BİR ŞEY YAPMALI

CUMHURİYET İÇİN DEMOKRASİ İÇİN HALK İÇİN GELECEĞİMİZ İÇİN ..................... cemaatlerin yönettiği bir coğrafya olmak istemiyorsak ................. Ama benim memleketimde bugün İnsan kanı sudan ucuz Oysa en güzel emek insanın kendisi Kolay mı kan uykularda kalkıp Ninniler söylemesi

15 Temmuz 2009 Çarşamba

NAZIM - KAVGALARI

Eski - Yeni Kavgası
"Resimli Ay"da yazmaya başladıktan sonra Nâzım Hikmet dost düşman pek çok kişinin ilgiyle izlediği, hayranlık duyduğu bir şair durumuna gelmişti. Güzel Sanatlar Birliği Genel Sekreteri olan Peyami Sefa Bey (Safa), Alay Köşkü'nde düzenlenen toplantılarda, şiir okuması için onu izleyicilerin önüne çıkarırken "büyük şair" diye tanıtıyordu. Aralarındaki dostluk "Cumhuriyet" gazetesindeki bir olay sonucu başlamıştı. Nâzım Ankara'da tutukluyken gazetenin edebiyat sayfasını yöneten Peyami Sefa Bey, onun "Yanardağ" adlı şiirini üç sütun olarak çerçeve içinde yayımlamış, ertesi gün ise gazetenin birinci sayfasında bir özür dileme yazısı yer almıştı. "Mahkûm bir adamın kaleminden çıkmış olan bu manzume"nin yazıişleri müdürüne gösterilmeden yayımlandığı belirtiliyor, "mesleği mesleğimize katiyyen uymayan bir muharrire ait" diye nitelenen şiirin gazetede yayımlanmış olmasından dolayı okurlardan özür dileniyordu. Nâzım Hikmet İstanbul'a gelip bu olayı öğrenince, kendisi yüzünden gazete yönetimiyle arası açılan Peyami Sefa'yı aradı, arkadaşlık etmeye başladılar. Alay Köşkü'nde düzenlenen toplantılarda birlikte şiir okudukları Necip Fazıl (Kısakürek) ile de Bahriye Mektebi'nde başlayan yarışmalı dostlukları sürüyordu. Ahmet Halit Kitabevi'nin 1929 mayısında yayımladığı 835 Satır adlı kitabı ise çok büyük bir ilgiyle karşılandı. Nurullah Ataç'la başlayan övgüler, A.B.D.'de öğrenim gören Nermin Muvaffak'ın (Menemencioğlu) imzasını taşıyan "Yeni Türkiye'nin Şairi" başlıklı bir yazıyla, New York'ta yayımlanan "The Bookman" adlı dergiye kadar uzandı. Alay Köşkü'ndeki toplantılarda ise, eski yeni birçok ünlü şair şiirlerini okuyor, en çok alkış alan Nâzım Hikmet oluyordu. Böylesine parlak bir çıkışın sanatçılar arasında kıskançlık yaratmaması olanaksızdı. Arkadan arkaya yapılan yerici konuşmalar, giderek yazılara da yansımaya, önceleri olumlu sözler edenlerin de düşünceleri değişmeye başladı. Hava bayağı gerginleşmişti. Yakup Kadri Bey (Karaosmanoğlu), "Milliyet" gazetesinde birbirini izleyen yazılarla, hem Nâzım Hikmet'i, hem de genç kuşağı topluca yeren birtakım görüşler ileri sürdü : "Ferdiyetçi şair, cemiyetçi şair... Bunlardan biri tabiat ve insanlar içinde münzevidir. Yalnız kendi ıstıraplarını, kendi heyecanlarını, kendi ümitlerini, kendi sevinçlerini çağırır. Öbürü Victor Hugo'nun bir tarifine göre, 'kâinatın ortasında bir taninli yankıdır.' Cemiyetin olsun, tabiatın olsun, bütün hayatın tecellilerini kendisinden aksettirir ve her şey, her beşeri hadise onda en ahenktar, en şuurlu ifadesini bulur. Denebilir ki bu tür şairler beşeriyetin haykıran vicdanıdır. Lakin işte bu nevi şairler, bunun içindir ki, beşeriyet gibi ipsiz sapsız, beşeriyet gibi karışık, beşeriyet gibi gürültücü, patavatsız, kaba, behimi ve onun gibi mantıksızdırlar. Yaptıkları şeyde klasik sanatın ilahi intizamından, ezeli ahenginden eser yoktur, bütün estetikleri insanların idare ettiği cemiyetler gibi anarşiktir. Nâzım Hikmet'in dediği gibi bu tarz şiirler Bethoven'in sonatlarını asla değil, fakat bir bando mızıkayı, bir panayır yerinde bir fanfarı andırır. Bittabi, böyle bir musiki sokaktan başka bir yerde çalınmaz. Onun içindir ki, Nâzım Hikmet'in şiirlerinin bugünkü Türk cemiyetinde hiç yeri olmadığını zannediyorum. Çünkü bizde bu orkestranın, cehennemi velvelesini dinleyebilecek kocaman, koyu ve dalgalı insan kitleleri henüz yetişmemiştir, yakın bir atide yetişmesinin imkânını da göremiyoruz." (Milliyet, 14. 5. 1929) "İnkârdan müspet bir şey çıkmasının imkânı yoktur. Halbuki Namık Kemal'den bugünün en genç Türk şairine kadar, gelmiş geçmiş ne kadar müceddidimiz varsa, hepsi de işe kendilerinden evvelkileri inkâr ile başlamışlardır. Onun için hepsi piç kaldı. Edebiyatta babasız dehâ yoktur." (Milliyet, 20. 5. 1929) Bir sonraki yazısında Yakup Kadri Bey yeni kuşağa yönelttiği eleştirilerinde çok daha ileri gidiyordu : "Bugün yeni nesil veyahut yeni yetişenler namı altında toplanan zümrenin gösterdiği tereddi ve hezal manzarasına bakıp da ümitsizliğe düşmemelidir. Bu zavallı nesil bize bin beladan arta kalmıştır. (...) Eğer daha ilk adımda dizleri titriyor ve gözleri uyuşuyor, kulakları uğulduyor, kafaları sersemleşiyorsa bunun kabahati kendilerinde değil, yetiştikleri devrin sayısız fecaatindedir. Düşünün ki en büyüğü Harb-i Umumi'de daha yirmisini bulmamış bu gençler, ekmek yerine saman karışık hamurla beslendiler ve irfan yerine Babıâli gündelik matbuatının ısmarlama harp edebiyatından başka bir şey okumadılar." (Milliyet, 30 Mayıs 1929) Peyami Sefa Beyin on beş günde bir çıkmaya başlayan "Hareket" adlı dergisi ile "Resimli Ay" bu saldırıyı birlikte karşılama kararı aldılar. Yakup Kadri Bey Ankara'ya yakın, Mustafa Kemal Paşanın sofrasında yer alan bir yazardı. Dikkatli davranılmalıydı. Zekeriya Bey (Sertel) ile Sabiha Hanımın (Sertel) olurları da alınınca kavgaya girişildi. İlk yazıların ardından, Nâzım Hikmet'in "İmzasız" imzasıyla, "Putları Yıkıyoruz" başlığı altında, "Resimli Ay"ın Haziran ile Temmuz 1929 sayılarında, önce "dâhi-i âzam" denilen Abdülhak Hâmit'i (Tarhan), arkasından "milli şair" denilen Mehmet Emin'i (Yurdakul) incelemeye alması savaşın patlamasına yetti. Basında büyük yankılar uyandıran bu yazıların başlama nedeni, "Resimli Ay"da Geceleyin Sokaklar adlı romanı eleştirilirken, "Mahmut Yesari'yi biz başka lisanlara korkmadan tercüme edebiliriz, onun yazısı bundan hiçbir şey kaybetmez. Halbuki, Dahi-i âzam (?!) Abdülhak Hâmit Bey de dahil olmak üzere, kaç yazıcımız böyle bir imtihandan geçebilir? (...) Dâhi-i âzamın en kuvvetli yazısını başka bir dile çevirin, bakın nasıl sırıtır. Başka bir dile değil, hatta bugün konuştuğumuz Türkçeye tercüme edin, bakın dâhinin dehası nasıl sabun köpüğü gibi dağılıveriyor..." denmesi üzerine, "Cumhuriyet" gazetesinde yazın çevrelerini savunmaya çağıran bir karşı yazı yayımlanmış olmasıydı. "Putları Yıkıyoruz, No. 1, Abdülhak Hâmit"te yazın alanında kimlere "dâhi" denilebileceği özetleniyor, şu yargıya varılıyordu : "Hâmit Bey devri için yeni, kuvvetli bir Osmanlı şairidir, işte o kadar." Yazının son tümcesi ise şöyleydi : "Hakiki dehayı bulmak için sahte dehaları, kafalarımıza zorla dikilen putları yıkalım..." "Putları Yıkıyoruz, No. 2, Mehmet Emin Beyefendi"de ise yazın alanında kimlere "milli şair" denilebileceği özetleniyor, şu yargıya varılıyordu : Mehmet Emin Beyin şairliği bile bir göz aldanmasıyken, milli şairlik sıfatı bilgisizliğin aldanmasından başka bir şey değildir. Hamdullah Suphi Bey (Tanrıöver) bu yazılara "İkdam" gazetesinde sövgü dolu bir yazıyla karşılık verdi : "Abdülhak Hâmit bir dâhidir. Bunlar putları değil, milli ediplerimizi, dâhilerimizi yıkmak istiyorlar. Bu edebiyat tartışması değil, komünizm propagandasıdır." (...) "Karşımızdakiler kimlerdir? "Bolşevik kapısının müseccel köpekleri! "Putları kıranlar bunlardır." Hamdullah Suphi Bey işi yazından siyasaya kaydırmak, yeni sanat adına konuşanları sindirmek istiyordu. Merkez Heyeti Başkanı olduğu Türk Ocağı'nda, milliyetçi gençleri kışkırtıyor, birtakım kararlar aldırıp basına yansıtıyordu : "İcab ederse daha müessir surette görürüz ki, Türk vatanının sevdiği adamlar, vatansızların tecavüzlerine uğrayacak kadar yalnız değillerdir." Böylece, gerekirse daha ileri gidileceği, kaba güce başvurulacağı bildirilerek gözdağı veriliyordu. Devlet önlem almazsa, üniversite gençlerinin dergi yönetim yerlerini basıp dağıtacakları, yöneticileri dövecekleri söyleniyordu. "Hareket" dergisi yapılan jurnalcılığı "Biz Komünist Değiliz" başlıklı bir yazıyla açıklayarak kınadı : "Bu biçarelere komünizm nedir diye sorsanız, onu da doğru dürüst bilmezler. Çünkü samimiyetten, idrakten, fikirden nasibi olmayanlar bu gibi nazariyeleri öğrenmekten ziyade vatandaşlarına ağız dolusu pislik sıçratmaktan zevk duyarlar." "Resimli Ay" ise olaya şöyle yaklaştı : "Resimli Ay, sayfalarını sadece edebi bir münakaşaya açmıştır. Buna komünizm süsü verenler çok çirkin bir demagoji yapıyorlar. Bu, doğrudan doğruya eski ile yeninin mücadelesidir. Abdülhak Hâmit dâhi değil, Mehmet Emin milli şair değil demekle komünizm arasında ne münasebet var? (...) "Eğer bu iddialar yanlışsa aksini ispat edin. Demokrasi içerisinde her fikir müdafaa ve münakaşa edilebilir. Nümayiş ve gürültü ile fikri boğmak, yirminci asır gençliği için çok geri bir harekettir. Gençlik her yerde maziye hürmet eder, fakat bu hürmet, her fikrin serbest münakaşa edilmesine, ortaya yeni fikirler atılmasına mani olmaz. "Ortada komünizm meselesi yoktur. Eski ve yeni mücadelesi vardır."
Peyami Sefa Bey "Hareket"te genç kuşağı savunuyor, şair olarak Nâzım Hikmet'e güvenini belirtiyor, yenilikçilere yapılan saldırılara ağır sözlerle karşılık veriyordu.
"Biz : 'Varız!' diyen nesiliz, bizde kuvvetimizin şuuru var. Henüz otuz yaşına gelmeyen şairlerimizin bile mısraları, bütün bir neslin hafızasıyla dudakları arasında gidip geliyor, yığınları coşturuyor. Halkı da, güzideyi de, ayrı ayrı teşhir etmesini bilen romancılarımız var.En fena iktisadi anlarda bile kitaplarını karie okutabilen bir nesiliz. Dört çift garazkâr topuğun tozlu döşemeden yaptığı kuru gürültü ve kıskançlıktan gerilmiş dudaklardan çıkan ıslıkla karışık hava kabarcıkları, alkışlar arasında boğuluyor.
"Yığınlar ayaklanıyor ve 'Yaşa!' diye haykırıyorlar.
"Çünkü büyük bir edebiyat doğuyor.
"Galeyan var!
"Kaçılınız, yol veriniz!"
"Nâzım Hikmet, dünya edebiyatında kendine çok has bir nev'in yaratıcısı olmuştur. O ne bir fantezi heveslisi, ne bir garaipperest, ne de yeni moda müptelası bir edebiyat züppesidir. "O, sadece, ağlamayan ve haykıran, zekâsının malzemesini eski insanlıktan aldığı halde, çatısını yeni bir teknikle kuran, ona müstakbel dünyaların rengini veren büyük bir kafa mimarıdır. En yeni binalarda kullanılan taşlar da bu dünya kadar eskidir. Nâzım bilir." Peyami Sefa Bey gençleri "saman karışık hamurla" beslenmiş olduklarını söyleyerek aşağılayan Yakup Kadri Beye ise, "Biz Sizden Değiliz" diye karşılık veriyordu : "Şimdi de Büyük Harpte yedikleri tereyağlı ekmeklerle iftihar etmeye başladılar. (...) "Büyük Harpte ve Sakarya'da memleket kapısından düşmanı kovan gençliğin yüzüne doğru kokmuş ağızlarını açarak geğiriyorlar ve yağma sofralarında ziftlendikleri havyarın, içtikleri şampanyanın hasreti ile mest olarak bütün bir kahraman gençliğe bühtanlar savuruyorlar. (...) "Büyük Harpte yüz binlerce genç saman ekmeği yiyerek sararıp solarken, onlar, Alp dağlarının ceyyit havası ile on dört kilo artmışlarsa, gençliğin bu feragatı karşısında, utançlarından ölünceye kadar iki büklüm durmalı idiler."
Yakup Kadri Bey bunun üzerine, 16 Haziran 1929 tarihli "Milliyet" gazetesinde, bir açıklama yapmak gereğini duydu :
"Benim o makalemde bahsettiğim gençlik ile bugün Darülfünun'da okuyan gençlik arasında hiçbir münasebet olamayacağını Türkçe bilen her ferd ilk bakışta anlardı. (...) "Bu avarelerin başı üstünde acayip, müthiş ve uğultulu bir cinnet havası esiyor. Çıkardıkları yaygaradan kulaklar tıkanıyor; her biri kargıdan atın üstüne binmiş, ellerinde kamıştan birer mızrak, sağa sola saldırıyorlar, zavallı ücra edebiyat arsasında tozu dumana katıyorlar; göz gözü görmüyor.
"İkide bir : 'Varda, çekilin, biz geliyoruz!' naraları. "Buyurun gelin. Edebiyat arsası o kadar tenha ki, burada pek-âlâ deliler ve garipler için de barınacak bir köşe bulunur. "Ne gelen var, ne giden! "Yine 'Varda, çekilin, biz geliyoruz!' naraları. Biçarelerin muhayyilesi o kadar bozuk, o kadar hasta ki, önlerinde kesif bir ordu, onları yürümekten alakoyuyor vehmindedirler. "İşte şimdi düşünün, bunlarla Darülfünun gençliğinin ne münasebeti olabilir? Bunlarla, bütün yarına ait ümitlerimizi kendilerine tevdi ettiğimiz Darülfünun gençliği şöyle dursun, hatta en umumi manası ile her sınıf Türk gençliğinin hiçbir alakası olmamak lazım gelir." On bir gün sonra, 27 Haziran 1929 tarihli "İkdam" gazetesinde, Yakup Kadri Beyle yapılmış bir konuşma yayımlandı. Bu konuşmada doğrudan Nâzım'ın kişiliğine saldırılıyordu :
"Bazıları ipten ve kazıktan kurtulmuş kaşarlı sabıkalılardır. Bunların içinde öyleleri varmış ki, daha yirmi beş yaşına basmadan hayatlarının en güzel çağını zindan köşelerinde çürütmüşlerdir. Bir kısmı ise komünist çekalarının Türk ırkdaşlarımızın kanı ile bulanmış ellerini öpmeyi ve onlara dair kasideler terennüm etmeyi bir maişet vasıtası haline koymuşlardır.
"Anadolu harbi sırasında düşmana karşı çıkmaktan ürkerek, Maarif Vekâleti'ni dolandıran ve çaldıkları para ile Karadeniz'i aşıp bolşeviklere iltihak eden iki vatansızdan bir tanesi şimdi Akşam gazetesinin sütunlarında bir halayık ismi ve bir halayık şivesiyle, bir nevi ortaoyunu soytarılığı yaparak, halkı güldürmeye çalışıyor. (...)
"Yalnız hayasızlıktan ve kıskançlıktan kuvvet alan bu gibi taarruzlardan, gözümün önüne gelen manzara şudur :
"Eski İstanbul'un viranelikleri arasından kendi halinde bir adam işine giderken, ansızın bir sürü aç ve uyuz köpeğin hücumuna uğrar. Elindeki bastonunu, bu pis deriden ve kırık kemikten mahlukatın üzerine indirir, indirir. Fakat köpekler, gene saldırışlarına devam ederler; çünkü açlığın ve kuduzluğun verdiği bir fena ateş bunlardaki hayvani hassasiyeti de iptal etmiştir." Bunun üzerine Nâzım Hikmet "Resimli Ay"ın Temmuz 1929 sayısında "Cevap" adlı şiirini yayımladı. Değişik sesiyle belleklere kazınıp dillerden düşmez olan bu yergi şiiri şöyleydi :
Behey!
Kara boynuz gibi kaşlı
mukaddes Apis başlı
adam;
Behey!
Kara maça bey!
Sen şiirin asil kamusuyla konuşuyorsun,
ben asaletten anlamam.
Şapka çıkarmam konuştuğun dile,
düşmanıyım asaletin
kelimelerde bile.
Behey!
Kara maça bey!
Ben bilirim
bu tehevvür bu şikâyaaat niçin?
Bilirim
beni uykumda boğmak için
bekliyorsun geceyi..
Ben ki bileklerimde tel kelepçeyi
bir altın bilezik gibi taşımışım,
ben ki ilmikleri sabunlu iplere bakıp
kıllı kalın ensemi kaşımışım,
tehdidine pabuç
bırakır mıyım hiç?
Behey!
Kara boynuz gibi kaşlı
mukaddes Apis başlı
adam,
Behey!
Kara maça bey,
behey, yüzü kara.
Ruhunu bir zenci esir gibi çıkardın pazara,
bir orospu odası yaptın kafatasını...
Hâki ceketli ölülerin ceplerinden
çalarak parasını
satın aldın kendine
İsviçre dağlarının havasını.
Ve işte bundandır ki, bugün
ablak sarı suratında senin
kanlı altınların kızıllığı var..
Acayip rüzgârlar esmiyegörsün başımdan.
Yoksa musahhih maaşımdan
haftada üç papel taksite bağlayıp seni
bir şamar oğlanı gibi kullanırım.
Beyimin böyle işlerle ülfeti var sanırım,
mükemmel yapar vazifesini..
Behey!
Kara maça bey!
Halka ahmak diyen sensin.
Halkın soyulmuş derisinden
sırtına frak giyen sensin.
Yala bal tutan beş parmağını
beş çürük muz gibi,
homurdanarak dolaş besili bir domuz gibi.
Meydan senin...
mi dersin?
Hata edersin,
bizde o göz var mı baksana!!
Ben içirmek için sana
kendi kara kanını
bir ateş çemberle çevirdim dört yanını!
Sağa git
yok geçit,
sola git yok,
ileri
geri
yok.
Kıvır kuyruk kalemini kalbine sok
bir akrep gibi intihar et...
Dili, tonlaması, uyak örgüsü, benzetmelere dayanan yergileriyle bu şiir, tartışmaya bambaşka bir hava getirmiş, eski yazını savunanları büsbütün kızdırmıştı. Ne var ki Nâzım Hikmet'in çevresinde oluşan sevgi ortamının çok genişlemesi, daha önce ondan yana sözler eden orta yaşlı, hatta genç şairlerin de tedirgin olmalarına yol açmıştı. Örnekse Yusuf Ziya Bey Nâzım'ın put kırıyorum derken pot kırdığını, yaptığının barbarlık olduğunu yazıyor, Necip Fazıl Bey de sağda solda şairliğini yeren sözler ediyordu.
Hamdullah Suphi Bey ise olayı kesinlikle bir yazın tartışması olarak ele almamakta direniyordu. "Karşımızdakiler komünistlerdir, bolşeviklerdir!" diye sürekli kışkırtarak, Türk Ocağı'ndaki gençleri, sonunda, "Resimli Ay"ın yönetim yerini dağıtmaya, yöneticilerini hırpalamaya, böylece Nâzım Hikmet'in gözünü korkutmaya göndermeyi başardı.

7 Temmuz 1929 Pazar günü, aralarında bir iki sivil polisin de bulunduğu düşünülen otuz kadar genç, "Resimli Ay"ın yönetildiği basımevine geldiler. Olay için özellikle pazar günü seçilmişti, basımevi kırılıp dökülür, yöneticiler tartaklanırken çevrede kimse olmasın, işe halk ya da polis karışmasın istenmişti. Ertesi gün gerçi "İkdam" gazetesinde "Asil Türk Gençliği Kendini Göstermeye Başladı" diye başlık atıldı, üniversitelilerin "Resimli Ay"ı basıp "sahiplerine layık oldukları dersi" verdikleri yazıldı. Sonra da güya "İkdam"a gidip sevgi gösterilerinde bulunmuşlardı. Oysa olay hiç de öyle gelişmemişti. Zekeriya Beyin anlattığına göre, Nâzım yol üstündeki odasından kalabalık bir gençlik grubunun geldiğini görünce, hemen koşup Sabiha Hanımla ona haber vermiş. Arkasından aşağıda, merdivenlerde gürültüler, bağırıp çağırmalar duyulmuş. Derken kapı hızla açılıp delikanlılar içeri doluşmuşlar. "Siz bizim büyüklerimizi öldürüyorsunuz, mukaddesatımızı yıkıyorsunuz!" gibi sözlerle yumruklarını gösteriyorlarmış. "Çocuklar, siz kimsiniz, kimin adına konuşuyorsunuz?" diye sormuş Zekeriya Bey. "Biz üniversite gençliği adına konuşuyoruz." "Öyleyse ayaklarınızla değil, başınızla düşünürsünüz. Sokak çocukları gibi bağırmak size yakışmaz. Oturun konuşalım. Bizi yanlış bir iş yaptığımıza inandırabilirseniz, bu kampanyadan vazgeçeriz." Bunun üzerine bağrışma sona ermiş, gençlerin önde gelenleri oturup düşüncelerini söylemişler. Ayaktakiler suskun, onları dinliyorlarmış. Sonra Zekeriya Bey yanda ayakta duran Nâzım'a söz vermiş. Sabiha Hanımın söylediğine göre, Nâzım yapılan tartışmanın bir yazın tartışması olduğunu, her değişen devirde sanatların da yeni nitelikler kazandığını o kadar güzel anlatmış ki, gençler onu büyük bir ilgiyle, hatta biraz utanarak dinlemişler. Sonra da sessizce ayrılmışlar basımevinden. Bu olay Türk Ocağı'nda tartışmalara yol açtı. Talebe Birliği'nden bazı gençler "saman ekmeğiyle beslenmiş nesil" sözünü içlerine sindiremiyorlardı. Yakup Kadri Bey Türk Ocağı'na gelip açıklamalarda bulunmak gereğini duydu. "İkdam" gazetesinde "Gençliğe Hitap" başlıklı yazılar yayımladı. Yazın alanındaki gençlere karşı söylediği ağır sözler yüzünden üniversite gençliğinin desteğini yitirmek istemiyordu. Bu arada başka yollardan da "Resimli Ay" ile Nâzım Hikmet'in üstüne gidilmeye başlanmıştı. Dergide "İsimsiz Adam" imzasıyla yayımlanan "Sesini Kaybeden Şehir" adlı şiir yüzünden, 18 Eylül 1929 günü Yazıişleri Müdürü Behçet Bey ile avukatı İrfan Emin Bey (Kösemihaloğlu) kendilerini İstanbul 3. Ceza Mahkemesi'nde buldular. Dava 10 gün hapis, on lira para cezasıyla sonuçlandı, ceza ertelendi. Ama işin arkasını bırakmış değillerdi. Kararı temyiz ettiler. Bozma kararına karşın mahkeme eski kararında direndi. Dava gene temyize gönderildi. Aklanmaları ancak altı ay sonra, 1930 yılı martında, Yargıtay Genel Kurulu'ndan gelen ikinci bozma kararına mahkemenin uymak zorunda kalmasıyla sağlanabildi.

Başlangıçta Nâzım Hikmet için olumlu konuşan Ahmet Haşim Bey de, eskilerin yanında yer alarak gençleri alaya alan, suçlayan yazılar yazmaya başladı. Bu arada, nedense "işçi şairi" sözüne de takılmak gereğini duymuştu.
Nâzım Hikmet ona yönelttiği "Cevap No 2" adlı yergisinde bu konuya da değiniyordu :
İki serseri var :
Birinci serseri
köprü altlarında yatar,
sularda yıldızları sayar geceleri..
İki serseri var :
İkinci serseri
atlas yakalı sarhoş sofralarında
Bağdatlı bir dilencinin çaldığı sazdır.
Fransız emperyalizminin
idare meclisinde ayvazdır...
Ben :
Ne köprü altında yatan,
ne de atlas yakalı sarhoş sofralarında
saz çalıp Arabistan fıstığı satan-
-ların
şairiyim;
topraktan, ateşten ve demirden
hayatı yaratan-
-ların
şairiyim
ben.
İki serseri var :
İkinci serseri
yolumun üstünde duruyor
ve soruyor
bana :
"P R O L E T E R
dediğimin
ne biçim kuş
olduğunu?"
Anlaşılan
Bağdadî şaklaban
unutmuş,
Mösyö bilmem kimle beraber
Adana - Mersin hattında o kuşu yolduğunu...
İki serseri var :
Birinci serseri
pencerelerden bir gölge gibi girer
geceleri...
İki serseri var :
İkinci serseri
halkın alınterinden altın yapanlara
kendi kafatasında hurma rakısı sunar.
Ben hızımı asırlardan almışım,
bende her mısra bir yanardağı hatırlatır.
Ben ne halkın alınterinden on para çalmışım
ne bir şairin cebinden bir satır...
İki serseri var :
İkinci serseri,
meydana dört topaç gibi saldığım dört eseri
sanmış ki yazmışım kendileri
için.
Halbuki benim
bir serseriye hitap eden
ikinci yazım işte budur :
Atlas yakalı sarhoş sofralarının sazı,
Fransız sermayesinin hacı ayvazı,
bu yazdığım yazı
örse balyoz salanların şimşekli yumruğudur
katmerli kat kat yağlı ensende..
Ve sen o kemik yaladığın
sofranın altına girsen de,
-dostun KARA MAÇA BEY gibi -
kaldırıp kaldırıp yere çaaal-
-mak için
canını burnundan aaal-
-mak için,
bulacağım seni...
Koca göbeklerin RUSEL kuşağı sen,
sen uşşak murabbaı,
sen uşşşak mik'abı,
satılmış uşşakların uşşşşağı sen!!!
"Cevap No 3 / Bir Komik Âdem" ise, Nâzım Hikmet'e, dolayısıyla "Resimli Ay"a karşı saldırının kışkırtıcısı, hem de baş örgütleyicisi durumunda olan, Türk Ocağı Merkez Heyeti Başkanı Hamdullah Suphi Beye yönelikti.
Yerginin sonuna bir de not eklenmişti :
"Bu yazının kâfi derecede kuvvetli olmadığını muterifim. Kabahat bende değil. İlham edende."
Gözleri, kulakları, elleri, ayaklarıyla,
han, hamam, apartıman ve konaklarıyla,
çatal, bıçak, tabak ve bardaklarıyla,
16 sayfaları, baskı makinaları - tanklarıyla,
yamak ve yardaklarıyla
hücuma kalktılar!..
Hele içlerinde öyle bir tanesi var,
öyle bir tanesi var ki:
İnsanın yüzüne öyle bakar,
öyle melûl bakar ki;
toka edersin eline hemen papelini.
Ve sıkar sıkmaz onun belini
sivri dilli, zilli bir bebek gibi çırpar elini..
O bir komik âdemdir.
Portakal Oğlu zâdemdir.
Han, hamam, apartıman ve konaklarınızla,
çatal, bıçak, tabak ve bardaklarınızla,
yamak ve yardaklarınızla
hücuma kalktınız!
Hak varsa eğer,
hücuma kalkmak hakkınız..
Efendiler,
ikinizle teker teker
paylaştık kozumuzu!
Şimdi sıra onun,
gelsin o!!.
Gel.
Sen :
itlerini öne itip
karanlıkta yol kesen
hatip!!!
Sen :
Beşinci Mehmedin saltanatını,
Halifenin altın nallı kır atını,
papellerin kat katını
ve teneke suratını
doldurup torbana
sıska sırtında taşıyorsun..
Torbanı doldurmak için yaşıyorsun.
Bana gelince,
ben :
geniş omuzlarımda dimdik bir kelle taşıyorum.
Ve yaşıyorum :
Kellemin
içindeki
için..
Farkındayım niçin :
Kan
fışkırıyor
bana bakan
"âteş feşan?!"
gözlerinden...
Ve niçin :
cümleler ezberlemişin
Fehim Paşanın sözlerinden...
Fehim Paşanın hayrülhalefi,
bize sökmez afi...
Çıkmak istediğim yaldızlı bir merdiven yok.
Kalbimin elinde ipekli eldiven yok..
Çıplak bir yumruk gibi kalbimi soymuşum.
Kellemin
içindeki
için,
kellemi koymuşum...
Sen...
Hayır...
Seninle böyle konuşmak istemem...
Hem,
ben ki yegâne asaleti
dişli düşmanla boğuşmakta bulanım,
seninle boğuşmak istemem..
Sen bir komik âdemsin.
Portakal oğlu zâdemsin.
Toka ederler papelini,
sıkarlar senin belini,
sivri dilli, zilli bir bebek gibi çırparsın elini.
Sen bir komik âdemsin!.
Sen...
Fehim Paşanın hayrülhalefi............
Bu kadarı kâfi.....
Bir yandan siyasaya kaydırılmaya çalışılırken, bir yandan da ölçülü uyaklı yürütülen, bu bol sövgülü eski-yeni kavgası, yergi alanında, serbest nazmın değişik bir uygulaması olup çıkmıştı. Aynı anlayışı daha sonra, özellikle Nâzım Hikmet'e karşı, Peyami Sefa Bey, Behçet Kemal Bey (Çağlar), Abdülbâki Bey de (Gölpınarlı) kullandılar.
Peyami Sefa Bey gençlerin kavgayı kazandığı görüşündeydi :
"Gösterdiğimiz delillere ve vesikalara cevap vermeleri için icab eden müddet geçti. Susuyorlar. Yalnız kulaklarımızda, kervanımız ilerledikçe akisleri azalan bir yaygaranın hafif uğultusu kaldı. Delillerimizin hiçbirinin aksini ispat edemedikleri için bu yaygarayı sükût addediyoruz." Kadro'culara Karşı Gece Gelen Telgraf'ta Nâzım Hikmet'in komünizmden dönmüş eski dostlarıyla ilgili iki yergi vardı. "Cevap Numara Dört" adlısı, herhalde başta Şevket Süreyya Bey olmak üzere, "Kadro"culara karşı yazılmıştı.
Üstüne bir not ekliydi :
"Bu yazı gizli bir din halinde bir nevi Neo-faşist bir ideoloji yaptıkları halde, bunu ikrardan sakınanlara aittir. Böyle bir halt karıştırmıyoruz, diyenler üzerlerine alınmıyabilirler."
Onlar istiyorlar ki
çift ağızlı baltalarıyla
yuvarlansın kafalarımız önüne yarın -
o kara gömlekleri beyaz kordonlu
golf pantolonlu
kadroların..
KARDEŞLER!
Onlara sokakta rastlarsanız eğer
ölümü görmüş gibi çevirin başınızı.
Kirpiksiz sarı gözler gözünüze bakarken
arkadan sırtınıza bir
bıçak girebilir....
Onlar istiyorlar ki
kara toprağın kalbi durana kadar
biz pazarda kelepir bir mal gibi satalım
kafamızın ışığını, gücünü kolumuzun..
Kadınlarımızı karşılarında oynatalım.
Ve dumanlanmağa başlayınca
gözümüzün bakışı
yavaşlayınca
damarlarımızda kanın akışı
karaya vurmuş balıklar gibi
köprü altlarında yatalım..
KARDEŞLER!
Onlara elleriniz dokunmuşsa eğer
yedi tas su dökün ellerinize.
Yırtarak bayramlık gömleğimi ben
peşkir yaparım size...
Biz
ayrı dillerde aynı şarkıyı okuyanlar,
Biz
aynı yastıkta yatar gibi
toprağa başlarını yan yana koyanlar,
Biz
yüzümüzün derisi koyu açık yanmış diye,
saçlarımız ayrı ayrı boyanmış diye
barsaklarımızı birbirimizin avucuna dökerek
birbirimizin gırtlağını dişimizle sökerek
gebereceğiz...
Ve kadrolar
parlatarak
kara gömleklerinin beyaz kordonlarını
gömecekler kadife koltuklara
golf pantolonlarını...
KARDEŞLER!
Onların adına benziyorsa adınız eğer
adınızı değiştirin.
Vebanın girdiği kapıdan girin
onların evine atmayın ayak....
Onlar istiyorlar ki
çift ağızlı baltalarıyla
yuvarlansın kafalarımız önüne yarın -
o kara gömlekleri beyaz kordonlu
golf pantolonlu
kadroların.......
Vâlâ Nureddin Vâ-Nû'ya karşı
Gece Gelen Telgraf'taki "Sen" adlı yergi ise gençlik günlerinin unutulmaz arkadaşı Vâlâ Nureddin'e karşı yazılmıştı :
En güzel günlerimin
üç mel'un adamı var :
Ben sokakta rastlasam bile tanımayım diye
en güzel günlerimin bu üç mel'un adamını
yer yer tırnaklarımla kazıdım
hatıralarımın camını..
En güzel günlerimin
üç mel'un adamı var :
Biri sensin
biri o,
biri ötekisi..
Düşmanımdır ikisi..
Sana gelince...
Yazıyorsun..
Okuyorum..
Kanlı bıçaklı düşmanım bile olsa
insanın
bu rütbe alçalabilmesinden korkuyorum..
Ne yazık!..
Ne kadar
beraber geçmiş günlerimiz var;
senin
ve benim
en güzel günlerimiz..
Kalbimin kanıyla götüreceğim
ebediyete
ben o günleri..
Sana gelince, sen o günleri -
kendi oğluyla yatan,
kızlarının körpe etini satan
bir ana gibi satıyorsun!.
Satıyorsun :
günde on kâat,
bir çift rugan pabuç,
sıcak bir döşek
ve üç yüz papellik rahat için....
En güzel günlerimin
üç mel'un adamı var :
Biri sensin,
biri o,
biri ötekisi...
Kanlı bıçaklı düşmanımdır ikisi...
Sana gelince...
Ne ben Sezarım,
ne de sen Brütüssün...
Ne ben sana kızarım
ne de zatın zahmet edip bana küssün..
Artık seninle biz,
düşman bile değiliz..
Böylece kendisine kömünist arkadaşlarından uzaklaşması için baskı yapan, egemen kadrolardan gelen birtakım önerilere aracılık eden Vâlâ Nureddin'le arkadaşlığına kesinlikle son veriyordu. Öbürleriyle kanlı bıçaklı düşmandılar, ama onunla artık düşman bile değildi.
Nâzım Hikmet - Peyami Safa Kavgası
Peyami Sefa Beyin, ünlü romanı Dokuzuncu Hariciye Koğuşu'nu Nâzım Hikmet'e adadığı, "Kara sevdayla" diye imzalayıp verdiği yakın arkadaşlık günlerinde, Jokond ile Sİ-YA-U'ya yaklaşımı şöyle olmuştu : "Jokond ile Sİ-YA-U bir fantezi midir? Öyle görünüyor : Canlanan, âşık, nezle olan, burnunu çeken ve ağlayan, seyahat eden bir tablo. Jokond ile Sİ-YA-U bir hiciv midir? Öyle görünüyor : Bir Amerikalının mürekkepli kalemini aşıran resim, muşambanın tersine yazılan hatıralar. Garip, beklenmez, umulmaz, gayri hakiki bir hadise teselsülü [zincirlemesi]. Tatlı, parlak, haykırıcı renklerine bakılırsa bu eser bir fantezi, bir hiciv ve tezyini bir resim gibi yalnız beşeri muhayyileyi tatmin eden cazip bir renk oyunudur. Şairin vücudumuzda yalnız gözlerimizi, ruhumuzda yalnız garibelere karşı hayretimizi aradığı zannedilebilir. "Ben bu satırları, satıhbînleri [yüzeyi görenleri] uyandırmak için yazıyorum Nâzım Hikmet'in kitabını bütün şeklî fantezisinden soyacağım ve Jokond ile Sİ-YA-U'yu gözlerimizi oyalayan renkli esvaplarından ayırarak karşımıza çıplak çıkaracağım. 'Maskeli balo' esvaplarından soyulan bu iki insanın güldürücü fantezi çocukları değil, birer haile [trajedi] kahramanları oldukları görülür. Bu haile ne Paris'te, Luvr sarayında, ne de Şang-Hay limanında cereyan ediyor. Bu haile muharririn ruhundadır. "Jokond ile Sİ-YA-U birer semboldür. Onların aşkları muharririn aşkıdır, onların mefkûresi [ülküsü] muharririn mefkûresi. "Bu mefkûre nedir? Kadın mı? Servet mi? Şeref mi? Hiçbiri. Her hakiki iştiyak [özlem] gibi onun da adı yoktur. Biz (yani bütün insanlar) büyük ve namütenahi emellerimize ne ismi verirsek verelim, kendimizi ve başkalarını aldatmış oluruz. (...) "Jokond ile Sİ-YA-U'nun her parçasında bu gizli, meçhul, büyük, isimsiz iştiyakın latifelere, garibelere, karanlıklara, tarihe, kulelere, rüzgârlara havada itiraz eden gizli seslere, hayaletlere, 'baygın kokulu havalara', kan kızdıran güneşlere, 'yaldızlı yıldızlara', acaip limanlara, Çin kamışlarına, karaltılara, parıltılara bürünerek, rengârenk güzel tayflar halinde ruhumuza geçtiğini hissediyoruz, işte büyük eserlerin bize verebildiği en güzel tad. Yoksa tez nedir? İddia nedir? Edebiyat nazariyesi nedir? Falan, filan nedir? (...) "Türk edebiyatında inkılap. Büyük teceddüd [yenilenme]. Nâzım şekillerinde yaratıcılık. Lisanı tasfiye. Halk dilinin güzelleşmesi, tekâmülü. Harika, 'filan falan'... "Evet... Fakat bunlar da Nâzım'ın hakiki vasıfları yanında ehemmiyetsiz şeylerdir. Zira her 'edebiyatta inkılap, tekâmül' ve bilmem ne, zaman içinde mahsur ve bir devre göre kıymeti olan şeylerdir. Ben büyük eser denince milletlerin, devirlerin, mütehavvil [değişebilir] bedii [estetik] kıymetleri fevkinde [üstünde] bir şey anlıyorum, üst tarafı bana bir moda gibi fani ve zamanın kendine takılarak sürüklenen âciz bir şey gibi görünüyor. "Olabilir ki bazı gizli ve şuursuz emeller sonradan edindiğimiz diğer zihni akidelerimizle [inançlarımızla] uyuşmaz; o vakit, ruhumuzda, kendi kendimizle bir kavga başlar; nazari ve akli hüviyetimizle daha deruni [içsel] şahsiyetimiz arasındaki bu taarruz [sataşma], ruhumuzun dinamik kuvvetini artırmakla beraber, iddiamızla eserimiz arasındaki mesafeyi çoğaltır. (...) Bu taarruz Nâzım Hikmet'te barizdir. "Nâzım Hikmet felsefi idealizmin ve spiritüalizmin düşmanı görünür (Berkley, Makinalaşmak). Realist görünür; nikbin görünür; materyalist görünür; halbuki bir muşamba üstündeki hareketsiz tasviri canlandıran ve satirik bir fantezi içinde yaşatan Nâzım hayatta idealist ve liriktir; dünyanın en meşhur tebessümü altında gizlenen haileyi sezen Nâzım bedbindir; gemicileri yaldızlı yıldızlara doğru çeken Koşinşin gecelerindeki tılsımlı cazibeyi sezen Nâzım Hikmet realist değildir ve onun mefkûresi herhangi bir bedii akidenin tahakkukunu görmekten ibaret kalmıyor, fevkalbeşer emellerin tahakkukunu isteyen her şairin metafizik iştiyakına kadar yükseliyor. "Ben Nâzım'ı iddialarından uzaklaştığı yerlerde seviyorum ve her nazariyeyi, hatta kendi iddiasını bile inkâr eden 'eeeyt' diye attığı naralarda buluyorum; zira septik olmayan bir edebiyat, hatta zekâ tasavvur edilemez. Her âşık ve her şair ebediyyen şüphe edecektir, çünkü zekâ için inanmak ölümdür. (...) "Ben Nâzım Hikmet'i ne kırık mısraları, ne trak tiki tak'ları, ne bedii akidesi, ne iddia ettiği maddeciliği için seviyorum. (Nâzım Hikmet bedii mefkûresine yanlış isim takmış adamdır, zira hakiki mefkûrelerin ismi yoktur, tarif edilen bir mefkûre basit bir iştiyaktan başka bir şey değildir. Gayri mümkün idealleri taşımayanların şairliğinden değil, insanlığından bile şüphe ederim. İşte benim Nâzım'da sevdiğim taraf onun gayri mümkün iştiyakıdır.) Ben onu materyalist, nikbin, müstehzi, hatta bazen kaba müstehzi bir nikab [peçe] altında gizlenen coşkun, lirik, melankolik, sancılı ve bedbin, meçhule ve imkânsızlığa âşık, daima isyankâr ve her malikiyyetten sonra daha fazlasını isteyen büyük ve namütenahi arsızlığı için seviyorum. Nâzım'ın iddiaları kendisi için alkol gibi bir münebbihten ibarettir. Halk için ve çok umumi bir yazar gibi görünen Nâzım, bilakis çok hususi ve şahsidir, mürekkebi [karışığı] basitleştiren, inceyi kabalaştıran Nâzım, bu cehdine rağmen, ekseriyet tarafından anlaşılmamaya mahkûm bedbahtlardandır ve en büyük şerefiyle en büyük ıstırabı buradadır. O 'tebessümü meşhur olmanın elemini' ekseriyete asla anlatamayacaktır. (...) "Nâzım Hikmet'i, büyük Türk şairini bedii iddialardan uzaklaştığı yerlerde arayınız. Hakiki insan orada gizlidir. Ve tecessüsünüz karşısında gayet mahir bir saklambaç oynayan bu ince ve kıvrak ruhu bir an yakalamak istiyorsanız, kelimelerin sathi ve zihni medlullerine [karşılıklarına] değil, telkini manalarına, derinliklerine ve ahengine dalınız. Nâzım Hikmet'in hakiki karii, hakiki meftunları ve Nâzım Hikmet'i anlayanlar, onun görünen tarafını değil, görünmeyen tarafını, hatta kendinin bile göremediğini görenlerdir." Peyami Sefa Beyin, 1929 aralığında, "Resimli Ay"da yayımlanan, kısaltarak aktardığımız bu yazısı Nâzım Hikmet'i sevenleri bayağı öfkelendirmişti. Şair hiç hoşlanmadığı, ayrıca ne yaparsa yapsın kurtulamayacağı bir bilinçsizlik ortamında gösteriliyordu. Bu yüzden Asmalımesçit'teki bir lokantada bazı genç sanatçılarla yazar arasında hakarete varan bir tartışma yaşandığı söylenir. Nâzım Hikmet ise yazıyı pek önemsemedi. Bu kadar anlatmasına, yazmasına karşın, demek ki bazı dostlar idealist felsefenin, günlük kokusu tüten inançların esaretinden bir türlü kurtulamıyorlardı. Çeşitli nedenlerle kafası taşlaşanlar için, yeni şeyler öğrenmek, örnekse diyalektik materyalizmi anlayabilmek kolay değildi. Ayrıca gerçekçiliği yaşama ayna tutmak gibi ele almak yaygın bir yanılgıydı. Bu olay eskilere karşı birlikte savaşım veren iki arkadaşın arasını açmadı. Nitekim Peyami Sefa Beyin Dokuzuncu Hariciye Koğuşu adlı romanı yayımlandığı zaman, "Resimli Ay"ın Şubat 1930 sayısında, Nâzım övgü dolu bir yazı yazdı. Ama "muazzam" diye nitelediği kitabı anlatırken araya şöyle bir tümce sokmadan da edemedi : "Peyami'nin romanı realisttir, fakat eski manada fotoğraf realizmi değil, şeniyetlerin abidesini yapan ve bunu yapmak için bir sıra tahlil ve terkiplerden mürekkep bir kompozisyon vücuda getiren diyalektik bir realizm." Nâzım Hikmet'in Peyami Safa'dan uzaklaşması, sanıldığı gibi, idealist felsefenin etkisinden kurtulamadığını söylediği bu arkadaşının, 1929 yılı sonunda yazdığı Jokond ile Sİ-YA-U eleştirisi yüzünden değildi. Asıl soğukluk daha sonraları aralarında geçen kısacık bir konuşmadan kaynaklanmıştı. Nâzım'ın hep para sıkıntısı içinde yaşadığını bilen Peyami Safa, ona bir gün çok doğal bir soruymuş gibi, "gelen paraları" kimin aldığını sormuştu. Nâzım hiç beklemediği bu soru karşısında önce bir şaşalamış, sonra böyle bir şey olmadığını, olamayacağını söylemiş, konuşmanın gerginleşeceğini sezen arkadaşının inanmaz bir havada sözü değiştirmesine de son derece alınmıştı. Ama arkadaşlıkları eskisi gibi olmasa da sürüyordu. Derken Avrupa'daki, özellikle Almanya'daki sağa kaymanın Türkiye'de de etkileri görülmeye başlanınca, basın dünyasındaki sağcı yazarların sayıları da, saldırganlıkları da çok arttı. Nâzım Hikmet'in şiirimize getirdiği yenilikleri kabul ettirmiş olması, okul kitaplarına girmesi, hele devletçe yayımlanmış Fransızca bir tanıtım antolojisi olan Des Ecrivains Turcs d'Aujourd'hui'de yer alması, bu yazarları öfkelendiriyordu. Gazetelerdeki Orhan Selim imzalı yazılarıyla, üç beş kuruş kazanmak için, davasına yüz çevirdiğini, burjuvalaştığını söyleyenler, şiirin kurallarını bilmediğini, kültürsüz, değersiz, boş bir insan olduğunu, birkaç "kuduz" dışında gençlerin onun arkasından gitmediklerini ileri sürenler birbirini izliyordu. Yusuf Ziya Ortaç, Orhon Seyfi Orhon gibi eski dost "Akbaba"cılar bile Orhan Selim'i köşeye sıkıştırmaya çalışan yazılar yayımlıyorlardı : "Orhan Selim, diğer ismiyle Nâzım Hikmet, bu yakınlarda İstanbul'da kapitalizmi müdafaa eden filmler gösterilmeye başlanmasına şaşıyor. Buna şaşıyor da kendisinin kapitalistlerin gazetesinde, kapitalizm aleyhine yazdığı fıkralardan aldığı para ile geçinmesine şaşmıyor mu?" Bu açıkça onu, çalıştığı gazetenin, "Akşam"ın patronu Necmettin Sadak'a jurnal etmekti. Sağcıların yazdığı yazıların çoğunda bu hava oluyordu. Bir bölüğü onu yoldaşlarının, sola eğilimli okurlarının gözünde küçültmek, en azından Orhan Selim yazılarından vazgeçip bu yolla para kazanmasını önlemek istiyorlar, bir bölüğü ise komünist olduğunu açık açık söyleyen bir şairin takma adlarla gazetelerde yazılar yazdığını, alttan alta dünya görüşünün propagandasını yaptığını duyurarak ilgilileri harekete geçirmeye çalışıyorlardı. 5 Ocak 1935 tarihli "Akşam" gazetesinde Orhan Selim, "İt Ürür Kervan Yürür" başlıklı bir yazı yazdı. Bu atasözünün gücünü günümüze kadar yitirmediğini belirten yazı şöyle sona eriyordu : "İT ÜRÜR KERVAN YÜRÜR. Bu bir ateşli türküdür ki, her inanan, her inandığı için dövüşen adamın dilinde dolaşır durur. Her devrimin ilk bağatırları kavgaya atılırken bu sözü haykırmışlardır. "Bütün bir adamoğulları tarihi, bir bakıma göre, yürüyen kervanlarla ürüyen itlerin süregelen dövüşünden başka bir nesne değildir." Yankılar hemen geldi. Dört gün sonra, Orhan Selim, gene "Akşam"da, "İt Ürür Kervan Yürür No. 2" adlı yazısını yayımladı. Daha uzunca olan bu yazıda şöyle sözler ediliyordu : "Halifeliğin cehennemin yedi kat dibine yuvarlanmasından şapkanın giyilişine dek, bir devrim bakımından, atılan her adımda yürekleri parçalananlar oldu. Bir devrim gözüyle emperyalizmin denize dökülüşünden, temiz Türkçenin işlenmesine kadar yapılan sıçramaların ağrısını gırtlaklarına sarılmış bir pençe gibi duyanlar vardır. Bütün bunları bilirdim. Ve yine bilirdim, beklerdim ki, 'it ürür kervan yürür' diye bir yazı yazdığım vakit karanlıklarda yeşil sarıklar kımıldanacak, hacıyağı kokan çember sakallar sıvazlanacak. Bildiğim, beklediğim oldu. Yalnız bir ayrılıkla : Açıktan açığa, 'İstemezük!' diyecekleri yerde, ben, Akşam gazetesinden 'kalemi ile geçinen mekanik işçi' Orhan Selim, dolambaçlı bir yoldan basamak yapıldım. Bütün bir yeryüzü tarihini, bir bakımdan, yürüyen kervanlarla ürüyen itlerin dövüşü olarak gördüğüm için, gündeliğimden edileceğimi bildirdiler. "Orhan Selim adındaki adam iki aydan beri Akşam gazetesinde temiz Türkçe denemeleri yapan 'teknik bir yazı işçisinden' başka bir nesne değildir. Bu bakımdan o, ikinci ayına yeni basan bir teknik yazıcıdır. Ancak gören iki gözü ve duyan iki kulağı vardır. "Bunun için, hacıyağı kokulu, kara çember sakallarını tıraş ettirip yeşil sarıklarını kelebek biçimi kravat diye kullanarak göz boyayanların, tecvitli seslerinde bir 'Baba Tahir' kurnazlığıyla, Orhan Selim'in omuzu üstünden he yana çatmak istediklerini anlar." (9 Ocak 1935) 11 Ocak 1935 tarihli "Akşam" gazetesinde ise Orhan Selim, Nâzım Hikmet'ten aldığı bir mektubu yayımladı : "Benim sıska, benim cılız, benim toy oğlum Orhan Selim! "İki aydır senin yazdıklarını, iki üçtür sana yazılanları okuyorum. Sana her çatanın kurşunu, senin arkandan vurarak, benim göğsümü aramakta. (...) "İt Ürür Kervan Yürür' diye bir yazı yazdın. Bir devrim yapan her ülkede bu yazı gönül açıcı bir türkü gibi okunabilir. Ancak, yine, bir devrim yapan her ülkede, yürüyen kervanların ardından bakakalanlar, geçmiş günlerin adamları bu türküyü bir ölüm marşı gibi dinledikleri için gocunurlar. Nitekim gocunanlar da oldu işte!.. Böyle bir söz söylediğin için, seni gündeliğinden, ekmek parasından ederiz, dediler. Senin adının üstünden bana taş atarak seni ürkütmek istediler. 'Tehlikeli vadilerde yürüyorsun,' diye kaşlarını çattılar. (...) "Sen iki aylık acemi, toy bir yazıcısın. Bu acemiliğine, bu toyluğuna bakmadan, karanlıklardan ders almış, 'medrese mantığıyla' pişkin eski kurtlarla nasıl kalem yarıştırabilirsin? "Bak, işte yine senin kaleminin ucunda benim yüreğimin takılı olduğunu ileri sürerek, kendilerinin, kılına bile dokunulmaz korkunç aslanlar olduklarını söyleyerek, 'usta hırsız ev sahibini bastırır' kafasıyla, seni jurnalcı, 'zebunkeş' diye adlandırarak korkutmak, sözüm ona, utandırmak istiyorlar. "Aldırma, oğlum, Orhan Selim! Kavgayı uzatmakla güttükleri iki yol var : Birisi provokasyon yaparak seni ekmek parasından etmek; ötekisi tirajlarını yükseltmek! "Böyle bir kapana düşme, yavrucuğum! (...) "Onlar isterlerse söylensinler daha, sen kavgayı burada bitir. Yoksa, yazdığın, beğendiğin o atalar sözünü anlamamış olursun." Nâzım Hikmet ile Peyami Safa arasındaki tartışma ise aynı gazetede fıkra yazarı olarak çalışırlarken patlak verdi. "Tan" gazetesinin ikinci sayfasında, sol köşede, "Bu da Benden" üst başlığı altında Orhan Selim, sağ köşede ise "Düşündükçe" üst başlığı altında Peyami Safa yazıyordu. Birçok konuda ters görüşleri savunuyorlardı. Zaten bütün dünyada nasyonal sosyalistlerle komünistlerin arası iyice gerginleşmişti. İspanya iç savaşa doğru gidiyordu. Gazetenin sahibi Zekeriya Sertel bir sayfanın iki köşesine karşılıklı koyduğu bu iki yazarının ilişkilerini yıllar sonra anılarında şöyle anlatacaktır : "Nâzım daha çok komünizmi yaymak ve etrafındakileri komünizme kazanmak meraklısıydı. Onun için, tartışmaların en önemli ve devamlı konusu komünizmdi. Bu konu, Peyami Safa'yı çileden çıkarıyordu. Peyami çok zeki ve kabiliyetli bir gençti. O sırada Fatih-Harbiye romanıyla edebiyat âleminde dikkati çekmişti. Nâzım onu davaya kazanmaya çok önem veriyordu. Onun bütün itirazlarına ve hırçınlıklarına, bir peygamber sabrıyla katlanır, onu inandırmaya çalışırdı. Fakat Peyami, zeki olduğu kadar da kötü ruhlu bir adamdı. Çok içki içer, hatta esrar kullandığı bilinirdi. Bu bakımdan da Nâzım'ın tam zıddı bir tipti. Nâzım'ın, çevresinde yarattığı etkiyi kıskanır, onun ak dediğine, mutlaka kara derdi. Nâzım'ı kıskanıyor, onun etkisine düşmekten korkuyordu. Bütün bunlara bakmayarak, Nâzım onu kazanmak umudunu bırakmak istemiyordu. "Peyami de tersine, Nâzım'ı komünizmden caydırmaya çalışıyor, fakat bu çabasında yalnız kaldığını gördükçe deliye dönüyordu. Bu karşılıklı tartışma aylarca sürdü. Sonunda Peyami faşizmi seçti ve bizlerden ayrıldı. O tarihten sonra da ateşli bir antikomünist kesildi ve bütün ömrü boyunca faşizme hizmet etti. Komünizme ve komünistlere şiddetli hücumlar yaptı. Hele Nâzım'a ve bizlere karşı uydurmadığı iftira, yapmadığı jurnalcilik kalmadı." Tartışma Orhan Selim'in "Tan"daki köşe yazılarında küçük kentsoylu aydınlara karşı sözler etmesiyle başladı. "Kendi Kendime Çatmak" başlıklı yazıda şöyle deniyordu : "Kendi kendime çatmasını çok severim; hele oğlum Orhan Selim, sana çatmak, seni hırpalamaktan duyduğum tat bir kötü huylu üvey ananın sıska, cılız üvey kızını horlamaktan duyduğu tada benzemese de, bir düşmanın bir düşmanı ezmesi gibidir. "Ben, Orhan Selim, kendi kusurumu, kendimin günden güne kötüleşen yazılarımı başkalarından önce görmeye, anlamaya, böyle uluorta söylemeye çalışarak belki de bir kötü kurnazlık yapıyorum, belki de özümü özüme karşı kurtarmak istiyorum. Olabilir. Bu her küçük entellektüelin huyudur. Eninde sonunda ben Orhan Selim de bir küçük entellektüelden başka bir nesne değilim." (2 Haziran 1935) Akşamları basın üyelerinin bir araya geldiği içkili lokantalarda, çevrelerine toplanan gençlere, yabancı dergilerden, gazetelerden okuduklarını aktararak hava basan sağcı üstatlar, aşırı milliyetçi görüşlerin bütün Avrupa'yı sardığını, toplumsalcılığı artık kimsenin umursamadığını ballandıra ballandıra anlatma yarışına girmişlerdi. Bunlardan biri olan Peyami Safa'nın, bir akşam, "Artık Nâzım okunmuyor, yazıları bakkal ağzı, sütçü narası gibi sözlerle dolu!" demesi üzerine, Elif Naci'yle aralarında oldukça sert bir tartışma geçtiği duyulmuştu. Sağcı entelektüeller genç gazeteciler üzerinde bir baskı yaratmaya çalışıyorlardı. Solcular ise durumdan çok tedirgindiler. Orhan Selim aynı gün iki ayrı gazetede bu konuyu ele aldı. "Tan"daki yazının başlığı "Kahve-Gazino Entelektüelleri" idi : "Yorgun çıktım işten. Hava boğucu sıcak. Gazinoya girdim, bir bardak bira içeyim diye. Oturduğum masanın karşısındakinde dört kişi var. Rakı içiyorlar. İçlerinden birisi yüksek sesle konuşuyor. Sözlerini dinliyorum : "Les Nouvelles Litteraires" mecmuasındaki bir makalenin adı "Revue des deux Mondes"daki bir yazının bir cümlesiyle birleşmiş, "Candide"deki bir politika(?!) yazısından alınmış bir görüş (?!) "Mercure de France"daki bir filozof bilmem nesiyle uzlaştırılmış ve bunların topu birden Larousse Ansiklopedisi'ndeki derin (?!) bilgilerin egemenliği altında toplanmış. "Bir uzun ara coşkun delikanlının ne demek istediğini kavrayabilmek için bütün gücümü tükettim. Fakat ben, anlaşılan, çok istidatsız bir adammışım, işin yorgunluğu da bindirmiş olacak, bu gazino entelektüelinin ne demek istediğini kavrayamadım. Bir yığın sözün, konkretleştirilince duman gibi dağılıveren bir sürü kelime ağırlığının altında ezildim ve ne yalan söyleyeyim, biracığımı bile bitiremeden fırladım dışarıya. Bu da gösteriyor ki, ben çocukların uçurdukları şeytan uçurtmaları kadar başıboş ve hür ve yüksek ve sınırsız ve çerçeveden uzak ve bilmem ne entelektüelliği anlayamayacak kadar dar kafalıyım." (7 Haziran 1935) "Tan"da, Peyami Safa'nın karşı köşesinde, bu yazı yayımlandığı gün, "Akşam"da da, gene Orhan Selim'in, "Entelektüel" başlıklı yazısı çıktı : "Entelektüel dediğin, şarkıya benzer. İyisi, özlüsü, derini ve düzenlisine doyum olmaz. Kötüsü çekilmez bir nesnedir. Ne dinlenir, ne tadılır. *** "Entelektüellerin çoğu, bir bakıma, gramofon plakları gibidirler. İçlerine neyi doldurmuşlarsa onu çalarlar. Yalnız, bunların arasında bir cinsi de vardır ki, öyle doldurulduğu için öyle çaldığını değil, öyle dilediği için o çeşit ses çıkardığını sanır. Bunlar, yağmurun bir yığın sebepler sonunda yağdığını değil, yağmak istediği için yağdığını söyleyen putatapıcılardan ayırtsızdırlar. *** "Her küçük, yarım, taslak entelektüel kendisini dünyanın mihveri sanır. *** "Tavuğun, sığırın küçüğü, civcivi, palazı, danası güzeldir. Entelektüelin ise, büyüğü... *** "Entelektüeller, sosyal hayatın katlarında bir apartmanın merdiveni gibidirler. Hangi kata düşüyorsalar orda oturanların pisliğini, temizliğini gösterirler." (7 Haziran 1935) Orhan Selim'in birkaç gün sonra "Tan"da çıkan yazısının başlığı ise "Eski 'Dost'" idi : "Atasözlerinin topu birden doğru değildir. Atasözlerinin içinde öyleleri vardır ki, olanı değil, olması istenileni gösterirler. Bu bakımdan, bu sözler içinde bir ozanca dilekten başka bir şey olmayanları boldur. "ESKİ 'DOST' DÜŞMAN OLMAZ! sözü işte bunlardan biridir, bence. Biz adamoğullarının ilk konuşmaya başladığımızdan son soluğumuzu verinceye kadar arayıp dileyip, özleyip bulamadığımız, daha doğrusu çok az bulduğumuz nesnelerden biri de dosttur, dostluktur. İşte bunun içindir ki, şarabın eskisi gibi, dostun da yıllanmışına, eskisine güvenmek isteriz hiç olmazsa. Bu isteğimizi de atasözü içine sokmuşuz. Oysa dostluk şarap gibi değildir. Yıllandıkça güzelliği, tadı artmaz, çok kez! Çok kez tersine olur, yılların içinde durgun su gibi kurtlanır, yosunlanır, tortulanır. Bunun için de düşmanların büyüğü çok kez eski dostlardan çıkar. Eski dost düşman olur, hem de nasıl!.." (10 Haziran 1935)
Burjuva Oldu Suçlamasına Karşı

Nâzım Hikmet'e soldan gelen sataşmaların başında ise "burjuva oldu" suçlaması yer alırdı. Cihangir, Nişantaşı gibi semtlerde apartmanlarda yaşıyor, Orhan Selim adıyla patron gazetelerinde suya sabuna dokunmayan yazılar yazıyordu, demek ki burjuva olmuştu. Portreler'de yer alan "Orhan Selim" başlıklı şiirin son dizeleri ardı arkası kesilmeyen bu suçlamalara karşılıktır :

Yalnız unutma bir şeyi :

yorulur da

ayağın kayarsa eğer

seni herkesten önce ben

taşlarım!

Fakat bugün

sende beni sattığını gösteren

bir tek satır bulanın

alnını karışlarım!

"Sol" Geçinen Delikanlılara Karşı

Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bereddin Destanı'nda, "sol" geçinen delikanlılardan gelebilecek eleştirilere karşı bir not vardır. Dokuzuncu bölümde Şehzade Murat'ın ordusuyla Bedreddin yiğitleri arasında "mübalağa cenk olunur".

Hep bir ağızdan türkü söyleyip

hep beraber sulardan çekmek ağı,

demiri oya gibi işleyip hep beraber,

hep beraber sürebilmek toprağı,

ballı incirleri hep beraber yiyebilmek,

yHarin yanağından gayrı her şeyde

her yerde

hep beraber!

diyebilmek

için

on binler verdi sekiz binini...

Yenildiler.

Bedreddin yiğitleri "boşanan yağmur içinde gün inerken akşama" Şehzade Murat ordusuna yenik düşmüşlerdir. Bu yenilgi karşısındaki üzüntüsünü şair şöyle açıklar : Tarihsel, sosyal, ekonomik şartların

zaruri neticesi bu!

deme, bilirim!

O dediğin nesnenin önünde kafamla eğilirim.

Ama bu yürek

o, bu dilden anlamaz pek.

O, "Hey gidi kambur felek,

hey gidi kahbe devran hey,"

der.

Ve teker teker,

bir an içinde,

omuzlarında dilim dilim kırbaç izleri,

yüzleri kan içinde

geçer çıplak ayaklarıyla yüreğime basarak

geçer Aydın ellerinden Karaburun mağlupları..*

Nâzım Hikmet bu sözlerine şöyle bir not düşmek gereğini duymuştu : (*) Şimdi ben bu satırları yazarken, "Vay, kafasıyla yüreğini ayırıyor; vay, tarihsel, sosyal, ekonomik şartları kafam kabul eder amma, yüreğim yine yanar, diyor. Vay, vay, Marksiste bakın..." gibi laflar edecek olan bazı "sol" geçinen delikanlıları düşünüyorum. Tıpkı yazımın ta başında tarihi kelâm müderrisini düşünüp kahkahasını duyduğum gibi. Ve şimdi eğer böyle bir istidrad [açıklama] yapıyorsam bu o çeşit delikanlılar için değil, Marksizmi yeni okumaya başlamış, sol züppeliğinden uzak olanlar içindir. Bir doktorun verem bir çocuğu olsa, doktor, çocuğunun öleceğini bilse, bunu fizyolojik, biyolojik, bilmemne-lojik bir zaruret olarak kabul etse ve çocuk ölse, bu ölümün zaruretini çok iyi bilen doktor, çocuğunun arkasından bir damlacık gözyaşı dökmez mi? Paris Komunasının devrileceğini, bu devrilişin bütün tarihi, sosyal, ekonomik şartlarını önceden bilen Marksın yüreğinden Komunanın büyük ölüleri "bir ıstırap şarkısı" gibi geçmemişler midir? Ve Komuna öldü, yaşasın komuna! diye bağıranların sesinde bir damla olsun acılık yok muydu? Marksist, bir "makina-adam", bir ROBOTA değil, etiyle, kanıyla, sinir ve kafası ve yüreğiyle tarihi, sosyal, konkre bir insandır. Bu nottaki kaygılanıştan anlaşılacağı gibi, Nâzım Hikmet'e soldan gelen saldırılar onu bayağı üzüyordu. Partili komünistler de, kimi alttan alta, kimi açıktan açığa, onunla uğraşıyorlardı. Komintern'e bağlı yasadışı Türkiye Komünist Partisi'nden "anti-Stalinist" nitelemesiyle "ihraç" edilmişti. Çeşitli nedenlerle kendisi gibi örgütsüz kalmış arkadaşlarıyla kurmayı denedikleri ikinci bir yasadışı partiye de Komintern kucak açmamıştı. Zaten çok geçmeden bu parti kovuşturmalar, tutuklamalar, mahkûmiyetlerle kendiliğinden dağılmıştı. Hikmet Kıvılcımlı ile yandaşları ise Nâzım Hikmet'e düşman gibiydiler. Kısacası, o artık örgütsüz bir komünistti. Bir yazar, bir şair olarak, Babiâli'de, çevresindeki Naci Sadullah, Suat Derviş, Mahmut Yesari, Nizamettin Nazif, Sabiha Sertel gibi ileri düşünceli gazetecilerle arkadaşlık ederek, faşizme, nazizme, kendilerini "milliyetçi" diye tanımlayan ırkçılara, turancılara karşı, hiçbir örgütten destek almadan, savaşım veriyordu. Bu durumdan pek hoşlanmayan partili yoldaşlar, sürekli onun bir açık vermesini bekliyor, her davranışını olumsuz yorumlamak için kendilerini bayağı zorluyorlardı. Örnekse Piraye'nin teyzesinin kocası Ismayıl Hakkı Baltacıoğlu'nun "Yeni Adam" dergisinde, 1936 yılı temmuzunda, "Kısa tetkik ve tenkitler" başlıklı ona buna takılma sütunlarında şöyle bir alaycı haber yer almıştı : "Bir gün Dr. Fuat Sabit, Kerim Sadi'ye : Nâzım Hikmet Beyoğlu'nda bir apartman yaptırmış kapıları elektrikle açılıyor, dedi. Kerim Sadi bir an düşündükten sonra şu cevabı verdi : Nâzım'ın apartmanındaki kapılar bir şey mi, sen gel de benim Kuzguncuk'ta sekiz liraya tuttuğum yalıyı gör, kapılar rüzgârdan kendiliğinden açılıyor." "Yeni Adam" anti-faşist bir dergi oluşuyla o günlerde ilericilerin en etkili dergisiydi. Çevresinde solun güçlü yazarları, ressamları, bu arada doğal olarak derginin işlerini yüklenen partili gençler vardı. Kim bilir kim yazmıştı bu aşağılayıcı takılmayı. Nâzım için solcuların daha önce de yaptıkları, "O artık burjuva oldu!" dedikodusu, Cihangir'de kaloriferli bir apartman dairesine taşınmasıyla büsbütün alevlenmiş, "Yeni Adam"a da işte böyle yansımıştı. Nâzım Hikmet soldan kendisine sataşanları, bu notunda, "sol geçinen delikanlılar" ya da "sol züppeliği" gibi nitelemelerle anıyor. Ayrıca, açıklamasının onlar için olmadığını da özellikle belirtiyor. Demek ki onlarla tartışmak, onlara bir şey anlatmak olanaksız. Böylesine umutsuz karşısındaki Marx'çılardan.

Milliyetçi Suçlamasına Karşı

Şeyh Bedreddin Destanı'ndan kısa bir süre sonra yayımlanan Millî Gurur adlı ek kitapçığın yazılmasını Yeni Kitapçı yapıtın kovuşturmaya uğrayıp toplatılmasına engel olabilir düşüncesiyle istemişti. Ama Nâzım bu "zeyl" ile daha çok kendisine "milliyetçi" diye saldıran solculara yanıt vermeyi amaçladı. Beş sayfalık yazının bir yerinde Ahmed'le konuşurlarken araya Lenin'in ezberlenmiş bir yazısı giriyordu. "Dışarıda çiseleyen yağmura, koğuşun terli çimentosuna ve yirmi sekiz insanına Ahmed hikâyesini anlatıp bitirmişti. Ben : "- Ahmed, demiştim, bana öyle geliyor ki sen Bedreddin hareketinden biraz da millî bir gurur duyuyorsun. "Sesime tuhaf bir eda vererek söylediğim bu cümlenin içinde, Ahmed, 'millî gurur' terkibini birdenbire bir kamçı gibi eline almış, onu suratımda şaklatmış ve demişti ki : "- Evet, biraz da millî bir gurur duyuyorum. Tarihinde Bedreddin hareketi gibi bir destan söyliyebilmiş her milletin şuurlu proleteri bundan millî bir gurur duyar. Evet, Bedreddin hareketi aynı zamanda benim millî gururumdur. Millî gurur! Sözlerden ürkme! İki kelimenin yan yana gelişi seni korkutmasın. Lenin'i hatırla. Hangimiz Lenin kadar beynelmilelci olduğumuzu iddia edebiliriz? Lenin, yirminci asırda beynelmilel proletaryanın, dünya emekçi kitlelerinin, beynelmilel proleter demokrasisinin en büyük beynelmilel rehberi, 1914 senesinde 'Sosyal Demokrat'ın 35'inci numarasında ne yazmıştı? (...) "'... Biz şuurlu Rus proleterleri millî şuur duygusuna yabancı mıyız? Elbette hayır! Biz dilimizi ve yurdumuzu severiz, onun emekçi kütlelerini (yani nüfusunun 9/10'unu) şuurlu bir demokrat ve sosyalist yaşayışına yükseltebilmek için herkesten çok çalışan biziz. (...) "'... Biz millî gurur duygusuyla meşbuuz. Çünkü Rus milleti de inkılapçı bir sınıf yaratabildi. Rus milleti de beşeriyete yalnız büyük katliamların, sıra sıra darağaçlarının, sürgünlerin, büyük açlıkların, çarlara, pomesçiklere, kapitalistlere zilletle boyun eğişlerin numunelerini göstermekle kalmadı; hürriyet ve sosyalizm uğrunda büyük kavgalara girişebilmek istidadında olduğunu da ispat etti.' (...) "Lenin'den bu satırları bir solukta okuduktan sonra Ahmed birdenbire susmuş, nefes almış ve yine o meşhur gülümseyişiyle : "- Evet, demişti, bizim muhitimiz de Bedreddin'i, Börklüce Mustafa'yı, Torlak Kemal'i, onların bayrağı altında dövüşen Aydınlı ve Deliormanlı köylüleri yaratabildiği için, ben şuurlu Türk proleteri, milli bir gurur duyuyorum. Millî bir gurur duyuyorum, çünkü derebeylik tarihinde bile bu milletin emekçi kütleleri (yani nüfusunun 9/10'u) Sakızlı Rum gemiciyi ve Yahudi esnafını kardeş bilen bir hareket doğurabilmiştir." Nâzım Hikmet, bu sözlerle, Şeyh Bedreddin Destanı gibi bir yapıtla memleketinin tarihsel değerlerini yüceltmesini, "milliyetçilik" diye olumsuzlamaya yeltenen kimi solcuların anlayışsızlığına karşı, Lenin'i yanına almış oluyordu. Millî Gurur'un sonunda şu üç dize vardı :

Ne ah edin dostlar, ne ağlayın!

Dünü bugüne

bugünü yarına bağlayın!

Kemal Ahmet Olayı
Kemal Ahmet orta boylu, esmer, gözleri fırlak, önceleri oldukça temiz giyinen, bileğinde altın zincir taşıyan bir delikanlıydı. Yüksek Ticaret Okulu'nda okurken, 22 yaşında Babıâli'ye gelmiş Serbest Fırka'nın yayın organı "Yarın"da çalışmaya başlamıştı. "Yarın" kapatılınca öteki yazarlarla birlikte o da tutuklandı. Az sonra bırakıldıysa da, bir süre işsiz kalması içkiye düşkünlüğünü kamçıladı, akşamcılığını gün boyuna yaymasına yol açtı. Nâzım Hikmet gazetelerde tanıştığı gençlerle ilgilenir, yazılarını düzeltir, yabancı dil öğrenmeleri için baskı yapar, kötü alışkanlıklar edinmelerini önlemeye çalışırdı. Kemal Ahmet'e de, Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu ile Suat Derviş'in aracılığıyla gazetelerde iş bulup çalışmasını sağlamış, gündüz içkiciliğinden kurtulması için elinden geleni yapmıştı. Düşük bir ücretle girdiği "Haber" gazetesinde, "Çulsuz Adam" imzasıyla köşe yazıları yazıp yoksul halkın çektiklerini yansıtmaya başlayınca, adı hemen komüniste çıkan Kemal Ahmet'in çevresinde bir kuşku çemberi oluşmakta gecikmedi. Sıradan bir muhabir olarak getirdiği haberlerden bile kuşkulanılıyordu. İşsizlik günlerinde altın bileziği, pardösüsü, yeleği hep içkiye gitti. Verem oldu. Basımevlerinde gazeteleri döşek, perdeleri yorgan yaparak yattığı soğuk kış gecelerini aç susuz geçirirken, sonunda genç yaşta kan kusarak öldü. Ölümünden bir yıl sonra, Nâzım Hikmet'in desteğiyle Ahmet Cevat bu yazarın Ağlayan Nar ile Gülen Ayva adlı öyküsünü bir kitapçık olarak yayımlayıp da, Orhan Selim "Akşam"da çok yüceltici bir yazı yazınca ortalık gene karıştırıverdi : "Öyle ölüler vardır ki, ben onların öldüklerini düşündükçe, vakit olur, yaşadığımdan utanırım. Onlar kadar değerli, onlar kadar büyük, onlar kadar iyi olmadığıma bakmaksızın yaşamaklığım kötü bir iş gibi gelir bana. Sonra, yine onlar kadar iyi, değerli ve büyük olmak için yaşamak isterim. "Yazıcı Kemal Ahmet benim bu ölülerimden biridir. Dişlerine yapışmış dudaklarından ciğerlerini parça parça, kuru yapraklar gibi dökerek öleli bir yıl oluyor. "Bence büyük bir ölünün yıldönümündeyiz." (Akşam, 5 Nisan 1935) Peyami Safa'nın bu yazı üzerine yokuşta karşılaştığı Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu'na, "Bak, komünist komünisti nasıl yüceltiyor!" diyecek olması, Nizam'ın Suhulet Kitabevi'nin önünde gürleye gürleye Kemal Ahmet'i anlatmasına, az sonra yanlarına gelen Elif Naci'nin de, "Nizam, bırak şimdi Peyami'yi, Kemal Ahmet için ayaküstü nefis bir yazı yazdın, gel şunu Meserret'te kâğıda dökelim," demesine yol açmıştı. Meserret'e girdiklerinde Naci Sadullah da Kemal Ahmet'le ilgili anılarını yazıyordu. "Yarım Ay" dergisine verecekti. Suat Derviş ile Hüseyin Avni Şanda da birer yazı yazacaklardı. Nâzım Hikmet'ten ise bir şiir gelecekti. "Yarım Ay"da birlikte yer alacaktı hepsi. Kaşla göz arasında, Kemal Ahmet'i övmek solculuk, küçümsemek sağcılık oluverdi. Vâlâ Nureddin Vâ-Nû'nun, "Kemal Ahmet içki sofralarında iki kadeh rakıya kavuk sallayan bir dalkavuktu. Şimdi onu bir fikir kahramanı diye tanıtıyorlar!" demesi de solcular arasında bayağı tepkiyle karşılandı.
Nâzım Hikmet'in "Kemal Ahmet" başlıklı şiiri şöyleydi :
Kafası
yüzde yüz uygun muydu kafama
bilmiyorum, ama
o benim soyumdandı.
Etiyle, kanıyla değil,
belki de heyecanıyla değil,
batırıp parmaklarını kanayan yarasına
beyninin ışığını sattığı için
bir ekmek parasına.
Fakat ne yazık ki, o,
namludan kopan bir kurşun gibi haykırıp,
karanlık acıların camını kırıp
güneşi dolu dizgin gözlerine dolduramadı!
Gün geldi, ağrıdan ayakta duramadı.
Ve işte o zaman
çocuğunu boğan
aç bir ana gibi,
bir çözülmez çemberin kıvranarak içinde,
boğdu kendi elleriyle yüreğini
bir rakı kadehinde.
Tutunmak istedi, kaçtılar;
çalıştı, kırbaçladılar;
susadı, kendi kanını içti o!
Parça parça insan kafası satılan,
kaldırımlarında aç yatılan
bir caddeden
mukaddes bir ıstırap şarkısı gibi gelip
geçti o!..
Nâzım Hikmet derginin yönetim odasında toplanan arkadaşlarına bu şiirini okuduğu gün, Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu, "Fevkalade, harikulade, mükemmel, be Nâzım! Demek sen böyle hissi şeyler de yazarsın ha!" diye yeri göğü inletti. Suat Derviş, Mahmut Yesari, Naci Sadullah da çok duygulanmışlardı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

No Pasaran !