BİR ŞEY YAPMALI

CUMHURİYET İÇİN DEMOKRASİ İÇİN HALK İÇİN GELECEĞİMİZ İÇİN ..................... cemaatlerin yönettiği bir coğrafya olmak istemiyorsak ................. Ama benim memleketimde bugün İnsan kanı sudan ucuz Oysa en güzel emek insanın kendisi Kolay mı kan uykularda kalkıp Ninniler söylemesi

28 Ağustos 2009 Cuma

Alt-Emperyalizm Üzerine: Bölgesel Güç Türkiye

Alt-Emperyalizm Üzerine: Bölgesel Güç Türkiye
Elif Çağlı
28 Temmuz 2009
Alt-emperyalizm konusu, emperyalizm ya da küreselleşme olgularının kavranışındaki farklılıkların uzantısı olan tartışmalı yönler içeriyor. Hatırlanacağı üzere, kapitalizmin sömürgeci aşaması ile emperyalist aşaması arasındaki ayrımın görmezden gelinmesi nedeniyle genelde dünya ve özelde Türk solunda yanlış siyasal tutumlar geliştirilmişti. Brezilya, Arjantin, Türkiye gibi ülkelerin birer yarı-sömürge ya da yeni sömürge olarak nitelenmesi bu tür tutumların ifadesiydi. Uzun yıllar boyunca etkisini sürdüren bu tür görüşler, daha yakın dönemlerde ise bu kez küreselleşme tartışmaları eşliğinde yeniden biçimlendirilip gündeme sokuldular. Kapitalizm altında küreselleşmenin emperyalizmin ilerleyen bir hali olduğunun kabul edilmemesi ve yeni bir “imparatorluk” aşamasıymış gibi ele alınıp sunulması bunun tipik bir örneğidir. Üçüncü Dünyacı yaklaşımlara kan ve can veren bu tür görüşlerin kaynağı genelde hep Marksist geçinen Batılı akademisyenler oldu. Söz konusu yaklaşımlar, geleneksel Stalinist solun ulusal kalkınmacı sosyalizm anlayışıyla da birleşerek Türkiye gibi ülkelerde yıllarca küçük-burjuva sol siyasetleri yarattı ve beslediler. Günümüzde de neredeyse “tarih tekerrürden ibarettir” deyişini haklı çıkarırcasına, kapitalist dünyadaki eşitsizlik ilişkileri yine bir çeşit “yeni sömürgecilik” olarak sunuluyor ve böylece küçük-burjuva sol anlayışların yanılgılar çarkı aynı şekilde işletilmeye devam ediliyor. Sovyetler Birliği ve benzerlerinin çöküşüyle birlikte dünyada yaşanan onca altüstlükten, onca önemli gelişmeden ders çıkarmayan, geçmişleriyle ve yanılgılarıyla hiçbir muhasebeye girişmeyen sol çevreler aslında “devrimci” değil “tutucu” sıfatını hak ediyorlar. Bu olgu kuşkusuz Türkiye ile de sınırlı değil. Tüm dünyada yansımalarını görmek mümkün. Ama tarihsel ve sosyal özellikleri nedeniyle, küçük-burjuva sol anlayışların çok yaygın ve yerleşik olduğu Türkiye’de daha büyük bir sorun teşkil ettiği de açık. Kapitalizmin küresel işleyişi içinde Türkiye gibi kapitalist ülkelerin zamanla geçirdiği değişimi doğru şekilde kavramak önemli bir ihtiyaç oluşturuyor. Türkiye’de kapitalizm emperyalist güçlere bağımlı da olsa önemli gelişme ve sıçramalar kaydetmiştir ve Türkiye artık alt-emperyalist bir ülkedir. Bu değişim sürecinin bir ürünü olarak, Türkiye’de burjuvazi de hanidir bir kabuk değiştirme sürecinin sancılarını yaşıyor. Nitekim burjuva iktidar bloku içinde uzun süredir devam eden iç çatışmalar bu durumun bir yansımasıdır. Bugün Türkiye’de burjuvazi, ülke ve dünya siyasetinde öne çıkan sorunların algılanması ve karşılığında siyasal tutumlar geliştirilmesi bakımından temelde ikiye bölünmüş durumdadır. Kendi içinde pek çok nüansı barındırmasına karşın, bu saflaşmayı genel hatlarıyla statükocu ve liberal diye ayırt edebiliriz. Liberal kesimler, artık Türkiye kapitalizminin ulaştığı düzeyin ve yayılma ihtiyacının gereğince bir yol tutulması için bastırıyorlar. Burjuva siyaset arenasının muhafazakâr gücü statükocu asker-sivil kesimler ise, ekonomik zorunlulukların bindirdiği basınç nedeniyle artık güç yitirmekle birlikte yine de direnmeyi sürdürüyorlar. Türkiye siyasi yaşamında bitmek bilmeyen gerginliklerden kolayca anlaşılacağı üzere, bu tür direnç noktaları, ekonomik gereklerin ivedilikle ve pürüzsüz biçimde siyasi çözümlere dönüştürülmesi önünde hanidir engeldir. Burjuvazinin akıllı temsilcileri, Türkiye kapitalizmine daha da yol aldırabilmek bakımından artık bu engellerin aşılmasının bir zorunluluk olduğunun bilincindeler. İşçi sınıfı cephesine gelince; kapitalizme karşı etkin bir devrimci mücadelenin yürütülebilmesi için, onun da öncü devrimci güçlerinin dünya ve ülke gerçeklerini küçük-burjuva takıntılardan kurtulmuş biçimde değerlendirmesi kesin bir görev oluşturuyor.
Alt-emperyalizm ne anlama geliyor?
Emperyalist-kapitalizmin özellikleri üzerinde daha önce uzun boyluca durmuş ve kapitalist gelişme sürecinin bu en üst aşamasının sömürgecilik döneminden farklılıklarına dikkat çekmiştik (bkz. E. Çağlı, Kolonyalizmden Emperyalizme, Tarih Bilinci Yay.). Ayrıca çeşitli yazılarımızda da vurguladığımız gibi, emperyalist yayılmacılık ile sömürgeci yayılmacılığın aynı şey olmadığının kavranması ve kabulü, devrimci proleter mücadele stratejisi açısından büyük bir önem taşıyor. Kapitalizmin emperyalist aşamasının en temel özelliklerini burada bir kez daha kısaca vurgulayalım. Emperyalizm mali sermayenin egemenliğine dayanan kapitalist dünya sistemidir. Emperyalizm, tekelci rekabet üzerinde yükselen bir yayılmacılık tarzıdır. Kapitalist sömürgecilik döneminden farklı olarak, emperyalist rekabet dünyanın toprak alanları bakımından paylaşımı için değil, asıl olarak mali sermayenin rahatça at oynatabileceği nüfuz alanlarının paylaşımı için yürür. Emperyalizm aşamasına yükselen kapitalizm, üretici güçlerin uluslararasılaşmasıyla ulusal devlet biçimlenmesi arasındaki çelişkiyi mali sermayenin küresel hareketliliği sayesinde aşmaya çalışır. Emperyalist-kapitalizmi günümüz dünyasında iyice belirginleşen bu son özelliği bakımından tanımlayacak olursak, kapitalizmin bu en üst aşaması eşitsiz ve bileşik gelişme yasasının işleyişi temelinde yol alan küresel ekonomi demektir. Dünya kapitalist sistemi, ana basamakları itibarıyla “ileri, orta ve az gelişmiş” diye nitelenen bir hiyerarşi piramidi oluşturur ve çeşitli kapitalist ülkeler bu piramit boyunca güçlerine göre sıralanırlar. Bu güçler piramidinin en üst basamağında yer alan ileri derecede gelişmiş kapitalist ülkeler emperyalist diye nitelediğimiz ülkelerdir ve bu kategori açısından ortada fazlaca bir tartışma yoktur. Hiyerarşi piramidinde en fazla tartışmaya yol açan basamağı, alttan üste geçişsel özellikler taşıyan ve bu bakımdan kendi içinde de bir hayli düzey farklılıkları sergileyen orta derecede gelişkin kapitalist ülkeler teşkil eder. Bir sosyo-ekonomik sürecin farklı gelişme halkalarını durağan ve birbirinden kopuk tarzda kavrayan yaklaşımlar, emperyalist diye adlandırılan kapitalist ülkelerle orta derecede gelişkin kapitalist ülkeler arasına da son derece kesin, kaba ve mekanik sınırlar çekmek isteyeceklerdir. Dünyada yaşanan gerçeklere kendi dar prizmalarından bakanların, zaman içinde cereyan eden değişimleri kavramaları mümkün değildir. Böyleleri, orta derecede gelişkin kapitalist ülkelerin de emperyalistleşebilmek için hamleler yaptıklarını, bu amaçla çeşitli yapısal değişim süreçlerinden geçtiklerini göremez, kavrayamaz ya da kabul etmeye yanaşmazlar. Oysa konuyu diyalektik tarzda kavrayanlar açısından, hiyerarşi piramidinde farklı gelişme basamaklarında (üst, orta, alt) yer alan ülkelerde kapitalizmin durağan olmadığı açıktır. Çeşitli sosyo-ekonomik yapılar genelde (aşağıdan yukarıya ve bazen de yukardan aşağıya) hareket halindedirler. Derinlemesine bir analiz yapılacak olursa ezberler bozulacaktır. Örneğin, bağımlı pozisyondaki bir ülkeyi sömürgecilik döneminde olduğu gibi ekonomik açıdan atıl ve geri durumda bir hammadde deposu olarak bırakmak, aslında emperyalist ülkelerin çıkarına değildir. Emperyalizm çağında ekonomik çarkların dönebilmesi için çeşitli kapitalist ülkeler arasında karşılıklı ekonomik ilişkilerin kurulması elzemdir. Yalnızca gelişkin kapitalist ülkelerde değil tüm ülkelerde kapitalist pazarın serpilip büyümesi gereklidir. Bu nedenle, emperyalizmin gelişkin kapitalist ülkeler dışında kalan ülkeleri ekonomik açıdan tamamen geri bıraktırdığı yolundaki görüşler gerçeklerle de, Marksist çözümlemelerle de bağdaşmaz. Emperyalist-kapitalizm, farklı gelişme düzeylerindeki kapitalist ülkelerin eşitsiz ilişkiler dolayımıyla birbirlerine karşılıklı bağımlılığını yansıtır. Kapitalizmin bir dünya sistemi, küresel bir işleyiş yaratan bir ekonomik sistem olduğu gerçeği de ancak emperyalizm aşamasının olgunlaşmasıyla ete kemiğe bürünür. Dünya üzerinde 20. yüzyılın ikinci yarısından bu yana yaşanan çeşitli gelişmeler bu dediklerimizi doğruluyor. Kapitalist sistemin işleyiş yasaları gereği eşitsiz düzeyde ve krizlerle bezeli bir biçimde de olsa, irili ufaklı pek çok ülke yıllar içinde siyasal ve ekonomik bakımından değişim geçirdi. Bir zamanların sömürge statüsündeki ülkelerinde ulus-devletler kuruldu ve buralarda da kapitalist bir pazar gelişmeye koyuldu. Türkiye örneğinde görüldüğü üzere, vaktiyle yarı-sömürge konumuna düşen bazı büyük ülkelerde inşa edilen kapitalist ulus-devletler ise önemli ekonomik gelişmeler kaydettiler. Böylece, bir zamanların sömürge ülkeleri ve yarı-sömürge ülkeleri emperyalist-kapitalist güçler piramidinde az gelişmiş veya orta derecede gelişmiş kapitalist ülkeler olarak yerlerini aldılar. Diğerlerine oranla büyük ve jeostratejik konumu önemli olan Hindistan, Brezilya, Türkiye gibi ülkeler ise zamanla birer bölge gücü düzeyine yükseldiler. Kapitalizm, çeşitli tür ve bileşimden sermaye grupları arasında ulusal ve küresel ölçekte rekabet olmaksızın varlığını sürdüremeyen bir ekonomik sistemdir. Kapitalist rekabet kapitalist tekeli yaratır ve tekelci ilişkilerin egemen olduğu emperyalizm çağında rekabet de daha üst düzeylere tırmanır. Böylece dünya üzerinde büyük sermaye grupları arasındaki tekelci rekabet öne geçer. Kapitalizmin emperyalist aşaması boyunca yalnızca en gelişkin kapitalist ülkelerde değil, diğer kapitalist ülkelerde de ekonomik sektörler çeşitlenir. Çeşitli ülkelerde farklı tarz ve hızlarda olmak üzere, pre-kapitalist üretim ilişkileri tasfiyeye uğrar ve kapitalist üretim ilişkileri gelişir. Bu değişimin neticesinde, vaktiyle kapitalist olup olmadığı bile tartışılan ülkelerde tekelci kapitalizm egemen hale gelebilir ve hatta bunların bir kısmı bir alt-emperyalist güç düzeyine yükselebilirler. Bu açıdan hiç uzağa gitmeye gerek yoktur. Bir zamanların az gelişmiş kapitalist ülkesi Türkiye, 1960 sonrasında yaşanan sıçramalı kapitalist gelişme neticesinde orta derecede gelişkin kapitalist ülkeler arasına katılmıştır. ‘80 sonrasında ise, işçi sınıfını ve emekçi kitleleri zapturapt altına alıp sermaye için adeta dikensiz gül bahçesi yaratan olağanüstü burjuva rejimler altında, dışa açılma yönünde hummalı bir yapısal değişim süreci yaşanmıştır. Bunun neticesinde, Türkiye orta gelişkin kapitalist ülkeler kategorisi içinde yukarılara tırmanmış ve bir alt-emperyalist ülke konumuna terfi etmiştir. Alt-emperyalizm kavramı, emperyalist hiyerarşi piramidinde en üst basamakta yer alan emperyalist ülkelerin altındaki bir konumu anlatır. Bu konumdaki bir kapitalist ülke henüz üsttekiler gibi bir ekonomik güce ve dünya gündemini belirlemekte aynı derecede etkiye sahip olmasa da, kendi bölgesinde ve büyük emperyalist güçlerin eşliğinde artık doğrudan yayılmacı ilişkiler yürütür. İşte orta derecede gelişkin kapitalist ülkeler basamağı kapsamında yukarılara tırmanarak bu düzeye ulaşan ülkeler, bu gibi nedenlerle alt-emperyalist diye nitelenirler. Alt-emperyalist bir ülkenin emperyalist ülkelere bağımlılığında, henüz bu düzeye ulaşmamış kapitalist ülkelere kıyasla belirli ölçüde bir gevşemenin gerçekleştiği açıktır. Artık bir bölge gücü düzeyine yükselen kapitalist ülkeler, kendi çıkarları doğrultusunda daha bir bağımsız davranabilmek için gerektiğinde büyük güçlere kafa tutabilmektedirler. Büyük emperyalist güçlerle ilişkilerinin biçimi ve niteliği zamanla kendileri lehine bir değişim kaydetmektedir. Örneğin, bir zamanlar bölgelerinde büyük güçlerin basit bir jandarması rolünü üstlenirlerken, artık büyük güçlerle birlikte hareket etmeyi kendi yayılmacı iştahlarını tatmin için arzulamaktadırlar. Henüz küresel ölçekte söz geçirecek kadar güçlü olmayan alt-emperyalist ülkeler gerçekten de kendi bölgelerinde bir güç odağı oluşturabilirler. Kuşkusuz bu durum, aynı bölgede benzer konumda olan ülkeler arasındaki rekabetin de nesnel zeminini döşemektedir. Örneğin Latin Amerika’da Arjantin ve Brezilya ya da Ortadoğu’da Türkiye ve İran arasında böyle bir rekabetin nesnel zemini mevcuttur. Bu tür bölgeler her zaman için, söz konusu ülkelerin her birinin daha fazla yayılma tutkusundan kaynaklı sürtüşme potansiyelini içerir. Nitekim tarihteki Osmanlı ve Pers imparatorluklarının çekişmesini hatırlatır biçimde, her iki imparatorluğun artıklarının, Türkiye ve İran’ın günümüzde bölgesel düzeyde yayılmacı iddiaları eksik değildir.
Küçük-burjuva solun aymazlığı
Kapitalizmin işleyiş yasalarını, sistemin özelliklerini ve emperyalizmin sömürgecilikten farklı bir aşama olduğunu kavrayabilmek, Türkiye gibi ülkelerin durumunu doğru ve tatmin edici şekilde çözümlemek bakımından büyük önem taşıyor. Tekrar vurgulamak gerekirse, emperyalist-kapitalizm karşılıklı bağımlılığı eşitsizlik temelinde üreten bir sistemdir. O nedenle, eşitsizlik konumundan kaynaklı sorunlar ve daha güçlü olanların daha zayıf durumda olanlara ekonomik ve siyasal açılardan çeşitli müdahale olanakları ortadan kalkmaz. Buna karşın, genelde kapitalist ulus-devletlerin, hele ki özelde alt-emperyalist ülkelerin kendi ölçülerinde ve kendi tasarruflarında bir ekonomik ve siyasal işleyiş alanları da vardır. Bu bakımdan, bu ülkeleri hâlâ yarı-sömürge (veya yeni sömürge/ modern sömürge vb.) ülkeler diye nitelemek büyük bir yanılgı ya da büyük bir çarpıtma olacaktır. Bir dönemler Batı’nın Üçüncü Dünyacı akademisyenleri tarafından çeşitli ülkelerdeki sol hareketlere aşılanan bu tür yaklaşımlar, işçi sınıfının kapitalizme karşı mücadelesinde hedef saptıran bir niteliğe sahiptirler. Bu tür savrulmalardan Türk Solu da fazlasıyla nasibini almıştır. Emperyalist-kapitalist sistemin işleyiş yasalarını, orta ve alt gelişme düzeyindeki kapitalist ülkelerin durumunu kavrayıştaki çapsızlıklar, küçük-burjuva dar kafalılığını sergileyen önemli örnekler oluşturmaktadır. Küçük-burjuva solun, Türkiye gibi ülkelerin kapitalist gelişme düzeyini tespite yönelik Marksist çözümlemelere (bu bağlamda alt-emperyalizm değerlendirmesine) itirazları, aslında hiçbir bilimsel irdelemeye ya da günü kavrama çabasına dayanmıyor. Bu tür çevrelerin yaklaşımları bütünüyle ulusalcı sol anlayışlardan feyz alıyor. Ve esasen de küçük-burjuvazinin kapitalist gelişme karşısında devrimci olmayan tepkisel tutumunu yansıtıyor. Genelde küçük-burjuva sol çevrelerin siyasal açılımları, kapitalizmin temel sınıfları arasındaki çelişkinin kavranışına dayanmıyor. Bunun yerine, çeşitli kapitalist ülkeler arasındaki eşitsizlik durumundan türetilen çelişkilere dayandırılan bir mücadele anlayışıyla sözde bir anti-emperyalizm yaratılıyor. Ulusalcı solun tipik özelliklerinden birisi, dünyadaki gelişmelerin analizini sınıf ekseninden kopartması ve küçük-burjuvazinin zihniyetini yansıtan bir “zayıf-güçlü” ekseninden değerlendirmesidir. O nedenle ulusalcı sol akımlar devrimci görünümlere büründüklerinde dahi, kapitalizme ya da emperyalizme karşı tutarlı bir devrimci tavır geliştirememektedirler. Bu durumun tipik yansıması, büyük emperyalist güçlerin altında yer aldığı için “zayıf” addedilen Türkiye gibi ülkelerin durumuna vahlanarak yabancı sermaye karşısında “ulusal” sermayeyi savunma pozisyonuna kaymaktır. İşte Türkiye gibi, yıllardır ezilen Kürt ulusunu sömürüp anasını ağlatan ve bölgesinde büyük güç olma peşinde koşan bir kapitalist ülkeye alt-emperyalist denilmesine karşı çıkmanın temelinde de bu küçük-burjuva ulusalcı zihniyet yatmaktadır. Çarpıtmaları bir yana bırakıp işin aslına bakacak olursak, dünya ve ülke gerçekleri ulusalcı solun argümanlarını çoktandır ıskartaya çıkartmış bulunuyor. Ancak küçük-burjuva aymazlığı kronik bir hastalıktır; bu hastalığa yakalananlar bir türlü iflah olamıyor, gerçekleri kabule yanaşamıyorlar. Bu konuda altı çizilecek önemli hususlardan biri de, küçük-burjuvanın çeşitli kapitalist ülkeler arasındaki eşitsizlik ilişkilerini bir cins sömürü ilişkisi gibi ele alıp kendine dert edinmesidir. Oysa emperyalist-kapitalist hiyerarşideki “üst-alt” ya da “güçlü-zayıf” ilişkileri bir sömürü ilişkisini değil, sömürücü güçler arasındaki eşitsizlik ve hegemonya ilişkisini ifade eder. Farklı gelişme düzeylerindeki kapitalist ülkeler ya da kapitalist güçler birbirlerini sömürmezler. Bunların hepsi birlikte işçi sınıfını sömürürler. Ancak yaratılan artı-değeri, yaptıkları yatırım veya sermayelerinin gücü ve büyüklüğü oranında paylaşırlar. O nedenle, çeşitli büyüklük ve güçteki kapitalist devletler arasındaki ilişkiyi, büyüğün küçüğü sömürdüğü bir ilişki gibi göstererek buradan yapay bir anti-emperyalizm anlayışı türetmek, işçi sınıfının devrimci bakış açısıyla bağdaşmaz. Sonuç olarak küçük-burjuva solun “anti-emperyalizmi”, ülke içindeki kapitalist işleyişe kökten tutum almayan, dolayısıyla anti-kapitalist içerikten yoksun bulunan ve yalnızca dış faktöre indirgenmiş sözde bir emperyalizm karşıtlığıdır! Küçük-burjuvazi nezdin­de anti-emperyalizm, sömürgeci ve ilhakçı “politikalara karşı” tutum almaktan ibarettir. Oysa anti-kapitalizm olmadan anti-emperyalist mücadele olamaz. Ve kapitalizme karşı devrimci sınıf ekseninden kopartılmış bir mücadele anlayışı da küçük-burjuva ve ulusalcı sol anlayışlara teslim olmak anlamına gelir. Türkiye gibi örneklerde somut olarak görüldüğü üzere, alt-emperyalist ülkeler çeşitli bölgelerde yürüyen emperyalist yeniden paylaşım kavgasında genelde bir büyük emperyalist gücün eşliğinde hareket ediyorlar. Bu tür paylaşımlarda kural büyük payların büyüklere gitmesidir; ama büyüğün altında yer alanların da paylaşımdan pay aldıkları asla unutulmamalıdır. Dolayısıyla emperyalist ülkelerle alt-emperyalist ülkeler arasındaki ilişki bir ortak sömürü ilişkisidir. Bunun somut ifadesi, ileri derecede gelişmiş ve orta derecede gelişmiş kapitalist ülkeleri aynı çatı altında toplayan ekonomik işbirliği oluşumları ya da stratejik ortaklıklar olmaktadır. Belli ki bu durumun sömürge dönemindeki “bağımlılık ilişkisi” ve de buradan türeyen “işbirlikçi burjuvazi” olgusu ile hiçbir alâkası yoktur. Günümüzde Türkiye ve ABD arasındaki ilişkiden örnek vermek gerekirse, Türkiye burjuvazisi öncelikle kendi ülkesinin kapitalist gelişimini arzulayacak kadar “ulusal bağımsızlık” bilincine sahiptir. Bu burjuvazi, ABD gibi büyük güçlerle stratejik ortaklıkları, kapitalist Türkiye’yi onlara peşkeş çekmek için hedeflemiyor. Tam tersine, kendi çıkarının da daha güçlü konumdaki bir kapitalist Türkiye’de olduğunun bilinciyle büyük güçlerle ortak işler çevirmeyi arzu ediyor. Tüm bu gerçeklere rağmen, devrimci diye ortaya atılan ve Türkiye gibi bir ülkeyle ABD arasındaki ilişkiyi “ulusal bağımlılık” ya da “ezen ve ezilen ülke arasındaki ilişki” cinsinden göstermek isteyen siyasal eğilimler mevcuttur. Bu tür siyasal yaklaşımlar, “kendi” alt-emperyalist burjuvalarının yayılmacı emel ve eylemlerini şu ya da bu ölçüde göz ardı etmiş oluyorlar. Ulusalcı solculuğun altı çizilmesi gereken tipik bir özelliği var. Ulusalcı solculuk doğası gereği dönüp dolaşıyor ve neticede emperyalist-kapitalizmin suçunu açık ya da örtük bir biçimde esasen “yabancı” burjuvaların sırtına yüklüyor. Böylece niyet her ne olursa olsun, ulusalcı sol anlayışlar “kendi” burjuvalarını şu ya da bu ölçüde suçtan tenzih ediyorlar. Örnekse, ulusalcı sol çevreler IMF’yi, NATO’yu vb. hep bir dış düşman kavrayışı üzerinden suçlamaktadırlar. Bu yaklaşım, Türk burjuvazisinin bu emperyalist-kapitalist kurumların doğrudan bir parçası olduğu gerçeğini gölgeliyor. Oysa diyelim NATO söz konusu olduğunda kitlelere kavratılması gereken gerçek, “NATO’yu dışta arama NATO zaten içerde!” şeklindedir. Keza kapitalist krizler karşısında işçilerin, emekçilerin kemerlerini sıkmak zorunda bırakılmalarından da yalnızca IMF sorumlu tutulamaz. Kapitalist krizlerin yükünü fiilen işçilerin ve emekçilerin sırtına yükleyen esas iç düşmanı, yani yerli burjuvaziyi görmezden gelen ve mücadeleyi aslen “kendi” burjuvasına karşı yürütmeyen bir sol, proleter anlamda devrimci değildir. Ulusalcı solcular Türkiye gibi bir ülkeyi, emperyalizme karşı savunulması gereken bir “mazlum” olarak göstermek istiyorlar. Oysa Türkiye, ekonomik büyüklük bakımından kapitalist ülkeler sıralamasında artık 17. sırada yer alan ve dünyanın çeşitli bölgelerinde yatırım yapan büyük sermaye gruplarına, tekellere sahip bir ülkedir. Türkiye bir “modern sömürge” değil alt-emperyalist bir ülkedir, bir bölge gücüdür. Bölgesinde önde gelen teçhizatlı ve büyük bir orduya sahip bulunan Türkiye kapitalist devleti, aynı zamanda dünyada en çok silah alan güçlerin de başında geliyor. Yapılanmasına 1950’lerden itibaren bütünüyle NATO’nun damgasını bastığı bu ordu, geçmiş dönemlerin Kore savaşlarından yakın zamanın Bosna ve Kosova savaşlarına dek, emperyalist güçlerin yeniden paylaşım savaşlarında çeşitli görevler almıştır. Fakat Türkiye burjuvazisi ekonomik ve askeri açıdan palazlandığı ölçüde, artık bölgede ABD’nin basit bir jandarması rolüyle yetinmiyor. Onun göz diktiği hedef, ABD emperyalizminin Büyük Ortadoğu benzeri projelerinden ya da AB ortaklığından, kendi planlarının da etkili olacağı bir çerçevede kendisine çıkar ve üstünlük sağlamaktır. Türkiye kapitalist devleti, bunun için emperyalist paylaşım savaşlarında ABD gibi büyük güçlerin yanında taraf tutuyor ve Afganistan, Somali gibi ülkelere sözde “Barış Gücü” kisvesi altında asker gönderiyor. Veya Irak savaşı örneğinde olduğu üzere, savaşın ateşine doğrudan elini sokma riskini üzerine almadan, emperyalist savaşın yıktığı alanların kapitalist yeniden inşa pastasından büyük paylar kapmak istiyor. Bu gerçeklerin yanı sıra, artık günümüzde Türkiye gibi bir ülkede devrimci ve enternasyonalist bir siyasal tutum geliştirilip geliştirilmediğinin başlıca kriterlerine dönüşen bazı yakıcı sorunlar da var. Türk burjuvazisinin bizzat kendi çıkarları doğrultusunda gerçekleştirdiği askeri müdahaleler, yıllardır askeri birliklerin gölgesi altında yaşamak zorunda bırakılan Kıbrıs gerçeği, ezilen Kürt ulusuna karşı yürütülen haksız savaş ve bunun uzantısı olarak Türk ordusunun Kuzey Irak’a düzenlediği silahlı saldırılar vb. göz ardı edilerek enternasyonalist devrimci bir siyaset yürütülemez. Küçük-burjuva solların, Türkiye benzeri ülkelerin ABD ve AB gibi emperyalist güçlerin boyunduruğu altında olduğunu söyleyip bunun üzerinden devrimcilik taslamalarının aslında hiçbir kıymeti harbiyesi yok. İşçi sınıfı, ister yerli ister yabancı olsun zaten bütünüyle kapitalistlerin boyunduruğu altında. Sermaye sınıfına gelince, bu sınıf kapitalizmin kuralının zaten bu olduğunu vurgularcasına, daha çok ekonomik kazanç elde edeceğini düşündüğünde daha fazla “boyunduruk” talep etmekte hiçbir beis görmüyor. Nitekim ABD’nin Irak’ı işgali vesilesiyle gündeme gelen Mart tezkeresinin Meclisten geçmemesini küçük-burjuva solculuğu ulusal çıkarlar adına bir kazanım olarak değerlendirirken, dönemin TÜSİAD başkanı ise bu durumu büyük bir kayıp olarak nitelemişti. Kapitalist Türkiye’nin asıl sahibi büyük sermaye çevreleri, Irak savaşı döneminde ABD’ye daha fazla taviz verilmediği için az hayıflanmamışlardı. Aynı dönemde küçük-burjuva sol ise, ABD’nin Türkiye burjuvazisinden beklentilerini adeta ülkenin emperyalizm tarafından işgal teşebbüsü olarak niteliyordu. Benzer tüm örneklerin kanıtladığı üzere, küçük-burjuva solları büyük kapitalistlerin işlerine burunlarını sokup onların ABD’den bağımsız davranmalarını umarlarken gerçekten de boşa kürek çekmiş olmaktadırlar. Küçük-burjuva solculuğunun anlamadığı ya da anlamak istemediği şey, alt-emperyalist bir ülkenin bir büyük emperyalist güce bağımlılığının, onun basit bir jandarması olmaktan çok öte bir şey olduğudur. Türkiye Batılı kapitalist ülkelere kıyasla garip bir ülkedir. Bu ülkenin modern tarihine damgasını vuran gecikmiş kapitalizm daha sonra sıçramalı bir gelişim kaydetmiştir, ama siyasetin ekonomiye aynı sıçramalarla uyum sağlaması asla söz konusu olmamıştır. Ekonomi ile siyaset arasında böyle bir uyumsuzluğun olduğu ülkelerde sınıf çizgileri de kolayca birbirinden ayırt edilemez ve netleşemez. İşte çarpıcı bir örnek: Türkiye’de burjuvazi “ulusalcılık” (iç piyasaya dayanan korumacı ekonomik siyasetler) dönemini çoktan ardında bırakıp, yabancı sermaye ile bütünleşmeyi ve ekonomik anlamda ulusalcılığı aşmayı savunurken, ulusalcı bir kapitalist kalkınmayı ve bundan başka bir anlama gelmeyen bir “bağımsızlığı” savunmak ise küçük-burjuva soluna kalmıştır. Bu çizgi ne yazık ki Türk solunda çok güçlü olduğu için, Türkiye, sol siyaset arenasında devrimci işçi sınıfının pozisyonunun dillendirilmesine de alışık olmayan bir ülkedir. Yaşayan gerçeklerin bilimsel ifadeleri ve Marksist çözümlemeler genelde Türk soluna tuhaf görünür. Bu dediklerimiz fazlaca soyut kaçmasın diye somut birkaç örnek de verelim. Bu çağda bağımsız bir kapitalizm olamayacağını, kapitalizme külliyen karşı çıkmayanın bu ekonomik sistemin kuralı olan bağımlılık ilişkilerini de kabullenmesi gerektiği gerçeğini vurgulamaya çalışmanız, küçük-burjuva soluna bir nevi emperyalizm savunusu gibi görünecektir. Küçük-burjuva solculuğu, Kemalizm ve devlet kurucu asker-sivil bürokrasi hamiliğinde ulusal kalkınmacılık döneminin artık çoktan geçmiş olduğunu kavramak istemeyecektir. Türkiye kapitalizmi alt-emperyalizm basamağında bir bölge gücü olarak at oynatmak isterken, küçük-burjuva sollar Türkiye’nin bir “yarı-sömürge” ülke olduğuna inanmamızı isteyeceklerdir! ABD Türkiye burjuvazisini Ortadoğu’da, Irak’ta vb. birlikte iş yapmaya ve askeri operasyonlarda bulunmaya sömürgeci bir gücün silah zoruyla iteklemiyor. Tersine Türk büyük burjuvazisi, bir koyup üç alma mantığıyla bu meyanda daha sıkı ilişkiler kurmaya kendisi can atıyor ve davetkâr davranıyor. Yani kapitalizm çerçevesinde birlikte işler yapmak için ABD’nin Türkiye’yi işgal etmesine hiç mi hiç gerek yok! Ama işte küçük-burjuva solcular tüm bu gerçekleri kabule yanaşmamaktadırlar ve yanaşamazlar da. Çünkü onlar bu gerçeklerin kabul edilmesi halinde, ulusalcılığı devrimcilik diye yutturmaya yarayan sahte “anti-emperyalizm” mevzilerinin çökeceğinin gayet iyi farkındadırlar! Aslında artık bölgesel bir kapitalist güç konumuna ulaşmış bir ülkede küçük-burjuva solculuğunun “anti-emperyalistliği” ve “ulusal kalkınmacılığı”, kendi yayılmacı burjuvazisine arka çıkmak anlamına geliyor. Bu devirde kapitalizmin son bulması istemini ivedilikle öne sürmeyip, “bağımsız Türkiye” talebinde ısrar etmenin son tahlilde başka bir anlamı bulunmuyor. Tam da bu noktada küçük-burjuva sollara dönüp gerçek bir anti-emperyalist tutumun milliyetçilikle asla bağdaşmayacağını hatırlatmak hiç de fazla kaçmayacak. Çünkü onların sürüklendikleri nokta bunu açıkça ifade etmeyi gerekli kılıyor. Yanılgılarla döşeli bir siyasal zeminde yürüyüşünü sürdüren küçük-burjuva solculuğu zaman içinde büsbütün köhnemiş ve yozlaşmıştır. Bu kabul edilmez yolda diğerlerine oranla daha da fazla ileri giden küçük-burjuva sol siyasetler, hatta sosyal-şoven ve yer yer faşist bir konuma bile kaymışlardır. Örnekse, anti-Amerikancı geçinerek milleti kandıran darbeci güçlere, orduya vb. destek vermenin devrimcilikle ya da ezilen kitlelerden yana bir sol siyasetle hiçbir ilgisi olamaz. Keza laikliği korumak adına Ergenekoncu çetelerden yana tavır koymanın da, işçi-emekçi kitlelerin çıkarları veya devrimcilik açısından tek bir haklı nedeni yoktur. Bugün Türkiye’de devrimci mücadelenin güçlendirilebilmesi için bu tür gerçeklerin açıkça ve yüksek sesle dillendirilmesine fazlasıyla ihtiyaç var.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

No Pasaran !