BİR ŞEY YAPMALI

CUMHURİYET İÇİN DEMOKRASİ İÇİN HALK İÇİN GELECEĞİMİZ İÇİN ..................... cemaatlerin yönettiği bir coğrafya olmak istemiyorsak ................. Ama benim memleketimde bugün İnsan kanı sudan ucuz Oysa en güzel emek insanın kendisi Kolay mı kan uykularda kalkıp Ninniler söylemesi

15 Haziran 2009 Pazartesi

ALINTI

Din eğitimi ve İslamAhmet İnam / Akşam / 14.06.2009 Din eğitimini nasıl gerçekleştirmeli? Bir kez dinin maneviyat boyutunu anlatmak gerek. Maneviyat boyutu sadece kitab” sözlerle olmuyor. Çünkü maneviyat, yaşanarak, ru be ru (yüz yüze) ilişkilerle oluşturulabilir. Bu maneviyatın ve ilah” gücün, o ulvi olanın, o yücenin, o sonsuzun işaretini bize verebilecek insanlara ve atmosfere ihtiyaç vardır. Şimdi siz sınıf ortamında belli saatlerde okunması gereken bir kitapla, büyük ölçüde asabi ve kompleksli bir hocayı bu çocukların önüne getirirseniz, 'susun, gülmeyin, bağırıp çağırmayın, bu günah, bu ayıp, bu yasak' derseniz, bu manevi gücü anlatamazsınız.Benim gerçekten genç bir öğrenci olarak, büyük metafizik heyecanlarım varsa, 'Ötede ne var?', 'Sonrası ne olacak?', 'Yaşamın manası ne?' gibi sorularla yoğrulmuşsa ruhum; bana heyecanlarımla birleşmemiş, kupkuru 'bu budur', Hazreti Muhammedimizin savaşları, hadisleri bunlardır', 'şu sureleri ezberleyeceksiniz' gibi yanıtlar içeren, manevi aşktan ve heyecandan soyutlanmış kupkuru bir din öğretimi vermeye kalkarsanız, bana da dine de zarar verirsiniz.İnansın inanmasın, inanan insanın, inanmanın nasıl bir şey olduğunu çocuğa anlatmak gerek. 'Bak evladım' inanmak böyle bir şeydir. Maneviyat şöyledir. Bu maneviyat öyle bir yoldur ki, bu yolda, bu sonsuz gücü (Tanrı'yı, Allah'ı ne derseniz deyin!) aramanın değişik yolları vardır. Biz de, kendi dinimiz içerisinde, bu yollardan birindeyiz ama inanmanın daha farklı yolları da olabilir. Hatta aynı yolun içersinde daha ara yollar da olabilir: Böylesine yüce bir iştir inanmak. Bu duyarlılığı, bu anlayışı, bu ruhu uyandırdığımız zaman hiç korkmayalım, çünkü o, aşkın varlığa nasıl inanırsa inansın, hangi dine mensup olursa olsun karşı tarafı anlayabilecektir.Yunus'un o sözünü hiç unutmam 'aşk gelecek cümle eksiklikler biter' diyor. O aşk çok sahici bir aşktır. Bu işlerle ilgili ilahiyatçılarımızı düşündüğümüzde, ilahiyatçılarımızın bir kısmını ben, tanıdıklarım açısından söylüyorum, çok pozitivist buluyorum. Ve inanılmaz bir rasyonel gözlükle bakarlar dine. Rasyonellik ve pozitif düşünce, din” konularda, ancak aşkla beslenirse anlamlıdır. Böylesine yüce sonsuzla kurulan bir ilişkinin akıl gibi sınırlı bir desteğe ihtiyacı olduğunu düşünmek, bence Batılı'nın oyununa gelmekten başka bir şey değil. Çağın aklından ve biliminden nasibini alabilmiş, farklı düşüncelere açık, farklı dinlerin tecrübesini fark edebilen, o donanımla kendini donatmış, İslam aşıklarına ihtiyaç var. Ahmet Yesevi'nin dervişleri bütün Anadolu'da bu ruhu yaymış insanlar, arkada bütün Horasan erenlerinin büyük bir aşkı var.Dini akl” olarak, sadece akl” olarak anlatmanın çok akli bir yol olmadığını düşünüyorum. Yaşanarak ve büyük bir heyecanla, imanla öğrenilir, çünkü iman akıldan daima daha fazladır. Eğer onu akılla sınırlandırmaya çalışırsanız, çok tuhaf bir durumla karşılaşırsınız. Ve içinden çıkılmaz durumlara düşersiniz. Tümüyle akıla dayanmadığı, şuradan belli: İlah” bir mesajla irtibat halindesiniz. vahyi akla indirgemeye çalışmak, vahyin bütün manasını ortadan kaldırmaktır. İslamın ihyasında, yeniden canlandırılmasında, o basmakalıp düşüncelerden ve tavırlardan kendimizi kurtarabilmek için, bir mana da egzistansiyel boşluğa ihtiyacımız vardır. Kendimizi muallakta hissetmek, tekrar dirilebilmek için gereklidir. Zaten tasavvufta da bu yaşanan bir şeydi. İnsan eğer bu maddi dünyanın kalıpları içine kendini sıkıştırıp oralardan birtakım arayışlar içine girer de büyük şoklar ve büyük manevi krizlerle yüzleşmeler yaşayamazsa, kokuşmuşluğundan kurtulamaz. Bir organizmanın canlanmasında şok çok önemlidir. Oysa, İslam sürekli bir hınç ve bir intikam içine düşüyor. Hınç, insanın özgür düşünmesini, bağımsız düşünmesini, manevi alanla temasa geçip o aşkı yaşamasını engelleyen çok berbat bir duygudur. Mana alemi, dinlerin tekelinde değildir. Bir dindarın bunu kabul etmesi çok zordur. Ama etmeli. Mana alemini yaşamanın değişik yolları vardır, ilim aşkıyla da yaşanır, hakikat diye bir şeye inanırsanız, sonsuza inanırsanız. Sanat ve felsefe yoluyla da. Dindeki manevi aşkı yaşayabilen örnek insanlar bu aşkı gençlere aktaracaklar, örnekler göre göre iç insan, manevi insan sayısı artacak.
Vatanseverlik en yaygın anlamıyla, va­tanını sevme ve vatanı için her türlü özveri­de bulunma duygusudur. Ancak, gerçek va­tan topraklarının ne olduğu, kimlerin aynı vatanın insanlan sayılabileceği, bu insanla­rın vatana karşı hangi hizmet ve fedakârlık­ları yapmakla yükümlü olduğu ve vatanse­verlik tavrının doğal bir sonucu olarak ne tür bir sosyal davranışın beklenebileceği konusunda ortak bîr fikre varmak oldukça zordur. Bazı antropologlar, ilkel insanın medeni insanla kıyaslandığında, kendi ile bağlı bu­lunduğu grup arasında çok az bir fark gör­düğünü, kendini ailesi, köyü, kabilesi veya klanı ile Özdeşleştirdiğini ileri sürmektedir­ler. Oysa, medeni insanın bağlı bulunduğu grup bir tek değil, pek çoktur. Medeni in­san, vatandaşlık, akrabalık, komşuluk, hemşehrilik gibi bağlann yanı sıra, toplumsal sınıfı, meslek grubu ve üye olduğu ör­gütler ve dernekler gibi zaman zaman kendi üzerinde çapraz baskılar kurabilecek olan, çok çeşitli bağlılıklar içindedir. Hepsinin de ortak yanı, insanların benzerleri ile birarada yaşama arzusu ve tanıdık bir sosyal çevre­nin getirdiği güvenlik ve memnuniyet duy­gusudur. Vatanseverlik duygusunun kaynağını araştıran sosyal psikologlar bu konuda ke­sin bir açıklamaya gidememişlerdir. Vatan­severlik duygusunun bir görüntüsü, soy sop bağlılığıdır, tikel insan, grubuna olan bağlı­lığını, kutsal veya kahraman atalardan bah­seden, kabilenin eskiliğini vurgulayan ve genellikle de kabilenin doğuşunu dünyada yaşamın başlamasıyla bir tutan efsanelerle, mitolojik öykülerle meşrulaştırır. Soy sop bağlılığı, yalnız ilkel insana özgü olmayıp, genelde geleneksel insanın en kuvvetle duyduğu bağlılıklardan bindir ki, bu yolda pek çok tarihçi, geçmişte efsanelerde ve mi­tolojik öykülerde görülen aynı meşrulaştır­ma mekanizmasıyla harekete geçerek çalış­malar yapmıştır. Vatanseverliğin bugün daha ziyade ifade ettiği anlam, toprağa, anavatana bağlılıktır. Yapılan antropolojik araştırmalar, ilkel in­sanların belli bir yerde yaşamaya başladık­tan bir süre sonra böyle bir bağlılık içine gir­diklerini göstermiştir. Vatanseverliğin bir başka görüntüsü de; bir ülkenin kazandığı savaşların ve askeri kahramanlıkların övülmesi ve diğer ülkele­re göre sahip olduğu tarihsel-kültürel mis­yonun yüceltilmesidir. Vatanseverlik çok daha genelde, bir si­yasal topluluğa kendini adama anlamında da kullanılmaktadır. Bir görüşe göre, vatan­severlik, ancak, devletin en gelişmiş şekliyle varolduğu, vatani bağların ve görevlerin açıkça tanındığı ve kişinin diğer sosyal bağ­lılıkları arasında en üst mertebeye oturtul­duğu bir toplumda, en özgün gelişimine ulaşabilir. Bu tür vatanseverlik bağının Yu­nan şehir devletlerinde ve Roma İmparator-luğu'nda görüldüğü, ancak, Orta Çağda yok olduğu ileri sürülmektedir. Çünkü, Orta Çağda, egemen grup bağlılık lan artık vata­ni veya siyasi değil, devlete bağlılığın yeri­ne geçen, feodal, ruhani, mesleki ve yerel yönetimlere ait bağlılıklardı. Tüm hristi-yanlan aynı çatı altında toplamak isteyen ve bütün insanlığa karşı ortak yükümlülükler­den söz eden Hristiyan düşüncesi vatanse­verliğe yabancı kalmıştır. Siyasal anlamda vatanseverliğin ortaya çıkışı veya dirilişi, ulus-devletle birlikte ol­muştur. Modern ulus-devletin ortaya çıkışı­nı izleyen yüzyıllarda, vatanseverlik milli­yetçilikle ilişkilendirilmiş ve onunla bir tu­tulmaya başlanmıştır. Artık, siyasal bağlılı­ğın nihai objesi, monarklardan, hanedanlar­dan ziyade, siyasal olarak birleşmiş insan topluluklarıdır ve bundan böyle, vatanse­verlik, varolan hükümet rejimine karşı, hal­kın veya milletin çıkarları uğruna yapılan savaşlara katılma anlamına gelecektir. Vatanseverliğin, insanları aynı çatı altın­da birleştiren bir duygu olmasının yanı sıra bölücü bir gücü ifade ettiği de ileri sürül­mektedir. İlkel bir insanın kendi klanına ve­ya kabilesine bağlılığının bir Ölçüsü de, onun diğer klan veya kabilelere duyduğu düşmanlıklardır. Bir kişinin vatandaşlarına duyduğu sevgi ve düşkünlükle, yabancılara karşı duyduğu hoşnutsuzluk ve düşmanlık aynı psikolojik kaynaktan gelmektedir. Ni­tekim savaşlar, saldırıya da müdafaaya da yönelik olsalar, bir ülkenin insanlarının vatanseverlik duygusunu, diğerleri aleyhine coşturmaktadırlar. Böylece, vatanseverlik, kişinin kendi tarihini idrak ederek kendisini ülkesinin çıkarlarına adaması yanında, ken­di mîlletinin sahip olduğu asli nitelikleri ve tarihsel rolü, diğer ulusların başarılarını ve erdemlerini küçümseyerek, hor görerek, yüceltmesi anlamına da gelebilmektedir. Oysa, vatanseverlik kavramının anlamı ve tarihsel gelişimi, onun, şovenizmle ya da tutuculukla aynı anlama gelmesini, bir tu­tulmasını gerektirmemektedir. Radikal ve devrimci sosyal doktrinler, özellikle de modern sosyalizm geleneğine bağlı olanlar, bilinen anlamdaki vatanse­verliğe önem vermezler ve onlar İçin, va­tanseverlik de vatan kavramı gibi sınıfsal bir mana taşır. Vatanını en çok seven halk yığınlarıdır, her türlü sıkıntıya katlanan ve vatanın geleceğini düşünüp onun için sava­şan onlardır. Egemen sınıflar ise, kendi çı­karları için vatanlarını felakete sürükle­mekten çekinmezler. Marx ve Engels, Ma-nifesto'da, "proleterin vatanı yoktur" de­mişlerdir. Bu doktrine sıkıca bağlanan en orthodox Marksistlerden bir gurup, Birinci Dünya Savaşı'na girmeyi reddetmiştir. On-lann yaptığı tarihsel analize göre, vatanse­verlik, kapitalist sömürünün ve emperyalist savaşın bir aracıdır ve işçi sınıfının bütün­leşmesi, ulusal kişiliğin korunmasından da­ha önemlidir. Ancak, tarihsel deneyimler, özellikle de Birinci Dünya Savaşı'nda Av-rupa'daki sosyalist hareketlerin vatansever­lik duygusu karşısında yenik düşmesi, kit­lelerin bu görüşü paylaşmadıklarını ortaya koymuştur. Dünya proleter devrimi tüm siyasal bağ­ların yok edildiği bir toplum yaratmayı he­deflediği için ulusal anlamda bîr vatanseverliğe aykırıdır. Ancak, eğer vatanseverlik daha geniş bir anlamda ele alınırsa, kendisi ve diğerlerinin fiziksel ve ruhsal mutlulu­ğunu sağlayacağına inandığı bir cins toplu­luğun hizmetine, kendisini coşku ile adayan ve kendi öz çıkarından çok daha yüce gör­düğü bir amaç için çalışan ve çarpışan Rus komünisti de vatansever sayılabilir. Vatan­severlik, özel bir topluluğa kendini adamak, sosyalizm de bu topluluğun refahı için özel bir programı benimsemek olarak ele alınır­sa, ikisinin birbiriyle uyumlu olabileceği söylenebilir. Genelde, reformcular veya devrimciler­le karşılaştırıldıklarında, sosyal statükonun koruyucuları, vatansever olduklarını diğer­lerine inandırmakla çok daha avantajlı bir konuma sahiptirler. Ancak, tarihsel süreç içinde, kimi zaman bir kuşağın boyuneğ-mezleri, gelecek kuşağın vatanseverleri de olabilmektedir. Osmanlılar'da "vatan" kelimesi, en eski anlamıyla, insanın doğduğu yeri ifade edi­yordu. "Vatan" kelimesi, Osmanlı aydınla­rının Fransız "patrie" kavramı üzerinde dü­şünmeye başlamaları ve buna bir karşılık bulmaya uğraşmalarından sonra yeni bir anlam kazanmaya başlamıştır. Yine de "va­tan" çoğu kez, devletle toprak arasındaki bir bağı ifade etmekten öteye geçmemiş, Türk ulusu ile ilişkilendirilmemişiir. Osmanlı Devleti'ni kurtarmak için bir vatan ideolojisinin gerekliliği 1860'larda "Yeni Osmanlılar" tarafından anlaşılmıştır. "Vatan" sözünün toprağa ek olarak, toprak üzerinde yaşayanları da kapsaması Namık Kemal ile başlamıştır. Namık Kemal, "va­tan" terimini yaşanılan topraklardan öte, duygusal bir boyutta ele alıyordu. Vatan, ona göre, hürriyet, kardeşlik, egemenlik, atalara saygı gibi asil duyguların birleşme­sinden ortaya çıkan bir varlıktı. Yeni Os­manlılar döneminin bir özelliği de, bu dö­nemde, bilinçli bir şekilde bütün aydınlara bir vatan ideolojisi aşılanmaya çalışılmış olmasıdır. Süleyman Paşa'nın gayretiyle, askeri okullarda bu unsurun yerleşmesinde bîr ölçüde başarılı olunmuştur. Eski Türk-ler'in tarih içindeki yerlerini inceleyen "Ta-rih-i Âlem" bu amaca hizmet eden çalışma­lardan biriydi. Askeri okul öğrencileri ara­sında "vatanperverlik" duygusunun bütün hareketlerine egemen olan bir amaç olarak yerleşmesine karşılık, bu konudaki bilgileri zayıf kalmıştır. Abdülhamit yönetimini yıkmaya çalışan Jön Türkler de "vatan" kavramını kesin bir anlama kavuşturamamışlardır. Vatan do­ğum yeriyle eşanlamlı kullanıldığı gibi ya­şanılan topraklan da ifade etmiştir. 1908 İh­tilali teorisyenlerinden Ahmet Rıza Bey'e göre, Osmanlı ordusunun amacı artık fetih peşinde koşmak değil, İmparatorluğun par­çalanmasını engellemektir. Bunun için de "gaza" fikrinin yerine "vatanseverliği" ge­çirmek gerekmekleydi. Irkları ve dinleri ne olursa olsun bütün Osmanlılar vatansever­lik duygusu altında birleşebilirlerdi. Vatan­severliğin en önemli kıstasları ise, vatana hizmet ve sadakatti. Meşrutiyet'ten sonraki Türkçülük hare­keti içinde, vatanın ne ifade ettiği yine tar­tışmalı kalmıştır. Ziya Gökalp, vatan top­raklarının bütün Turan'ı kapsadığını ileri sürerken, 1917'de Sait Halim Paşa "vatan" ile, Şeriat'in uygulandığı bütün ülkeleri kas­tediyordu. Vatan kavramının bu karışıklıktan kur­tularak, Türk ulusu ile ilişkilendirilip çağ­daş bir anlama kavuşması için Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasına kadar bekle­mek gerekmiştir. Cumhuriyetle birlikte va­tan, üstünde Türk ulusunun yaşadığı sınır­ları belirli topraklan ifade etmeye başlayın­ca, vatanseverlik de bu topraklar ve üzerin­de yaşayanlar için fedakarlık ve hizmette bulunma isteği olarak anlaşılmaya başla­mıştır.
6.OK
Cumhuriyetçilik ilkesi
Kemalist ilkeler arasında yer alan Cumhuriyetçilik esas itibariyle Demokrasinin devlet şekline uyarlanmış hali şeklinde tanımlanır. Arapça halk demek olan "Cumhur" kelimesinden gelir. Bu bakımdan halk ve yönetim kelimelerinin bir araya geldiği "Demos" ve "Kritos" yani demokrasi sözcüğünün eş anlamlısı kabul edilebilir. Atatürk için, Kemalizmin "cumhuriyetçilik" ilkesi ile "demokrasi" eşanlamlıdır. “Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemi ile devlet şekli demektir. Biz cumhuriyeti kurduk, on yaşını doldururken demokrasinin bütün gereklerini sırası geldikçe uygulamaya koymalıdır. Milli egemenlik esasına dayalı memleketlerde siyasi partilerin var olması tabiidir. Türkiye Cumhuriyeti'nde de birbirini denetleyen partilerin doğacağına şüphe yoktur.” Atatürk için, demokrasi her şeyden önce bir özgürlük sorunuydu: “İrade ve egemenlik milletin tümüne aittir ve ait olmalıdır. Demokrasi sosyal yardım veya iktisadi teşkilat sistemi değildir. Demokrasi maddi refah meselesi de değildir. Böyle bir görüş vatandaşların siyasi hürriyet ihtiyaçlarını uyutmayı amaçlar... Bir ulusu oluşturan bireylerin o ulus içinde, her çeşit özgürlüğü, yaşamak özgürlüğü, çalışmak özgürlüğü, düşünce ve vicdan özgürlüğü güven altında bulunmalıdır.” Atatürk'ün kendi el yazısı ile kaleme aldığı ve halka demokrasiyi ve özgürlüğü öğretmek için ele aldığı "Medeni Bilgiler" kitabında "kamuoyu" şöyle anlatılıyordu : “Ulusal egemenlik temeline dayalı temsili bir hükümette kamuoyu büyük rol oynar. Basın yayın ve toplantı özgürlükleri olmadan ve kamuya ilişkin işler hakkında geniş bir eleştiri ortamı bırakılmadan kamuoyu görevini yerine getiremez. Ulusal egemenlik ve temsili hükümet düşüncesinin yayılması ve yükselmesi ancak kamuoyunun etkinliği ile olabilir.” Aynı kitabında Atatürk'ün "basın özgürlüğü" ile ilgili görüşleri de şöyleydi: “Basın yayın özgürlüğünden ortaya çıkabilecek olumsuzlukları ortadan kaldıracak etkin yol, kesinlikle geçmişte olduğu gibi basın yayın özgürlüğünü kısıtlama yolu değildir. Basın yaın özgürlüğünden doğacak sakıncaların ortadan kaldırılması yolu, yine doğrudan basın yayın özgürlüğüdür.” Atatürk'ün daha sonra Cumhuriyet Halk Partisi adını alacak olan "Halk Fırkası"nın tüzüğünü hazırlarken, bu partinin "laik demokrat" olduğunu vurgulamaya özen göstermiştir. Zamanın Fransa Büyükelçisi'ne söyledikleri ise onun demokrasi anlayışını göstermektedir. “Kişisel iktidar gibi zararlı bir örnek bırakarak ölmeyeceğim. Parlamenter bir cumhuriyet kuracağım.” Atatürk elinde hem padişah hem de halife olacak kadar gücü olduğu halde Cumhurbaşkanlığını bile geçici bir görev olarak düşünmekteydi. Fethi Okyar'ın 9 Ağustos 1930 tarihli mektubuna verdiği yanıtta şu satırlar vardır: “Bildiğiniz gibi resmi görevim dolayısıyla ben bugün Cumhuriyet Halk Fırkasının Genel Başkanlığını fiilen yapamamaktayım. Fiili Başkanlık İsmet Paşa tarafından yerine getirilmektedir. Cumhurbaşkanlığı görevimin bitiminde, bizzat kurduğum Cumhuriyet Halk Fırkasının Başkanlığını fiilen yerine getireceğim tabiidir.” Kavramın gelişimi Ali Suavi, Namık Kemal ve başka Genç Osmanlılar özellikle Amerikan ve Fransız devrimlerinin de etkisiyle sultanın otoritesini kısıtlayacak bir rejim talep ediyorlardı. Özellikle II. Abdülhamit döneminde Fransız filozoflarının görüşleri Jön Türkler arasında geniş ölçüde yayıldı. Atatürk de bu oluşumun bir parçasıydı. Bununla birlikte Atatürk'e kadar reform düşüncesi meşrutiyet fikrinin ötesine geçmemişti. Cumhuriyet düşüncesinin gelişme fırsatı bulması özellikle Birinci Dünya Savaşı'nı izleyen dönemde mümkün oldu. Savaştan sonra Rusya, Almanya ve Avusturya gibi imparatorluklar yerlerini cumhuriyet rejimlerine bıraktı. 1918'de Azerbaycan ilk Müslüman cumhuriyet olarak kuruldu. Rusya'daki diğer Müslüman halklar da kendilerini cumhuriyet olarak ilan etti. Cumhuriyet fikri böylece bütün Ortadoğu ve Kuzey Afrika'ya yayıldı. Atatürk'ün cumhuriyet kurma projesini ne zaman planlamaya başladığı tam olarak bilinmemektedir. Ama daha 1919'daki milliyetçi toplantıların raporlarına bakarak bağımsızlık mücadelesinin başından itibaren Atatürk'ün cumhuriyetçi fikirlerden etkilenmiş olduğu söylenebilir. Ancak sultanlığa ve halifeliğe bağlılığın kuvvetli olması nedeniyle Atatürk ve onun gibi düşünenler fikirlerini gerçekleştirmek için beklemek zorunda kaldılar. Cumhuriyet, saltanatın kaldırılmasından neredeyse bir yıl sonra ilan edildi.
Halkçılık
Mustafa Kemal'in TBMM'ye sunduğu ilke. Halkçılık 13 Eylül 1920'de uygun bulunularak 18 Eylül 1920'de TBMM'de kabul edildi. İlkede TBMM'ni halkın sorunlarını, sıkıntılarını yeni bir örgütlenmeyle ortadan kaldırmak olarak ifade edilir. Daha sonra Cumhuriyet Halk Fırkası tüzüğü ile 1924 esasiye kanunu metninde ilkenin belirttiği hedefler ele alındı. Halkçılık (popülizm) ilkesinin anlamı, seçmene hoş görünme politikası olarak algılanmamalıdır. Bu ilkenin anlamı, kader siyaseti güdenlerin, halkı soktuğu uyuşukluktan kurtarıp, onun „birlik ve beraberlik gücü“ne dinamizm kazandırmaktır. Halkçılık ve Ulusçuluk bu anlamda birlikte düşünülmelidir."Eğer bir ulus kendi yaşamı ve hakları için tüm gücünü ortaya koymazsa, onun için kurtuluş yoktur. Biz işimize köyden, komşudan, çevremizdeki insanlardan, yani fertlerden başlayarak ilerleriz. Her fert kendini kurtarmak için tüm becerisini ortaya koymak zorundadır. Bu suretle aşağıdan yukarıya, tabandan tavana sağlam bir yapı oluşturulur". Bu, Mustafa Kemal’in uygulamak istediği programın, bireylere yüklediği sorumluluğa ilişkin olağanüstü önem taşıyan bir saptamasıdır. Halkın ortak yaşam ve amaç bilincinin şekillenmesi ve güçlenmesi, işgalci kuvvetlere karşı başkaldırmada ve Kurtuluş Savaşı’nda olağanüstü özveriyle çalışmada ortaya koyduğu dayanışma sayesinde süreklilik ve anlam kazanmıştır. Buna rağmen, bu gelişme kurtuluştan sonra da çeşitli önlemlerle desteklenmiştir. Buna ilişkin olarak en somut örnek eşit haklar konusudur. Yeni devletin kuruluşunda halkın sadece bir bölümünün fiili katılımı sözkonusu olsaydı, büyük bir bölümünden yükümlülük beklemek safdillik olurdu. Mustafa Kemal tarafından kurulan „Halk Partisi“nin programında, ki adı bile başlı başına bir programdır, halkçılık şu şekilde tanımlanmıştır: „Bizim için insanlar yasa önünde tamamen eşit mumale görmek zorundadır. Sınıf, aile, fert arasında bir ayrım yapılamaz. Biz, Türkiye halkını çeşitli sınıflardan oluşan bir bütün olarak değil, sosyal yaşamın gereksinimlerine göre çeşitli mesleklere sahip olan bir toplum olarak görmekteyiz.“ Bu anlamda her ferdin eşit tutulmasının gerçekleşmesi, ancak, eskiden kalan eşitsizliklerin ortadan kaldırılmasıyla mümkün olabilirdi. Nitekim de öyle oldu. Bu konuda kaydedilen en etkili devrimci atılımlardan bazıları şunlardır: Kadın-erkek eşitliği konusunda gerekli önlemlerin alınmış olması; öğretim birliğinin gerçekleştirilmiş olması; her yurttaşın öğrenebileceği yeni bir Türk alfabesinin hazırlanması ve her yurttaşın devlet organları önünde eşit muamele görmesi konusunda alınan önlemler.
Laiklik
"din" in kendisini değil, din adına baskı ve zorbalığın devre dışı bırakılmasıdır; uzun bir evrim süreci içinde, koşulların zorlamasıyla doğmuştur.Laikliğe göre, insan yaşamında ibadetin dışında her türlü tasarruf, dîne, daha doğrusu kutsal kitaba göre değil, Anayasaya, yasalara ve kurallara göre yapılır. Din, kişinin özel yaşamının bir parçasıdır. Laiklik ise din ve dünya işlerinin ayrılmasıdır. "Din bir vicdan sorunudur. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünüşe ve düşünceye karsı değiliz. Biz sadece, din işlerini devlet ve ulus işleriyle karıştırmamaya çalışıyoruz." Mustafa Kemal, birçok çağdaş değeri kendileri ile zamanında karşı karşıya gelmiş ve savaşmış olmasına karşın Batılı ülkelerden almış; bunun sebebini ise çağı yakalamanın gelişmiş ülkelerde olduğu gibi akıl ve bilimin kullanılabilmesine engel teşkil edecek kurum ve kuralların ortadan kaldırılması ile mümkün olabildiğini göz önünde tutmasıdır. Mustafa Kemal henüz genç bir subayken şu kanaate varmıştı: "Mevzuatını ve hareket tarzını Kur’an’dan ve hadisten alan bir devlet, bilimin ve çağdaşlığın gerisinde kalır.” 1924 yılında yaptığı bir konuşmada Dünya yüzündeki her şey için, maddî ve manevî her şey için, yaşam için ve başarı için en doğru yol gösterici bilimdir, tekniktir. Bilimin ve tekniğin dışında yol gösterici aramak, düşüncesizliktir, bilgisizliktir, yanlıştır, demiştir. Mustafa Kemal, gerek partisinin içinde gerekse dışında, farklı ideolojik görüşlere karşı son derece hoşgörülü olmasına rağmen ödün vermediği tek bir konu vardı: Laiklik! Serbest Fırka'nın önderliğini üstlenecek olan Fethi Okyar'a yazdığı mektupta yer alan şu satırlar, bu konuda çok aydınlatıcıdır: Memnuniyetle tekrar görüyorum ki, laiklik esasında beraberiz. Zaten benim siyasi hayatta bir taraflı olarak daima aradığım ve arayacağım temel budur... Laik Cumhuriyet esası dahilinde fırkanızın her türlü siyasi faaliyetinin bir engelle karşılaşmayacağına güvenebilirsiniz efendim. Laiklik, devletçilik dışındaki diğer ilkelerin hepsinin de ön koşulları içinde yer alır: Demokrasinin ön koşuludur; çünkü laiklik olmadan gerçek bir düşünce özgürlüğü de olamaz, gerçek bir özgür seçim de. Milliyetçiliğin ön koşuludur; çünkü laiklik olmayan yerde önem taşıyan öğe ulus değil, inananların oluşturduğu ümmet tir. Devrimciliğin ön koşuludur; çünkü laikliği kabul etmemiş bir toplumda, bilimin ve çağın gereklerinin gerisinde kalmış kurumları değiştirmenin tartışması bile genellikle yapılamaz. Halkçılığın ön koşuludur; çünkü bir din devletinde halkın istekleri değil, dinsel "seçkin" lerin düşünceleri önemlidir. Atatürk, laiklik anlayışını, kendi el yazısı ile kaleme aldığı "Medeni Bilgiler" kitabında, sadece din ve devlet işlerinin değil, dinin de siyasetten ayrılması ve yasaların dine göre değil, toplumun gereksinmelerine göre yapılması ilkelerine bağlamaktadır. 3 Mart 1924 tarihinde Şeriye Vekaleti'ni kaldıran yasanın 4. maddesinde yer alan Türkiye Cumhuriyeti'nde insanlar arası ilişkileri düzenlemek üzere kanun yapmak yetkisi yalnızca TBMM'ndedir. hükmü artık dine dayanılarak yasa yapılamayacağının belki dolaylı, ama açık bir anlatımıydı. Atatürk'ün Egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur ve Yaşamda en gerçek yol gösterici bilimdir özdeyişleri de onun laiklik anlayışının uzantılarıdır. Sözleri Laiklik, yalnız din ve dünya işlerinin ayrılması demek değildir. Bütün yurttaşların vicdan, ibadet ve din hürriyeti demektir.(1915) Din bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünüşe ve düşünceye karşı değiliz. Biz sadece din işlerini, millet ve devlet işleriyle karıştırmamaya çalışıyor, kasıt ve fiile dayanan tutucu hareketlerden sakınıyoruz.(1926) Laiklik, asla dinsizlik olmadığı gibi, sahte dindarlık ve büyücülükle mücadele kapısını açtığı için, gerçek dindarlığın gelişmesi imkânını temin etmiştir.(1930) "Din ve mezhep, herkesin vicdanına kalmış bir iştir. Hiç kimse, hiç bir kimseyi ne bir din, ne de bir mezhep kabulüne zorlayabilir. Din ve mezhep, hiç bir zaman, siyaset aracı olarak kullanılamaz." "Din bir vicdan sorunudur. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünüşe ve düşünceye karşı değiliz. Biz sadece, din işlerini devlet ve ulus işleriyle karıştırmamaya çalışıyoruz."
Devletçilik
ülkenin genel ekonomik faaliyetlerinin düzenlenmesi ve özel sektörün girmek istemediği veya yetersiz kaldığı ya da ulusal çıkarların gerekli kıldığı alanlara girmesini öngören ilkedir. Mustafa Kemal Atatürk'ün ulusal ekonomiyi, sağlam temeller üzerine oturtma amacına yönelik olarak ve İktisaden zayıf bir ulus, fakirlik ve sefaletten kurtulamaz. Toplumsal ve siyasi felaketten yakasını kurtaramaz." felsefesine dayalı olarak Atatürk İlkeleri arasında yerini almış olan ilkedir. Atatürk bu ilkenin amacını "Bizim güttüğümüz "devletçilik" bireysel çalışma ve etkinliği esas tutmakla beraber, mümkün olduğu kadar az zaman içinde ulusu refaha, ülkeyi bayındırlığa eriştirmek için, ulusun genel ve yüksek yararlarının gerektirdiği işlerde özellikle ekonomik alanlarda, devleti fiilen ilgilendirmektir." diyerek açıklamaktadır.
Atatürk, Devletçilik ilkesini, Halkçılık ilkesi ile bağlantılı olarak değerlendirmektedir. Yoksul, yüzyıllardır ihmal edilmiş olan halkın kalkınması ve çağdaş yaşam düzeyine ulaşması için 1923 - 1930 yılları arasında, kalkınma için gerekli yatırımları yapması özel girişimcilerden beklendi. Ama bu işlevi yerine getirmeye özel kişilerin yeterli parası, yeterli deneyimleri ve yeterli teknolojik birikimi olmaması yanında Dünyayı sarsan 1929 Dünya Ekonomik Bunalımı, liberal ekonomi politikalarının başarısızlığını vurguluyordu. Ülkeyi kalkındırmak, halkı çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırmak için "Devletçilik" ilkesini benimsedi. Böylece hem üretim arttırılacak, sanayi gerçekleştirilecek, hem de hakça bir paylaşım yapılacak ve ekonomik gücü kullanan bir sınıfın halkı ezmesine olanak verilmemiş olacaktı. Türk Devrimi, tekelci eğilimi olmayan ulusal nitelikli özel girişimciliğin, gelişip güçlenmesine özel önem verir ama, bağımsızlıktan ödün vermeyen bir devletçiliğe dayanır. Siyasette olduğu gibi ekonomide de, yönlendirici ve belirleyici olan Kemalist devletçilik, ne Rusya'daki kollektivist devletçiliğe, ne de, Batı'daki mali sermaye egemenliği altındaki oligarşik devlet faaliyetlerine benzer. Mustafa Kemal Atatürk bunu şöyle açıklar: Türkiye'nin uyguladığı devletçilik sistemi 19. yüzyıldan beri sosyalist teorisyenlerin ileri sürdükleri fikirlerden alınarak tercüme edilmiş bir sistem değildir. Bu, Türkiye'nin ihtiyaçlarından doğmuş, Türkiye'ye özgü bir sistemdir. Devletçiliğin bizce anlamı şudur; kişilerin özel teşebbüslerini ve kişisel faaliyetlerini esas tutmak; fakat büyük bir ulusun ve geniş bir ülkenin bütün ihtiyaçlarını ve (bu uğurda) pek bir şey yapılmadığını göz önünde tutarak, ülke ekonomisini devletin eline almak. Türkiye Cumhuriyeti devleti, Türk vatanında yüzyıllardan beri kişisel ve özel teşebbüslerle yapılmamış olan şeyleri bir an önce yapmak istedi; ve kısa bir zamanda yapmayı başardı. Bizim takip ettiğimiz bu yol görüldüğü gibi liberalizmden başka bir yoldur.
Bu anlayışa oluşturulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, toplumsal yaşamın her alanındaki yenileşme ve gelişmeye öncülük edecek, ekonomik yaşamı düzenleyecek ve halkın sorunlarını çözecektir. Sosyal ve ekonomik gerilik nedeniyle, çelişkileri uzlaşmazlığa varmamış olan sosyalsınıf ve tabakaların haklarını, ulusal çıkarlar temelinde birleştirecek ve bunları yasal düzenlemelerle dengeleyecektir. Devlet faaliyetlerinin tümünde, topluma ve halka hizmet temel ilke olacaktır. Mustafa Kemal bunu şöyle açıklar: Bugün haklı olarak kıvanç duyabileceğimiz bütün başarıların sırrı yeni Türkiye devletinin yapısındadır. Türkiye Devleti'nin, bu yeni örgütün dayandığı temeller, nitelik yönünden, kendinden önceki tarihi kurumların temellerinden çok başkadır. Bunun bir kelime ile ifade etmek gerekirse, diyebiliriz ki, yeni Türkiye Devleti bir halk devletidir, halkın devletidir. Tek partinin programında 1935 yılında yapılan düzeltmelerden sonra, Devletçilik ilkesi şöyle tanımlanmıştır: "Özel çalışma ve faaliyeti esas tutmakla beraber mümkün olduğu kadar az zaman içinde milleti refaha ve memleketi gelişmişliğe eriştirmek için, milletin genel ve yüksek yararlarının gerektirdiği işlerde, özellikle iktisadi alanda devleti fiilen ilgilendirmek önemli esaslarımızdandır. İktisat işlerinde devletin ilgisi fiilen yapıcılık olduğu kadar, özel girişimcileri teşvik ve yapılanları düzenleme ve denetlemektir
İnkılapçılık ya da reformizm
toplumda gerekli değişikliklerin aniden, devrim şeklinde değil, reformlar yoluyla, yumuşak bir geçiş şeklinde olması gerektiğini savunan görüştür. Bu görüşe göre, aniden gerçekleşen devrimler, amaçları ne olursa olsun topluma zarar verirler.İnkılpaçılık ilkesi temel ilkeler doğrultusunda yenilikçi bir ilkedir.Eski kurumları yıkarak yerine yenisini yapmaktır.Bu ilkeler bütünleyeci ilkelerle kıyaslanırsa (yenilik bakımından)en önemli ilkedir
Atatürk Milliyetçiliği
1924 Anayasası'nın 88. maddesinde ve Atatürk İlkelerinde de belirtilmiş olan, din ve ırk ayrımı gözetmeksizin,ulus tanımını dil, kültür ve siyasi birliktelik gibi değerlere dayandıran milliyetperverlik anlayışı. Fransız İhtilali'ni takip eden yüzyıl boyunca Avrupa'da imparatorluklar bir bir bölünmüş yada yıkılmış yerlerine ardı sıra milli devletler kurulmuştu. Osmanlı Devleti de bundan nasibini almış, Balkan devletleri isyanlar çıkararak bağımsız yeni milli devletler haline gelmişti. Batılı devletlerin baskısıyla Osmanlı Devleti karşısında savaşta mağlup olduğu zamanlarda bile topraklarını genişleten Yunanistan, Sevr Anlaşması sonrasında bu sefer de 1915 yılında Anadolu'nun işgaline başlamıştı. Osmanlı aydınları Tanzimattan sonra Osmanlı milliyetçiliğini savundular, bazıları ümmetçiliğe yöneldi ancak aynı ümmetten olan Arap kavimleri de dış kışkırtmaların da etkisiyle Osmanlı Devleti'nden ve birbirlerinden bağımısız devletlere bölündüler. Dünya Türkçülüğü'nü savunan Turancılık fikri de İttihat ve Terakki partisi mensuplarınca benimsenmiş milliyetçilik akımlarından biriydi. Enver Paşa bu hayal ile Tacikistanda öldü. Atatürk bu akımlardan hiçbirine değer vermedi ve daha sonradan 1982 Anayasası'nda Atatürk Milliyetçiliği olarak isimlendirilen Atatürkçü Milliyetçi görüşü ortaya koydu.
Etnikçiliğe karşıdır
Atatürk'e göre Misak-ı Milli sınırlarındaki etnik ayrılığı öne çıkarmak birkaç düşman aleti beyinsiz, mürteciden başka hiçbir millet ferdi üzerinde üzüntüden başka bir tesir bırakmamıştır ve bunlar geçmişteki baskı devirlerinin kalıntısı yanlış adlandırmalardır. Ortak mazi, tarih, ahlak ve hukuk Türk milletini biraraya getiren değerlerdir. Afet İnan'ın Medeni Bilgiler isimli kitabında Atatürk millet tanımını vermiş ve bu tanımın içine ırk ve etnik köken, din gibi husuları katmamıştır. Atatürk milliyetçiliği bir etnik şoven milliyetçilik değildir. Ziya Gökalp'in belirttiği has (kültür) milliyetçiliğidir. Osmanlı aydınlarının ümmetçilik fikirlerini öne çıkarması ve milliyetçiliği dışlaması Türk ulusunun zararına sonuçlar vermişti. Atatürk milli benliği bulunmayan milletlerin diğer milletlerin avı olduğunu belirtmiştir. Irkçılığı reddeder Avrupa menşeili üstün ırk, aşağı ırk nazariyeleri 19. yüzyıl Avrupasında yaygındı. Atatürkçü görüşe göre Türk milleti 1924 anayasası'nda tanımlıdır. Bu tanımda ırk ve din reddedilir. Buna tanıma göre Türk ahalisine, din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk denir denmektedir. Aynı tanım 1961 ve 1982 anayasalarında da korunmuştur. Medeniyetçidir Sömürgeci devletlerin tesiri altındaki Asya ve Afrika ülkelerindeki milliyetçilik özellikle batı ve değerlerine karşı bir tepki olarak kendini ifade etmişti. Atatürk milliyetçiliğinde batı kökenli çağdaş ilkeler, milliyetçilikten ayrı olarak faydalanılması gereken değerlerdir. Sadri Maksudi Arsal, toplumların mazide yaşadığı felaketlere ve sevinçlere olan bağlılıklarının milleti oluşturan en önemli değerlerden biri olarak görür. Turan Feyzioğlu çağdaşlaşmak, ışığa, aydınlığa, uygarlığa doğru ilerlemek milli benliğimizden uzaklaşmak değildir. şeklinde bu görüşü ifade etmiştir. Atatürk’e göre Avrupa uluslar topluluğunun fiziki sınırlar dışında, bu sistemin üstünlüğüne karşı mücadeleler mutlaka ulusçu nitelikte olmalıydı. Atatürk’ün amacı ulusal ve savunulabilir sınırlar dahilinde, bir Türk ulus-devletini kurmak için Türk milliyetçiliğini öne çıkarmaktı. Atatürk milliyetçiliği din ve ırk ayrımından uzak, ortak yurttaşlık temelindedir. Kemalistlerin anlayışına göre milliyetçilik temelde Türkiye Cumhuriyeti'nin bütünlüğünü korumayı ve ülkenin birliğini tehdit edebilecek ayrılıkçı akımları engellemeyi amaçlıyordu. Recep Peker 1931 yılında bu sorunu şöyle anlatıyordu: "Bizim aramızda yaşayan, politik ve sosyal bağlarla Türk milletine ait olan tüm vatandaşlarımızı biz kendi insanlarımız olarak düşünürüz: aralarında 'Kürtçülük', 'Çerkezlik' ve hatta 'Lazlık' gibi fikirler ve duygular yerleşmiş olsa bile, onlar bize aittir. Mevcut yanlış anlayışlar ancak mutlakiyet yönetimlerinin ve uzun süren tarihsel baskıların ürünüdür ve biz en içten çabalarımızla bunları ortadan kaldırmayı görev sayıyoruz." Kemalistler böylece teorik düzlemde ırk, din ve etnik köken konularını vurgulamaktan çok, dil ve kültür üzerinde durarak bir ulus tanımı yapmaya çalıştılar ve o zamana kadar Türk ulusu içinde asimile olmamış etnik grupların böylesi bir Türkleştirme politikası ile kaynaşacaklarını umdular. Ulus tanımı yapılırken dil birliği üzerine bu vurgu, daha önceleri Ali Suavi, Şinasi, İsmail Gaspıralı, sonraları Ziya Gökalp, Ahmet Ağaoğlu, Yusuf Akçura, Fuad Köprülü ve Mehmet Emin Yurdakul tarafından ön plana çıkartılmıştı. Bu anlamda tümüyle özgün değildi. İslam'ı imparatorluğu bir arada tutmanın bir aracı olarak gören Jön Türkler'den farklı olarak Kemalistler sekülerdi. Ancak yine de uygulamada dine belirli oranda önem veriyorlardı. Türkleştirilmiş bir İslam üzerinde durarak, bunun milli Türkiye fikrinin oluşmasında pekiştirici bir etkisi olacağını düşünüyorlardı. Yine Jön Türkler'in tersine Kemalistler hem Enver Paşa'nın temsil ettiği Turancılık'ın askeri-siyasi sonuçlarını görmüş olduklarından, hem de SSCB ile ilişkilerini bozmak istemediklerinden ırk kavramını kendi ulus tanımlamasında ön plana çıkartmıyorlardı. Ancak dönemin yayın organları gibi ders kitapları da ırk düşüncesi üzerinde duruyordu. Ayrıca Turancılık 1944 yılına kadar yasaklanmamıştı. Paul Dumont Kemalist milliyetçiliği şöyle özetlemektedir: "Kemalizm dil ve kültür birliği kartlarını oynamaya karar vermişti; henüz toplumla kaynaşmamış azınlıkların sorunlarını çözmek için dil ve kültürleri fethetme ilkesine dayanıyordu. Ancak bu arada, gerekli olduğu zaman kullanabilmek amacıyla bazı belirsiz kartları da koz olarak saklamaktaydılar."

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

No Pasaran !