamı tavırlarıyla anlatılabilir, ne ana muhalefetin topluma AKP gerçeğini gösterme stratejisiyle... Tümünü bir bütün olarak sütuna yatırmak bence bir başlangıç olabilir. O haberlerin arkasındayım Yukarıda sıraladığım yelpazenin bütün taraflarıyla diyaloğum vardı. Bunların tümü yasal zeminlerde, makamlarda gerçekleştirilen diyaloglardı. Kimi aldığım bilgileri haberleştirdim. Bunlar o günlerin koşulları içinde çok kritik ve tartışılan haberler oldu. Doğal olarak o haberlerin tümünün arkasındayım. Tutuklanmamın arkasından medyada yer alan haberler ve yorumlar, benim konumumu ayrı bir tartışma konusu haline getirdi. Hem bu tartışmayı benim açımdan netleştirmek hem de Türkiye’nin sözünü ettiğim dönemine bir ölçüde açıklık getirmek için böyle bir yazı dizisi kaçınılmaz hale geldi. “O dönem yaşanan her şeyi biliyorum, hafızamı ortaya koydum mu, not defterimi açtım mı yer yerinden oynar” iddiasında değilim. Kimi görüşmelerim “off the record” idi. Yani yazılmamak üzere. Gelinen noktada bunları da bir ölçüde açmak gerekecek. Darbe günlüğü tanımını reddediyorum O günlere bir bütün olarak bakıldığında diziye “Gerilimli Yıllar” başlığını koymak uygun düşecekti. Bu diziyle ilgili elbette kimi tarafların açıklamaları olacaktır. Öyle sanıyorum ki, gazetemiz yönetimi bunlara da yer verecektir. Medyada “darbe günlüğü” gibi sunulan kimi notlarıma ilişkin iddialara gelince... Her şeyden önce darbe günlüğü tanımını reddediyorum. Bu notlar sorguda bana gösterilmedi. O nedenle aynen kabul etmek ya da tümünü reddetmek gibi bir yöntemi benimsemedim. Evet, ben kimi notlar tuttum. Bunlar ham halde, ileride sadece benim gözden geçireceğim şeyler olduğu için içeriği hakkında da özenli olmadığım notlardı. O nedenle benim için ve muhatapları için hukuken bağlayıcı olduğunu düşünmüyorum. Neden sildim? İleride bu dönemi bir araştırma olarak, bir kitap olarak yazabilirim düşüncesiyle aldığım bu notları neden sildim? 1- İleride 2000’li yılları yazacak olursam, güncel olarak yazdığım haberlerin bana yeterince ışık tutabileceğini düşündüm. 2- Olaylar öylesi bir hale geldi ki, bu notları bulundurmak artık anlamsız diye düşündüm. Gazetemizin bilgisayar sistemi yenilenirken arkadaşlar “önceki dosyaların tümü siliniyor, saklayacaklarınız varsa ayıralım” dediklerinde bir an düşündüm, “yok” dedim. Bu notların tümünü artık yok hükmünde saydım. Bu anlamda başka notlarım da yok. 3- 2007’den itibaren kendim için yeni kitap ve araştırma konuları seçtim. Son iki yılda yazdığım kitaplar (Heyecan Yaşlanmaz, 78’liler) bunun göstergesidir. Teknolojik takip artık o kadar ileri ki, yukarıda aktardığım bilgilerin ilgili merciler tarafından da hemen doğrulanabileceğini söyleyebilirim. Farklı notlar birleştirilmiş, montajlanmış, yorumlar eklenmiş “Balbay günlükleri” diye sunulan metinlerle ilgili değerlendirmemi bir kez daha aktarmak istiyorum: Ben bu şekilde, özel bir dosya halinde günlük tutmadım. Benim farklı zamanlarda, farklı dosyalarda yer alan kimi notlarım bir araya getirilmiş, montajlanmış, yorumlar-açıklamalar eklenmiş ve ortaya böyle bir “günlük” çıkarılmış. Şunu da vurgulamadan geçemeyeceğim; bilgisayarıma son 10 yılda giren-çıkan yazı ve belgenin tümü yüz binlerce sayfayı bulur. Bunlardan sadece bir bölümünün çıkarılıp, özel olarak montajlanıp salt bir kesimle diyaloğumun olduğunun ortaya çıkarılmak istenmesini kabul edemem. Dizide iki temel amacım var: 1- 2000’lerin ilk yarısındaki Türkiye’nin siyasal tablosunu ortaya koymak. 2- Mustafa Balbay’ın gazetecilik hedefleri dışında başka hiçbir gündeminin olmadığını anlatmak. Gerilimli yılların ilk işareti Ecevit’ten 2002’nin ikinci yarısıydı... Ecevit’in sağlığı Başbakanlık işlevini usul usul etkilemeye başlamıştı... Ama bütün inadıyla makamının başındaydı. O yıllarda TRT’de pazar günleri “Pazar Panorama” programının yorumcu konuğuydum. Sunucusu Cem Kırçak’tı. Ecevit, bu programa hemen her çağırışımızda gelirdi. Programa biz de hazırlıklı gelirdik, Ecevit de... Daha doğrusu Ecevit kimi temel mesajlarını vermek için bu programı zeminlerden biri olarak kullanırdı... Koalisyon artık iyiden iyiye yorgun düşmüş, Türkiye seçim atmosferine girmeye başlamıştı. ‘AKP’nin farklı bir ufuk çizdiği düşüncesindeyim' Ecevit, Pazar Panorama programında “Önümüzdeki seçimlerle ilgili bir endişemi dile getirmek istiyorum” dedi, arkasını şöyle getirdi: “Yapılan anketler bu seçimlerde AKP’nin ve DTP’nin barajı geçeceğini gösteriyor. Bu durum Türkiye’de ciddi bir gerilim ortamı doğuracak... Bundan ciddi endişe ediyorum...” Programın ardından Ecevit’e ayrıca sorma gereği duydum: - Biraz açar mısınız, nedir duyduğunuz endişeler? Ecevit - Sayın Balbay, AKP’nin Sayın Erbakan hareketinden daha farklı bir yol izleyeceği düşüncesindeyim. Bu durum da beni endişelendiriyor. Onu dile getirmek istedim. - Nasıl bir dönem olur düşüncesindesiniz? Ecevit - Sayın Erbakan’ı bütün yönleriyle tanıyorduk. Ama AKP etrafında oluşan ekibin daha farklı bir ufuk çizdiği düşüncesindeyim. Ecevit’in değerlendirmeleri, AKP’nin tepkisini çekti. Daha şimdiden bunalım ürettiğini iddia ettiler. ‘ABD’nin her istediğine evet diyecekler’ Ecevit’le 3 Kasım 2002 seçimlerinin ardından Anıttepe’deki DSP Genel Merkezi’nde uzun bir sohbet yaptık. Üzerindeki stresin kalkmasından olsa gerek, sağlığı da seçim öncesine oranla yerine gelmişti. Ecevit’e yukarıdaki sözlerini anımsattığımda, görüşlerinin değişmediğini söyledi. Şöyle düşünüyordu: “Göreceksiniz Irak’ta ABD’ye ödün verecekler. İstedikleri her şeye evet diyecekler... Bu durum Kuzey Irak’ta başımıza ne iş açar bilemem.” ‘ABD’yi oyaladım’ Ecevit’in kaygılarına dış sorunlar da eklenmişti. Aslında ABD, Ecevit hükümetinden de çok şey istemişti. 11 Eylül 2001 İkiz Kuleler saldırısının ardından ABD açısından 2 hedef ortaya çıkmıştı: Afganistan ve Irak... Afganistan bir ölçüde daha uzak bir coğrafyaydı ama Irak’la ilgili her adım içimizi de etkileyecekti. Ecevit’e sordum: - ABD, Irak için sizden ne istedi? Ecevit - Irak’ın işgali için gerekli olan her şeyi. - Siz ne yaptınız? Ecevit – Oyaladım. Ecevit hükümetinin 2002’nin ikinci yarısında içine düştüğü durumun temel nedeninin bu konu olduğuna ilişkin görüş, saptama ve bulgular değişik zamanlarda ortaya atıldı. Derviş'in ABD ziyareti Hemen yeri gelmişken şunu da vurgulamalıyım... 11 Eylül olaylarından 10 gün kadar sonra dönemin ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı Kemal Derviş, ABD’ye gitti. Gideceği gün sabah Hazine Müsteşarlığı’nda gazete ve televizyonların Ankara temsilcileriyle kahvaltılı sohbette bir araya geldi. Bir saat kadar sohbete katıldı. Sonra bizi kahvaltı ile baş başa bırakıp havaalanına gitti. Bizler sohbette Derviş’in ekonomi ağırlıklı konuşacağını, IMF programıyla ilgili yeni bilgiler verebileceğini düşünüyorduk. Derviş’in ilk tümcesi şu oldu: -“Türkiye ABD’nin terörle mücadelesine her türlü desteği vermelidir.” Cem o kadar emin başlamıştı ki... Türkiye 3 Kasım 2002 seçimine giderken siyaset sahnesi yeniden şekilleniyordu,. Koşar adım ilerliyordu. Koalisyonun üç ortağı ekonominin altında kalmıştı. Ecevit’in söylemiyle, ekonomik programının acı ilaç bölümü bitmiş, meyvelerin yeneceği dönem başlıyordu. Ama bunu anlatmak artık olanaksızdı. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli temmuz başında Bursa Kocayayla Türkmen Kurultayı’nda seçim startını vermiş, ok yaydan çıkmıştı. Koalisyon ortaklarının sandığa gömülmesi demek merkez sağ, merkez sol ve milliyetçi partinin yarış dışı kalması demekti. Geriye AKP ve CHP kalıyordu. İkisinden hangisi umut olarak öne çıkacaktı? Bu tartışma usul usul alevlenirken, kamuoyunun da etkisiyle ortaya yeni bir lider adayı çıktı: İsmail Cem... Cem, kısa sürede o kadar parlatıldı ki, kamuoyu yoklamalarında yüzde 40’a kadar çıkardılar. DSP kadrolarından bir ekip kurdu mu, bu iş bitmişti. Ama ille de yanına Kemal Derviş’i almalıydı. Bunun için çok bastırdı... İsmail Cem tebrikleri kabul ediyor Her taraftan Cem fısıltılarının yükseldiği o yaz günlerinde, bir öğle vakti, Meclis’ten Cem’in makamından aradılar. Cem, Meclis’te fiili bir çalışma ortamı oluşturmuştu. Arayan kişi şu notu iletti: - Sayın Cem, yarım saat sonra sizi makamında bekliyor... Gittim... Odaya giren çıkan belirsiz... Olağanüstü bir hareketlilik var. Cem, Başbakanlık koltuğuna oturmak üzere olan, seçim zaferinden yeni çıkmış bir siyasetçi gibiydi. Her taraftan Cem liderliğindeki Yeni Türkiye Partisi’nin (YTP) örgütünü oluşturmak, katılmak üzere arıyorlardı. Cem, “Artık telefon bağlamayın” dedi... Sohbete başladık, bir dakika sonra telefon. Eski Almanya Dışişleri Bakanı Hans Dietrich Genscher arıyordu. Çok özür diledi; telefona uzandı... İngilizce tebrikleri kabul etti... Birkaç dakika sonra bir telefon daha. Arayan Yunanlı mevkidaşı Papandreu idi. İlk çelme Kemal Derviş'ten O sohbette Cem, artık yeni bir projenin oluştuğunu, siyasetin bu tür zamanlarda ani üretimler yapabildiğini, o kendine has biçemiyle anlattı.... Cem’e göre Türkiye YTP iktidarına hazırlanıyordu... Cem ilk çelmeyi Kemal Derviş’ten yedi. Derviş son anda CHP Genel Merkezi’nde Deniz Baykal’la saatler süren görüşmenin ardından bu partide karar kıldı...
Cem artık dönemezdi.... Cansız Kayseri mitingi Seçim çalışmalarına kendi bölgesi Kayseri’den başlama kararı aldı... Orada büyük bir gövde gösterisi yapacak, arkasını getirecekti... Cem, Kayseri’ye doğru yola çıktı... Sık sık bilgi alıyordu; meydan nasıl, coşku nasıl? Miting saati yaklaşmıştı, yoldaydı... Miting alanından şu notu ilettiler: - İsmail Bey yavaş gelsin!.. Miting alanı dolmamıştı, ortalık cansızdı. Biraz zaman geçerse belki dolabilirdi... Cem her şeyi anlamıştı!.. Bana göre Cem o gün ne yazık ki seçim yolculuğuna değil, kanser yolculuğuna başlamıştı.
Yargıtay Onursal Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu 2007’deki Cumhurbaşkanlığı seçiminde “367 şart” savını ortaya atınca çok tartışılmıştı. AKP’liler “bu da nereden çıktı, bize gelince böyle oluyor” derken Kanadoğlu “bence öyle” deyip ısrar ediyordu:“Kararı yüksek yargı versin!”Kanadoğlu haklı çıktı...Aslında Kanadoğlu hukuk ısrarını asıl görevi başındayken yapmıştı.Türkiye 3 Kasım 2002 seçimlerine hazırlanırken son 2 ayda Kanadoğlu ortaya 3 iddia attı.1- AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan TCY’nin 312. maddesinden yargılandığı için bu unvanı kullanamaz.2- DEHAP örgütlenmediği illerde örgütlenmiş gibi gösterilmiştir. Bu evrakta sahteciliktir, seçime katılamaz.3- Yeniden Doğuş Partisi’ni (YDP) Genç Parti’ye dönüştürme süreci hukuk dışıdır.Bunların üçü de Yüksek Seçim Kurulu tarafından dikkate alınmadı ve 3 Kasım seçimleri yapıldı.Kanadoğlu AKP için de seçime 10 gün kala yukarıdaki nedenle kapatma davası açtı. Anayasa Mahkemesi savunma için AKP’ye seçim sonrasına gün verdi.2002 sonbaharının görünümü şuydu:Seçim kararı gerilimli alınmıştı...Genelkurmay Başkanı değişimi gerilimli olmuştu.Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı seçimde 3 önemli hukuksuzluk iddia etmişti.Sonbahar sonunda ise oyu alan, sandığı geçmişti.Kanadoğlu 3 Kasım hukuksuzluklarını “Alaturka Demokrasi” kitabında topladı.Ayrıntılarını merak edenler burada bulabilir.Özkök’ün ‘gerilimli’ gelişi2002’de siyasetteki gerilim sanki yarışıyormuş gibi devletin öteki kurumlarında da dikkati çekiyordu.Ankara’da son 10 yıldır Genelkurmay başkanlarının değişimi hep farklı tartışmaları beraberinde getirdi. Son üç değişim kamuoyu önünde deprem yaratmadan sonuçlanmışsa bunda dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in ve onun yerleştirdiği hukukun büyük payı var. Konunun bu yanına ister istemez yeri geldikçe değineceğiz.2002 yazı... Temmuz’un 18’i... Önce Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu haftalık olağan görüşme için Çankaya Köşkü’ne çıktı. Ancak görüşmenin ardından Köşk’ten ayrılmadı. Ardından da Başbakan Bülent Ecevit Köşk’e geldi. Zirve başladı.Konu; Org. Kıvrıkoğlu’nun Genelkurmay Başkanlığı’nın uzatılması...Nasıl yapılacaktı?Kararname ile...Sezer, olmaz dedi.İkna etmeye çalıştılar. Sezer’i biraz tanıyorlarsa hiç denememeleri gerekirdi. Denediler, beklenildiği gibi, olmadı.Sezer, böyle bir uzatmanın ancak yasayla yapılabileceğini düşünüyordu. Sezer’e hukuk sınırları dışında bir şey yaptırmak zaten olanaksızdı. Özkök hep susmayı yeğlediDönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Hilmi Özkök bütün bu süreci sessiz izledi. Sadece 2002 yazında değil, Kara Kuvvetleri Komutanlığı makamında oturduğu sürece hep susmayı yeğledi. Özellikle Çankaya Köşkü’ndeki resepsiyonlarda karşılaştığımızda, ne zaman soru sorsam, hemen Org. Kıvrıkoğlu’nu gösterir, “Komutan orada” derdi.2001 yılı 29 Ekimi’ydi. Köşkteki resepsiyona katılan komutanlar “bugün konuşmayacağız” dediler. Org. Kıvrıkoğlu meslektaşlarımızın güncel konulara ilişkin sorularının tümüne aynı karşılığı verdi:“Bugün konuşmayacağım.”Org. Özkök de yine aynı yanıtı verdi: “Komutan orada...”Resepsiyonun sonuna doğru, yanılmıyorsam Irak’la ilgili bir durum söz konusu olunca Org. Kıvrıkoğlu, konuşmadan yapamadı. Beni gözucuyla süzen Org. Özkök kulağıma fısıldadı:“Göle ördek yatağından girdiniz.”Devir teslim töreni yapıldı. Org. Özkök artık Genelkurmay Başkanı’ydı. Görevi devreden Kıvrıkoğlu’nun Özkök’e yönelik şu tümcesi ilginçti:“Sizi dikkatle izleyeceğiz.”Org. Özkök fazla konuşmama tavrını Genelkurmay Başkanlığı döneminde de sürdürdü. Kendisine bunun nedenini sorduğumuzda şu karşılığı vermişti: “Günde gelen soğan gibi, yılda gelen sultan gibi karşılanır.”Org. Özkök’ün gerçek anlamda gazetecilerle “tanışması” 30 Ağustos 2002’de Gazi Orduevi’nde verilen Zafer Bayramı resepsiyonunda oldu. Org. Özkök ağır misafirleri uğurladıktan sonra gazetecilerle kendi standartlarına göre uzun süre sohbet etti. Arcayürek: Her şey aynen devam etmeyecekOrg. Özkök’ün Karadayı ve Kıvrıkoğlu’nun ardından daha farklı bir duruşu olduğu hemen seziliyordu. Resepsiyona birlikte gittiğimiz Cüneyt Abi (Arcayürek) çıkışta şunu söyledi: “Değişik bir durum, bakalım... Ama benim gördüğüm, her şey aynen devam etmeyecek.”Cüneyt Abi, böylesi durumlarda ilk gözleminde yanılmaz... Ecevit’in rahatsızlığıyla ilgili ilk yazıyı yazan da o olmuştu. Ecevit ayaklarını hafif sürterek yürümeye başlamıştı. Hareketleri yavaşlamıştı.İlk ne zaman?1999 yılı ilkbaharında...Baykal’ın Aralık 1998’de Yılmaz hükümetini düşürmesinin ardından Ecevit’in başbakanlığında seçim hükümeti kurulmuştu. Öcalan’ın 15 Şubat 1999’da Türkiye’ye getirilmesinin Ecevit’in şansını arttırdığı yorumları öne çıkmıştı. DSP’liler de bunu hissedip yaşarken tek endişeleri vardı.Ecevit’in sağlığı.Işıklar içinde yatsın Ahmet Piriştina o günleri anlatırken şöyle demişti:“Balbayım, o kadar endişe ediyorduk ki, nezle olması bile oylarımızı düşürebilirdi.”İşte böyle bir ortamda Cüneyt Abi herkesin gözü önünde seyreden Ecevit’in hareketlerindeki yavaşlamayı kaleme almış, sormuştu: “Dünyanın her ülkesinde başbakanların, başbakan adaylarının sağlığı merak edilir. Bu, toplumdan saklanmaz. Ecevit’in sağlığında bir sorun mu var? Varsa bu açıklanmalı.”Cüneyt Abi’nin bu yazısının çıktığı gün bir grup gazeteci Ecevit’le Antalya mitingine gittik. Ecevit VIP salonunda önce benim yanıma geldi. Sert bir ifadeyle şöyle dedi:“Bir dahaki geziye doktor Cüneyt Arcayürek’i de çağıralım.”Ecevit, Antalya mitinginde konuya değinmeden geçemedi. Otobüsün üzerinden halka şöyle seslendi: “Benim sağlığımda sorun var, diyorlar. Bunu diyenler bin yıl yaşasın!”Cüneyt Abi’ye 30 Ağustos akşamı 22.00 sıralarında Gazi Orduevi’ndeki resepsiyondan eve giderken, Org. Özkök’le ilgili ilk gözlemlerini söyledikten sonra yukarıdaki anıyı anımsattım. Bastı kahkahayı... Sonra ciddileşti, “Ama kabul et, yanılmadım. Ecevit’in sağlığı ortada” dedi. Arkasını da şöyle getirdi:“Her yaşın, her sağlık sorununun bir gerçeği var. Halbuki Ecevit, aylar önce sağlığı bozulmadan yeni bir düzen tutsa, görevi güvendiği birine devretse, Türkiye bu kargaşanın içine düşmezdi.” İki ay sonra ABD gezisine çıktıÖzkök’e dönersek... Koltuğuna oturdu. 2 ay sonra Kasım 2002 başında önemli bir programı vardı: 6 günlük bir ABD gezisi.Bu gezinin önemi şuradaydı:Bir önceki Genelkurmay Başkanı Org. Kıvrıkoğlu 4 yıllık görev süresince hiç ABD’ye gitmemişti. ABD açısından Kıvrıkoğlu’nun özgeçmişindeki en önemli tümce buydu.Genelkurmay’daki görev değişimi biraz gerilimli de olsa bitmiş, Özkök dönemi başlamıştı. Mesut Yılmaz: Karşı çıktımKıvrıkoğlu’nun görev süresinin uzatılması konusunun taraflarından biri olan eski Başbakan Yardımcısı ve ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz, Vatan gazetesinden Aydın Ayaydın’ın sorularını yanıtlamıştı. 12 Mart 2008 tarihinde yayımlanan habere göre Yılmaz şunları söylemişti: “Başbakan Ecevit, Kıvrıkoğlu’nun görev süresini uzatmak istiyordu. Bunu Kıvrıkoğlu’na da söylemiş. Paşa yanıt olarak, ‘Bahçeli ve Milli Savunma Bakanı Sabahattin Çakmakoğlu ile bu konuyu görüştüm sıcak bakıyorlar. Ancak Hükümet ortağınız Mesut Yılmaz’a bunu kabul ettiremezsiniz, onun için bu iş olmaz’ demiş. Ecevit birkaç kez beni ikna etmeye çalıştı. Fakat taviz vermedim. Bunun üzerine Kıvrıkoğlu, Hilmi Özkök’ün Genelkurmay Başkanı olmaması için Kara Kuvvetleri Komutanlığı’ndan emekli edilmesini ve yerine Jandarma Genel Komutanı Aytaç Yalman’ın getirilmesini, Başbakan Ecevit’ten talep etti. Bu hamleyle Özkök yerine Yalman Genelkurmay Başkanı olacaktı. Başbakan Ecevit bunun için çok çaba sarfetti. Ancak, bu konuda Anavatan Partisi olarak kesinlikle taviz vermedik. Diğer ortağımız MHP de bu konuda çok fazla istekli değildi. Bu nedenle Kıvrıkoğlu’nun talebi hayata geçirilmedi.”‘Görev süremin uzatılmasını Ecevit istedi’Türk Silahlı Kuvvetleri’nin atama ve terfilerinin belirlendiği Yüksek Askeri Şûrası (YAŞ), ağustos aylarının ilk haftasında gerçekleştiriliyor. Dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu 2002 yılının Ağustos ayında görev süresini tamamlayarak emekliye ayrıldı. Ancak, dönemin Başbakanı Bülent Ecevit’in, Kıvrıkoğlu’nun görev süresini bir yıl uzatarak TSK komuta kademesinin yeniden şekillemesine müdahale etmek istediği konusu gündeme geldi. Konunun yaşayan tarafları emekli Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu ve eski Başbakan Mesut Yılmaz daha sonra yaptıkları açıklamalarda o günleri anlattılar. Kıvrıkoğlu, 11 Mart 2008 tarihinde Hürriyet gazetesinde yayımlanan, Şükrü Küçükşahin’e yaptığı açıklamalarında, görev süresinin uzatılmasını kendisinin değil dönemin Başbakanı Bülent Ecevit’in istediğini dile getirdi. 'Uzatmayı kabul etmem'Kıvrıkoğlu’nun anlatımıyla sürecin gelişimi şöyle oldu:“15 Temmuz 2002 günü, pazartesiydi, beni aradılar. Sayın Başbakan rahmetli Bülent Ecevit’in görüşmek istediğini söylediler. Ne zaman ve nerede olduğunu sordular. Ben de ‘Sayın Başbakan’a uygun saatte olur’ dedim. Saat 18.00 için Başbakanlık Konutu’nu söylediler. Saatinde gittiğimde Sayın Başbakan beni kapıda karşıladı; içeri girdiğimde ise Sayın Şükrü Sina Gürel vardı. Kendisi Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı olarak kabineye yeni girmişti. Çay içtik. Sonra rahmetli Başbakan konuşmaya başladı. 5 yıldır birlikte çalıştığımızı vurguladı. Çevredeki gelişmeler, Kıbrıs konusu falan... Sonra görev süremin uzatılmasını önerdi. Bu tevazuya teşekkür edip şunları dedim: Ben bunu kabul etmem. Bunu asker kamuoyu hoş karşılamaz. Ben yasada belirtilen 67 yaş sınırını da 4 yıllık görev süresini de dolduruyorum. Sürenin uzaması için kanun çıkması gerekir. Hükümetinizin Meclis’teki sandalye sayısı ise şu anda 259 (Salt çoğunluğun altında). Genelkurmay Başkanlığı gibi üst düzey bir makama ait bir konunun, milletvekillerinin, siyasilerin elinde pingpong topu gibi oynanmasına müsaade etmem. Kendileri ısrar edince konuyu uzatmamak için perşembe günü Sayın Cumhurbaşkanı ile haftalık görüşmelerimiz olacağını belirtip, ‘Konuyu orada da birlikte konuşalım’ dedim. Sayın Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’e çıktım. Kendisine, birazdan Sayın Başbakan’ın geleceğini, benim görev süremin uzatılmasını önereceğini, benim buna karşı çıktığımı, bunun asker kamuoyunda hoş karşılanmayacağını söyledim. Sayın Başbakan’a söylediklerimi, aynen tekrarladım; pingpong topu, yaş falan.Bir saat sonra rahmetli Ecevit geldi ve konuyu açtı. Yine aynı şeyleri söyledim. Ama onlara sonra dedim ki, ‘Ama ben size yeni bir Genelkurmay Başkanı öneriyorum’. Yeni bir Kara Kuvvetleri Komutanı (Kıvrıkoğlu, o günün Jandarma Genel Komutanı Org. Aytaç Yalman’ı ima ediyor) atanacak. Bunları 18 Temmuz’da konuşuyoruz. Yeni komutan 30 Ağustos’ta göreve başlayacak. Bu arada siz Genelkurmay Başkanlığı’na atama yapmazsınız, yeni kuvvet komutanı da 30 Ağustos’ta görevi aldıktan sonra eylül ayının ilk haftasında onu Genelkurmay Başkanı atarsınız. Yeni komutanın kim olacağını söylemedim.Bakın bir nokta daha var. 1 Ağustos Perşembe günü Başbakan Yardımcısı Sayın Devlet Bahçeli ve Milli Savunma Bakanı Sayın Sabahattin Çakmakoğlu ile de Milli Savunma Bakanlığı’nda akşam saat 18.00’de görüştük. Bahçeli de görev süremin uzatılmasının yararlı olacağını söyledi. Sayın Şükrü Sina Gürel bana 1 kez geldi. O da süre uzatmak için kanun çıkarmak gerektiğini, bunu çıkaramayacaklarını söyledi. Ben de o zaman, ‘Zaten ben bunu size söyledim’ dedim. Ve ben şunu düşündüm: Eğer benim bilgim dışında uzatma yapsalardı bile istifa edecektim.” ‘Özkök'ü istemedim'Yine Şükrü Küçükşahin’in köşesinde yer alan açıklamalarında Kıvrıkoğlu, kendisinden sonra Genelkurmay Başkanı olan “emekli Orgeneral Hilmi Özkök’ü istemediği” konusunda da şunları söyledi: “Doğrudur, Hilmi Özkök’ü istemiyordum. Şimdi yazınızda var; ‘Madem gençliğinden beri tanıyordun; o zaman niye Kara Kuvvetleri Komutanı yaptın, kuşkusuna neden oldu’, demişsiniz. Doğrudur; ama unutmayın yüzbaşı iken ayrı, farklı tutum gösterirsin, yetkili komutan olunca farklı. Ben 2 yıl kendisini komutan olarak izledim. Bunun sonucunda da irtica ile mücadeleyi daha iyi yapacak birinin gelmesini istedim.”
Sohbetin bir yerinde sordum: Partinizin geldiği çizgide geçmişte zaman zaman rejim tartışmaları yaşandı. Atatürk'e, devrimlerine olan yaklaşımlarla ilgili soru işaretleri oluştu. Net bir ifade ile vurgulamanız gerekirse Atatürk'e nasıl bakıyorsunuz? Erdoğan hazırlıklı, rahat bir ifade ile şu karşılığı verdi: "Biz Mustafa Kemal’in olumlu yanlarının elbette arkasındayız." Türkiye 3 Kasım 2002 seçimlerine giderken başlıca iktidar seçeneklerinden AKP’nin durumu şuydu:Recep Tayyip Erdoğan Genel Başkan... Ancak milletvekili adayı olması yasak!..Ortada ilginç bir durum vardı.AKP seçimlerden 1. parti olarak çıktığında Erdoğan genel başkan olarak devam edecek, ama Başbakanlık görevini Abdullah Gül yürütecekti.Böyle bir durum hiç yaşanmamıştı.ANAP ve DYP’deki çöküş AKP’nin şansını katmerliyordu. Öyle ki, Anadolu’daki kimi orta büyüklükteki yerleşim merkezlerinden şu tür haberler geliyordu: “Falanca ilçe DYP örgütü tabelayı alıp AKP’ye geldi...”“Falanca ilçe ANAP örgütü, yer arayan AKP ilçe örgütüne ‘Tabelayı indirelim, teşkilatınız burası olsun’ önerisi getirdi...”Katılım artık kişi kişi ya da grup grup değil, örgütler halinde oluyordu.Böylesi günlerin hemen öncesinde Erdoğan gazetelerin Ankara temsilcileriyle Dedeman Oteli’nin çatısında kahvaltıda bir araya geldi. Cumhuriyet adına ben katıldım. Kahvaltıyı organize eden Murat Mercan, Erdoğan gecikince hayli zor anlar yaşamıştı.Sohbette Erdoğan uzun uzun partisinin yenilikçi düşüncelerinden söz etti. Zaten Fazilet Partisi’nden koparken “Yenilikçiler” olarak ayrılmışlardı.Hedef tam demokrasiydi, AB süreciydi.Erdoğan bu konuda “samimi” olduklarını göstermek için Ecevit hükümetinin demokratikleşme adımı olarak ortaya koyduğu her şeyi desteklediklerini, desteklemeye de devam edeceklerini söyledi. ‘Mustafa Kemal'in olumlu yanlarının arkasındayız’Sohbetin bir yerinde sordum:- Partinizin geldiği çizgide geçmişte zaman zaman rejim tartışmaları yaşandı. Atatürk’e, devrimlerine olan yaklaşımlarla ilgili soru işaretleri oluştu. Net bir ifade ile vurgulamanız gerekirse Atatürk’e nasıl bakıyorsunuz?Erdoğan hazırlıklı, rahat bir ifade ile şu karşılığı verdi: “Biz Mustafa Kemal’in olumlu yanlarının elbette arkasındayız.”Erdoğan 2002 sonbaharında, daha seçimler yapılmadan tabloyu yaptırdığı özel anketlerle de görmüştü, tebrikleri kabul ediyordu.Tansu Çiller, Mesut Yılmaz ve Devlet Bahçeli koltuklarını bırakmak zorunda kaldı, AKP tek başına iktidara oturdu 3 Kasım 2002: Sandık tasfiyesiÖnceki başlıklarda anlattığımız gerilimlerin, dalgalanmaların ardından 3 Kasım 2002’de son sözü sandık söyledi:- AKP yüzde 34 ile tek başına iktidar.- CHP yüzde 20 ile ana-muhalefet.- Sonrası tasfiye.Gerçekten de AKP ve CHP dışındaki partilerin hemen tümünde Türkiye’nin alışmadığı bir sandık tasfiyesi yaşandı.Demokrasinin rayına oturduğu ülkelerde iki temel kural vardır:1. Seçimle gelen iktidar seçimle gider.2. Seçimi kaybeden partinin lideri gider.Türkiye bu iki “gider”den birincisini oturttu ama, ikincisini ne yazık ki oturtamadı.Önceki seçimlerde parti liderleri yüzde kaç oy alırsa alsın şunu söylerdi: “Halkımız bize bu kez görevi verdi.”Parti sonuncu olsa bile lideri genel anlamda böyle yaklaşırdı. Bazen tersi de olurdu. Lider seçim sonuçlarına bakıp koltuğu bıraktığında gerek etrafındaki kadro, gerekse Anadolu’daki taraftarları koro oluştururdu:“Genel başkanımız bizi bırakma.”Ancak 3 Kasım 2002 bütün bunlardan farklıydı. DYP lideri Tansu Çiller, ANAP lideri Mesut Yılmaz, MHP lideri Devlet Bahçeli koltuklarını bırakmak durumunda kaldılar.Ecevit de kontrollü bir geçişle koltuğunu kendisinin belirlediği kişiye devretti.Meclis’in dışındaki sahne buydu.Ya içindeki sahne?Tablo şöyleydi:Recep Tayyip Erdoğan AKP Genel Başkanı, Abdullah Gül Başbakan.Erdoğan siyasal yasaklı olması nedeniyle Meclis’e girememiş, ama partisi hükümeti kurmuştu.Bu tabloyu herkes kendi bakış açısına göre yorumlayabilirdi ama, bir kişinin bakışı ayrıca önemliydi:Anamuhalefet lideri Deniz Baykal. ‘Daha fazla mağdur edebiyatı yaptırmam’Baykal, seçimlerden hemen sonra partinin içinde ve dışında çok tartışılan bir karar aldı, Erdoğan’ın yasaklı durumuna son verecek anayasa değişikliğini destekledi.O günlerde Baykal bir telefon görüşmemizde kararını şöyle özetlemişti:“Daha fazla mağdur edebiyatı yaptıramam.”Gerilimlerden biri böyleçözülmüştü.Özkök: Sandıktan çıkan neyse o!1990’ların ikinci yarısındaki REFAHYOL hükümeti deneyimi, 28 Şubat sürecinde yaşananlar, kökleri Refah Partisi’ne dayanan AKP iktidarına askerlerin nasıl bakacağı sorusunu beraberinde getiriyordu.Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök 4 Kasım 2002 günü Amerika Birleşik Devletleri’ne gitmeden önce ilk değerlendirmesini yaptı:“Demokrasiye saygılıyız... Sandıktan çıkan sonuç buysa, saygı duymak gerekir.”Elbette doğru olan buydu. Ancak komuta kademesi bu tümcelerin altına şu tür birkaç tümce daha ekliyordu:- Türkiye, demokratik, laik bir hukuk devletidir.- Atatürk ilkelerine, laik rejime bağlılık her iktidarın doğal icraatı arasındadır...Bu ve benzeri birkaç tümce genel bir rahatlama sağlatacak gibi görünüyordu.Bunun yerine Genelkurmay karargâhına şu tür bilgiler gelmeye başladı:- AKP’liler Anadolu’da “Genelkurmay Başkanı bizden” dedikodusu yaymaya başladılar...Bunun gerçek olup olmaması bir yana “Şüyuu vukuundan beterdir” sözü öne çıkıyordu.O günlerde askerler Zaman gazetesinde yayımlanan bir yazıya dikkat kesildiler.Yazı eski İzmir Anakent Belediye Başkanı Burhan Özfatura’nın imzasını taşıyordu. Özfatura şöyle diyordu:“Beraber çalışmak, kapasitesini, güzel hasletlerini, demokratik yapısını yakından tanımak imkânı bulduğum Genelkurmay Başkanımız Sayın Hilmi Özkök, Türkiye için büyük bir şanstır. AKP’nin bunu çok iyi değerlendireceğine inanıyorum.”Bu yazı 22 Kasım 2002 Cuma günü Zaman gazetesinde yayımlandı. 25 Kasım günü de köşemde konu ettim. Yalman'ın 10 Kasım mesajıDerken 10 Kasım geldi. O gün Genelkurmay Başkanı, önceden pogramlanmış gezisi nedeniyle ABD’deydi.Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Aytaç Yalman telefon etti. 10 Kasım nedeniyle bir mesaj ya da benzer açıklama yapmayı tasarlıyordu. “Bir bildiri mi” diye sordum. Yanıtı şu oldu:“Bir kahve içelim.”Başka gazetecilerle de görüşmüştü. Hazırladığı 10 Kasım mesajını bir demeç havasında verdi. Okudum. Dikkatimi çeken tümceleri ayrıca not ederken birkaç tümce daha ekledi.Yalman’ın mesajı Cumhuriyet’te 9 Kasım 2002 günü çıktı. Mesaj şöyleydi:“Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerinde kurtuluş ve kuruluş savaşı vardır. Cumhuriyet, Atatürk ilkelerinin üzerinde yükselmiştir. Cumhuriyete anlam ve muhteva kazandıran Atatürk ilkeleri olmuştur. Biz bunun bilincindeyiz ve bu bilincin Türkiye’yi çağdaş dünyaya taşıdığına inanıyoruz.”O gün Org. Yalman’ın tutumundan sezdiğim şuydu:Açıklamada hedef, kamuoyuna mesaj vermek olduğu kadar aynı zamanda askeri rahatlatmaya dönüktü. İçe-dışa bir bakıma şunu demek istiyordu:“Bizim hassasiyetimiz açısından değişen bir şey yok.”GÜNDEMMUSTAFA BALBAYMeclis’ten Beklenen...TBMM’nin 22. dönemi bugün başlıyor... Arşive baktık, 30 Nisan 1999’da 21. dönemi, “Meclis Açılırken” başlığıyla işlemiş, beklentilerimizi aktarmışız...Çoğu gerçekleşmemiş...Biz yine de beklentimize eklentiler yapıp Meclis’ten umudu kesmeyelim...Önceki dönemlerden pek çok bakımdan daha farklı bir Meclis tablosu ile tanıştık. TBMM her dönemde geleneksel olarak yüzde 60-70 oranında yenilenir. Bu kez yenilenme yüzde 90’ı buldu. Geçen dönem CHP, Meclis dışında kalmıştı. 1999’da Meclis’e gelebilecek olanların önemli bir bölümü 2002’de geldi. CHP saflarının yarıya yakınının eski milletvekili olduğunu vurgulayalım.Her dönem Meclis’e giren partinin sayısı dönem sonunda ikiye katlandı. Bu, ya bölünmelerle ya da yeni oluşumlarla gündeme geldi. Görünen o ki, bu kez de benzer gelişmeler yaşanacak!AKP ve CHP’de genel merkezin güçlü olduğu bir yapı var. Erdoğan ve Baykal, listelerinin yapımında birinci derecede rol oynadılar. Ancak genel merkez ağırlıklı yapı zamanla Meclis ağırlıklı hale gelir ve vekiller arasında farklı düşünmeler başlar!Seçimler öncesinde yarışa katılan partilerin sıralaması şöyle öngörülüyordu:AKP, CHP, DYP, MHP...Sıralama aynen böyle oldu ama, son iki partinin barajı geçememesi yüzde 65-70 oranında AKP’nin, yüzde 30-35 oranında CHP’nin daha fazla milletvekili çıkarmasını sağladı. Seçilemeyecek sıralarda olduğunu düşünenler de Meclis’e girdi. Durum, bir ölçüde geçen dönemin MHP’sini anımsatıyor.İlk izlenimlerimiz AKP ile CHP arasındaki iktidar-muhalefet dengesinin sık sık gerginleşeceği yönünde. Dileğimiz elbette bu değil ama, her iki partinin mayası sürekli uyuma uygun değil!Mademki, büyük ölçüde yenilendi, çiçeği burnunda vekillere anımsatalım. Geleneksel olarak, vekiller iki konuda çok hızlı el kaldırır:Tatile girerken ve maaşlar artarken!Dileyelim, bu gelenek sürmesin...Dokunulmazlık...Yukarıda sıraladığımız nedenlerle, özellikle AKP’nin Meclis’teki yapısı henüz kamuoyuna yansımadı. Şu aşamada ünlü vekillerin başında Fadıl Akgündüz geliyor. Her dönemin fotoğrafını veren bir vekil olur. O kişinin durumu Meclis’in portresini oluşturur.Fadıl Bey’in de böyle bir özelliği var. Ancak bütün gözleri Akgündüz’ün üzerine çevirip öteki dosyaları komisyon altı etmek de doğru değil...Dosya ve komisyon dedik de, dokunulmazlık konusu 22. dönemde öncekilere oranla daha fazla konuşulacak. Bizce de kürsü dokunulmazlığı dışında, vekillerin ayrıcalıkla donatılmaması gerekli. Ancak, yargı bağımsızlığı tam olarak sağlanmadan bu yola gidilirse, dokunulmazlığı kaldırmanın pratik bir yararı olmaz.Nasıl olsa bundan çok söz edeceğiz, şimdilik bunu anımsatmakla yetinelim...Bu dönemin bir başka sihirli sözcüğü ise şu olacak:Milli irade!Erdoğan, atacağı her adımın başında şunu söyleyecek:“Milli irade bizim elimizde, size ne oluyor? Bunu kimseyle paylaşmayız... İstediğimizi yaparız...”Bunu şimdiden söylemeye başladı bile... Erdoğan’ın demokrasi anlayışını ortaya koyan tümcelerden biri. Durumun özeti şu:Yüzde 79’un yüzde 34’üyle Meclis’in yüzde 66’sına hâkim olup yetkinin yüzde 100’ünü kullanmak!Seçimlerden önce de vurgulamıştık; hükümet, devlet organlarıyla uyum içinde topluma hizmet etme yeridir. Devlete ve topluma hükmetme yeri değildir. Erdoğan dış politikadaki davranışlarıyla olaya böyle bakmadığını gösterdi. Şimdi gözler Meclis’te. Aynı mantık sürerse Meclis de yasama yeri değil, yaslanma yeri olur, Erdoğan’ı onaylama makamı haline gelir...22. dönem başlarken Kurtuluş Savaşı’nın en ateşli günlerinde bile işlevini yitirmeyen Meclis’in, salt parti politikalarının yasalaştırıldığı değil, ülke sorunlarının çözüldüğü yer olmasını dileyelim...
Başbakan Gül ve yardımcılarına 9 Aralık'ta Genelkurmay Karargâhı'nda verilen irtica ve güvenlik brifinginde '28 Şubat'tan geri dönülemez' mesajı verildi. 17 gün sonra Gül ve Gönül, YAŞ kararlarına şerh koyarak irticaya sahip çıktılar.
Kasım ayı; AKP hükümetinin kuruluşu, Org. Özkök’ün ABD seferini tamamlayışı ile geçti. 9 Aralık’ta Genelkurmay Karargâhı’nda Başbakan Gül ve yardımcılarına irtica ve güvenlik brifingi verildi. Ertesi gün brifingin ayrıntıları pek çok gazetede yayımlandı. Cumhuriyet’te yer alan haber şöyleydi:“Genelkurmay Başkanlığı’nın Başbakan Abdullah Gül ve bazı hükümet üyelerine verdiği irtica ve güvenlik brifinginde, irticanın tehdit niteliğini koruduğu belirtilerek ‘Türkiye Cumhuriyeti’yle hesaplaşma aşamasına gelen irtica hareketi, 28 Şubat 1997’de durdurulmuştur. Bu kazanımların korunması için gerekli yasalar çıkarılmalıdır, irtica sermayesi desteklenmemelidir’ denildi. 28 Şubat’tan geri dönülemeyeceğinin vurgulandığı brifingde, kamuoyunda türban sorunu olarak tartışılan kılık kıyafet yasalarıyla da oynanmaması gerektiği vurgulandı.Dün saat 13.50 sıralarında başlayan brifinge Başbakan Abdullah Gül, başbakan yardımcıları Abdüllatif Şener, Ertuğrul Yalçınbayır ve Mehmet Ali Şahin’le Devlet Bakanı Ali Babacan, Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, Başbakanlık Müsteşarı Fikret Üçcan katıldı. Askeri kanattan ise Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök, Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt ile yaklaşık 20 korgeneral ve tümgeneral katıldı. Brifing, bölücü terör, dış güvenlik ve irtica olmak üzere üç ana bölümden oluştu. Brifingin irtica ile ilgili bölümünde önce irticanın tarifi yapıldı. İrtica şöyle tanımlandı: ‘Dini alet ederek kurulu düzeni yıkıp onun yerine dini esaslara dayalı bir düzen kurmak.’ Bu tanımdan sonra Türkiye’de irtica faaliyetleriyle ilgili şu bilgiler verildi:• Ülkemizde dini esaslara dayalı devlet kurma amacıyla planlı ve uzun vadeye dayalı bir strateji izleyen irticai unsurlar, 1997 öncesinde tam anlamıyla ülkenin laik demokratik yapısıyla tüm çağdaş kazanımlarını hedef alarak Türkiye Cumhuriyeti ile açık bir hesaplaşmaya girişmişlerdi. Bu tehdit ciddi bir güvenlik sorunu olarak değerlendirildi. Konu 28 Şubat 1997’de Milli Güvenlik Kurulu’nda görüşülerek bir dizi karar alındı. Alınan kararların takip ve koordinesi amacıyla 28 Kasım 1997 tarihinde Başbakanlık’ta bir uygulama ve takip koordinasyon kurulu oluşturuldu.Bu kurul halen irticai faaliyeti takip ve kontrolde en etkili kurumdur. Faaliyetlerinin devam etmesi şarttır.• Bu kurul tarafından irtica ile mücadelede tespit edilen mevzuat eksikliğinin giderilmesi için 16 adet yasa tasarısı hazırlanmış ve Meclis’e sevk edilmiştir. Bunlar arasında anayasanın laiklik ilkesinin korunması için TCK’nin ilgili maddelerinin değiştirilmesi, irticai faaliyetlere bulaşan devlet memurlarının memurluktan uzaklaştırılması vardır. Bunlardan devlet memurlarının görevlerine son verilmesi ve irticai faaliyetlerde bulunan kamu işçilerinin iş aktinin feshi henüz yasallaşmamıştır. Hükümetinizin bu iki tasarıyı yasalaştırması önemlidir.• İrticai faaliyetler alınan tedbirlerle bir ölçüde azalmış olmasına karşın devletin laik yapısını tehdit eder boyuttadır. Milli Gençlik Vakfı’nın faaliyetleri, 1200 vakfın irticai faaliyette bulunması, 42 üniversitede irticai faaliyet olması... Bunların içinde bine yakın irticai personel var. Bu kapsamda, 480 özel okul, 2 bin 200 yurt ve pansiyon, 1100 Kuran kursu, 500’e yaklaşan dershane, 1700 civarında şirket, finans kurumu, 34 holding, 45 milyar dolarlık sermaye birikimi, 245 radyo TV kanalı bulunmaktadır.• 13 bine yakın irticai faaliyette bulunan devlet memuru vardır. Bunlar sırasıyla Milli Eğitim Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı başta olmak üzere pek çok bakanlıkta bulunmaktadır.• İrtica ile mücadelenin başarıyla yürütülmesi için cumhuriyetin niteliklerinden herhangi birini değiştirmeye çalışanların görevlerine son verilmesi, Milli Güvenlik Kurulu’nun 406 sayılı kararı uyarınca irtica ile mücadele stratejisi ile yarım kalan diğer mevzuat çalışmalarının tamamlanması, vatandaşlardan yasadışı para toplanmasının önlenmesi, sermaye piyasası sistemi dışındaki işlemlerin önlenmesi kaçınılmazdır.8 yıllık zorunlu eğitimin 12 yıla çıkarılması gereklidir.• İrticai sermayenin teşvik edilmemesi gereklidir.• Kıyafet kararnamesinin aynen uygulanması sağlanmalı, değişikliğe gidilmemelidir. Brifingin son bölümünde de şu değerlendirme yapıldı: ‘Her zaman olduğu gibi bundan sonra da irtica ile mücadelede Türk Silahlı Kuvvetleri, tüm kurum ve kuruluşlarla beraber hassasiyetle hareket edecek, kararlığını koruyacaktır.’Gül ve Gönül’den ‘şerhli’ onay26 Aralık 2002’de Yüksek Askeri Şûra (YAŞ) toplantısı vardı. Yıllık olağan YAŞ toplantısının birincisi ağustos ayında, ikincisi de aralık ayında yapılıyordu.Askerlerin iki hazırlığı vardı:1. Brifingle Türkiye’nin iç ve dış güvenliğini ilgilendiren konularda neler düşündüklerini hükümete anlatmak.2. İrtica faaliyetlerini de kapsayan disiplinsizlik nedeniyle ordudan atılacak personel konusunda ödün vermemek, Erbakan hükümetinde olduğu gibi AKP hükümetinde de Başbakan’la Milli Savunma Bakanı’nın imzasını almak.AKP’nin de iki hazırlığı vardı:1. Brifingi rutin bir anlatıma dönüştürmek ve kamuoyuna yansımamasını sağlamak.2. Ordudan atılacaklara yargı yolunun açılmasını sağlamak. Bu amaçla da atılmalara şerh koymak.Brifing basına sızdı. Ayrıntılı haber veren gazetelerden biri Cumhuriyet’ti. Haberin ana hatları şöyleydi:“Toplantıda, Irak’taki olası gelişmeler nedeniyle daha önce yapılan hazırlıklar doğrultusunda Milli Askeri Strateji Konsepti güncelleştirildi. Konseptte, Irak’ta beklenen gelişmeler ve buradan Türkiye’ye yönelebilecek tehditlere karşı alınması gereken önlemler yeniden düzenlendi. Irak’taki olası gelişmeler dikkate alınarak hazırlanan yeni konseptte, dış tehdit unsurları arasında Irak’taki gelişmeler ilk sıraya çıktı. Konseptte, bu tehdide yönelik alınması gereken önlemler için TSK’nin ihtiyaçları da dile getirildi. Toplantının ardından yapılan açıklamada, Türkiye’ye yönelik iç ve dış tehdit unsurları ile TSK’nin harbe hazırlık durumu konusunda değerlendirme yapıldığı belirtilerek şöyle denildi: ‘Türk Silahlı Kuvvetleri’nde uygulanan tasarruf tedbirlerinde gelinen nokta ve alınacak ilave tedbirler ile Türk Silahlı Kuvvetleri’nin çeşitli personel konuları görüşülmüştür. Ayrıca, disiplinsizlik nedeniyle durumları değerlendirilen 7 personelin Türk Silahlı Kuvvetleri’nden uzaklaştırılmalarına karar verilmiştir.’Disiplinsizlik gerekçesiyle TSK ile ilişkisi kesilen personelin tamamının irticai faaliyetler nedeniyle ordudan atıldığı öğrenildi. İlişiği kesilenlerin 4’ünün astsubay, 3’ünün de subay olduğu kaydedildi. İhraç edilen subaylardan en yüksek rütbelisinin yüzbaşı olduğu bildirildi.” Hükümetten şerhAsıl önemli haber ise daha sonra geldi.Başbakan Gül ve Milli Savunma Bakanı (MSB) Vecdi Gönül ordudan atılmalara şerh koymuşlardı.Bu bir ilkti. Haber bana da geldi. Birkaç gazete daha haberin peşindeydi. Ancak doğrulatmak gerekiyordu.Haberi araştırırken bir gazeteci arkadaşım aradı, kendisine gelen bilgi “kesin şerh konduğu” yönündeydi. 3 subay 4 astsubay, toplam 7 kişi atılmıştı.Kaynağının sağlam olduğunu söylüyordu.Bir şansımı deneyeyim dedim, dönemin Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri Org. Tuncer Kılınç’ı aradım.Emir subayına ulaştım.Konuyu sordular. Aldığım bilgiyi özetledim. Emir subayı da Org. Kılınç’a aktardı. Emir subayı şu karşılığı verdi:“Mustafa Bey, komutanımız ne biliyorsa yazsın dedi”.Haber Cumhuriyet’te birinci sayfadan yayımlandı. Başta Hürriyet, Milliyet olmak üzere öteki gazeteler de doğal olarak konuyu işledi. ‘Haberin büyüğünü alamamışsınız’Haberle ilgili olarak Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Aytaç Yalman’ı aradım. Yanıtı şu oldu: “Şerh doğru ama, haberin büyüğünü alamamışsınız.”“Büyük haberin” ne olduğunu söylemedi!..Bu tablo askerlerle hükümetin yıldızının çok barışık olmayacağını gösteriyordu.YAŞ toplantısına katılan bir komutan, Cumhuriyet’in haberini doğruladıktan sonra, sordu: “Sayın Balbay, siz ordudan ihraç için hakkında dosya açılan bir subayın kaç incelemeden sonra o dosyanın oluştuğunu biliyor musunuz?”“Bilmiyorum” yanıtını verince devam etti: “En az 20 merhaleden geçiyor. Öyle 3-4 kişinin oturup karar vermesiyle olmuyor. Onlar sonuçta bizim evlatlarımız. Ama disiplin için buna mecburuz.” ‘Asker: İlk golü yedik; AKP: İyi başladık’Benim gözlemlerime göre o YAŞ toplantısı askerin içinde deyim yerindeyse şu yoruma neden oldu:“İlk golü yedik!”AKP saflarında, Meclis koridorlarında da şu konuşuluyordu:“İyi başladık.. REFAHYOL gibi olmayacağını gösterdik.”AKP’nin şerhine sert tepkiGenelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök, hükümetin bu adımından duyduğu rahatsızlığı 8 Ocak 2003’te düzenlediği basın kokteylindeki konuşmasında net biçimde vurguladı.İhraçlara “yargı yolu açılması” gerekçesiyle hükümet üyelerinin şerh koymasına sert tepki gösteren Özkök, TSK’nin uzun süredir irticai hareketlerin önünde bir engel olarak görüldüğünü, irticai görüş yandaşlarının TSK’ye sızmak için her yola başvurduğuna dikkat çekti. Özkök şu değerlendirmeyi yaptı: “TSK de bu tehdide karşı, savunma refleksleri ve yöntemleri geliştirmiştir. YAŞ’ta anayasamızın 125. maddesi uyarınca, yapılmak istenen uygulama bu refleks ve yöntemin gereğidir. Bilindiği üzere 125. madde YAŞ kararlarını diğer bazı kararlar gibi yargı denetimi dışına taşımıştır. Bir anayasa maddesinin uygulanma istemine muhalefet şerhi koymak, idarenin kanunların uygulanmasını sağlamak sorumluluğu ile çelişmiştir ve kanımca bu nedenle yasal dayanaktan yoksundur. Bu konudaki farklı düşüncenin ifade edileceği yer ve durum YAŞ olmamalıydı. Bu istisnai durum şüphesiz irticai faaliyetlere bulaşanlara cesaret vermiştir. İrticai unsurların yarattığı tehlike dışarıdan çok net görülmüyor. Diyelim ki bir binbaşı bir tarikatın etkisi altında kalıyor. Aynı tarikattan bir astsubay varsa ve o kişi tarikatta daha önde ise binbaşı astsubayın emrine giriyor. Biz, bir kişiyi gerektiğinde ölüme gönderme sorumluluğu taşıyan bir kurumuz. Kimi tarikat üyeleri de falanca ülkeye savaş caiz değildir, diyor. Böyle bir şey kabul edilebilir mi? Biz bunları tartışma konusu dahi yaptırmak istemiyoruz.”
Bülent Arınç adını ilk 1980’lerin ortasında İzmir’de gazetecilik yaparken duydum. Avukattı. Bir toplantıda katılımcılar harem-selamlık oturmuştu. Bu tartışma konusu olmuş ve devamında yargıya taşınmıştı. Arınç, toplantıyı organize edenlerin avukatlığını üstlenen kişiler arasındaydı.Arınç daha sonra siyasete atıldı. Refah Partisi sonrasındaki ayrışmada Erdoğan ve Gül’le birlikte “yenilikçiler” olarak adlandırılan tarafın üç isminden biri oldu.3 Kasım 2002 seçimleri sonrasında AKP’nin üst çekirdeğindeki iktidar paylaşımı nasıl olacaktı?Aslında ilk 2 ayak çözülmüştü: Erdoğan şimdilik sadece genel başkan olacaktı ama, partinin ve hükümetin kontrolünü elden bırakmayacaktı. Yurtdışı gezilerinde kendisine öncelik vererek, ekonomide acil eylem planını açıklayarak bunu gösteriyordu.Gül de başbakandı.Arınç ne olacaktı? ‘İnadına adayım’Arınç’a ilişkin kulislerde konuşulan, benim de kulağıma gelen şuydu:“Kendisi, ‘Ben protokolde Erdoğan ve Gül’ün arkasındaki bir yerde durmam’ diyor!”Bunun Türkçesi şuydu:“Bakan olmam!”Ne olurum?Meclis Başkanı!Arınç, bu istemini ilk ve en güçlü şekilde benim sorum üzerine TRT’de yayımlanan Pazar Panorama programında açıkladı.Elini masayı yumruklamaya hazır biçimde kaldırıp indirdi ve şöyle dedi:“Meclis Başkanlığı’na adayım... İnadına adayım.”Meclis Başkanlığı için öncelikle Vecdi Gönül’ün adı geçiyordu. Gönül, daha önce valilik, Sayıştay Başkanlığı, İçişleri Bakanlığı Müsteşarlığı yapmıştı. Devleti tanıyordu. Ben de kendisini ilk İzmir Valiliği sırasında tanımıştım.Ama Arınç’ın inadı inattı.Sözümüz Arınç’tan dışarı, siyasette inat gerilimli bir sanattı! Arınç'ta 'Ampul Partisi' rahatsızlığıArınç’la TRT’deki bu karşılaşmamızdan birkaç ay önce konuşmacı-dinleyici gerilimi içinde karşı karşıya geldik.Erol Tuncer’in başkanlığını yürüttüğü Sosyal Demokrasi Derneği’nin Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde düzenlediği toplantıya beni konuşmacı olarak çağırmışlardı. Konu siyasetin güncel sorunlarıydı. Partilerin durumunu anlatırken AKP için şu tanımı kullanmıştım:“Ampul Partisi.”Konuşmam bitince dinleyiciler arasında bulunan Arınç ayağa kalktı ve şunu söyledi:“Sayın Balbay, AKP’ye ampul partisi diyemezsiniz. Bu sözünüzü geri alınız.”Ben de şu karşılığı verdim:“Siyasi partiler zaman zaman, hatta sık sık amblemleriyle anılır. Altı ok, güvercin, kırat bunun en somut örnekleridir...”Arınç’ın yanında, ondan daha gerilimli bir kişi daha vardı. Kim olduğunu sordum. Ramazan Toprak dediler...Toprak, daha önce ordudan ihraç edilmişti. Seçimlerden sonra Milli Savunma Komisyonu Başkanlığı’na getirilen, hükümetle asker arasındaki gerilime neden olan kişilerden biri olmuştu.Daha önce yaptığı açıklamalar nedeniyle zaman zaman askerlerin tepkisini çeken Arınç’a komuta kademesi nasıl bakacaktı?Gelenek, Meclis Başkanlığı’na seçlimesi nedeniyle nezaket ziyaretini zorunlu kılıyordu.3 seçenek vardı:1. Normal zaman dilimi içinde nezaket ziyaretini yapalım.2. Gitmeyelim.3. Çok çok kısa kalalım, tebrik edip çıkalım.Üçüncü şık tercih edildi.Arınç’la askerler arasındaki gerilim zaman zaman yapılan açıklamalardan, türban kaygısıyla Meclis kokteyllerinin eşli olup olmamasına kadar devam etti.Arınç da karşı nezaket ziyaretlerini yaptı. Jandarma Komutanı Org. Şener Eruygur’u ziyaretinde, Eruygur kendisine astsubay olan babasının bir fotoğrafını armağan etti.Fotoğrafta Arınç’ın babası eşiyle birlikteydi ve eşi türbansızdı. ‘Çenemi tutsaydım, Cumhurbaşkanı idim'Arınç’la Cumhuriyet’in ilişkileri de gerilimli ama, diyalog halinde devam etti.Cumhuriyet, geleneksel olarak sonu 0 ve 5’le biten kuruluş yıldönümlerini dışa dönük kutluyor. 80. yılımızı Kale’de kutlamıştık. Meclis Başkanlığı makamına saygının gereği olarak da Arınç’ı davet etmiştik. Geldi. Bir odada 10-15 dakika kadar sohbet ettik. Cumhuriyet’in gazete olarak önemini vurguladı. Ancak sonraki yıllarda Cumhuriyet’in AKP iktidarına yönelik eleştirel çizgisini sürdürmesine koşut olarak kendisinden ve çevresinden eleştiriler aldık. Şunu da vurgulayalım; diyaloğu hiç koparmadı.Arınç yıllar sonra 2007’de Meclis Başkanlığı dönemini şöyle özetlemişti.“Çenemi tutsaydım, cumhurbaşkanı idim.”Erdoğan ve Arınç’tan destekAKP’nin ilk başbakanı Abdullah Gül ile Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün “yargı yolunun açılması” gerekçesiyle YAŞ kararlarına şerh koyması 28 Aralık 2002 tarihinde Cumhuriyet’te manşet oldu. Diğer gazeteler de konuya geniş yer verdi.Milliyet gazetesi 29 Aralık 2002’de, “Gül imzalamış ama şerh koyarak!” başlığıyla verdiği haberinde, kurulun asker üyelerinin “AİHM kararlarını anımsattıkları” vurgusu yapıldı.Necmettin Erbakan’ın başbakan olduğu 1996 yılında YAŞ kararlarına şerh koymadığını, ancak bir gün sonra imzaladığı anımsatmasını yapan Milliyet’in haberinde, “AİHM, 1995-1997 arasında TSK’den ihraç edilen 13 subay ve astsubayın konuya ilişkin başvurusunu değerlendirirken, ‘Bu kararlar sadece belli bir gruba üye kişileri ilgilendirir. Dolayısıyla YAŞ kararları ceza kanunu çerçevesinde incelenemez ve AİHS’nin adil yargıyla ilgili maddesine aykırı değildir’ kararını vermişti” dendi. ‘Tabanına mesaj veriyor’Hükümet üyelerinin şerh koyması ile ilgili hukukçuların görüşlerini de yansıtan Milliyet’in haberi şöyleydi: “Hukukçular, YAŞ’ın irticai faaliyetlerde bulundukları gerekçesiyle 7 personelin TSK’den uzaklaştırılmasıyla ilgili karara “antidemokratik” olduğu gerekçesiyle şerh koyan Başbakan Abdullah Gül’ün tavrını, “Seçmen tabanına mesaj veriyor” diye yorumladı. Gül’ün karşıoyunun AİHM’ye açılacak davalarda sonucu değiştirmeyeceğini belirten hukuçuların değerlendirmeleri şöyle:• Prof. Dr. Bakır Çağlar: Bu olayın politik ve hukuksal boyutu var. Politik olarak, başbakan tribüne oynamıştır. Hukuksal anlamda, YAŞ kararının sonucunu değiştirmeyen bir karşıoy hiçbir şeyi değiştirmez. AİHM, YAŞ kararıyla ordudan atılanların davalarını, askeri disiplin ve laiklik ilkelerini göz önünde bulundurarak reddediyor. Bu nedenle geçmiş kararlar da düşünüldüğünde, konulan şerh, hiçbir prensip kararını etkilemez ve sonuç vermez.• Prof. Dr. Zafer Üskül: Bunun sadece seçmen tabanına mesaj olarak algılanması gerekir. AİHM kararları ortada. Anayasadaki maddeler de aynen duruyor. Gül’ün bunun yerine konuyu TBMM’ye getirerek anayasayı değiştirmesi uygun olurdu. Yoksa AİHM’de açılan davaları değiştirebilecek bir davranış değil.” ‘Demokratik hak'Gül ve Gönül’ün YAŞ kararlarına şerh koymalarının ardından Erdoğan ve Arınç’ın destek açıklamaları hemen hemen bütün gazetelerde yer aldı. Erdoğan ve Arınç, şerh konulmasını “demokratik hak” olarak değerlendirdi. Erdoğan’ın değerlendirmesi Radikal gazetesinin 29 Aralık 2002 tarihli sayısında şöyle yer aldı:“AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, Başbakan Abdullah Gül’ün YAŞ kararlarına muhalefet şerhi koyarak demokratik hakkını kullandığını söyledi. Aydın-Horsunlu-Denizli Bölünmüş Devlet Yolunun temel atma töreni için Aydın’a gitmek üzere İzmir’e gelen Erdoğan, Adnan Menderes Havalimanı‘nda gazetecilerin sorularını yanıtladı. Erdoğan, bir soru üzerine Başbakan Gül’ün YAŞ kararlarına muhalefet şerhi koymakla demokratik hakkını kullandığını belirterek, ‘Yapılanlar kurallara uygundur. Olumsuzluk söz konusu değildir’ dedi.” Yalçınbayır: Yargı yolu açılsınAKP’nin ileri bir adım atmaya niyetlendiği ise dönemin Başbakan Yardımcısı Ertuğrul Yalçınbayır’ın açıklamalarıyla Hürriyet gazetesinde 30 Aralık 2002 tarihinde şöyle haberleştirildi: “Yalçınbayır, ‘Gözaltının Gözaltına Alınması Projesi’yle ilgili düzenlenen toplantıya katıldığı Bursa Emniyet Müdürlüğü’nde, gazetecilerin YAŞ kararlarının yargı denetimine açılması yönündeki tartışmalara ilişkin sorularını da yanıtladı.Yalçınbayır, bir gazetecinin ‘Bu çalışmayı başlatanlar arasında sizin de isminiz var. Konu ne aşamada, öğrenebilir miyiz’ sorusu üzerine, ‘Partinin programını yazan, seçim bildirgesini hazırlayan, hükümet programını hazırlayan kişilerdeniz. Partimizin ilkeleri arasında yeni bir anayasa hazırlama hedefi var’ dedi.Ocak ayı başında, TBMM Grup başkanvekillerinden İsmail Alptekin’in başkanlığında bir uzlaşma komisyonunun çalışmalara başlayacağını kaydeden Yalçınbayır, bu komisyona CHP ve AK Parti’den 3’er üye ve sivil toplum örgütleri ile ilgili kuruluşların görüşlerinin de katılımının sağlanacağını ve çoğulcu bir anlayışla anayasa değişiklik teklifinin hazırlanacağını bildirdi. Yalçınbayır, adil yargılanma hakkının, hem anayasa hem de yasal güvencede olduğunu vurgulayarak, hak aramanın sonuna kadar tüketilmesinin, o disiplin içindeki bütün yargı mercilerinin sonuna kadar tüketilmesi anlamına geldiğini belirtti. ‘Birey adil yargılanma hakkına kavuşmalı’Kural olarak idarenin her türlü eylem ve işleminin yargı denetimine tabi olduğuna dikkati çeken Yalçınbayır, anayasada bunun istisnalarının bulunduğunu, Cumhurbaşkanı’nın tek başına yaptığı tasarruflar, YAŞ kararları, memurlarla ilgili kınama cezaları, Yüksek Hâkimler Kurulu kararları ve olağanüstü hal bölgeleriyle ilgili çıkarılan kanun hükmünde kararnamelerin bu istisnalar arasında yer aldığını kaydetti. Yalçınbayır, şöyle konuştu:‘Her ne kadar AİHM, YAŞ kararları aleyhine yargı yolunun kapalı olmasının hukukla bağdaşacağını söylüyorsa da, biz bunu daha da genişletebiliriz. Bu genişletmeyi düşünüyoruz. Buradaki sorun, o kararların konusu olan fiilleri savunmak değildir. Sorun, YAŞ kararlarını tartışmak da değildir. Sadece adil yargılanma hakkına bireyin kavuşmasını sağlamaktır. Biz o fiilleri savunamayız. Askerin kendine has bir disiplini vardır ve herkes o disipline uymak zorundadır. Çıkarıldıysa tabii ki görevini yapamacaktır. Ama, mahkemeye başvurma hakkını ondan mahrum edemeyiz.’Askerden 3 dakikalık ziyaretAKP hükümeti ile TSK komuta heyeti arasındaki gerginlik “inadına adayım” diyerek TBMM Başkanı seçilen Bülent Arınç’a komutanların ziyareti sırasında da bir kez daha su yüzüne çıktı. 29 Kasım 2002 tarihinde komuta heyeti Arınç’a çok kısa bir “hayırlı olsun” ziyareti gerçekleştirdi. Haber Cumhuriyet’te ‘Arınç’a 3 dakikalık ziyaret’ başlığıyla şöyle yer almıştı:“Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök ve kuvvet komutanları, hükümetin güvenoyu almasının ardından Başbakan Abdullah Gül ile TBMM Başkanı Bülent Arınç’ı ziyaret etti. TBMM Başkanlığı’na aday olma süreci ve ardından uğurlama törenlerinde eşinin türbanı ile gündeme gelen Arınç’a ziyaretin sadece 3 dakika sürmesi dikkat çekti. Komutanlar Arınç’la birlikte medya önüne çıkıp görüntü vermedi. Arınç, ‘Görüşmenin kısa sürmesini tepki olarak algıladınız mı’ sorusuna, ‘Ben Meclis Başkanı’yım, onlar Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanı. Kim kime tepki gösterecek, çok saygısızca bir soru’ yanıtını verdi.Özkök, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Aytaç Yalman, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Cumhur Asparuk, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Bülent Alpkaya ve Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Şener Eruygur dün ilk olarak Başbakanlık’a gelerek Gül’ü ziyaret etti. Ziyaret daha önceden belirlendiği gibi 20 dakika sürdü.TBMM Başkanlığı seçimleri öncesinde eşinin türbanlı olmasının gündeme getirilmesine sinirlenerek ‘İnadına aday olacağım’ açıklamasını yapan Arınç’a, komuta heyetinin ziyareti önceden duyurulmadı. Komutanların Arınç ile görüşmesi de öncekilere kıyasla çok kısa tutuldu. Komutanların Arınç’ın makamına girmesiyle çıkması bir olurken kutlamalar dahil ziyaret toplam 3 dakika sürdü. Komuta heyetinin, Arınç’ın önceki açıklamaları nedeniyle mesafeli davrandığı ve ziyareti kısa tuttuğu bildirildi.Arınç, dün akşam CNN Türk’te komutanların ziyaretleriyle ilgili şunları söyledi:‘Kendileri beni tebrik ettiler, başarılar dilediler. Bir iki şey daha konuşuldu. Belki çok kısa oldu, oturup sohbet etmedik. İkramda bulundum, almadılar. Tabii ramazan diye almadılar. Belki de başka sebeple almadılar.’Arınç, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’i uğurlamaya türbanlı eşiyle gittiği anımsatılarak bundan sonra da buna devam edip etmeyeceği sorusuna da gerginlik yaratmak gibi bir amacı olmadığını kaydederek bundan sonra belirli bir mutabakata varıncaya kadar eşinin devlet protokolüne gelmemesini ‘doğru bulduğunu’ söyledi.” ‘Ziyaret kısa, yorum uzun’Komuta heyetinin Arınç’a kısa ziyareti Radikal gazetesinde 30 Kasım 2002 tarihinde “Ziyaret kısa, yorum uzun” başlığıyla haberleştirildi. Radikal’deki ayrıntılar şöyleydi:“Arınç, komutanları kapıda karşılayarak ‘Hoş geldiniz’ dedi. Arınç’a ikramda bulunma fırsatı bile tanımayan Komutanların ziyaretleri üç dakika sürdü. Komutanların Arınç ile birlikte görüntü alınmaması isteği, TBMM Başkanlığı tarafından delindi. TBMM Başkanlığı Basın ve Halkla İlişkiler Daire Başkanlığı’nda görevli bir foto muhabiri içeri alındı ve kısa ziyaret görüntülendi. Daha sonra bu görüntülerden üç kare basına dağıtıldı. Gül’ün telefonla arayarak tepki göstermemesini rica ettiği Arınç buna rağmen tepki vermekte gecikmedi. Saat 14.15’te TİSK Başkanı Refik Baydur başkanlığındaki heyeti kabul eden Arınç, gazetecilerin ziyaretle ilgili soruları üzerine önce, ‘Bu yayınları siz yapıyorsunuz’ siteminde bulundu. Televizyonlardaki yayınları seyrettiğini ve bir kenara not ettiğini belirten Arınç, şöyle konuştu:‘Kendilerini karşıladım ve tebrikte bulunduktan sonra MGK çalışmaları olduğundan bahsederek izin istediler. Mesele bu kadar basit. Ama yorumlarda ne kadar kısa süre kaldılar, çıkarken nasıldı, girerlerken nasıldı. Maşallah bunların yorumlarını izliyoruz ve utanıyorum. Sayın kuvvet komutanlarına ve Genelkurmay Başkanı’na ziyaretlerinden dolayı teşekkür ediyorum.’ Bülent Arınç, ‘Ziyaretin kısa olmasını bir tepki olarak değerlendirmiyor musunuz’ sorusuna ise sinirlenerek, ‘Çok saygısızca bir soru. Bunu sorulmamış kabul ediyorum. Ben Meclis Başkanıyım, onlar da bu ülkenin Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanları. Kim kime tepki gösterecek? Bu nasıl sual?’ dedi.”
AKP'nin daha iktidarın ilk günlerinde çizdiği tablo, ABD'nin istemlerine soğuk bakmadığı yönündeydi. Erdoğan henüz Başbakanlık koltuğuna oturmadan AKP Genel Başkanı olarak 10 Aralık 2002'de Beyaz Saray'ın konuğu oldu.
Ankara gazeteciliğinin en yoğun yılı hangisidir sorusuna verilebilecek pek çok yıl vardır. Her biri kendi yoğunluğu içinde doğrudur ama, sanırım 2003 yılı birinciliği kolay kolay kaptırmaz.Nedenlerini sıralayalım:1. AKP’nin ilk yılı... Gül-Erdoğan’ın başbakanlık değişimi.2. İktidarın kendi içindeki değişimin Türkiye dengelerine yansıması.3. ABD’nin Irak operasyonu için Türkiye’nin desteğini almakta gösterdiği ısrar.4. Kıbrıs’ta AKP iktidarı ile başlayan “hemen çözüm” heyecanının Ankara’daki devlet kurumlarına yansıması...Şıkları arttırabiliriz ama, ilk dört yeter de artar bile.Bu bölümde Irak operasyonunun yarattığı gerilimleri işleyeceğiz. O dönem “1 Mart Tezkeresi” adı altında sembolleşti. Ancak öncesi ve sonrası var.ABD’nin Irak operasyonu için Türkiye’den istediği destek o kadar önemliydi ki, pek çok siyasetçi, diplomat Ecevit hükümetinin düşüşünü bile bu konuya bağladı. Ecevit’in bakışını önceki bölümlerde aktarmıştık.1 Mart sürecini nereden başlatmak gerekir?Bana göre Kasım 2002’den!İki nedenle:1. AKP’nin iktidara gelişi.2. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök’ün ABD’ye gidişi.AKP’nin daha iktidarın ilk günlerinde çizdiği tablo, ABD’nin istemlerine soğuk bakmadığı yönündeydi.Erdoğan henüz Başbakanlık koltuğuna oturmadan AKP Genel Başkanı olarak 10 Aralık 2002’de Beyaz Saray’ın konuğu oldu. ‘Washington ile AKP anlaştı'ABD, Ecevit hükümeti döneminde de kimi ön hazırlıklar yapmış, Türkiye üzerinden Irak’a timler göndermişti ama, bir iktidar iradesini yanında görmek istiyordu.Erdoğan, New York’a gitmeden önce ABD Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz, aralık ayı başında Ankara’ya gelmiş, altyapıyı büyük ölçüde tamamlamıştı. Wolfowitz 5 Aralık’ta Ankara’dan ayrıldığı gün gazetelerde şu başlık yer alıyordu:“Washington AKP ile anlaştı.”Bu iklimde ABD’ye giden Erdoğan Bush’la görüşmesinde Washington katında şu izlenimin öne çıkmasını sağlayan mesajlar verdi:“Türkiye Irak operasyonunda bizim yanımızda yer alır.”1 Mart tezkeresine giden yolun birinci şıkkı böyle başlamıştı... Özkök'ün ABD gezisiİkinci şıkka gelince... Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök, 30 Ağustos 2002’de bu makama oturduktan 2 ay sonra ABD gezisine çıktı. 4-10 Kasım arasındaki gezi, özellikle ABD açısından önemliydi.Western Policy Center adlı fikir kuruluşu Orgeneral Özkök’ün ABD gezisi öncesinde şu değerlendirmeyi yayımlamıştı:• Amerikalıların ve Avrupalıların saygısını kazanmış bir komutan.• Türk Ordusu’nun Balkanlar’da ve Afganistan’da başarılı görevler yapmasına katkı sağladı.• Uluslararası forumlarda etkinliğini kanıtlamış bir komutan.• Genelkurmay Başkanlığı, terorizmle savaş ve Irak’a olası müdahale açısından özellikle önemli.• Türk Ordusu’nun yeni çehresi kendine daha güvenli, işlevlerini yerine getirmeye daha yetenekli bir hal almıştır.Orgeneral Özkök, ABD gezisindeki temaslarında şu portreyi çizdi:“Siyasi iradenin evet diyeceği kararlarda biz de yerimizi alırız.”Washington’dan yoğun tezkere baskısıABD’ye giden Dışişleri Bakanı Yakış başkanlığındaki heyet, Beyaz Saray’da farklı bir tablo ile karşılaştı. 14 Şubat 2003’teki görüşmede Başkan Bush Türkiye’nin istemlerini “at pazarlığı” olarak tanımlayınca, ipler gerildi. Bu görüşmenin içeriğini 2-3 ayrı kanaldan bir hafta içinde aldım. Pek çok gazete konuyu işledi. Ancak kapsamlı haberlerden biri Bana Bülent Dikmener Ödülü’nü kazandıran 25 Şubat 2003’te Cumhuriyet’te çıktı.2003’e girerken ben de Cumhuriyet’in Ankara Temsilcisi olarak bu gelişmeleri çok yakından izlemeye başladım.Ecevit hükümeti dönemindeki haber kaynaklarına yenilerini eklemek gerekiyordu. Çünkü gelişmeler hem hızlanmış hem de daha geniş bir yelpazeye yayılmıştı.Aralık 2002, Ocak 2003’te ABD’nin Türkiye’den nasıl bir destek istediğine ilişkin haberler, kulis bilgileri birbirini kovalıyordu.Kendimi anlatmak, adımı öne çıkarmak hiç istemediğim bir durumdur. Ancak gelinen noktada bu tür geleneklerimi aşmam gerekiyor. Vurgulamak istediğim şu:O dönemde pek çok yeni istemi, adımı, pazarlığı ilk haberleştiren gazetecilerin arasındaydım.3 ana kesimden pek çok haber kaynağı edinmiştim:Siyaset, askeriye, diplomasi...Açık yüreklilikle paylaşmam gerekirse bu kaynaklar ben çok iyi bir gazeteci olduğum için oluşmamıştı. Temel etken şuydu:Cumhuriyet gazetesi.Gazeteye güven tamdı. Ben de bu güveni zedeleyecek hiçbir adım atmamıştım.Yine gelinen noktada daha açık paylaşmam gerekirse haber kaynaklarından biri de şuydu:Gazeteciler... Yani meslektaşlarım...Bazen şu tür telefonlar alıyordum: “Şöyle bir haber var. Bizim gazetede girmedi. Size gider.”Belgesi var mı, diye sorduğumda çoğunlukla “evet” yanıtı alırdım. ‘Türkiye lojistik üs’3 Aralık 2002’de ABD’nin istemlerine ilişkin en kapsamlı haber Cumhuriyet’in manşetinde benim imzamla çıktı. Başlık şuydu:Türkiye lojistik üs!İçeriğin özeti şuydu:ABD, bir NATO üyesi olarak Türkiye’nin, Irak için gerekli bütün olanaklarından yararlanmak istiyordu.Buna karşılık Irak’ın gelecekteki durumu hakkında Türkiye’nin kuşkularını tümüyle giderecek netlik yoktu. İşte bu durum Ankara’da kurumlar arası gerilimi usul usul arttırmaya başladı. Bunların başında dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer geliyordu. Sezer, bu konuda seyrek ve net görüşler ortaya koydu. İlke olarak görüşmelerde vurguladığı görüşlerin yazılmasını istemiyordu. Ben Cumhurbaşkanı’nın bu istemine harfi harfine uydum. Yazmasam, yani Sezer’in ağzından gazeteye aktarmasam bile Köşk’ün ne düşündüğünü bilmek elbette çok önemliydi. Zaman zaman genel havayı aktarmak anlamında Köşk’ün duruşunu “yorum” olarak yazıyordum.Sezer’le, çoğunu gazetemizin başyazarı İlhan Selçuk’la yaptığımız görüşmeler sonrasında kimi değerlendirmelerini satırbaşlarıyla, deyim yerindeyse ham halde not etmiştim. Ola ki o dönemi ileride yazmak gerekirse tabii ki kendisinden izin alarak kullanılabilir düşüncesindeydim.Bu notlar birleştirilerek iddianamenin bir parçası haline getirildiği için doğal olarak “off the record” özelliği de ortadan kalktı. Bu açıklamanın ardından Sezer’in değerlendirmelerine değinelim... Sezer: Uluslararası oydamşa şart Sezer, başından beri ABD’nin tek başına aldığı bir kararla Irak’a girmesini onaylamıyordu. Bunun ABD’nin de hayrına olmayacağını düşünüyordu. Eğer Irak’a, Saddam yönetimine herhangi bir müdahale olacaksa bunun mutlaka “uluslararası oydaşma” ile yapılması gerektiğini düşünüyordu.Sezer bu görüşünü hiçbir zaman değiştirmedi.Sezer’in başkanlığında toplanan Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplantılarından çıkan bildirilerin ruhunda hep bu vardı.Sezer bu görüşlerini hiçbir boşluk yaratmayacak biçimde hükümete de iletiyordu.Dönemin Başbakanı Abdullah Gül, Şubat 2003’te daha çok dış dengeler üzerinde duruyordu. Gül, 5 Şubat günü gazetelerin Ankara temsilcileriyle Dışişleri konutunda bir sohbet toplantısı düzenledi.Gül rahatlamış görünüyordu. Bağdat’a söylenmesi gerekenleri söylemiş, Saddam’ın sözden anlamayacağını görmüştü.Gül o gün gazetecilere 2 temel mesaj verdi:1. Savaşın çıkmaması için çaba harcadık ama, bu eşik aşıldı. Artık günah bizden gitti.2. Türkiye’nin çıkarları ABD’den yana olmayı gerektiriyor. Tezkere Meclis'ten geçtiHemen ertesi gün 6 Şubat 2003’te de ABD’nin kimi üs ve limanlarda kullanım düzenlemesi yapmasını sağlayacak olan tezkere Meclis’ten geçti. Oylama sonucu, bir sonraki asıl kullanım izninin verilmesini sağlayacak tezkerenin de kolay kabul göreceği umudunu veriyordu: Kabul 308, ret 193.AKP’lilerin büyük bölümü tezkereye evet demiş, sadece 19’u CHP ile birlikte ret oyu vermiş, 30’u da hacda olduğu için oylamaya katılmamıştı.ABD, artık Türkiye desteğinin tam olduğuna inanıyor, AKP de bu desteğin önemli maddi manevi karşılığı olacağını düşünüyordu. Bülent Dikmener ödüllü haberTezkere sonrasında bu beklentilerle ABD’ye giden Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış başkanlığındaki heyet Beyaz Saray’da farklı bir tablo ile karşılaştı.14 Şubat 2003’teki görüşmede Başkan Bush Türkiye’nin istemlerini “at pazarlığı” olarak tanımlayınca, ipler gerildi. Bu görüşmenin içeriğini 2-3 ayrı kanaldan bir hafta içinde aldım. Pek çok gazete konuyu işledi. Ancak kapsamlı haberlerden biri 25 Şubat 2003’te Cumhuriyet’te benim imzamla çıktı. Bana Bülent Dikmener Ödülü’nü de getiren haberden sonra Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış aradı. İlk sözü şu oldu: “Hayal mahsulü yazmışsın.” Yakış: Sızdıranı bulacağızBen haberi 3 kaynaktan ve birbirini doğrular biçimde aldığımı söyledim. Sözlerine şöyle devam etti. “... Biliyorsunuz 10 yıl kadar önce Dışişleri’nde bir kripto olayı olmuştu. Sızdıran kişi görevden atılmıştı... Size bu bilgileri sızdıranı bulacağız... Soruşturma açacağım.”Yakış, bir yandan haberin “hayal mahsulü” olduğunu söylüyor, bir yandan da o bilgileri sızdıranı bulacağını belirtiyordu.“Irak Bataklığında Türk Amerikan İlişkileri” kitabımda daha geniş bir bölümünü aktardığım bu diyalog, özellikle o dönemde sık karşılaştığım durumlardan biriydi.Asıl tezkerenin geliş tarihi, ABD ile yaşanan bu pazarlığın ardından, önce 18 Şubat’tan 25 Şubat’a sonra da 1 Mart’a ertelendi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

No Pasaran !