Davaları
4 Mart 1925'te Meclis'ten Takrir-i Sükûn Kanunu'nu çıkarıldı. Hükümete büyük yetkiler veren bu yasa, geçici ama olağanüstü yargı organları olarak İstiklal Mahkemeleri'nin kurulmasını sağlıyordu.
İstanbul'da yayımlanan "Tevhid-i Efkâr", "Son Telgraf", "İstiklâl", "Orak-Çekiç" gazeteleri ile "Aydınlık", "Sebilülreşat" dergileri, Bursa'da yayımlanan "Yoldaş" gazetesi Bakanlar Kurulu kararıyla kapatılarak sorumluları tutuklandılar.
Ankara İstiklal Mahkemesi kurularak çalışmalarına başladı.
Arkasından, 1 Mayıs 1925'te dağıtılan bir bildirgenin soruşturması sırasında, yasadışı Türkiye Komünist Partisi üyeleri olarak otuz sekiz kişi tutuklanıp İstiklal Mahkemesi'nde yargılanmak üzere Ankara'ya getirildiler. Yurt dışında olanlar, ya da yakalanmamak için yurt dışına kaçanlar da gıyaben yargılanacaklardı.
Bunun üzerine Nâzım Hikmet, haziran ayı ortalarında, İzmir'den gizlice İstanbul'a, annesinin Kadıköy'ün Cevizli semtindeki evine geldi. Ertesi sabah evden tayfa kılığıyla çıktı, iskeledeki yolcu sandallarından biriyle, T.K.P.'nin ayarladığı, Mühürdar açıklarında bekleyen takaya gitti.
1925 yılı haziran ayı sonunda yeniden Moskova'daydı. 1924 yılı aralık ayında geldiği sevgili memleketinde kaldığı süre yedi ayı bile doldurmamıştı.
Ankara İstiklal Mahkemesi'ndeki yargılama sonucunda en ağır cezaya çarptırılanlar arasında o da vardı. Dr. Şefik Hüsnü (Değmer), Hasan Âli (Ediz) ile birlikte 15'er yıl yemişlerdi. Şevket Süreyya (Aydemir), Dr. Hikmet (Kıvılcımlı) 10'ar yıl, Sadrettin Celâl (Antel) 7 yıl ceza alanlar arasındaydılar.
28 Eylül 1927'de İstanbul'da dağıtılan bildiriler, asılan duvar gazeteleri yüzünden açılan bir davada, yeni kurulduğu saptanan gizli bir komünist partisine üyelik suçlamasıyla, Sovyetler Birliği'nde olan Nâzım Hikmet gıyaben yargılanıp 3 ay hapse mahkûm edildi.
Bu arada yasalarda değişiklikler yapılmış, bir bağışlama yasası çıkarılmıştı. Yurda dönüp Ankara İstiklal Mahkemesi'nce verilen 15 yıl, İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi'nce verilen 3 ay gıyabi cezalardan aklanmak istiyordu
Bir buçuk yıl kadar Türkiye Cumhuriyeti Elçiliği'nin eşiğini aşındırdıktan sonra, olumlu bir yanıt alamayacağını kesinlikle anlayınca, gizlice çıktığı Türkiye'ye gene Laz İsmail'le birlikte gizlice girmeye karar verdi.
1928'in temmuz ayında sınırı geçtiler. Hopa'da yakalandıklarında üstlerinde sahte pasaportlar vardı. Sınırı izinsiz, üstelik de sahte pasaportlarla geçmek suçuyla Savcı'nın karşısına çıkarılan iki arkadaş, yargılanmak üzere Rize'ye gönderilmeden önce, Hopa Cezaevinde iki ay beklediler. Güneşsiz, havasız, karanlık bir koğuşta, nerdeyse hepsi köylü olan tutuklularla birlikte yatıp kalktılar.
İlk günler giyimleri, davranışlarıyla başka bir dünyanın insanları oldukları hemen anlaşılan bu iki "şehir uşağı"na uzak duran koğuşdaşları, gardiyanlardan onların yoksullardan yana birtakım eylemleri yüzünden kötü kişi bellendiklerini öğrenince, üstelik İsmail'in Lazca konuşabilecek kadar köklü bir Karadenizli olduğunu görünce, buzlar eriyiverdi.
Nâzım Hikmet ilk olarak cezaevine giriyor, yoksul Anadolu halkını ilk olarak böylesine yakından tanıyor, hem yaşam deneyi, hem de şiiri gelişiyordu.
İki arkadaşın yargılanmak üzere Hopa'dan Rize'ye gönderilmeleri tutukluluklarının sona ermesini sağladı. Pasaportsuz sınır geçme suçunun cezası üç gün hapisti. Fazlasıyla içerde kaldıkları için serbest bırakılmaları gerekiyordu.
Ama başka bir suçtan cezaları bulunup bulunmadığını araştırmak için yapılması gereken yazışmalar uzun süreceğinden, mevcutlu olarak Ankara'ya gönderilmelerine karar verildi.
Laz İsmail nereye gönderilirlerse gönderilsinler sonunda sorgulanıp salıverileceklerine inanıyordu. Nâzım Hikmet ise tedirgindi. Sınır dışı edilmekten korkuyordu.
Duruma yasalar açısından bakılmalıydı.
1. Nâzım Hikmet, komünizm propagandası yapmaktan, Ankara İstiklal Mahkemesi'nce, 12 Ağustos 1925 tarihinde, gıyaben 15 yıl hapse mahkûm edilmişti.
2. Nâzım Hikmet, 7 Ekim 1927'de başlayan bir soruşturma sonunda gizli bir komünist partisi kurdukları anlaşılanların sözlerine dayanılarak, İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi'nce, bu yasadışı partiye üye olmak suçundan üç ay hapse mahkûm edilmişti.
3. Türkiye Cumhuriyeti'nin beşinci yıldönümü nedeniyle Büyük Millet Meclisi'nce çıkarılan bağışlama yasası bu iki yargıyı da kaldırmıştı.
4. Nâzım Hikmet, Rize Ağır Ceza Mahkemesi'nce pasaportsuz olarak sınırı geçme suçundan üç gün hapse mahkûm edilmiş, cezasını fazlasıyla çekmişti.
Ne var ki iki arkadaş elleri birbirine kelepçelenerek, silahlı jandarmalar gözetiminde, Rize'den bir vapura bindirilip İstanbul'a gönderildiklerinde, sorumlular bu bilgileri edinebilmiş değillerdi.
Ancak yemek yerken ya da tuvalete giderken kelepçelerinin açıldığı zorlu bir vapur yolculuğuyla, 4 Ekim 1928'de, İstanbul'a vardıklarında gazetecileri buldular karşılarında.
Ertesi günkü "Cumhuriyet"te, elleri birbirine kelepçeli, arkalarında silahlı jandarmalarla, azılı katiller gibi, Sultanahmet Cezaevi'ne götürülüşlerinin fotoğrafı yayımlanınca basından yoğun protestolar yükseldi.
İstanbul'da çıkarıldıkları mahkeme, bütün suçlamaların birleştirilerek ele alınması için, iki arkadaşın Ankara'ya gönderilmelerine karar verdi.
Basın yapılan onur kırıcı uygulamayı açıkça eleştirmeye başlamıştı. Bir bağışlama yasası çıkarılmış, siyasal tutuklular salıverilmişken, onların böyle bileklerinde kelepçeyle oradan oraya dolaştırılmaları kınanıyordu.
Ama yazılanların bir yararı olmadı. 14 Ekim 1928'de, Nâzım ile Laz İsmail, Ankara'ya gene bileklerinde kelepçeleri, arkalarında jandarmalarıyla gittiler. Hemen sorgulanıp tutuklandılar.
Önceki yargılamalardan gerekli bilgilerin, belgelerin toplanması biraz sürdü. Ancak 4 Kasım 1928'de başlayan duruşmalar 23 Aralık 1928'de sona erdi.
Ankara Ağır Ceza Mahkemesi, Nâzım Hikmet'in İstiklal Mahkemesi'nce verilip bağışlama yasasıyla kaldırılan 15 yıllık cezasına dayanak olan belgeleri ele alarak nerdeyse yeni bir yargılama yaptı.
Sonuçta tutuklanma tarihlerine göre, onun da, Laz İsmail'in de, önceki sonraki, bağışlanmış bağışlanmamış bütün cezalardan kurtuldukları anlaşıldı. Böylece, serbest bırakılmalarına, yüzlerine karşı, oy birliğiyle karar verildi
Nâzım yasaları biliyor, açık vermemeye özen gösteriyordu.
Yıllar sonra şöyle diyecektir :
"Beynenmilel olaylar şiirimde önemli bir yer tutmakta devam ediyordu. Bunları, o günkü memleket şartlarında, bir çeşit dumanla örtmek zorundaydım, ancak böylelikle bunları bastırabilirdim."
Kitaplarından 835 Satır'ı Muallim Ahmet Halit Kitaphanesi (1929), Jokond ile Sİ-YA-U'yu kendisi (1929), Varan 3'ü Ahmet Halit Kitaphanesi (1930), 1+1=1'i kendisi (1930), Sesini Kaybeden Şehir'i Remzi Kitaphanesi (1931) yayımlamıştı.
Görüldüğü gibi, ilk beş kitabının yayımlanmasında, her şeye karşın, iki yayınevinin katkısı olmuştu.
Ankara'da, C.H.P. çevrelerinde, Nâzım Hikmet'in "sınıf edebiyatı" yaptığı, grevi öven şiirler yazdığı, buna karşın elini kolunu sallaya sallaya ortalarda dolaştığı konuşuluyordu.
Önce dedikodular, arkasından kovuşturma geldi. 1 Mayıs 1931 günü bir sivil polisin getirdiği çağrıyla, ertesi gün Sorgu Yargıçlığı'nda sorgulanması yapıldı. İçişleri Bakanlığı'nın emri doğrultusunda, ilk beş kitabındaki şiirlerinde "bir zümrenin başka zümreler üzerinde hakimiyetini temin etmek gayesiyle halkı suça teşvik ettiği" savıyla mahkemeye verildi.
6 Mayıs 1931 Çarşamba günü saat 15'te, 2. Asliye Ceza Mahkemesi'nde, Türk Ceza Yasası'nın 311 ile 312. maddelerine dayanarak başlayan mahkemeye, Nâzım Hikmet koyu renk bir giysi, çizgili boyunbağı, elinde fötr şapkayla gelmişti. Az sonra Avukatı İrfan Emin Bey de (Kösemihaloğlu) yanında yerini aldı. Küçük mahkeme odası üniversite öğrencileri, genç şairler, şapkalı bayanlarla tıklım tıklım doluydu.
Sorgulanmasının bir yerinde Nâzım Hikmet şöyle dedi :
"İddianamede beş altı noktadan suçlama var. Bunların başında benim komünist olduğumu ilan etmekliğim suç sayılmaktadır. Evet, ben komünistim, bu muhakkaktır. Komünist şairim ve daha esaslı komünist olmaya çalışıyorum. Teşkilat-ı Esasiye Kanunu mucibince ben komünist şair olmakla cürüm işlemiş olmam. Komünistlik bir tarz-ı telakkidir. Diğer iktisadi ve siyasi meslekler nasıl cürüm değilse, komünist mefkûresi de cürüm değildir. Benim bir sınıf halkı diğeri aleyhine tahrik ettiğim iddiası söz konusu değildir."
Bundan sonra yapıtlarını tek tek ele alıp yazılış amaçlarını açıklayan şair, bir yerde, kendisini Batının emperyalist ülkelerinin mahkemeye vermesi gerektiğini, bir yerde de, Türkiye'de ekonomik sıkıntı olduğunu rakamlarla açıklayan Ticaret Odası Dergisi'ne değinerek, halkın durumundan söz etmek suç ise, ekonomi bilimini ortadan kaldırmak gerektiğini söyledi.
Sorgulama bitince, Savcı esas hakkında görüşünü bildirerek,
"Müdafaasına nazaran suç için araştırılan kanuni unsur ve şeraiti göremiyoruz, beraatini talep ederim," dedi.
Avukat İrfan Emin Bey ise coşkulu, uzun bir savunma yaptı. Türkiye'nin emperyalizme karşı verdiği savaşa da değindiği konuşmasını,
"İddia makamının talebine katılarak beraatimizi talep ederiz," diye bitirdi.
Yargıçlar dosyayı incelemek için on dakika ara vererek içeri çekildiler. Mahkeme salonunda aklanma kararı bekleniyordu. Ama öyle olmadı, duruşma 10 Mayıs 1931 Pazar günü sabahına ertelendi.
Kimilerinde kuşku uyandıran bu erteleme ilgiyi büsbütün artırmış, pazar sabahı gelen dinleyiciler salona sığmayıp koridora taşmışlardı. Karar oybirliğiyle aklanma olarak okununca, büyük bir alkış koptu.
Bazı gazeteler sorgulama sırasındaki konuşmaları saptırarak yayımlamışlardı. Nâzım'ın ilk işi, hemen o gün, Sirkeci'de, İrfan Emin Beyin yazıhanesinde, mahkemede söylediklerinin doğrusunu yazarak gazetelere göndermek oldu. Bu aklanmanın altında bir ödün olduğu düşünülememeliydi.
Dürüstlüğü, yiğitliği seven Türk halkı, onun yargıçlara karşı açık açık, "Ben komünistim," demesinden çok hoşlanmıştı. Şiirle hiç ilgilenmeyen, üstelik komünizme karşı olan kimseler, mahkemedeki sözlerini okuyunca, bu dik başlı delikanlı için olumlu düşünmeye başlamışlardı.
Nâzım yasaları biliyor, açık vermemeye özen gösteriyordu.
Yıllar sonra şöyle diyecektir :
"Beynenmilel olaylar şiirimde önemli bir yer tutmakta devam ediyordu. Bunları, o günkü memleket şartlarında, bir çeşit dumanla örtmek zorundaydım, ancak böylelikle bunları bastırabilirdim."
Kitaplarından 835 Satır'ı Muallim Ahmet Halit Kitaphanesi (1929), Jokond ile Sİ-YA-U'yu kendisi (1929), Varan 3'ü Ahmet Halit Kitaphanesi (1930), 1+1=1'i kendisi (1930), Sesini Kaybeden Şehir'i Remzi Kitaphanesi (1931) yayımlamıştı.
Görüldüğü gibi, ilk beş kitabının yayımlanmasında, her şeye karşın, iki yayınevinin katkısı olmuştu.
Ankara'da, C.H.P. çevrelerinde, Nâzım Hikmet'in "sınıf edebiyatı" yaptığı, grevi öven şiirler yazdığı, buna karşın elini kolunu sallaya sallaya ortalarda dolaştığı konuşuluyordu.
Önce dedikodular, arkasından kovuşturma geldi. 1 Mayıs 1931 günü bir sivil polisin getirdiği çağrıyla, ertesi gün Sorgu Yargıçlığı'nda sorgulanması yapıldı. İçişleri Bakanlığı'nın emri doğrultusunda, ilk beş kitabındaki şiirlerinde "bir zümrenin başka zümreler üzerinde hakimiyetini temin etmek gayesiyle halkı suça teşvik ettiği" savıyla mahkemeye verildi.
6 Mayıs 1931 Çarşamba günü saat 15'te, 2. Asliye Ceza Mahkemesi'nde, Türk Ceza Yasası'nın 311 ile 312. maddelerine dayanarak başlayan mahkemeye, Nâzım Hikmet koyu renk bir giysi, çizgili boyunbağı, elinde fötr şapkayla gelmişti. Az sonra Avukatı İrfan Emin Bey de (Kösemihaloğlu) yanında yerini aldı. Küçük mahkeme odası üniversite öğrencileri, genç şairler, şapkalı bayanlarla tıklım tıklım doluydu.
Sorgulanmasının bir yerinde Nâzım Hikmet şöyle dedi :
"İddianamede beş altı noktadan suçlama var. Bunların başında benim komünist olduğumu ilan etmekliğim suç sayılmaktadır. Evet, ben komünistim, bu muhakkaktır. Komünist şairim ve daha esaslı komünist olmaya çalışıyorum. Teşkilat-ı Esasiye Kanunu mucibince ben komünist şair olmakla cürüm işlemiş olmam. Komünistlik bir tarz-ı telakkidir. Diğer iktisadi ve siyasi meslekler nasıl cürüm değilse, komünist mefkûresi de cürüm değildir. Benim bir sınıf halkı diğeri aleyhine tahrik ettiğim iddiası söz konusu değildir."
Bundan sonra yapıtlarını tek tek ele alıp yazılış amaçlarını açıklayan şair, bir yerde, kendisini Batının emperyalist ülkelerinin mahkemeye vermesi gerektiğini, bir yerde de, Türkiye'de ekonomik sıkıntı olduğunu rakamlarla açıklayan Ticaret Odası Dergisi'ne değinerek, halkın durumundan söz etmek suç ise, ekonomi bilimini ortadan kaldırmak gerektiğini söyledi.
Sorgulama bitince, Savcı esas hakkında görüşünü bildirerek,
"Müdafaasına nazaran suç için araştırılan kanuni unsur ve şeraiti göremiyoruz, beraatini talep ederim," dedi.
Avukat İrfan Emin Bey ise coşkulu, uzun bir savunma yaptı. Türkiye'nin emperyalizme karşı verdiği savaşa da değindiği konuşmasını,
"İddia makamının talebine katılarak beraatimizi talep ederiz," diye bitirdi.
Yargıçlar dosyayı incelemek için on dakika ara vererek içeri çekildiler. Mahkeme salonunda aklanma kararı bekleniyordu. Ama öyle olmadı, duruşma 10 Mayıs 1931 Pazar günü sabahına ertelendi.
Kimilerinde kuşku uyandıran bu erteleme ilgiyi büsbütün artırmış, pazar sabahı gelen dinleyiciler salona sığmayıp koridora taşmışlardı. Karar oybirliğiyle aklanma olarak okununca, büyük bir alkış koptu.
Bazı gazeteler sorgulama sırasındaki konuşmaları saptırarak yayımlamışlardı. Nâzım'ın ilk işi, hemen o gün, Sirkeci'de, İrfan Emin Beyin yazıhanesinde, mahkemede söylediklerinin doğrusunu yazarak gazetelere göndermek oldu. Bu aklanmanın altında bir ödün olduğu düşünülememeliydi.
Dürüstlüğü, yiğitliği seven Türk halkı, onun yargıçlara karşı açık açık, "Ben komünistim," demesinden çok hoşlanmıştı. Şiirle hiç ilgilenmeyen, üstelik komünizme karşı olan kimseler, mahkemedeki sözlerini okuyunca, bu dik başlı delikanlı için olumlu düşünmeye başlamışlardı.
İkinci davayı ise, 9 Mayıs 1933'te, Gece Gelen Telgraf'ta yer alan "Hiciv Vadisinde Bir Tecrübei Kalemiye" adlı yergide "kendisine ve pederine hakaret ettiği" gerekçesiyle Süreyya Paşa, Nâzım Hikmet'e karşı açmıştı.
Avukat İrfan Emin Bey, Süreyya Paşa davasını, Bursa'ya gönderilmiş olan sanığın mahkemeye getirilmesini isteyerek, kitabın basım tarihiyle içindeki son şiirlerin yazılış tarihleri arasındaki tutarsızlığı kullanarak, söz konusu şiirlerin 1931 yılında Matbuat Cemiyeti'nin gezintisinde okunduğunu tanıklarla kanıtlayacağını söyleyerek uzatıyordu.
Ayrıca yergide Süreyya Paşa ile babasının adları geçmiyordu. Basımevindeki müsveddeler getirildi, mahkemeye 1933 tarihinin aslında 1931 olduğu, bir dizgi yanlışı yapıldığı kabul ettirilmeye çalışıldı. Savunma bu yolla yerginin Hikmet Bey ölmeden önce yazıldığını kanıtlamak amacındaydı. Ama mahkeme müsveddeler üstünde oynanmış olabileceği görüşünü benimsedi.
Davacılar yapıtın 3 Ocak 1933 tarihinde, davalılar ise, bir önceki yıl yazılmış şiirlerle, 1932 kasımında yayımlandığını söylemekteydiler.
Bursa'dan duruşmaya getirilen Nâzım Hikmet, yergiyi Serasker Rıza Paşayı düşünerek yazmadığını, sadece "hırsız serasker" dediğini, bunun Rıza Paşa olarak yorumlanmasına bir anlam veremediğini, aslında tarihe mal olmuş kişilerin yergi konusu yapılabileceğini, ama kendisinin yalnızca "istibdat devri"ni yermek amacını güttüğünü söyledi.
Ne var ki Hikmet Bey ölürken yaşanan olay şiirde açık açık anlatılıyordu.
27 Ağustos 1933'te mahkeme Nâzım Hikmet'i, Süreyya Paşanın babası Serasker Rıza Paşaya hakaret ettiği için 1 yıl hapse, 200 lira ağır para cezasına, davacıya 500 lira tazminat vermeye mahkûm etti.
Avukat İrfan Emin Bey 12 Eylül 1933'te gerekçeli kararı alınca süresi içinde temyize başvurdu.
Ama 29 Ekim 1933'te, Türkiye Cumhuriyeti'nin onuncu kuruluş yılı dolayısıyla bir bağışlama yasasının çıkarılması, Nâzım Hikmet'i, temyiz kararına gerek kalmadan, bu iki davada aldığı cezalardan kurtardı.
Nâzım Hikmet, 22 Mart 1933'te, gizli örgüt kurmak, üç kentte, İstanbul, Bursa, Adana'da, duvarlara devrim bildirileri yapıştırarak, kitapçıklar dağıtarak komünizm propagandası yapmaktan tutuklanmış, bir süre İstanbul'da sorgulanmış, ama arkasından, yargılanmak üzere, 1 Haziran 1933'te, Bursa'ya gönderilmişti.
27 Ağustos 1933'te, Bursa Ağır Ceza Mahkemesi'nde idam talebiyle başlayan dava, 31 Ocak 1934'te, şaire 5 yıl ağır hapis cezası verilmesiyle son buldu. "33- 11 -11, Bursa. Hapisane" diye başlayan ünlü "Karıma Mektup şiiri bu dava sırasında yazılmıştır.
Temyiz verilen kararı bozduysa da Bursa Ağır Ceza Mahkemesi 4 yıla indirerek hapis kararında direndi. Cumhuriyet'in onuncu yılında çıkarılmış olan bağışlama yasasıyla 4 yılın 3 yılı siliniyor, geriye bir yıl kalıyordu.
Oysa Nâzım Hikmet bir buçuk yıldır tutukluydu. Böylece 6 ay alacaklı olarak, 12 Ağustos 1934'te, cezaevinden salıverilerek İstanbul'a geldi.
Taksim'de yazarların, tiyatro oyuncularının sık sık uğradıkları bir kahve vardı. Nâzım da birileriyle buluşmak istediği zaman oraya giderdi. 30 Aralık 1936 günü gene bir buluşma için gittiği bu kahvede, beklediği kişiler gelmeyince, şapkasını, gazetesini alarak dışarı çıkmış, birkaç adım attıktan sonra da yanına Birinci Şube'den olduklarını söyleyen üç sivil polis sokulup kendisini Sirkeci'deki Sansaryan Hanı'na götürmek üzere emir aldıklarını söylemişlerdi.
1 Ocak 1937 günü gazetelerde komünistlik suçlamasıyla on üç kişinin tutuklandığı yazılıydı. Tutuklananlar arasında Nâzım Hikmet, Hikmet Kıvılcımlı, Tornacı Emin Sekûn de yer alıyorlardı ki, bunlar aynı örgütte bir araya gelmeleri olanaksız olan, daha önce yasadışı Türkiye Komünist Partisi'ndeyken çatışıp birbirlerinden kesinlikle kopmuş yoldaşlardı. Nâzım Hikmet'in başkanlığında, Endüstri Dokuma Cemiyeti'ni de içine alan bir gizli komünist örgütü kurdukları, bildiri dağıttıkları ileri sürülüyordu.
"Cumhuriyet" gazetesindeki özete göre, Nâzım kendini şöyle savunmuştu :
"Bana atfedilmek istenilen ve ispat edildiği iddia olunan yegâne suç, 1 Mayıs tevkifatı esnasında Doktor Hikmet'in bana bir kitap vermiş olmasıdır. Mevzuubahs kitap, Marksizm hakkında yazılmış ilmi bir eserdir ve Babiâli'de her kütüphanede satılmaktadır. Herkes için serbest olan bir kitabı benim satın almış olmam bir suç mudur? Halbuki ben bu kitabı da almış değilim. Burada bulunanlar arasında yalnız Doktor Hikmet'le Zeki'yi tanırım. Diğerlerinin hiçbirisini tanımam. Aramızda 'Kibritin var mı?' gibi bir parola bulunduğu ve bir yere gidince masanın üzerine evvela şapkayı, sonra da üstüne gazeteyi koymak suretiyle ve bu parola ile arkadaşlarımızla anlaştığımız iddia ediliyor. Aşağı yukarı herkes bir yere girince şapkasını çıkarır. Böyle bir paroladan hiç haberim yoktur. Binaenaleyh ben ne komünistlik tahrikâtı yaptım, ne de cemiyet kurdum."
Altı ay süren bu dava, 21 Haziran 1937'de bütün sanıkların aklanmasıyla sona erdi. Ama Nâzım Hikmet şubat ayı ortalarında bazı sanıklarla birlikte serbest bırakılmış, sonraki duruşmalarda tutuksuz olarak yer almıştı.
Derken 1937 yılı ağustosunda bir gün İpek Sineması'nda Nâzım Hikmet'in yanına bir Harp Okulu öğrencisi sokuldu. Bu olayı şair mahkemede şöyle anlatacaktır :
"Bu genç beni sinema holünde görüp yanıma geldi. Kuleli'den beri yazılarımı okuduğunu, bana hayran olduğunu söyledi. (...) Okuldaki arkadaşlarının da beni sevdiklerini söyledi. O sırada ben bir davadan beraat ederek tahliye edilmiştim. Onu da gazetelerde okumuş olacak ki bana, 'Geçmiş olsun,' dedi. Teşekkür ettim, başımdan savmak için, 'Hadi sana güle güle, içerde işim var,' dedim. Gitmedi, bana, 'Nâzım Bey, ben polis filan değilim,' dedi. 'Sizin fikirlerinizi beğeniyorum, daha etraflı öğrenmek istiyorum, yararlanmak için...' Bu konuşmadan daha çok şüphelendim, holden ayrıldım, içeri girince polis müdüriyetine telefon ederek, resmi askeri elbise giydirip polisleri peşime düşürmemelerini söyledim. 'Benim bütün çalışmam ortada, herkesin gözü önünde,' dedim."
Konuştuğu Başkomiser Salih Tanyeri böyle bir şey yapmadıklarını söylemişse de, Nâzım inanmayarak öfkeyle telefonu kapatmıştı.
Adı Ömer Deniz olan bu Harp Okulu öğrencisi dört ay kadar sonra, 3 Aralık 1937'de, bir Şeker Bayramı öncesi, bu kez Nişantaşı'ndaki Selçuk Apartmanı'na geldi.
Nâzım ile Piraye evde değildiler. Kapıyı o günlerde onlarda kalan, ailenin emektarlarından yaşlı bir kadın, Nine açtı. Ömer Deniz içeri girip beklemek isteyince, konuşmalarını duyan Cavide Hanım da yanlarına geldi. Kendisini içeri alamazlardı, ama isterse bir not yazabilirdi. Ömer Deniz sofadaki bir sandalyeye oturup not yazmaya hazırlanırken, Nâzım ile Piraye geldiler.
Nâzım mahkemede bu olayı da şöyle anlatıyor :
"Aradan ne kadar geçti hatırlamıyorum. Şeker Bayramı geliyordu, çocuklarımıza ve büyüklerimize hediye almak için eşimle çarşıya çıkmıştık. Dönüşte kapı açılıp da aynı genci evimizin girişinde oturuyor görünce tepem attı. Polis evimize kadar girdi, diye düşündüm. Kendi kendime, 'Ne bulacaktı yani?' dedim. O genç ayakta bana yaklaştı, kendisinin ve arkadaşlarının düşüncelerinden ve bana olan bağlılıklarından filan söz etti. Ben evime hile ile girdiğini söyleyerek onu azarladım, yer de göstermedim. 'Ne istiyorsun?' dedim. 'Subay çıkınca erata ne öğretelim?' diye sordu. 'Anayasadaki altı umdeyi öğretirsiniz,' dedim. 'Haydi bakalım, şimdi işimiz var,' dedim."
Bu bir özetlemeydi. Ömer Deniz'in Marx'la, Engels'le ilgili sorular sormak istemesini, Nâzım Hikmet, "Bunları herhangi bir ansiklopedide bulabilirsiniz, ben bilgin değilim," diye engellemiş; subayların erata neler öğreteceklerinin talimatnamelerde yazılı olduğunu, anayasanın, Atatürk milliyetçiliğinin dışına çıkmamaları gerektiğini söylemiş; sözlerini, "Şimdi de ben sana bir soru soracağım, söyle bakalım Nişantaşı'nda, Vali Konağı Caddesi'ndeki Selçuk Apartmanı'nın 3 numaralı dairesinde oturduğumu kimden öğrendin? Haydi bakalım, şimdi bizi yalnız bırak," diyerek delikanlıya yolu gösterip kapıyı arkasından kapatmıştı.
Bu gencin bir provokatör olduğuna kesinlikle inanıyordu.
Nâzım Hikmet, 17 Ocak 1938 gecesi, Beyoğlu'nda, Celâlettin Ezine'nin evinde, Hilmi Ziya Ülken'le bir dergi tasarımı yaparlarken gözaltına alındıktan iki gün sonra tutuklanmıştı.
Askeri Usul Yasası'na göre sanıkları savunacak avukatları "Adli Âmir"in onaylaması gerekiyordu. Nâzım Hikmet'i savunmak isteyen İrfan Emin Kösemihaloğlu kabul edilmedi. Ankara'dan Fuat Ömer Keskinoğlu ile Saffet Nezihi Bölükbaşı adlarında ortak çalışan, "Adli Âmir"in onaylayacağı niteliklerde iki avukat bulundu.
Öte yandan, gene Askeri Usul Yasası'na göre, beş yargıçtan birinin Hukuk Fakültesi mezunu olması yeterliydi.
Mahkemedeki sorgusu sırasında, Ömer Deniz, ilk ifadesinin baskı altında alındığını, Nâzım Hikmet'in, kendisine, "Erata önce cumhuriyeti, sonra komünizmi anlatırsınız," gibi bir söz etmediğini açıklayınca, Fuat Ömer Keskinoğlu ile Saffet Nezihi Bölükbaşı, şaire aklanmasının "yüzde bin beş yüz" olduğunu bildirdiler.
Nâzım Hikmet'in savunması şöyleydi :
"Huzurunuzda ilk defa yargılanıyorum. 1925 yılından beri şiirlerim yüzünden ve gizli parti teşkilatı kurma iddiasıyla muhakeme edildim. İdam talebiyle hâkim huzuruna çıkarıldığım da oldu. Hemen arzedeyim ki, hepsinin delil diye gösterebilecekleri şiirim, birkaç polisin yanlış ifadesi, birkaç arkadaşla toplanmamız, yahut şurada burada duvarlara yapıştırılan 1 Mayıs'la alakalı beyannameler gibi maddi deliller mevcuttu. Fakat adım çıktığı için davaya dahil edildiğimden mahkemelerde beraat kararı aldım.
"Hayatımın son 13 yılı içinde askeri mahkeme önüne çıkarılışım ilk defa vaki oluyor. Ve ilk defa da ne şahidi, ne vesikası, ne delil diye gösterilecek suç evrakı, suç aleti ve ne de bir ihbar veya ifade mevcut bulunuyor. Kendisinden polisin gönderdiği bir sivil şahıs diye şüphelendiğim gencin sorgudaki ifadesinde, 'Köylü erata cumhuriyetten sonra komünizmi öğretin,' dediğim iddiasından gayri bir suç isnadı yoktur. Sanık Ömer Deniz de mahkemenizde böyle bir şey söylemediğimi defaatle tekrarlamıştır. Ben de sorguda ve mahkemede söylediklerimde herhangi bir itirafım mevzuubahis değildir. Zira hakikat ikimizin de dediği gibidir. Hapishanede 67 gündür haksız yere ve delili olmayan ağır bir ithamla yatmanın azabı içindeyim. Ben Cumhuriyetin, Mustafa Kemal'in Türkiye'ye getirdiklerinin ne büyük hizmetler olduğunun idraki içindeyim. Komünist olmam, Mustafa Kemal Paşaya saygı duymama, Anayasa'daki altı umdeye sahip çıkmama mani değildir ve neşriyatım bunun delilidir. Ne hazindir ki, komünizm hakkında çok az neşriyat bulunması çoğu kişinin bu içtimai felsefe hakkında hem kâfi derecede bilgi edinmesine mani olmuş, hem yanlış zan ve kanaatler sebebiyle her muhalif şahıs komünist damgasını yemiştir. Marksist ve komünist bir şair olarak bu ideolojinin bir memlekette hâkim rejim olmasının üç beş kişinin gizli bir hücre kurması, yahut bir askeri şahsa 'Komünizmi öğret' demek veya o kişinin kendiliğinden bu doktrini öğrenmesi ve öğretmesiyle mümkün olmayacağını bilecek kadar şuurlu bir şairim. Komünizm, sanıldığı gibi, ferdi başarıların ideolojisi değildir ve her toplumda aynı gelişmelerin teminiyle hedefine varılan bir sistem de değildir. Bu sebepledir ki, benim Marksist bir kültürle yetişmiş, kendi milli kültür kökenlerinden istifade edebilmiş bir şair olarak bir öğrenciye, hem de polisliğinden şüphe ettiğim birine komünizm hakkında telkinatta bulunmasını tavsiye etmem havsalanın almayacağı bir yakıştırmadır. Marksistler ancak kendi partilerinin kararıyla, kitleleri, gerekiyorsa, tarihi bakımdan içtimai ve iktisadi tekâmülün vardığı merhaleye göre uygun olacak harekete sevk ederler. Ben tek başıma parti değilim ve böyle bir partinin var olup olmadığı hakkında da iddianamede bir sarahat mevcut değildir. Bahsedilmeyen bir partinin tayin ve tesbiti icab eden bir strateji de mevzuu bahis olmadığından benim Ömer Deniz'e ordu içinde görev vermem de mümkün değildir. Kaldı ki kendisi de benim böyle bir beyanım, tavsiyem veya direktifim bulunmadığını ısrarla söylemektedir. Kendisi de iddia edilen bana ait ifadenin kendisinin söylediği gibi yazılmadığını söylüyor ve mahkemede, huzurunuzda, dediklerimi bir bir tekrarlıyor. Onu arife gününden sonra ilk bugün, duruşmanın bugün başlayan bu celsesinde görüyorum. 17 Ocaktan beri de Askeri Cezaevi içinde bir odada tek başıma bırakıldığım için hiçbir sanıkla veya o sanıkların avukatlarıyla görüşmedim, kimseyle görüştürülmedim. Bu bakımdan o arkadaşın ifadesi ile benim ifadem arasındaki aynılık, hakikatin böyle olduğunu ispat eder. Suçsuzum, beraatımı ve tutukluluk halime son verilerek tahliyemi talep ediyorum."
Nâzım Hikmet, 29 Mart 1938 Salı günü saat 10'da, "yüzde bin beş yüz" aklanması gerektiğine inandığı bir davada 15 yıla mahkûm oldu.
28 Mayıs 1938'de Askeri Yargıtay Nâzım Hikmet'in cezasını onayladı.
13 Haziran 1938 günü, Nâzım Hikmet Ankara Merkez Komutanlığı Cezaevi'nden Ankara Cezaevi'ne aktarılarak ikinci kulede bulunan koğuşa kondu.
Tam bu günlerde gene Adalet Bakanlığı'ndan Cezaevi Müdürlüğü'ne gelen bir emirle şairin sürmekte olan bir davası nedeniyle İstanbul'a gönderilmesi gerektiği bildirildi. Bir yıl önce, 21 Haziran 1937'de aklanmayla sona eren gizli örgüt kurma davası, Yargıtay'dan bozularak geri dönmüş, İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi'nde yeniden başlamıştı.
Böylece Nâzım Hikmet Ankara Cezaevi'nden alınarak İstanbul'da Sultanahmet Tutukevi'ne getirildi.
Haziran ayı sonuna doğru Donanma Komutanlığı'ndan gelen görevliler Nâzım Hikmet'i alıp kelepçeli olarak Köprü Kadıköy iskelesinden bir motorla Adalar açığında bekleyen Erkin gemisine götürdüler. Önce bir ayakyoluna, sonra sintine ambarına kapatıldı.
Yavuz gemisinde başlamış olan bir soruşturmaya onun adı da karışmıştı. İlk sorguları, Harp Filosu'na bağlı askeri yargıç Teğmen Halûk Şehsuvaroğlu yapmış, sanıkların yargılanmalarını gerektirecek bir durum olmadığı yolunda görüş bildirmişti.
Donanma Askeri Mahkemesi'ndeki yargılama 10 Ağustos 1938 günü Erkin gemisinde başladı.
Mahkeme Başkanı Amiral Hüsnü Gökdenizer, duruşma yargıçı Salih Köniman, savcı Binbaşı Şerif Budak, yardımcıları Teğmen Fahri Çoker ile Teğmen Halûk Şehsuvaroğlu idiler.
Harp Okulu Komutanlığı Askeri Mahkemesi'ndeki savcı Binbaşı Şerif Budak oradaki başarısı dolayısıyla Donanma Komutanlığı Askeri Mahkemesi'nde de görevlendirilmişti.
Erkin, sonradan denizaltı filosunun ana gemisine dönüştürülmüş olan, eski bir yolcu gemisiydi. Subayların geniş yemek salonu mahkeme salonu haline getirilmişti.
Yargılamanın nerede başlayıp nerede biteceği hiç belli değildi. Çünkü gemi ikide bir yer değiştiriyordu. Nitekim bir süre sonra Adalar önünden Silivri açıklarına gidildi.
Dava konusu, en kısa söylenişiyle, "kitap okumak"tı.
Gerek günlük gazetelerde, gerek kitaplarda, "Marksizmden söz edilmese bile sürekli komünizm propagandası" yapıldığına inanılıyor, yayımcılık kömünist propagandasının aracı olarak görülüyordu. Nâzım Hikmet, Hikmet Kıvılcımlı gibi tanınmış komünistlerin, hatta eski yeni Rus yazarlarından herhangi birinin, kovuşturmaya uğramamış ya da uğrayıp aklanmış, serbestçe satılan kitaplarını okumak da bu propagandanın etki alanına girmek anlamına geliyordu.
Hikmet Kıvılcımlı ile karısı Fatma Nudiye Yalçı, "Kıvılcım Kütüphanesi" adında bir yayınevi kurmuşlardı. Bu kişilerle yakın ilişki içinde olan Kerim Korcan adında okuma meraklısı bir genç ise, "Kitap Sevenler Derneği" diye bir topluluk oluşturmuştu. Aralarında kitap alıp veriyor, okumayanlara okuma sevgisi aşılamaya çalışıyorlardı.
Kerim Korcan'ın, askerliğini Yavuz'da yapan ağabeysi Haydar Korcan da dernekten kitap alıp okuyordu. Giderek gemideki okumaya meraklı astsubaylara, erlere de kitap götürüp getirmeye başlamıştı. Bunlar arasında yasaklanmamış sol kitaplar da vardı.
Yasaların tanıdığı olanaklardan yararlanarak yayımcılık yoluyla komünizm propagandası yaptıkları saptanan kişilerden, önce, 25 Nisan 1938'de, Hikmet Kıvılcımlı ile Fatma Nudiye Yalçı, beş gün sonra da, Kerim Korcan gözaltına alınmışlardı.
Sansaryan Han'da, bir aya yakın bir süre, işkence altında yapılan sorgulamalar sonunda, Yavuz zırhlısına gidip gelen kitaplar konusu ortaya çıkınca işin rengi birden değişiverdi. Gerçi donanmada bir örgütlenme eylemi söz konusu değildi, ama sol yayınlar okuyan birileri olduğu anlaşılmıştı.
Donanma Komutanlığı'nca başlatılan soruşturma, aşırı tedirginliklerle, ağır baskılar altında, kışkırtıcı ajanlar kullanılarak yürütüldü. Bu arada Hamdi Alevdaş adlı bir astsubay, Pavli ile Pendik'te gazino işleten sanıklardan Hamdi Alev'in evinde, 1934 yılında Nâzım Hikmet'le konuştuğunu, sonra iki kere de Erenköy'deki Mithat Paşa köşküne gittiğini söyledi. Şair güya ondan erlere gelen mektupları okuyup ailesi yoksul olanları saptamasını, adreslerini almasını istemişti. Bu yoksul ailelere yardım edilecekti. Nâzım Hikmet'i dava kapsamına dört yıl öncesiyle ilgili böyle kanıtsız, tanıksız bir suçlama sokuyordu.
Duruşmada söz kendisine geldiği zaman Hamdi Alevdaş, astsubay arkadaşlarıyla bazı toplantılar yaptıklarını, kendisinin Nâzım Hikmet'le konuştuklarını onlara anlattığını, ancak bütün bunları Yavuz'un İkinci Komutanı Kurmay Yarbay Ruhi Develioğlu'nun verdiği sözlü emir üzerine, bilgi toplamak amacıyla gerçekleştirdiğini açıkladı. Ayrıca şairden ilk sorgusunda söylediği gibi herhangi bir talimat da almamıştı.
Bu gelişme Nâzım Hikmet'in davanın dışında kalması, aklanması anlamına geliyordu. Ama tanık olarak çağrılan Kurmay Yarbay Ruhi Develioğlu bilgi toplaması için Hamdi Alevdaş'a emir vermediğini söyledi.
Nâzım Hikmet ise bütün sorgularında dört yıl önceki olayları tam olarak anımsamadığını, bir astsubayla hiç görüşmediğini, Hamdi Alevdaş'la belki sivil giyinmişse görüşmüş olabileceğini, ama bunu da anımsamadığını, yoksullara yardım diye bir şeyin söz konusu olmadığını, kimseye böyle bir talimat vermediğini söylüyordu.
Kovuşturmalar çok geniş tutulmuştu. Hikmet Kıvılcımlı, Nudiye Yalçı, Kerim Korcan, ağabeysi Haydar Korcan'dan başka, özellikle Nâzım Hikmet'in kitaplarını okuyan pek çok astsubayla onların tanıdıkları, yakınları gözaltına alınıp sorgulanmışlardı. Ortanca kardeşi Nuri Tahir Tipi, önce Yavuz'da, sonra Erkin'de gedikli üstçavuş olan Kemal Tahir de sanıklar arasındaydı.
Yavuz zırhlısından topçu başgedikli çavuş Hamdi Alevdaş'ın yanı sıra, bu olaya görevli olarak katıldığını ileri süren bir astsubay daha vardı : Gene Yavuz zırhlısından cephaneci başgedikli çavuş Adil Kut.
Daha önce de erat arasında "ağız yoklama" yoluyla bilgi toplama işleri yapmış olan bu astsubaya, kendi söylediğine göre, "Seni tutuklayıp hücrelerde ayrı ayrı yatanların yanına koyacağız. Yeni tutuklanmış gibi yaparak onlardan bilgi sızdıracaksın. Mahkeme başlayınca hem ödüllendirilecek, hem de terfi ettirileceksin," denmişti.
Mahkeme başlayınca, ödüllendirilmek bir yana, serbest de bırakılmadığını gören Adil Kut, sorgusu sırasında yargıçlara durumu açıklayarak, "Tahliyemi ve terfiimi istiyorum," dediyse de, bu açıklama onu dört yıl ceza yemekten kurtaramadı.
Duruşmaların sonuna doğru yaklaşılırken, Kemal Tahir'in avukatlığını İstanbul Barosu'nun kararıyla üstlenen Ethem Nuri Balkan yaptığı savunmayı şöyle bitirdi :
"Görülüyor ki Donanmada görevli bir kısım gedikli başçavuşlar, üstçavuşlar, Nâzım Hikmet'in, Sabahattin Ali'nin, Sabiha Zekeriya'nın, Hikmet Kıvılcımlı'nın eserlerini okumuşlar. Bunlar kitapçılarda satılan ve satılmakta bulunan eserlerdir. Yaşadığımız yıl komünistlik ve faşistlik sözlerinin en çok konuşulmakta olduğu bir dünya savaşı öncesinin konuları arasındadır. Bu insanlar da gazete okumakta, Radyo Gazetesi'ni, hiç olmazsa onu dinlemektedirler. Bu mevzuları kendi aralarında, boş vakitlerinde konuşmaları, onların Donanmaya herhangi bir zarar verme maksat ve gayesini taşımaz, taşımamıştır da. Bunları salıvermek en kestirme yoldur, Sayın Hâkimler."
Avukatların sanıklarca okunan kitapların zararlı yayın olup olmadığının Adalet Bakanlığı'ndan sorulmasını ısrarla istemeleri üzerine, kitapların listesi bakanlığa gönderildi. Üç gün sonra gelen tezkerede şöyle deniyordu :
"Listede yazılı olanlar her Türk vatandaşının okuması için neşredilmiş kitaplardır."
Avukatlar bu tezkerenin ortada bir suç öğesi bulunmadığının kesin kanıtı olduğunu, bir suç öğesi bulunmayınca da, davanın kendiliğinden düşmesi gerektiğini söylediler.
Savcı Şerif Budak'ın yanıtı şu oldu :
"Biz bu davada delil arayacak kadar saf değiliz."
Avukat Ethem Nuri Balkan ise, oturduğu yerden, "Sayın Hâkimlerim, ortada hiçbir şey yoktur. Siz öküz altında buzağı arıyorsunuz!" diye bağırdı.
Mahkeme Başkanı Amiral Hüsnü Gökdenizer avukatlarla Savcı Şerif Budak arasında geçen bu tartışma üzerine, görevinden istifa etti. Onun yerine Amiral Ertuğrul Ertuğrul atandı.
Nâzım Hikmet Harp Okulu Komutanlığı Askeri Mahkemesi'ndeki yargılamadan 15 yıl ceza yiyerek gelip Donanma Komutanlığı Askeri Mahkemesi'nde başlayan yargılamanın gelişme biçimini izlerken, hukuka güvenini tam anlamıyla yitirmişti.
10 Ağustos 1938 günü başlayan Donanma Komutanlığı Askeri Mahkemesi'ndeki dava 29 Ağustos 1938 Pazartesi günü kararın okunmasıyla son buldu.
Nâzım Hikmet'le ilgili bölümde, "siyasi fikirleri, mazisi, neşriyatı ve evvelki mahkûmiyetleri ile pek aşikâr bir suretle bir komünist propagandacısı olduğu anlaşılan" bu kişinin, "donanmanın inhilal [dağılma] ve ihtilale maruz kalmasına" yol açmak istediği belirtilerek, 20 yıl ağır hapisle cezalandırılmasına karar verildiği bildiriliyor, yasalara göre üçte biri indirilince geriye kalan 13 yıl 4 ay, önceki davada aldığı 15 yıla eklenerek, cezası 28 yıl 4 ay ağır hapis olarak açıklanıyordu. Ayrıca ölünceye kadar kamu hizmetinde çalışamayacak, cezaevinde kaldığı sürece hacir altında bulundurulacaktı.
Hamdi Alev, Emine Alev, Hamdi Alevdaş, Nuri Tahir Tipi 18'er yıl; Hikmet Kıvılcımlı, Kemal Tahir, Mehmet Ali Kantan, Haydar Korcan 15'er yıl; Nudiye Yalçı, Kerim Korcan, Seyfi Tekdilek 10'ar yıl; Hüseyin Avni Durugün 5 yıl; Ali Kut 4 yıl; Fethi Ülgezer, Burhan Cengen 3'er yıl ceza almışlardı.
31 Ağustos 1938 günü İstanbul Sultanahmet Tutukevi'ne aktarılan sanıklar Askeri Yargıtay'a başvurarak beklemeye başladılar.
Ama, tıpkı önceki davada olduğu gibi, 29 Aralık 1938'de, Askeri Yargıtay'dan gelen onay, son umutları da boşa çıkardı.
1938 yılı içinde bu askeri yargılamalar sürerken, sanıklardan gelen yazılı sözlü başvurular, özellikle de Nâzım Hikmet'in avukatları Fuat Ömer Keskinoğlu ile Saffet Nezihi Bölükbaşı'nın Büyük Millet Meclisi'ne verdikleri kapsamlı dilekçeler, hukuktan anlayan milletvekillerini çok tedirgin etmişti. Bu konu çeşitli yönleriyle Ankara Palas'ta, Karpiç'te, Meclis koridorlarında konuşulup tartışılıyor, Milli Savunma Bakanı'na, Adliye Bakanı'na ayaküstü sorular soruluyordu. Bir encümen toplantısında Başbakan Refik Saydam'dan görüş bildirmesi dileğinde bulunulmuş, "Meclis her şeye hâkimdir, siz bilirsiniz!" yanıtı alınmıştı.
Sivillerin askeri mahkemelerde yargılanmaları, hukukçu olmayanların adalet dağıtmaları, delilsiz mahkûmiyetler gibi tartışmaya açık konuların kafaları fazla işgal ettiğini gören Başbakan'ın, durumu kurtarmak isteyen bir konuşmasında, ordu içinde yapılmak istenen "suikast"lerden söz etmesi, Milli Savunma Bakanı Naci Tınaz'ın, oturduğu yerden, "Suikast denemez, menfi tahriklerden söz edilebilir," diye karşı çıkmasına yol açmıştı. Eski Jandarma Genel Komutanı olan Bursa milletvekili Korgeneral Naci Tınaz bu atışma üzerine bakanlıktan istifa etmiş, yerine Saffet Arıkan atanmıştı.
Bu arada yasalarda yetersizlikler bulunduğu, birtakım düzeltmeler yapılması gerektiği de ortaya çıkmıştı.
Türk Ceza Yasası'ndaki 141-142. maddeler, 16 Temmuz 1938 gün ve 3531 sayılı yasayla değişikliğe uğratılarak, yalnız eylemi değil, düşünce açıklamayı da cezalandırır hale getirildiler.
Buna neden gerek duyulduğunu Çetin Özek şöyle anlatıyor :
"Yavuz ve Harp Okulu olaylarında, Nâzım Hikmet, Hikmet Kıvılcımlı, Kemal Tahir, A.Kadir gibi sanıkların, her ne olursa olsun mahkûm edilmelerine önceden karar vermiş bulunan siyasi iktidarın, bu isteğine uygun olarak 141 ve 142. maddeleri uygulayabilmesi mümkün olmamıştır. Maddelerin suçun teşekkülü için cebir unsurunu şart koşmaları, bu maddelerin uygulanmasını inkânsızlaştırmıştır. Bu nedenle 141 ve 142. maddelerin değiştirilmesi ve 'cebir' unsurunun kaldırılması yoluna gidilmiş, Yavuz ve Harp Okulu sanıkları, Askeri Ceza Kanunu'na göre, askeri isyana teşvikten cezalandırılabilmişlerdir."
Öte yandan Askeri Ceza Kanunu'nda yapılan bazı değişiklikleri kendilerine göre yorumlayan Fuat Ömer Keskinoğlu ile Saffet Nezihi Bölükbaşı, 1 Ağustos 1939'da, Harp Okulu Komutanlığı'na yeni bir dilekçe vererek, Nâzım Hikmet'in serbest bırakılmasını, en azından cezasının hafifletilmesini istediler.
Harp Okulu Komutanlığı Askeri Mahkemesi'nce bu dilekçeye, fazla bekletmeden, 9 Ağustos 1939 tarihinde, olumsuz yanıt verilirken şöyle deniyordu :
"Suçun askeri isyana tahrikten ibaret olduğu ve komünistlik fikirlerini yaymaya teşebbüs keyfiyetinin takdiri şiddet sebebine matuf bir ibare mahiyetinde bulunduğu açıktır."
Donanma Komutanlığı Askeri Mahkemesi'nin Nâzım Hikmet'le ilgili kararından yaklaşık dokuz ay sonra, Askeri Ceza Yasası ile Askeri Muhakeme Usulü Yasası'nın ilgili maddeleri değiştirilerek komünizm propagandasının ordu içinde ya da orduya bağlı kişiler arasında yapılması, ayrı bir suç olarak tanımlanıp askeri yargının görevleri arasına sokuldu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder