İran’da Toplumsal Patlama
Akın Erensoy
28 Haziran 2009
12 Haziranda yapılan cumhurbaşkanlığı seçimleri, köklü çelişkilerle yüklü İran’da toplumsal bir patlamayı tetiklemiş durumda. Açıklanan sonuçlara göre Mahmud Ahmedinecad toplam oyların %63’ünü, Mir Hüseyin Musevi ise %34’ünü aldı. Böylece ikinci tura kalmadan mevcut cumhurbaşkanı Ahmedinecad seçimleri bir kez daha kazanmış oldu. Ancak “reformcu” olarak adlandırılan Musevi ve Mehdi Karrubi seçimlere Ahmedinecad tarafından hile karıştırıldığını öne sürerek sonuçları tanımadıklarını ilan ettiler ve hemen akabinde ise, sayısı yüz binleri bulan kitleler polislerin, Devrim Muhafızlarının ve paramiliter bir örgütlenme olan besic’lerin (gönüllü İslam savaşçıları) açık terörüne rağmen meydanlara inerek öfkelerini dışa vurdular. Molla rejiminin egemen güçleri arasında yaşanan kapışma, on yıllardır koyu bir diktatörlükle yönetilen kitlelerin birikmiş öfkesinin patlamasına vesile olmuştur. Mollaların iktidara geldiği 1979’dan bu yana ilk kez, bu denli yığınsal gösteriler ve devlet güçleriyle çatışmalar meydana gelmektedir. Kitlelere dönük saldırılarda şu ana değin resmi rakamlara göre 20 kişi hayatını kaybederken, yüzlercesi yaralandı ve bir o kadarı da tutuklandı. Devlet aygıtını elinde tutan hâkim mollalar şiddet uygulayarak, kan dökerek ve hem içeriye hem dışarıya yönelik sansür uygulayarak isyan eden kitleleri bastırmaya çalışmaktalar.
“Reformcu” denen kesimin kitle hareketini teşvik etmesi, buna mukabil, tutuklama dalgasının rejimin önde gelen kimi şahsiyetlerini içine alması, dini lider (velayet-i fakih) Ali Hamaney’in Musevi’ye ve arkasındaki güçlere tehditler savurması, egemen sınıf arasındaki kavganın ne denli kızıştığının bir göstergesidir. 30 yıllık molla rejimi, tarihinin en bunalımlı dönemini yaşamaktadır. Molla rejiminin egemen güçleri çoktan beridir kendi aralarında bir kavgaya tutuşmuşlardır. 2005 yılında kaleme aldığımız bir yazımızda[1] egemen güçler arasındaki çatışmanın daha da kızışacağına ve toplumsal çelişkilerin patlamalı bir şekilde gelişebileceğine dikkat çekmiştik ve gelinen süreç bu tespitleri doğrulamaktadır. Molla düzeninin açmazı büyüdükçe kavga şiddetlenmiş ve son seçim sürecinde açıktan yaşanmaya başlanmıştır.
“Reformcu” olarak adlandırılan kesimler sistemin içe kapalı yapısından kurtularak dışa açılmasını, kapitalist piyasa kurallarının daha fazla egemen kılınmasını, özelleştirmelerin önünün açılmasını, yani sermayenin önüne dikilen engelleri aşmak için zorunlu olan yapısal dönüşümlerin gerçekleştirilmesini istemekteler. Bir başka ifadeyle İran burjuvazisinin uygulamakta geç kaldığı neo-liberal politikaların hayata geçirilmesi arzulanmaktadır. Musevi’yi destekleyen bu kesimin başını, kendisi de İran’ın en büyük kapitalistlerinden biri olan eski cumhurbaşkanı Ayetullah Haşimi Rafsancani çekmektedir. Buna karşın, neredeyse tüm devlet aygıtını elinde tutan, rejimin yarattığı dini vakıflarda muazzam servetleri kontrol eden Ayetullahlar, Müçtehitler, bürokrasi ve camiler etrafında örgütlenmiş kesimler ise, şimdilik böylesi bir değişimden yana değillerdir. “Muhafazakâr” denen bu cenah Ahmedinecad’ı destekledi ki, bu kesimin başında dini lider Ayetullah Ali Hamaney bulunmaktadır.
Anlaşılacağı üzere kavga doğrudan egemenler arasında yaşanmaktadır. Elbette dini esvaplara bürünmüş bu burjuvaların gerçek yüzünü göremeyenler, kavganın niteliğini de kavrayamayacak ve doğru sonuçlar çıkartamayacaklardır. “Reformcu” denen kesimin reformculuğunun esas hedefi İslami rejimi yıkmak, şeriat kurallarını yürürlükten kaldırmak ve topluma özgürlük getirmek değildir. Öyle ki, “reformcu” denen Musevi ve onu destekleyenler, cumhurbaşkanının da üzerinde yer alan ve devletin tepesinde oturan dini liderliğin ilga edilerek yetkilerine son verilmesini ve burjuva demokratik bir sisteme işlerlik kazandırılmasını dahi savunmamaktalar. Siyasal ve sendikal yasakların kaldırılması, ifade ve toplanma özgürlüğünün sağlanması noktasında da “reformcu” Musevi’nin bir programı yoktur. Bu şaşırtıcı değildir, zira unutmamak gerekiyor ki, Hamaney ve Ahmedinecad gibi, Rafsancani ve Musevi de molla rejiminin kurucularıdırlar. 1981’den 1989’a kadar başbakanlık yapan Musevi, devrimcilerin, muhalif aydınların, kadınların açık şiddet uygulanarak baskı altına alınmasında ve toplumun Humeyni diktatörlüğüne boyun eğdirilmesinde birinci dereceden sorumluluk üstlenmiş bir şahsiyettir. Bundan dolayıdır ki, Anayasayı Koruyucular Konseyi Musevi’nin cumhurbaşkanı adayı olmasına veto koymamıştır. Buradan da anlaşılacağı gibi, Musevi ve onun arkasındaki güçlerin sömürücü molla rejimiyle, yani kendi kurdukları düzenle bir sorunları yoktur. Esas mesele, rejimin sermayenin ihtiyaçları çerçevesinde ne kadar dışa açılacağı, ekonomik gücün ve siyasal iktidarın nasıl paylaşılacağıdır.
Netice itibariyle, kavgaya tutuşan molla düzeninin egemenleri seçimleri, açıktan yürüyen şiddetli bir kapışmanın aracı haline getirmişlerdir. Bu meyanda, şunu da tespit etmek gerekiyor: Ahmedinecad ve onun arkasındaki güçlerin seçimlerde hile yaptıkları muhakkaktır. Ancak Musevi ile Ahmedinecad arasında 11 milyon gibi muazzam bir fark bulunmaktadır ki, bu düzeyde bir farkı hile ve usulsüzlükle açıklamak mümkün gözükmemektedir. Nitekim daha 11-20 Mayıs aralığında, önde gelen ABD’li iki anket kuruluşunun yaptırdığı araştırma, açıklanan seçim sonuçlarıyla örtüşmektedir. Ancak gözünü “reformculara” çeviren Batı medyası, işçi-emekçi kitlelere dönük demokratik ve ekonomik bir programı olmayan Musevi’yi öne çıkarırken, Ahmedinecad’ı görmezlikten gelmeyi yeğlemiştir.
İran halkının %70’inin kentlerde yaşamasından hareketle Musevi’nin kazanması gerektiği sonucuna varan “reformcular” ve Batı basını, Ahmedinecad’ın esas olarak kırsal kesimden oy aldığını ileri sürmektedirler. Oysa Ahmedinecad’ın oylarının esas kaynağı kent varoşlarındaki emekçi kitlelerdir. Güney Tahran’ın ve diğer kentlerin varoşlarında yaşayan milyonlarca yoksul, kendilerine devlet ve camiler aracılığıyla yardımlar yapan, Haşimi Rafsancani gibileri yolsuzluk yapmakla ve elit olmakla suçlayan Ahmedinecad’ın mitinglerine akmışlardır. İşsiz ve yoksul kitlelerin, oylarını, adı yolsuzluklarla anılan ve Karun kadar zengin olan Rafsancani’nin ve büyük kapitalistlerin desteklediği Musevi’den ziyade, kendini “halktan” biri olarak tanıtan Ahmedinecad’a verdikleri kuvvetle muhtemeldir. Sonuçta, emperyalist güçlerin İran’a dönük müdahalelerini anti-emperyalist pozlar kesmek için de kullanan Ahmedinecad, çıkışsız kalan yoksul kitleleri peşinden sürüklemiştir.
Musevi ve Karrubi’nin itirazları üzerine seçimlerde hile yapılıp yapılmadığını araştıracağını açıklayan Anayasayı Koruyucular Konseyi, 50 yerde usulsüzlük tespit ettiğini, ama bunların genel sonuçları değiştirmeye yetmeyeceğini, dolayısıyla da seçimlerin yenilenmesine gerek olmadığını açıkladı. Buna karşın, karşılıklı restleşmeler devam etmekte, kapalı kapılar ardında rejimin egemenleri pazarlıklar yürütmekteler. “Reformcu” denen cenah seçim sonuçlarına boyun eğmeyerek ve kitle hareketini teşvik ederek karşı tarafı sıkıştırmaya çalışmaktadır. Fakat kitle hareketinin ilk günlerdeki yığınsallığı ve cesareti, “reformcuların” beklentilerini aşan bir çizgi izlemiştir. Tam da bundan ötürüdür ki, “reformcuları” tehdit eden Ayetullah Hamaney, kitlelerin kontrolden çıkabileceği ve ateşle oynanmaması gerektiği uyarısında bulunmuştur. Elbette bu uyarının anlamı açıktır: Bir kez harekete geçen ve kendi gücünün farkına varan kitleler devrimcileşebilir ve bir zamanlar Şah diktatörlüğünün başına gelenler molla rejiminin de başına gelebilir!
Gösterilerin tüm düzeni tehdit eden bir patlamaya dönüşebileceği korkusu, Hamaney önderliğindeki hâkim molla yönetimini, kitlelere saldırmaya, toplumun geniş kesiminin bilinçlerini bulandırmaya sevk etmiştir. Hamaney-Ahmedinecad yönetimi, gösterilerin arkasında ABD, İngiltere ve İsrail olduğunu ileri sürerek kitle hareketini emperyalizmin maşası olmakla damgalamaya çalışmaktadır. Tarihin cilvesine bakın ki, 1979’da Şah rejimini deviren, ama mollalara boyun eğmeyen grevci işçileri Humeyni de, emperyalizmin ajanı olmakla suçlamıştı. Egemenler her nerede olursa olsunlar, başları sıkıştığı zaman bir dış düşman yaratmaya ve tüm kötülüklerin anası ilan ederek kitleleri aldatmaya, isyan yolundan çıkartmaya çalışırlar. ABD’de dış düşman “uluslararası terörizm” ya da “İslam”dır, İran’da ise şeytanlaştırılan ABD ve İsrail’dir. Bu noktada önemli bir hususa da açıklık getirmek gerekiyor: Elbette ABD ve İngiliz emperyalizmi elinden geldiği ölçüde kitleleri kontrol etmek ve onları mevcut rejime karşı kışkırtmak istemektedir. Bu yönde çeşitli manipülasyon araçlarını devreye soktuğu da bir sır değildir. Ancak ABD’nin ve emperyalizmin gücü, hiç yoktan bir kitle hareketi yaratmaya muktedir değildir. İran’daki kitlesel patlamanın temelinde dış kışkırtmalar değil, on yıllardır molla rejimi altında inletilen halkın biriken öfkesi bulunmaktadır.
Fakat bu kitle hareketinin de sınırları bellidir. Bazı bağımsız sendikalar göstericileri desteklemesine karşın, işçi sınıfı kitleleri henüz harekete geçmiş değildir. Tam da bundan ötürüdür ki, egemen sınıfın iç pazarlıklarının ve hâkim molla yönetiminin vahşice saldırmasının bir sonucu olarak, kitle hareketi yığınsallığını ve yaygınlığını yitirmeye ve geriye çekilmeye başlamıştır. Fakat kanlı teröre rağmen kitlelerin günlerce gösterilerde ısrar etmesi, kadiri mutlak görünen diktatörlüklerin nasıl yıkılabildiğini gözler önüne sermesi bakımından oldukça önemlidir.
Kim bu mollalar?
1979’da işçi-emekçi kitlelere eşitlik ve adalet vaat eden mollalar, gelinen aşamada, İran burjuvazisinin ana gövdesine dönüşmüş durumdalar. Şii din adamlarının genelini ifade eden mollalık, her ne kadar Şii inancı tarafından resmi düzeyde ifade edilmese de, hiyerarşik bir yapıya sahiptir. En altta cami imamına karşılık gelen akhundlar, daha üst kademelerde bağımsız karar verebilen ve içtihat oluşturabilen müçtehitler, daha da üstlerde ise “Allah’ın simgesi” anlamına gelen Ayetullahlar yer almaktadır. Hiyerarşik yapısı ve örgütlenme biçimiyle mollalık, Hıristiyanlıktaki ruhban sınıfına karşılık gelmektedir. Devrimden sonra bu ruhban sınıfı devlete yerleşmiş, önemli mevki ve ayrıcalıklar elde ederek burjuvazinin bir parçası haline gelmiş, önemli bir kısmı ise doğrudan kapitalist düzeyine yükselmiştir.
Esasında üst mollalar, yani Ayetullahlar ve müçtehitler devrimden önce de hiçbir zaman sıradan din adamları olmadılar. Bu mollalar taifesi daima, ya doğrudan mülk sahibi sınıfların bir parçasıydılar ya da onlarla çeşitli biçimler altında iç içe geçmişlerdi. Mollalar özellikle 1800’lü yıllarda, Kaçar Hanedanlığı döneminde devlet aygıtıyla iç içe geçmiş ve devlet bürokrasisinin önemli bir kısmını ele geçirmişlerdir. Ayetullahlar ya kentlere şeyhülislam ya da şeri mahkemelerin ve Cuma namazı bürolarının başkanları olarak atanmışlardır. Toprak sahibi sınıfın önemli bir kesiminin, üst mollalar/Ayetullahlar olduğuna dikkat çekmek gerekiyor. Bu toprakların bir kısmı ise, vakıf mallarından devşirilerek özel mülk haline getirilmişti. Üst mollaların toprak sahibi katına yükselmesi, 1800’lerin ortalarındaki yoksul halk ayaklanması olan Babi isyanının bastırılmasından sonra hızlandı. Üst mollalar bu ayaklanmada Şah ile işbirliği yaptılar ve Babi isyanının bastırılması için fetva vermekten geri durmadılar. Elbette Şah da onlara para akıtıyor, yeni topraklar veriyor ve devlet bürokrasisinin üst kısımlarını üst mollalarla dolduruyordu.
Mollalar şehirlerde, çarşı diye adlandırılan yerlerde geleneksel yöntemlere dayanarak üretim yapan küçük üreticilerle ve tüccarlarla da iç içe geçmişlerdi. Normalde mollalar yaşamlarını sürdürecek geliri cami ve vakıflara yapılan zekât ve bağışlardan elde etmektedirler. Bu gerçeklik mollaların neden çarşı-bazaari mülk sahipleriyle içli dışlı olduğunu da açıklamaktadır. Zira mollaların ve medreselerin gelirlerinin önemli bir kısmını çarşı esnafının ve tüccarlarının verdiği zekât ve bağışlar oluşturmaktaydı. Ancak çarşının içinde zengin molla ailelerinin olduğunu da unutmamak gerekiyor. Anlaşılacağı üzere, mollalar şu ya da bu biçimde mülk sahibi sınıfların bir parçasıydılar ve tabii olarak mülk sahibi sınıfların çıkarlarının sözcülüğünü yapmaktaydılar.
Kapitalist gelişmenin hızlandığı 1960’lara kadar, üst mollalar Şah diktatörlüğünün karşısında yer almamışlardır. Şah diktatörlüğünün ve kendi çıkarlarının devamını sağlamak amacıyla emperyalistlerle işbirliği yapmaktan da geri durmamışlardır. Örneğin, CIA’nın 1953’te Musaddık’a karşı giriştiği darbede, Ayetullahların büyük bir kısmı önemli roller üstlenmiş ve ülkeyi terk etmiş olan Şah’ı yeniden göreve çağırmışlardır.
1963’te Şah, “Beyaz Devrim” denen tepeden reformlara girişerek kapitalist gelişmeye itilim verdi. İthal ikameci sermaye birikiminin önü açıldı ve sanayileşme hızlandırıldı. Bu kapsamda yapılan toprak reformuyla büyük toprak sahiplerinin gücü sınırlandırılarak orta sınıf köylülük genişletildi ve kır kapitalist tarımla tanıştırıldı. Mollalar Şah’ın bu reformlarına oldukça sert tepki gösterdiler. Zira toprak reformu, geniş topraklara sahip Ayetullahların ve dini vakıfların topraklarına ve ayrıcalıklarına da dokunuyordu. O güne kadar Şah’la işbirliği yapan Ayetullahlar, toprak sınırlandırma yasasının İslam kurallarına aykırı olduğu vaveylasını koparıyorlardı. Kapitalist gelişmenin hızlanması, yabancı sermayenin ülkeye girerek büyük fabrikalar kurması ise, çarşıdaki küçük üreticileri iflasa sürüklediğinden, bu kesimle iç içe geçen mollalar da Şah’a kazan kaldırmaya başlamışlardı. Nitekim tabanını geleneksel küçük-burjuvazinin oluşturduğu ve başını Humeyni’nin çektiği ilk ayaklanma, Haziran 1963’te gerçekleşti; ancak ayaklanma ezildi ve Humeyni sürgüne gönderildi.
Kapitalist gelişme temposunun hızlanması ve Şah’ın tepeden giriştiği modernleşme hamleleri, yani toplumun sekülerize edilmesi, laik eğitime itilim verilmesi ve Batı yaşam biçiminin özendirilmesi gibi hususlar, molaların geleneksel misyonunu gerilere itmekteydi. 1960’lar ve 1970’ler boyunca, kapitalist gelişmeye bağlı olarak mollaların bağlaşık olduğu mülk sahibi kesimler de gerilediler. Ancak 1979 devrimiyle Şah diktatörlüğü yıkıldı ve mollalar devlet iktidarını ele geçirdiler.
Rejimin kuruluşu ve niteliği
İran devrimi milyonlarca insanı içine alan ve muazzam bir halk hareketiyle patlak veren bir devrimdi.[2] 1978’de Şah’a karşı başlayan gösterilerin ilk dönem başını üniversite ve Kum’daki dini öğrenciler ve aydınlar çekiyordu. Çarşı merkezli küçük üreticiler, tüccarlar ve esnaf da eylemlere katılmaktaydı. Ancak Şah diktatörlüğünün asıl sonunu getiren darbe, işçi sınıfının eylemlere katılarak ağırlığını koyması oldu. 11 Aralıkta Tahran sokaklarında yürüyen iki milyon gösterici, “halk silahlansın!”, “Şah devrilmeli!”, “kahrolsun Şah!” diye haykırıyordu. Nitekim 14 Ocak 1979’da Şah İran’ı terk ediyor ve Şah rejimi son buluyordu. Ancak devrimin işçi sınıfının siyasal iktidarına ilerletilmesi perspektifini ortaya koyacak ve kitleleri bu temelde örgütleyecek bir devrimci önderlik yoktu. Komünist Parti Tudeh ve diğer sosyalist örgütlenmeler, Stalinist aşamalı devrim anlayışından hareketle, başlayan devrimin “anti-emperyalist demokratik devrim olduğunu” ileri sürerek iktidarın işçi sınıfı tarafından alınması mücadelesine önderlik etmediler. Böylece devrimin kaderi Humeyni önderliğinde mollalara terk ediliyordu.
Ülkeye dönen Humeyni, bir Mehdi edasıyla boy göstermeye başladı: Eşitlikten, adaletten, özgürlükten, cumhuriyetten ve demokrasiden dem vuruyordu. Kentlerin varoşlarında işsiz ve yoksul kitleler, kendilerine İslam cumhuriyeti ve Allah’ın yönetimini vaat eden Humeyni nezdinde bir kurtarıcı bulmuşlardı ve özellikle de camiler etrafında örgütlenmiş lümpen proletarya mollaların peşine takılmıştı. Elbette çarşı-bazaari burjuvazisi de Humeyni’nin liderliği arkasında yerini almıştı. Humeyni önderliğindeki mollalar, gerçek anlamda örgütlü ve ne istediğini bilen yegâne hareket olarak, adım adım örgütlü işçi hareketini, sosyalistleri ve burjuva liberal kesimleri tasfiye ederek devlet iktidarını ele geçirdiler.
İran’a dönmeden önce tüm kesimleri gözeten demokratik bir anayasa taslağı hazırlayan Humeyni, devrimin önderliğini ele geçirdikten sonra bu taslağı bir kenara attı ve İslam cumhuriyetini, şeriat yasalarını dayattı. 30 Martta yapılan referandumda halka, “İslâm Cumhuriyeti mi” yoksa “Şah’ın monarşist diktatörlüğü mü?” diye soruluyordu. Gayet tabii olarak, o güne kadar Şah despotizmi altında inletilen kitleler İslam Cumhuriyetini seçtiler. Görünürde İran, İslami esaslara göre de olsa cumhuriyet ile yönetilecekti. Humeyni, bugün “reformcular” karşısında Ali Hamaney etrafında toplanmış üst mollaların baskısına rağmen cumhuriyet fikrinden vazgeçmemişti. Kitlelerin şeriat düzenine ikna edilmesi ve yönetilmesi noktasında cumhuriyet unsurunu önemli buluyordu, Humeyni. Ancak çok geçmeden, şeriat kanunlarına göre hazırlanmış anayasaya velayet-i fakih düzeni eklendi (velayet yasal otorite, fakih ise, şeriatın tüm bilgisine sahip bilgin anlamına gelmektedir). Böylece devletin en tepesine, neredeyse sınırsız yetkilerle donatılmış, şeriatı ve kanunları yorumlama hakkına ve gücüne sahip dini lider oturtuluyordu ki, bu, Humeyni’den başkası değildi. Bu konuda Humeyni şöyle konuşmaktaydı: “Halk din adamlarını sevdiği, onlara inandığı ve onların rehberlik etmesini istediği için, üst düzeydeki dini otoritenin, başbakanın veya cumhurbaşkanının çalışmalarını, yanlış yapılmadığından veya Kuran’a aykırı davranmadığından emin olmak için denetlemesi doğrudur.”
Anlaşılacağı üzere, cumhuriyet sadece bir görüntüden ibarettir. Halkın oylarıyla seçilen parlamentonun otoritesi, velayet-i fakih’in üzerine çıkamamakta ve belirleyici olan yasama değil, dini lider olmaktadır. Nitekim İran’da tüm yetki yürütmenin başı olan Humeyni’de toplanmış, cumhuriyet unsuru ise karşı-devrimle kurulan olağanüstü rejimi perdelemeye yaramıştır. Özgül amaçları ne olursa olsun, İran’daki mollalar örgütledikleri karşı-devrimle kapitalist düzenin yıkılmasının önüne geçerek tarihsel açıdan burjuvaziye hizmet etmişlerdir. Kaldı ki, yukarıda da değindiğimiz gibi mollalar, mülk sahibi sınıfların bir parçasıydılar; devrim döneminde toprak sahipleri, çarşı-bazaari burjuvazisi ve hatta büyük burjuvazinin bir bölümü Humeyni’yi desteklemiştir. Humeyni’nin kurduğu Devrim Konseyiyle gizli görüşmeler yapan ordu genelkurmayının da mollaları desteklediğini ve mollalar iktidara geçtikten sonra kimi generallerin bakanlık gibi önemli görevlere getirildiğini de belirtmek gerekiyor.
Çok ilginç bir şekilde, Humeyni pek çok yönden bir Bonapart özelliği göstermekteydi. Bir taraftan işçi-emekçi kitlelere bir kurtarıcı edasıyla Allah’ın nizamını vaat ederken, öte taraftan da örgütlediği karşı-devrimle kapitalist düzenin bekasını sağlamaktaydı. Sınıflar üstü hakem edasıyla Humeyni, velayet-i fakih olarak devletin tepesine oturmuştur. İran’da velayet-i fakih düzeniyle Humeyni, dini liderin hakemliğinde Allah’ın kanunlarının adaletli uygulanacağını emekçi kitlelere vaat ederek onları yansızlaştırmış, karşı-devrimci yürütmenin başı olarak, burjuva devletin baştan aşağı yeniden örgütlenmesini sağlamış ve devrim tehlikesini savuşturmuştur. Ancak mollalar bunu açık terörle yapabilmişlerdir. Lümpen proletaryadan devşirilen “devrim muhafızları” ve sözlük anlamı seferberlikten gelen besic’ler bu terör dalgasında, molla rejiminin paramiliter karşı-devrimci aygıtı olarak büyük görevler üstlenmişlerdir. Kitlesel katliamlara girişilmiş, politik mahkûmlar yığınlar halinde idam edilmiş, kadınlara zorla çarşaf giydirilmiş, karşı çıkanlara recm uygulanmaya başlanmış, basın susturulmuş ve toplum sindirilmiştir. 1980’de Saddam Hüseyin Irak’ının İran’a açtığı savaşı, kitleleri geriletmek için kullanan mollalar, içeride işçi sınıfına karşı yürüttükleri sınıf savaşını ordu ve lümpen proletarya eliyle kazanmayı başarmışlardır.
Molla rejimi işçi ve devrimci harekete büyük bir darbe vurmuştur. İşçi sınıfının tüm siyasal ve sendikal örgütlülükleri dağıtılırken, devrimle birlikte kurulan şuralar (konseyler) ve komiteler de ezilmiştir. İşçiler zorla devlet eliyle kurulan korporatif sendikalara geçmeye zorlanmıştır. Şu anda dahi işçiler devlet eliyle kurulan Haneyi Karger (İşçi Evi) ve İslami Konseyler dışında yasal olarak örgütlenemiyorlar. Kurulan bağımsız sendikalar üzerinde muazzam bir şiddet uygulanmakta, önderleri tutuklanıp cezaevine gönderilmekte ve kimi zaman da katledilmektedirler. İşçilerin grev hakkı bulunmamakta, grev yasadışı sayılmaktadır.
Kitlelerin siyasal katılımının önüne geçmek amacıyla, birbirinin içine geçen, karmaşık pek çok mekanizma devreye sokulmuştur. Resmi olmasa da fiiliyatta devlet başkanı olan ve geniş yetkilerle devletin tepesinde oturan velayet-i fakih genel seçimlerle seçilmemektedir. Velayet-i fakih’i yaklaşık 90 kişiden oluşan Uzmanlar Meclisi seçme ve görevden alma hakkına sahiptir. Ancak bu görevden almanın pratikte pek bir karşılığı olmadığı gibi, Uzmanlar Meclisi, velayet-i fakih’in danışmanlığını yapmakla da sorumludur. Sekiz yıllığına genel oyla seçilen bu Uzmanlar Meclisine aday olacak kişilerin yeterliliğine karar veren kurumun, yani Anayasayı Koruyucular Konseyinin 12 üyesinden altısını ise bu dini lider seçmektedir. Türkiye’deki anayasa mahkemesine karşılık gelen Anayasayı Koruyucular Konseyinin oldukça önemli görevleri bulunmaktadır. Örneğin, milletvekili ve cumhurbaşkanı adayları Anayasayı Koruyucular Konseyinin süzgecinden geçmekte, bu konseyin onay vermediği, rejim için yararlı görmediği kişiler seçime girememektedirler. Bundan ötürüdür ki, muhaliflerin ve sosyalistlerin seçimlere girmesine izin verilmemekte, burjuva demokratik anlamda bile muhalefetin önü kesilmekte ve bu durumda kitleler mollaların çizdiği çerçeve içinde hareket etmek zorunda kalmaktadırlar. Dolayısıyla hiçbir şekilde serbest seçimlerden ve burjuva demokratik anlamda siyasal özgürlüklerden söz etmek bile mümkün değildir.
Bu olağanüstü rejim altında İran kapitalizmi, uzunca bir süre içe kapanarak kendine özgü bir gelişim gösterdi. Kurulan koyu diktatörlük altında işçi sınıfı dizginsizce sömürülmüş, büyük burjuvazi ve mollaların içli dışlı olduğu çarşı-bazaari burjuvazisi alabildiğine palazlanmıştır. Şah döneminde yabancı sermayenin elinde olan işletmeler (maden, petrol, bankalar vs.) devletleştirilmiş, devlet üzerinden burjuvaziye sermaye akıtılmıştır. Bürokrasiye yerleşen mollalar, ekonominin önemli bir bölümünü oluşturan devlet işletmelerini kendi çıkarları temelinde yağmalamaya başlamışlardır. Özellikle de petrol gelirlerinin paylaşılması üzerinden mollalar kapitalistleşmişlerdir. Örneğin, eski cumhurbaşkanı ve şimdilerde Musevi’nin arkasındaki isim Ayetullah Haşimi Rafsancani, bu şekilde kapitalistleşen mollalardan yalnızca birisidir.
Devlet işletmelerinin yağmalanmasında, din ve yardımlaşma amacıyla kurulan vakıflar büyük bir role sahiptirler. Bonyadlar olarak tanımlanan ve maliye tarafından denetlenmeyen bu vakıfların elinde muazzam servetler birikmiş durumda. Örneğin, sadece Rızavi Vakfının serveti 15 milyar doları aşmaktadır. Türkiye’deki OYAK benzeri bir örgütlenmeye sahip Mustazaflar ve Gaziler Vakfı, petrol şirketinden sonra ülkenin en büyük kapitalist işletmesi konumundadır ve 400 bin işçi çalıştırdığı söylenmektedir. Mollaların egemen olduğu bürokrasi ekonomiyi kontrol eden neredeyse tek güçtür ve özel sermayenin bu noktada bir yaptırımı yoktur. Yapılan toplam ithalatın yarısını ve ekonominin üçte birini kontrol eden Devrim Muhafızları Komutanlığının üzerinde bir denetim yoktur ve “reformcular” büyük yolsuzluklar yapıldığını iddia etmektedirler.
Anlaşılacağı üzere, İran’da egemen güçler arasında süren kavganın arkasında kapitalist çıkarlar bulunmaktadır. İçe kapalı ekonomik düzende gelişerek palazlanan burjuvazi ve bu süreçte büyük kapitalistler haline gelen üst mollaların bir kısmı, mevcut yapının artık değişmesini istemekteler. Özelleştirmelerin önünün açılarak devlet işletmelerinin özel sermayeye devredilmesini, yapısal dönüşümlerle serbest piyasaya işlerlik kazandırılmasını ve ekonominin dışa açılmasını arzulamaktalar. Buna mukabil, devlet işletmeleri ve vakıflar üzerinden büyük servetleri kontrol eden mollaların büyük bir kesimi mevcut yapının değişmesine karşı çıkmaktadır.
1990’ların ikinci yarısından başlayarak kendini ortaya koyan değişim isteği, 1997’de “reformcu” ya da “ılımlı” denen Hatemi’nin cumhurbaşkanı seçilmesiyle kendini dışa vurmuştu. Ancak iki sefer üst üste cumhurbaşkanı seçilen Hatemi, ne burjuvazinin ne de kitlelerin değişim isteğini yerine getirebildi. Gelinen evrede, emperyalist savaş konjonktürünün oluşturduğu basınç ve içeride kitlelerin biriken öfkesi, egemen sınıf arasındaki iç çelişkileri daha da keskinleştirmiş bulunuyor. Başını Rafsancani’nin ve Hatemi’nin çektiği “reformcu” denen kesim, neo-liberal kapitalist politikaları hayata geçirecek, emperyalist güçlerle olan sürtüşmeyi yumuşatarak düzene nefes aldıracak ve “değişim” vaadiyle kitleleri aldatarak sakinleştirecek bir çözüm peşinde koşmakta. Seçimlerde başarıya ulaşamayan bu kesim, bir taraftan kitle hareketini teşvik ederek, öte taraftan da kapalı kapılar arkasında yürüttüğü pazarlıklarla kendi çıkarlarını egemen kılmaya çalışıyor. Örneğin, Uzmanlar Meclisinin başında bulunan Rafsancani’nin, dini lider Hamaney’in görevden alınması ve bu makamın tek kişiye değil de bir konseye verilmesi yönünde, Kum’da Ayetullahlar ile pazarlıklar yürüttüğü söylenmektedir.
Tekrarlayacak olursak, “reformcu” denen kesimin, alabildiğine baskıcı bu rejimin yıkılması, şeriat kanunlarına son verilmesi, demokratik hak ve özgürlüklerin genişlemesi gibi bir amacı yoktur. Onlar mevcut diktatörlük rejimi altında işçi sınıfı sömürüsünden daha fazla pay almanın peşindedirler. İran’a özgürlüğü getirecek ve toplumu gerçekten de özgürleştirecek olan işçi sınıfının devrimci mücadelesidir. Bir zamanlar İran’daki Şah diktatörlüğü de işçi-emekçi sınıflar üzerinde muazzam bir baskı aygıtı kurmuş, kitlelere göz açtırmaz olmuştu. Ancak kadiri mutlak görünen bu diktatörlük hiç beklenmedik bir anda ayağa kalkan milyonlarca insanın ayakları altında son buldu. İran işçi sınıfı molla rejimini yerle yeksan edecek güce de sahiptir ve bu ülkeye özgürlük işçilerin devrimci mücadelesiyle gelecektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder