BİR ŞEY YAPMALI

CUMHURİYET İÇİN DEMOKRASİ İÇİN HALK İÇİN GELECEĞİMİZ İÇİN ..................... cemaatlerin yönettiği bir coğrafya olmak istemiyorsak ................. Ama benim memleketimde bugün İnsan kanı sudan ucuz Oysa en güzel emek insanın kendisi Kolay mı kan uykularda kalkıp Ninniler söylemesi

14 Haziran 2009 Pazar

MAYINLAR,AZINLIKLAR,YABANCI SERMAYE

AKP'nin sınırdaki mayınların temizlenmesi karşılığında bu arazinin 44 yıllığına kiralanmasına ilişkin yasa tasarısının başlattığı "mayın" tartışması ülke gündeminin ilk sırasına tırmandı. Mayınlı arazinin İsrailli şirketler tarafından temizleneceği, dolayısıyla da toprağın 44 yıllığına İsrailli şirketlere kiralanacağı, Meclis tartışmalarının ana noktasını oluşturdu. Böylece 25 Eylül 2003 yılında imzalanan Ottowa Mayın Yasağı Anlaşması'na dayanılarak hazırlanan yasa, "organik tarıma elverişli" 216.000 dönüm arazinin yabancı şirketler tarafından (özel olarak İsrail şirketleri) 44 yıl süreyle işletilmesi tartışmasına dönüştü. Ancak tartışmayı tırmandıran ve gündemin ilk sırasına çıkartan asıl gelişme, Tayyip Erdoğan'ın bu yasaya mayınlı arazinin 44 yıllığına İsrailli şirketlere kiralanacağı için karşı çıkanları suçlarken, "Farklı etnik kimlikte olanlar ülkemizden kovuldu. Bu aslında faşizan bir yaklaşımın neticesiydi" sözleriyle oldu. "Bu ülkenin vatan toprakları üzerinde yatırım yapan küresel sermaye, 'şu dinden bu dinden geldi' diye 'eyvah Türkiye elden gidiyor' demek. Bu kadar kolay mı? Farklı etnik kimlikte olanlar ülkemizden kovuldu. Bu aslında faşizan bir yaklaşımın neticesiydi. Paranın dini, milleti, ırkı olmaz. Ama ne yazık ki öyle olduğunu zannedenler var. Para cıva gibidir. Kendine uygun zemini nerde bulursa oraya doğru kaçar. Şimdi ülkemizde küresel sermaye yatırım yapmak istiyor. Bakıyorsunuz birileri çıkıyor, 'O Yahudi sermayesi olmaz'. Yok arkadaş gelip ülkemde yatırım yapacak. 1 milyar dolarlık yatırım yapacak. İstemezük olmaz. Bu yatırımı yapınca burada İzak çalışmayacak ya Ahmet, ya Mehmet çalışacak. İşte işsizliği aşıyoruz. 'İstemezük.' 'Bizim milletimizden değil siz bunu peşkeş çekiyorsunuz'. Çünkü o George. Bak kardeşim o George olsun, gelsin yatırımını yapsın. Burada fabrikayı kurduğu zaman buradan gitse fabrikayı alıp da mı gidecek? Kim yanında istihdam edilecek Ahmet, Mehmet, Ayşe, Fatma'ya. Pazarı hazır burada ürettiğini de o pazara satacak." (Tayyip Erdoğan) Böylece "mayınların temizlenmesi" yasası, birden "azınlıklar" konusuna, azınlıklara Cumhuriyet döneminde yapılmış olan haksızlıklara ve zulümlere, bunların "faşizan yaklaşımlar" olduğuna ilişkin tartışmaya dönüştü. Tartışmanın odak noktasına "azınlıklar ve azınlıklara yönelik faşizan yaklaşımlar" oturtulurken, "paranın dini, milleti, ırkı olmaz" sözü kolayca bir yana bırakıldı. Ama toprak, tarım ve yabancı sermaye konusu, mayınların temizleneceği arazinin 216.000 dönüm ve özellikle "organik tarım"a elverişli arazi olması nedeniyle, "azınlıklara yönelik faşizan yaklaşımlar" tartışmasının içinde kendisine yer bulabildi. Uzun süredir "sivil toplum kuruluşları" aracılığıyla sürdürülen "Mayınsız Bir Türkiye" kampanyalarının ardından gelen bu yasa, bir kez daha ülkenin ekonomik ve siyasal bağımlılık ilişkilerinin sorgulanması için uygun bir ortam yarattı. Ancak sapla saman karıştırılarak, "paranın dini, imanı" ile "küresel sermaye"nin yaratacağı "istihdam ve refah", "azınlıklara faşizan yaklaşımlar" gösterildiğine ilişkin açıklamalarla karmakarışık hale getirildi. Sorun, yalın haliyle Ottowa Mayın Yasağı Anlaşması kapsamında Suriye sınırlarındaki kara mayınlarının temizlenmesi sorunudur. Doğal olarak böyle bir temizlemenin kimin tarafından, nasıl yapılacağı ve kaça mal olacağı gibi teknik-askeri bir konuyu kapsamaktadır. "Dünyanın en büyük ordularından birisine sahip" olmakla övünülen bir ülkede, bu türden teknik-askeri bir konuda tek kurumun TSK olduğu da çok açıktı. Ortada "büyük" bir ordu vardı, doğal olarak da bu mayınları bu ordu temizleyecekti. Öyle olmadı. TSK, birkaç ön çalışma sonrasında bu büyüklükteki bir arazideki mayınları kendi olanaklarıyla temizleyemeyeceğini, yeni araç ve gerecin alınması gerektiğini, bunun için de yüz milyon dolardan fazla bir paraya ihtiyaç olduğunu hükümete bildirdi. TSK'nin bu "görüşü"nü değerlendiren AKP hükümeti, bunun Turgut Özal'ın "icadı" olarak bellenmiş "yap-işlet-devret" modeliyle halledilebileceğine karar vererek, mayınlı arazinin temizleyen şirkete 44 yıl süreyle kiralanmasına ilişkin bir yasa hazırladı. Her zaman olduğu gibi, "feodal-tacir" şeriatçı düşünce yapısı, böylesi bir "kiralama" yöntemiyle "bir taşla birden çok kuş vurma"nın olanaklı olduğunu görerek harekete geçti. Mayın temizleme konusunda dünya çapında faaliyet yürüten ve Ottowa anlaşmasının kurallarına uygun biçimde mayınları temizleyecek şirket sayısı sınırlı olduğundan, yasanın uygulanması durumunda "mayın temizleme ihalesi"nin büyük ölçüde İsrailli şirketlerce alınacağı da açıktı. İsrail ise, uzun yıllardır GAP bölgesiyle, GAP bölgesindeki tarımsal araziyle "yakından ilgilenmiş"tir. En popüler ifadesiyle, dünyanın su kaynaklarının denetimi ve küresel ısınmayla ortaya çıkacağı iddia edilen gıda sorunu çerçevesinde bu "ilginin" stratejik nitelikte olduğu çokça tartışıldı. Kimi "strateji uzmanları"na göre, İsrail'in GAP bölgesine gösterdiği "ilgi", siyonizmin "Büyük İsrail" planlarıyla ilgiliydi. Bir başka "strateji uzmanları"na göre ise, İsrail'in bölgeye gösterdiği ilginin arka planında ABD'nin "Büyük Orta Doğu Projesi" yatmaktaydı. Bu "strateji uzmanları"na göre, ABD, Ortadoğu'daki uzantısı İsrail aracılığıyla Arap dünyasını Kuzey'den, yani GAP bölgesi üzerinden kuşatarak, Kuzey Irak'taki Kürt "federe devleti"yle bağlantı kurarak ve "yahudi Kürtler"le birleşerek Ortadoğu'da mutlak bir egemenlik sağlamayı planlıyordu. Bu "strateji uzmanları"nın iddiaları her ne kadar "komplo" teorileri kapsamına giriyorsa da, içerdiği jeo-politik unsurlar nedeniyle kolayca yabana atılabilecek iddialar da değildi. Ancak bu iddialar AKP için, sadece ABD'yle "iyi geçinme", ABD'nin icazetinin sürdürülmesini sağlama açısından önemlidir. Bu nedenle de, "işin içinde" ABD'yi ilgilendiren böylesi bir jeo-politik durum varsa, bundan yararlanmak gerekirdi. Öte yandan yaşanılan finans krizi koşullarında cari açığı kapatmak için eskisi gibi "sıcak para" bulunamayacağı da ortadadır. Özelleştirmelerle sağlanan "doğrudan sermaye yatırımları" da durma noktasına gelmiştir. Bu koşullarda "taze para" bulmak için mayınlı arazinin 44 yıllığına yabancı sermayeye kiralanması bir "fırsat"tı. 216 bin dönüm arazide yapılacak "organik tarım"ın getirisi ve yaratacağı istihdamın da, AKP'nin bölgedeki oy gücünü artıracağı da hesaba katılmıştı. Mayın Yasağı Anlaşması bu bakış açısıyla "bir taşla üç kuş" vurmanın daha da ötesine geçirilebilirdi. Tayyip Erdoğan'ın yasaya karşı çıkanları "yabancı sermaye düşmanı" ilan etmesi, bir adım öteye geçerek "azınlıklara karşı faşizan yaklaşım" olarak tanımlaması, tüm bu hesapların içinde "belagat" ve demagoji sanatını öne geçirdi. Böylesi bir ortamda, tartışanlar da neyi tartıştıklarını bilemez hale geldiler. Başta CHP olmak üzere, tüm "muhalefet", "haşa, sümme haşa" diyerek ne kadar yabancı sermaye dostu olduklarını gösterme yarışına girerken, mayından temizlenen arazinin "ülke insanlarına" verilmesi gerektiğine ilişkin sözler de duyulmaya başlandı. Her ne kadar "medya"da fazlaca yer verilmese de, "ilgililerin" çok yakından izledikleri ve bildikleri şey, mayından temizlenen arazinin "organik tarım" için çok elverişli olduğudur. "Organik tarım" ise, Avrupa'da gelişen ve emperyalist metropollerde hızla yayılan "yeşil/çevreci" hareketin en temel hedeflerinden birisi olduğu kadar, önemli bir pazar potansiyeline sahiptir. Türkiye'deki "organik tarım" verilerine bakıldığında, "organik tarım"ın ihracat değeri, kilogram başına yaklaşık 2-3 dolardır. Bu veriden yola çıkıldığında, 216 bin dönümlük (21.600 hektar) mayınlı arazinin "organik tarım" üretim miktarı yaklaşık 66 bin ton, ihracat fiyatlarıyla değeri ortalama 150 milyon dolardır. Mayınlı arazinin temizleme masraflarının yaklaşık 100 milyon dolar olduğu göz önüne alındığında, bu alana yapılacak yatırımın bir yıllık getirisiyle masrafların çıkartılması olanaklıdır. Ancak tüm bu verilerin ve olası hesapların ortaya çıkardığı gerçek, Türkiye'de tarımsal üretimin sürekli azaldığı, tarımsal gelirlerin sürekli düştüğüdür. Ne denli "organik tarım ürünleri"nin pazar potansiyeli yüksek olsa da, gerek üretim maliyetlerinin yüksekliği, gerekse bu ürünlerin pazarlama olanaklarının sınırlılığı, "organik tarım"ın tarımsal üretimin genel durumundan farklı olmadığı açıktır. Türkiye tarımının genel sorunu, kırsal nüfusun artan oranda tasfiye edilerek kentsel alanlarda ucuz işgücü olarak kullanılmasına yönelik uygulanan ekonomi politikada yatmaktadır. Kırsal nüfusun uygulanan tarım politikalarıyla kentlere göçü ve "ithalatın liberalizasyonu" çerçevesinde tarımsal ürün ithalatının büyük oranda teşvik edilmesi sonucu, ülke içi tarımsal üretim sürekli azalmıştır. Azalan üretim ve düşük ürün fiyatları da, bir kez daha kırdan kente göçü hızlandırmaktadır. Uzun yıllar uygulanan "doğrudan gelir desteği"yle üreticilerin üretimden ve üretim bilgisinden uzaklaştırılmaları da, ülkeyi tarım ürünleri ithalatçısı bir ülke haline dönüştürmüştür. Eğer bugün, 216 bin dönümlük mayınlı arazide yapılacak "organik tarım"ın 150 milyon dolarlık getirisinden söz edilebiliyorsa, bu, ülkemizde toprak sorununun ve tarım reformunun ne denli önemli ve ivedi bir sorun olduğunu açıkça gösterir. Belki de "mayın" tartışmalarının açığa çıkardığı en önemli gerçek budur. Yaşanılan kriz koşullarında sanayi üretiminde ve sanayi ürünleri ihracatında görülen %50'lere ulaşan olağanüstü düşüşler karşısında tarım ürünleri ihracatının çok az düşmesi (%5) tarımsal üretimin kriz koşullarında ne denli önemli olduğunu açıkça göstermiştir. Diğer yandan tarım ürünleri ithalatçısı bir ülke haline gelinirken, aynı zamanda dünya emtia borsalarına olan bağımlılık, dünya emtia fiyatlarındaki değişkenlikten daha büyük ölçüde etkilenen bir ülke haline gelinmiştir. Mayınlardan temizlenmiş toprakların bölge halkına ("organik tarım" yapma koşuluyla da olsa) dağıtılması, gerek bölgenin jeo-politik durumundan kaynaklanan olası "planlar" açısından, gerekse tarımsal üretimin (bölgesel ölçekte de olsa) yeniden düzenlenmesi ve geliştirilmesi için bir başlangıç oluşturabilecek niteliktedir. Mayından temizlenmiş toprakların bölge halkına dağıtımıyla ortaya çıkacak tarımsal gelişme, her durumda toprak reformunun gerekliliğini çok daha açık ve çarpıcı biçimde ortaya koyacaktır. Bu nedenle, mayından temizlenmiş toprakların yabancı şirketlere yeni yatırım alanı olarak sunulması karşısında toprakların bölge halkına dağıtılması talebi, her durumda "solcu" görünümlü "globalizm" yandaşı "sivil toplum kuruluşları"nın "hümanist" "Mayınsız Bir Türkiye" sloganından çok daha ilerici ve insancıl bir talep olacaktır. Boş yere "azınlık" tartışmaları yaparak, jeo-stratejik "hesaplar"la uğraşarak Tayyip Erdoğan ve şeriatçı kesimin "feodal tacir" zihniyetinin demagojileriyle hesaplaşmak yerine, mayından temizlenmiş toprakların bölge halkına dağıtılmasını istemek ve bunun ortaya çıkartacağı tarımsal üretim potansiyelini hesaba katmak çok daha yararlı olacaktır. Bu, aynı zamanda "dünyanın en büyük ordularından biri" olan TSK'nin ne denli "dini, imanı" olmayan parayla, yabancı sermayenin çıkarlarıyla özdeşleştiğini de gösterecektir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

No Pasaran !