BİR ŞEY YAPMALI

CUMHURİYET İÇİN DEMOKRASİ İÇİN HALK İÇİN GELECEĞİMİZ İÇİN ..................... cemaatlerin yönettiği bir coğrafya olmak istemiyorsak ................. Ama benim memleketimde bugün İnsan kanı sudan ucuz Oysa en güzel emek insanın kendisi Kolay mı kan uykularda kalkıp Ninniler söylemesi

1 Haziran 2009 Pazartesi

BONOPARTİZMDEN FAŞİZME

Elif Çağlı Bonapartizmden Faşizme Olağanüstü Burjuva Rejimlerin Marksist Bir Tahlili 1.Bölüm Elif Çağlı 23 Ağustos 2004 Bonaparte’ın 18 Brumaire’i 1799 yılının 9 Kasım günü, Fransız cumhuriyetçi takvimine göre Brumaire ayının 18’i, Napoleon Bonaparte’ın askeri diktatörlüğüyle sonuçlanan hükümet darbesinin yapıldığı gündü. Amcasının örneğini tekrarlamaya hevesli yeğen Louis Bona­parte ise, aradan elli iki yıl geçtikten sonra 2 Aralık 1851 günü yine bir hükümet darbesiyle tarih sahnesine çıkacaktı. Aslında birincisinin karikatüründen ibaret olan ikinci Bonaparte, 10 Aralık 1848’de yapılan bir referandumla Fransa Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanı seçilmişti. Ne var ki Mayıs 1852’de cumhurbaşkanlığı süresi sona erecek ve yeniden seçilme şansı olmayan Bonaparte’ın dönemi de böylece son bulacaktı. Burjuva parlamenter işleyişin tıkanmasından yararlanarak, kendisine uzun süreli bir saltanat imkânı yaratmak üzere harekete geçti Louis Bonaparte. Sonunda emeline ulaşmış ve amcası gibi onun da bir “18 Brumaire”i olmuştu. Yeğen Bonaparte’ın hükümet darbesi sonucunda ortaya çıkan iktidar biçimini, bu iktidarın dayanaklarını ve anlamını Marx kapsamlı şekilde inceledi. Louis Bonaparte’ın 18 Bruma­ire’i adlı çalışmasıyla, çapsız yeğen Bonaparte’ın tarih içinde işgal ettiği yeri fersah fersah aşan bir eseri siyaset bilimine armağan etmiş oldu. Edebi lezzeti açısından da eşşiz olan bu incelemesinde Marx, Fransız devrim sürecinin gelişimini, bu süreçte sınıflar ilişkisinin tezahürlerini ve burjuva düzenin olağanüstü siyasal biçimlenmesi bağlamında Bonapartizm sorununu ele aldı. Marx’ın Bonapartizm olarak adlandırıp incelemesine dek, burjuva düzenin yapılanma sürecinde ortaya çıkan olağanüstü diktatörlük biçimleri sol çevrelerde hâlâ eski dönemlerden kalan Sezarizm kavramıyla değerlendirilmekteydi. Oysa tarihsel koşulların tamamen değişmiş olması nedeniyle artık bu terimin terk edilmesi gerekiyordu. Marx’ın Bonapartizm çözümlemesi, modern burjuva toplum içindeki sınıflar savaşımının, tarihin eski dönemleri için geçerli olabilecek kavramlarla nitelenmesine son verilmesi bakımından da önem taşır. Sismondi’nin ünlü satırlarında dile getirildiği gibi, Roma proletaryası toplumun sırtından geçinirken modern toplum proletaryanın sırtından geçinir. Marx buradan hareketle, Antik Çağdaki sınıf savaşımıyla modern zamanlardaki sınıf savaşımının maddi ekonomik koşulları arasında tam bir fark olduğuna dikkat çeker. Farklı sosyo-ekonomik koşullardan doğan siyasal biçimler arasında da bire bir benzerlik kurulamaz. Burjuva toplumun bağrında hâlâ Sezarcılık deyimi eşliğinde yapılan bir tarihsel çözümleme, birbirine hiç benzemeyen tarihsel koşulların gözardı edilmesi anlamına gelir. Bu bakımdan bu tür adlandırmalar yüzeysel ve uygunsuzdur. Sezarizm olgusunu yaratan eski Roma’da, sınıf savaşımı yalnızca ayrıcalıklı bir azınlığın içinde, varlıklı özgür yurttaşlarla yoksul özgür yurttaşlar arasında geçer. Eski Roma toplumuyla modern burjuva toplumu tamamen farklı tarihsel dönemler olduğu halde, neden burjuva devrim süreci Antik Çağ Roması’na ait kavramlarla açıklanmaya çalışılmıştır? Marx’ın dediği gibi, çünkü insanlar kendi tarihlerini kendi keyiflerine göre, kendi seçtikleri koşullar içinde değil, doğrudan veri olan ve kendilerine geçmişten kalan koşullar içinde yaparlar. Bütün ölmüş kuşakların geleneği, büyük bir ağırlıkla yaşayanların beyinleri üzerine çöker. Ve onlar toplumsal devinim dönemlerinde yepyeni bir şey yaratmakla uğraşır göründüklerinde bile, başlangıçta geçmişin etkisinden kurtulamazlar. Böylece geçmiş döneme ait adlar, sloganlar, tarihin yeni sahnesinde arz-ı endam ederler. Fakat toplumun yeni biçimi kurulup iyice yerleştikten sonra geçmişin etkisi silinmeye başlar ve artık egemen olan yeni koşullar kendilerine özgü ifade biçimlerine kavuşurlar. İşte Fransa’da da burjuva devrim sürecinin ilk dönemlerinde eski Roma’nın siyasal kurum, kavram ve kahramanlarının hayaletleri havada uçuşurken, zamanla burjuva toplum kendi gerçekliği temelinde kendi yorumcularını, kendi sözcülerini yaratmaya koyulmuştur. Ama geçmiş dönemin yaşanan dönem üzerinde etkili olacağı yolundaki genel yasa değişmemiştir. 1848-51 devrim süreci bu kez de Büyük Fransız Devrimi döneminin hayaletini çağırmakta, Fransızlar kendilerini Napoleon’a ilişkin anılardan kurtaramamaktadırlar. 1848 devriminde henüz emekleme dönemini yaşayan devrimci işçi hareketinin üzerine de geçmiş süreçteki burjuva devriminin gölgesi düşer. Proletarya bizzat kendi devrimci dünya görüşü temelinde örgütlenip, bağımsız bir güç olarak tarihin akışına damgasını vuramadığı sürece de bu durum daha nice ülkede pek çok kez yaşanacaktır. Modern burjuva toplumun gelişim sürecinde cereyan eden sınıf savaşımlarını kavramak bakımından Fransa örneği gerçekten de özel bir öneme sahiptir. Büyük Fransız Devrimi feodalizmi yıkmış ve burjuvazinin egemenliğine, Avrupa’da başka hiçbir ülkenin ulaşamadığı katıksız klasik bir özellik vermiştir. Aynı şekilde, devrimci proletaryanın burjuvaziye karşı savaşımı da, Fransa’da, başka yerlerde bilinmeyen keskin biçimlere bürünmüştür. Bu nedenle Marx Fransa tarihine ayrı bir önem atfetmiş ve örneğin devrimci işçi hareketinin tarih sahnesine çıktığı 1848 devrim sürecini derinden incelemiştir. Marx’ın seçtiği örnek Fransa olsa bile, onun bu çözümlemeleri genel olarak burjuva toplumdaki sınıflar savaşımının kavranabilmesi bakımından paha biçilmez bir teorik temel oluşturur. Fransa’daki 1848 devrim sürecinden çok önemli sonuçlar çıkartır Marx. Örneğin, kolay kazanılan kolay yitirilir! Proletaryanın yeterince güçlü ve örgütlü olmasını engelleyen tarihsel koşullar nedeniyle, Şubat 1848 devrimi eski toplumu gafil avlayarak başarılan ani bir darbe gibi olmuştur. İşçi sınıfı ve halk kitleleri tarafından kapsamlı ve bilinçli bir mücadele ile değil de, onların egemen güç kesimleri arasındaki çekişmelerde taraf olması sayesinde kazanılan parlamenter cumhuriyet, daha sonra yine egemen güçler arasındaki çatışmaların sonucunda bir hükümet darbesiyle ortadan kaldırılmıştır. Şubat devriminin kazanımları, işte bu nedenle, bir Bonapart tarafından kolayca yok edilebilmiştir. Bonaparte darbesinin tıpkı Türkiye’deki askeri darbelerde olduğu gibi, “bir sabah ansızın gelebilirim” dediği bir süreçte, olayların gelişimini kavramaktan uzak burjuva demokratları rehavet içindedirler. Kendilerini, rejimin olağan işleyişini sürdüreceği ve 2 Mayıs 1852’de cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yapılacağı hayaliyle avutmaktadırlar. Bu nedenle onlar Louis Bonaparte’ın 2 Aralık 1852 tarihinde gerçekleşen hükümet darbesini, günümüz örneklerinde de aynen görüldüğü üzere şaşkınlıkla karşılayacaklardır. Louis Bonaparte’ı iktidara taşıyan süreci tahlil ederken, Marx, yalnızca o dönemin Fransası’ndaki gelişmelere değil, genelde burjuva rejimin yapılanma sürecinin önemli özelliklerine de ışık tutmuştur. O nedenle bu süreci bazı çarpıcı yönleriyle hatırlamakta yarar var. 1848: Fransa’da Parlamenter Cumhuriyet Fransa’da parlamenter cumhuriyetin kuruluş tarihi, 1789 devrimiyle başlayarak farklı aşamalardan geçen ve siyasal iktidarın değişik biçimlenmeleriyle ilerleyen inişli çıkışlı bir süreçtir. Örneğin 1792 Eylülünde ilân edilen cumhuriyetin ardından bir reaksiyon gelir. Napoleon’un Bonapartist iktidarına yol açan gelişmeler zinciri içinde, 1794’te yaşanan Termidor önemli bir yer tutar. Bu olay, devrime katılan ve onu halkçı istemlerle ilerletmek isteyen mülksüz, baldırı çıplak halk tabakalarının devrimden dışlanmasına yol açan karşı-devrimci bir siyasal gelişmedir. Termidor sonuç olarak burjuva düzenin gelişimini güçlendirecek önlemleri almıştır; fakat halkın radikal toplumsal dönüşüm istemlerinde ifadesini bulan devrimci ilerleyişi de durdurmuştur. Devrimin burjuva çerçeveyi aşıp geçmemesi için baldırı çıplakların ezilmesine ortamı hazırlayan faktör ise, burjuva devrimcilerin en ileri kanadını oluşturan Jakobenlerin[1] ikircimli sınıf tutumudur. Ama bu durum, kendi liderleri Danton ile Robespierre’in de sonunu getirecek ve bizzat Jakobenlerin iktidardan tasfiyesiyle sonuçlanacaktır. Termidor’dan bir gün önce Robespierre, Konvansiyon Meclisinde şöyle bağırmaktadır: “Devrimi mahvediyorlar; Cumhuriyet elden gidiyor!” Nitekim öyle olur. Termidor’un uzantısı olarak, Napoleon’un Bonapar­tist imparatorluğuna giden yol döşenir. 1799 tarihinde gerçekleştirdiği hükümet darbesiyle kendisini birinci konsül konumuna yükselten Bonaparte, doğrudan kendisine bağlı valiler aracılığıyla katı merkeziyetçi bir idare sistemi kurar. Yasama, yürütme ve atamalara ilişkin çok geniş yetkileri kendi elinde toplar. İngiltere’nin 1803’te Fransa’ya açtığı savaş sırasında, kral yanlılarının İngilizlerle işbirliğini önleme gerekçesiyle de 1804 yılında kendisini imparator ilân eder. Fransa’nın egemenlik alanını genişletmek için yürüttüğü savaşlarda uğradığı yenilgiler sonucunda, 1814 yılında Napoleon’un egemenliği ve imparatorluk dönemi sona erer. Bu kez de Fransa, 1814-1830 yılları arasında Restorasyon dönemi diye adlandırılan bir dönem yaşayacaktır. Bu, Bourbon hanedanının ikinci kez tahta geçtiği ve kralcı siyasal rejimin restore edildiği bir dönemdir. Restorasyon döneminde hüküm süren ve Bourboncular olarak adlandırılan egemen kesim esasen büyük toprak sahiplerinden müteşekkildir. Fakat Marx’ın belirttiği gibi, büyük toprak mülkiyeti tüm feodal çalımına ve soyluluk gururuna karşın, modern toplumun gelişmesi sonucunda burjuvalaşmıştır. Soyluların ve kilisenin çıkarlarını koruyan Bourbon sülalesinin gerici rejimi 1830 Temmuz devrimiyle yıkılır, fakat Fransa henüz kralcı rejimden kurtulamaz. Fransa’nın ikinci ünlü kralcı sülalesini temsilen bu kez Orleans dükü Louis Philippe saltanat koltuğuna oturur. Marx, Düzen partisi olarak da adlandırdığı kralcı güçlerin kendi içinde Bourboncu ve Orleancı diye ikiye bölünmesinin, birtakım sözde siyasal ilkelerin değil, sermaye ile toprak mülkiyeti arasındaki rekabetin sonucu olduğuna dikkat çeker. Ayrıca burjuva sınıfın içindeki büyük kodamanlar, ordunun, üniversitenin, kilisenin, baronun, akademinin ve basının önde gelenleri de bu iki kesim arasında bölünmüşlerdir. 1848 devrimine kadar devam edecek olan Orleancılar dönemi, mali aristokrasinin[2] iktidar dönemidir ve Temmuz monarşisi dönemi olarak da adlandırılır. Temmuz monarşisi, mutlakıyetçi kraliyet dönemine oranla burjuva düzen bakımından ileri bir adım teşkil edecektir. Bu dönemde toplumun temel yasası olarak kabul edilen Anayasal Sözleşme yürürlüğe konur. 1830 burjuva devriminin ürünü olan bu anayasa, egemenliğin ulusa ait olduğunu ilân etmekte ve kralın yetkisini bir ölçüde kısıtlamaktadır. Tüm bu dönemler boyunca gelişmesini sürdüren burjuvazinin siyasal egemenliği de, 1848 devrimine ilerleyen süreçte böylece çeşitli biçimlere bürünmüş olur.[3] Temmuz monarşisi, özellikle büyük ticaret temelinde semiren yeni burjuva zenginlerin zorbalıkla ele geçirdikleri egemenliğin siyasal ifadesidir. O dönemde siyasi arenada esas olarak büyük ticaret burjuvazisi ağır basmakta, sanayi burjuvazisi ise daha fazla güç kazanmak istemektedir. O nedenle de sanayi burjuvazisi parlamenter cumhuriyetçilerin muhalefetine destek verir. Ancak cumhuriyetçi burjuva muhalefet, burjuvazinin homojen çıkarlar etrafında bütünleşmiş özel bir kesimi değildir. Marx’ın deyişiyle, cumhuriyetçi kafada burjuvalardan, yazarlardan, avukatlardan, subaylardan ve memurlardan oluşmuş bir yâran takımıdır. Bunlar burjuvazinin egemenliğinin kralcı biçim altında hüküm sürmesine karşı çıkmakta ve burjuva düzenin parlamenter cumhuriyet biçimine kavuşmasını amaçlamaktadırlar; ayrıca yeni siyasal sistemde önemli mevkiler kazanma telâşı içindedirler. Büyük ticaret burjuvazisinin ayrıcalıklı siyasal konumuna karşı mücadele yürüttükleri için gerek halktan ve gerekse sanayi burjuvazisinden destek almaktadırlar. Sanayi burjuvazisinin verdiği desteğin altında yatan gerçek neden, cumhuriyetçi unsurların ulusal çıkarlar güdüsüyle koruyucu gümrük sistemi ve benzeri hedefleri savunuyor oluşudur. Avrupa’da esen 1848 devrim rüzgârı Fransa’da Şubat devri­miyle somutlanır. 1848 Fransız Şubatı, siyasal iktidarın biçimini değiştiren siyasal bir devrimdir. 24 Şubatta Louis Philippe’in tahttan indirilmesiyle meşruti monarşi yıkılır, burjuva parlamenter cumhuriyet kurulur. Krallık döneminde burjuvazinin ancak belirli bir bölümü kral adına hüküm sürerken, bundan böyle artık burjuvazinin meclisi halk adına hüküm sürecektir. Mülkiyetin iki ayrı egemen gücünü, yani toprak ve sermaye sahipliğini ilk kez birlikte iktidara getiren siyasal biçim parlamenter cumhuriyettir. Parlamenter cumhuriyet aynı zamanda, burjuvazinin siyasal egemenliğinin en gelişmiş biçimidir. Meşruti monarşi altında büyük ticaret burjuvazisinin siyasal egemenliği tahtın gölgesinde kalırken, halk nezdinde asıl egemen güç olarak sahne önünde kral görünmektedir. Oysa parlamenter cumhuriyet, burjuvazinin bütün öğelerini tek bir siyaset çatısı altında toplayacak ve burjuvazinin siyasal egemenliği kralın gölgesinden kurtulacaktır. Böylece de bizzat kendi kimliğiyle ortaya çıkacaktır. Bundan böyle kapitalist gelişme hem burjuva parlamenter iktidarı hem de yürütme gücünü yetkinleştirerek, burjuva düzeni artık yıkılmasının gerekli olacağı noktaya doğru götürecektir. Şubat 1848 devrimine farklı sınıflar farklı istemlerle katıldılar. Burjuvazinin değişik kesimleri, mali aristokrasinin tek başına egemenliği dönemine son vermek ve kendilerini daha geniş ayrıcalıklarla donatmak için bir seçim reformu koparmayı ümit etmekteydiler. Ama olayların gelişiminin kendi diyalektiği vardır ve bir kez devrimci ok yaydan fırladığında gidebileceği yere kadar gidecektir. Marx, sokaklara egemen olan halk kitleleri barikatları kurduğunda egemen sınıfın ulusal muhafız gücünün pasif bir tutum aldığını, ordunun ciddi bir direniş göstermek istemediğini, kraliyetin kaçmak zorunda kaldığını belirtir ve cumhuriyetin kendini zor sayesinde kabul ettirdiğini vurgular. Aslında her parti cumhuriyete kendi sınıfsal çıkarları temelinde farklı bir anlam yüklemekteydi. Proletaryanın öncü, devrimci unsurlarının hedefi, burjuva düzeni aşıp geçecek bir cumhuriyet, yani sosyal cumhuriyetti. Demokrat küçük-burjuvazi her zaman yaptığı gibi olmayacak bir düş peşindeydi, burjuva düzen içinde tüm sınıflara eşit derecede demokrasi anlamına gelecek bir siyasal işleyiş, demokratik cumhuriyet istiyordu. Cumhuriyetçi burjuvazinin cumhuriyetten anladığı ise, kendi sınıfının diğer sınıflar üzerindeki mutlak egemenliğini garanti altına alacak bir parlamenter cumhuriyet idi. O dönemin Fransası’nda çeşitli sınıflar, burjuva parlamenter cumhuriyetin kuruluşunun somutlandığı geçici hükümet ve Kurucu Meclis sürecinde, kendilerince mümkün olan en büyük payları kapabilmenin didişmesi içine girdiler. Marx bu vesileyle geçici hükümet sorununu da değerlendirir. Bu değerlendirme yalnızca Fransa’daki tarihsel kesitle sınırlı kalmaz, bir burjuva cumhuriyetin kuruluşunu hedefleyen tüm süreçlerde neredeyse ortak olan bazı önemli hususları sergiler. Örneğin bu gibi dönemlere resmi niteliğini veren karakteristik özellik, sınıf çatışmalarının ortasında derme çatma biçimde kurulan hükümetin, tam da kendisine lâyık görülen geçici sıfatına uygun bir varlık arz etmesidir. Bu dönem boyunca Fransa’da hiçbir kimse ve hiçbir siyasal çevre, gerçek bir varlığa sahip olma ve gerçek bir eylemde bulunma hakkını kendinde görmemiştir. Tıpkı yıllar sonra 1917 Şubat-Ekim arası dönemin Rusyası’nda da bir kez daha kanıtlanacağı gibi! Marx’ın deyişiyle, devrimi hazırlayan ya da yapan bütün öğeler, hanedan muhalefeti, cumhuriyetçi burjuvazi, cumhuriyetçi-demokrat küçük-burjuvazi, sosyal-demokrat işçi sınıfı, bunların hepsi Şubat hükümetinde geçici olarak yerlerini almışlardır. Fakat bu Geçici Hükümet, toplumdaki sınıf mücadelesinin zorlamasıyla cumhuriyeti ilân ettikten sonra, onu burjuvazinin kabul sınırları içine hapsedebilmek için elinden gelen her şeyi yapmıştır. Marx, ordu, mahkemeler ve yönetimin, birkaç istisna dışında eski sahiplerinin elinde kaldığını ve Temmuz monarşisinin büyük suçlularından hesap sorulmadığını önemle belirtir. İktidar savaşımında küçük-burjuvazi ve proletarya üzerinde hegemonyasını kuran burjuvazi, monarşi dönemindeki burjuva toplumun üzerine bir cumhuriyet giysisi geçirmekle yetinmiştir. Zira burjuvazinin gözünde cumhuriyet, daha monarşik yönetim biçimi altında elde etmeye başladığı siyasal üstünlüğünü mantıksal sonucuna götürüp pekiştirmekten başka bir şey değildir. O dönemi tasvir ederken, Marx, “enerjileri yeniden alevlendirecek, devrimci süreci hızlandıracak, Geçici Hükümeti ileriye doğru itecek, ya da bir kenara atacak” güçlerin olmadığını belirtir. Paris proletaryası Cumhuriyeti kendi eseri saymakta ve monarşi dönemine oranla kendisine bazı siyasal haklar kazandıran Geçici Hükümetin her hareketini alkışlamaktadır. Burjuvazinin aldatmacalarına kanmayıp kendi sosyal cumhuriyet hedefinin peşine düşmesi gerekirken, henüz bunu yapabilecek koşullara sahip olmadığından “Avrupa’nın gözünde cumhuriyetin burjuva namusunu lekesiz tutmayı” kendi namus sorunu haline getirmektedir. Oysa bu cumhuriyetin görevi, dünyayı devrimci bir biçimde değiştirmek değil burjuva toplumun koşullarına uyarlamaktan ibarettir.[4] Marx’ın geçici hükümete dair eleştirilerini, Kurucu Meclis konusunu da kapsayacak şekilde genişletmek mümkündür. Fransa’da ulusun oylarıyla işbaşına getirilen Kurucu Meclisin görevi, işçi ve emekçi kitlelerin devrimci ateşini söndürebilmek ve devrimin sonuçlarını alelacele törpüleyebilmektir. İlerleyen tarihlerde başka ülkelerdeki devrim süreçlerinde de işçi sınıfının sosyal cumhuriyet istemine karşılık, burjuvazi her zaman Kurucu Meclis talebini yükseltecektir. Zira Kurucu Meclis, cumhuriyetçi bir anayasa yapıp yürürlüğe koyarak burjuva egemenliğinin parlamenter cumhuriyet biçimini oturtacaktır. Bu anayasal değişim en kapsamlı biçimine büründüğünde dahi, asla burjuva toplumun temel varoluş koşullarını değiştirmiş olmaz. Fransa’da Kurucu Meclisin, cumhuriyet olgusunu, genel oy olgusunu, yetkileri sınırlı iki meşruti meclis yerine bir tek egemen Ulusal Meclis olgusunu, işte bu çerçevede yaşama geçirmiş olduğunu belirtir Marx. Böylece, “babadan oğula geçen, sorumsuz krallığın yerine, seçime bağlı, değişen, sorumlu bir krallık, dört yıllık bir başkanlık getirerek Cavaignac’ın diktatörlüğünü bir olgu olarak kaydetti ve düzene bağladı” der.[5] Kurucu Meclis sorunu bu içeriği nedeniyle o kadar önemli bir ayrım noktasıdır ki, bu sorun karşısında takınılacak tutum, özellikle 1917 Rus devriminden başlayarak devrimci proletarya ile liberal burjuva ve küçük-burjuva sol unsurları ayırt edecek bir mihenk taşı olacaktır. İşçi sınıfının çıkarı, Kurucu Meclis gibi bir aldatmaca noktasına takılmayıp devrimi ilerletmeyi ve sovyet tipi bir iktidarın kurulmasını emrederken, diğer sınıfsal unsurlar Kurucu Meclisi toplayarak devrimi durdurmaya, böylece devrimin sonuçlarını burjuvazinin kabul sınırları içine hapsetmeye çalışacaklardır. 1848 döneminde Fransa’da Blanqui ve yandaşlarının mücadelesinde somutlanan devrimci eylem, devrimin önünü tıkayan Kurucu Meclisi dağıtmaya teşebbüs eder, fakat başarılı olamaz. Proleter devrim cenahının yeterli güce sahip olmaması nedeniyle, yenilgiye uğrayanlar Blanqui ve taraftarları olur ve burjuvazi tarafından siyaset sahnesinden uzaklaştırılırlar. Bu yenilgi sonucunda geri çekilmiş görünen devrimci proletarya, Haziran 1848 ayaklanmasıyla bir kez daha sahnenin önüne fırlamayı dener. İşçi sınıfının daha önce burjuvaca olan hak istemlerinin yerini Haziranla birlikte “devrimci savaşımın gözüpek sloganı almıştır: Burjuvazinin devrilmesi! İşçi sınıfının diktatoryası!”[6] Avrupa iç savaşlar tarihinde proletaryanın o ana dek yaşanmış bu en gözüpek ayaklanmasına rağmen burjuva düzen güçleri üstün gelir. Çünkü burjuva düzenin yanında ticaret burjuvazisinden sanayi burjuvazisine, küçük-burjuvazi ve aydınlardan orduya, seyyar muhafız olarak örgütlenmiş lümpen proletaryaya, rahiplere ve bütün bir kır nüfusuna dek çeşitli sınıf ve katmanlar yer almaktadır. Proletarya ise yalnızdır. Devrimci hareketin yeniden atılıma geçer göründüğü her durumda tekrar ön plana çıkmaya çalışır, fakat uğradığı yenilgiler nedeniyle gücü azalır ve etkili sonuçlar elde edemez. Proletarya kendini dünyayı değiştirecek örgütlü bir güç olarak ortaya koyacak olgunluk düzeyine henüz ulaşamadığından, toplumun diğer ezilen ve baskıya uğrayan kesimlerini yanına çekememektedir. Onun başarısızlığının temel nedeni budur. Proletaryanın 1848 Haziran atağı son tahlilde burjuva cumhuriyetçilerin işine yaramıştır. Proletaryanın çabası kendi öz istemlerini gerçekleştirmek bakımından başarılı olamasa da, burjuvazinin egemenliğinin artık krallığın olmadığı bir siyasal biçim altında sürdürülebileceğini kanıtlar. Sosyal cumhuriyet için yola çıkan devrimci proletarya, kendi hedefine ulaşma bakımından hüsrana uğramış, fakat siyasal alanı burjuva cumhuriyetin kuruluşu için hazır hale getirmiştir. Fransa’da işçi sınıfı uğradığı yenilginin ardından geri çekilecek ve Marx, Haziran ayaklanmasından bir yıl sonraki duruma ilişkin şu önemli tespiti yapacaktır: “Fransa’da, küçük-burjuvazi, normal olarak sanayi burjuvazisinin yapması gereken şeyi yapıyor; işçi, normal olarak küçük-burjuvanın görevi olması gereken şeyi yapıyor; ama işçinin görevi, onu kim yapıyor? Hiç kimse. Fransa’da bu yapılmıyor, Fransa’da, bunun sadece sözü edilir.”[7] İşçilerin devrimci hareketinin yenilgisiyle birlikte demokrat-cumhuriyetçi küçük-burjuvazinin siyasal etkisi de yıkılır. Zira “küçük-burjuvazi, burjuvazi karşısında devrimci bir tutumu ancak arkasında proletarya olduğu zaman sürdürebilir”.[8] Yaşanan bu gelişmelere karşın, parlamenter cumhuriyetin yine de monarşiye oranla toplumu siyaseten ileriye taşıyacak devlet biçimi olduğu ortaya çıkmıştır. Bu cumhuriyet burjuvazinin egemenlik biçimlerinden biri olmanın ötesine geçmese bile, egemenliğin bu anayasal biçimi, genel oy yoluyla alttakilere de bazı haklar tanımak zorunda kalmıştır. Marx bu gerçekliğin, parlamenter rejimin anayasasının büyük çelişkisi olduğunu belirtir. Zira burjuva düzenin üzerlerinden baskı ve sömürüyü asla eksik edemeyeceği sınıflar (proletarya, köylüler, kent küçük-burjuvazisi), bu anayasa tarafından genel oy yoluyla siyasal haklara sahip kılınmaktadırlar. Fransa’da proletaryanın Haziran ayaklanması kanla bastırılmıştır ama bu arada önemli bir gerçeklik de kanıtlanmıştır. Burjuva düzende kapsamlı reformlar ancak işçi sınıfının devrimci mücadelesinin yan ürünü olabilir. Öte yandan, Haziran ayaklanmasını kanla bastıranlar cumhuriyetçi burjuvalardan başkası değildir. Cumhuriyetçi burjuvalar aynı zamanda meclisteki rakiplerinden kurtulmak için Haziran ayaklanmasını bahane olarak kullanırlar. Ulusal Meclisin ilk bileşiminde atanmış olan ve içinde küçük-burjuvazinin temsilcisi demokrat cumhuriyetçilerin de bulunduğu Yürütme Komisyonu dağıtılır. Diktatörce bir güç kullanarak bu işi gerçekleştiren kişi, Haziran katliamını da yönetmiş olan burjuva cumhuriyetçi General Cavaignac’tan başkası değildir. Art arda yaşanan bu gelişmeler, burjuva cumhuriyetin işçi sınıfının savunduğu sosyal cumhuriyetten ne denli farklı olduğunu ortaya koyar. Burjuva egemenliğin parlamenter cumhuriyet biçimi, tıpkı krallıkta olduğu gibi özünde burjuvazinin işçi sınıfı ve emekçiler üzerindeki baskı ve tahakkümüdür. Burjuva demokrasisi son tahlilde burjuva diktatörlüğün bir biçimidir. Hangi ülkede olursa olsun, modern burjuva düzen parlamenter cumhuriyet temelinde biçimlendiğinde, işçi sınıfının daha ileri istemleri egemen güçler tarafından hep bir anarşi kaynağı olarak değerlendirilecektir. Bir zamanlar feodal ve mutlakıyetçi düzene karşı mücadele bayrağını açmış olan burjuva cumhuriyetçiler, bu kez kendi egemenliklerini savunabilmek kaygısıyla eski düzenin mülkiyet, aile, din, düzen sloganlarına sahip çıkacak ve devrimci proletaryayı düzen ve toplum düşmanı ilân edeceklerdir. Fransa’da 1848 devrim sürecinin ürünü olan burjuva demokratik anayasa, monarşik düzenin seçim yasasını değiştirdi ve genel oyu getirdi. Ne var ki burjuva demokratik anayasaların özü de neticede burjuvazinin egemenliğine dayanır. Kişi özgürlüğü, dernek kurma, söz, basın özgürlüğü, öğrenim ve inanç özgürlüğü gibi demokratik hakların sınırı olarak belirlenen kamu güvenliği gerekçesi, tüm kapitalist ülkelerde daima burjuvazinin çıkarına göre yorumlanır. Burjuvazinin yürürlükteki anayasası öyle bir dokunulmazlık ve kutsallık halesiyle kuşatılır ki, onu değiştirmek üzere iktidara el koyan darbeci güçler bile bu yasadışı eylemlerini anayasaya dayandırdıklarını iddia ederler. Türkiye’deki askeri darbeler nedeniyle yakından bildiğimiz üzere, Fransa’daki Bonapartizm örneğinde de parlamenter işleyişe son veren ve demokratik hakların kullanımını engelleyen olağanüstü yönetim, anayasal düzeni koruma iddiasıyla işbaşına gelmiştir. 1848 Fransız Anayasası, kuvvetler ayrılığını, farklı iktidar odaklarının doğması noktasına dek genişletmişti. Bu anayasa gereğince halkoyuyla seçilen cumhurbaşkanı, aslında yasama gücü karşısında bir başka güç odağıydı. Günümüzde de sıkça tartışma konusu edilen ve cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesine dayanan Başkanlık sisteminin anlamı işte budur. Bu sistem devlet başkanına, parlamentoyu gölgeleme, icabında anayasayı bile rafa kaldırarak mutlak anlamda egemen olabilme yolunu açmaktadır. Marx’ın dediği gibi, böyle bir sistemde devlet başkanı meclis karşısında bir çeşit tanrısal hakka sahiptir. Nitekim 2 Aralık 1851’de parlamentoyu bir kenara iterek iktidara çöreklenen Louis Bonaparte’ın yolunu açan da bu başkanlık sistemi olmuştur. Burjuvazi gerekli gördüğünde parlamenter rejimini feda eder Burjuva parlamenter rejim genelde çeşitli siyasal partileri ve bu partiler arasında sürüp giden bitmez tükenmez çekişme ve tartışmaları içerir. Sermaye egemenliğini tehdit altında hissetmediği ve parlamenter sistemin yarattığı gerilimleri kaldırabildiği sürece bu işleyiş devam edebilir. Fakat kritik durumlarda, burjuvazinin, parlamenter muhalefetin toplumda sarsıcı boyutlarda eylemleri kışkırtabileceği endişesi yoğunlaşır. Ve parlamenter sistem burjuvazi için katlanılmaz hale gelebilir. Sınıf mücadelesinin kızışması durumunda burjuvazi “düzen”i tehlikede hissedecek ve kendi öz rejiminden, parlamenter rejimden kurtulmayı arzulayacaktır. Marx’ın dediği gibi, bu siyasal sistem her şeyi parlamentodaki çoğunluğun kararına teslim ettiğine göre, parlamento dışındaki büyük çoğunluklar da kendileri karar vermek istemeyecekler midir? “Devletin tepesinde keman çalındığı zaman, aşağıdakilerin oynamaya koyulmamalarını nasıl bekleyebilirsiniz?”[9] Burjuva egemenliğin parlamenter biçimi krize girdiğinde, daha önce çeşitli burjuva kesimler arasında sağlanmış görünen bütünlük parçalanır. Burjuvazi kendi parlamenter düzenine saldırmaya başladığında, eskiden liberal olarak kutsamış olduğunu, şimdi sosyalist diye suçlar. Bonapartist darbeleri yaratan süreçlerde, parlamento içindeki ve parlamento dışındaki burjuva kesimler arasında önemli bir kopuş yaşanır. Parlamentodaki kısır tartışmalar devrimci sınıflar nezdinde düzenin ipliğini pazara çıkartırken, iş âleminin burjuvaları ise meclisteki siyasal temsilcilerinin basiretsiz tutumuna şaşıp kalmaktadırlar. Nasıl olup da bu kadar bayağı kavgalarla zaman harcayabilmekte ve nasıl olup da cumhurbaşkanıyla yürüttükleri öylesine zavallı çekişmelerle kamunun huzurunu bozabilmektedirler? Sermaye çevrelerinin tedirginliğini alabildiğine arttıran önemli bir faktör de, ülkenin ticari ve sınai bir bunalımın eşiğinde bulunuyor olmasıdır. Fransa’da Bonaparte darbesi öncesinde ticaret durgunlaşmaya, işsiz sayısı artmaya başlamıştır. Her zaman olduğu gibi, burjuvazi durgunluğun nedeninin bizzat kapitalizmin iç yasalarından kaynaklandığını görmek istemediğinden bunu mevcut siyasal işleyişe bağlamaktadır. Oysa ekonomideki istikrarsızlığın, Fransa’da yürütme ile yasama arasındaki çekişmeden kaynaklanmadığı ve aslında dönemin güçlü ülkesi İngiltere’yi bile içine alan kapitalist bir krizin yaşanmakta olduğu açıktır. İktisadi yaşamdaki sıkıntılara siyasal krizlerin eklendiği koşullarda, mesleği politikacılık olan ve ancak bu sayede burjuvazinin içine duhul eden parlamento içi burjuvaziyle, büyük mülk sahibi oldukları için kapitalist işlerini güvenceye almaktan başka bir şey düşünemeyen parlamento dışı burjuva kesim arasında bir çekişme ve kopuşma yaşanacağı açıktır. Nitekim Fransa’da burjuvazinin ikinci kesimi artık parlamentoyu gözden çıkarmış, “kuvvetli bir hükümet gerek” diye feryat etmektedir. Marx’ın deyişiyle, burjuvazinin konuşmacıları, yazarları, kürsüsü ve basını, kısacası burjuvazinin ideologları ile bizzat burjuvazi, temsilciler ve temsil edilenler birbirlerine yabancı olmuşlardır. Artık birbirlerinin dilini anlamamaktadırlar. Sanayi burjuvazisi, bu koşullarda parlamentodaki siyasal gücünü savunmaya kalkışmanın iktisadi çıkarlarını zedeleyeceğinden endişelidir. Ticaret burjuvazisiyle onu temsil eden politikacılar arasındaki gerilim ise çok daha fazla keskin hale gelmiştir. Burjuvazinin bu kesimi kendi siyasetçilerini açıkça suçlamakta, iktisadi durgunluğun müsebbibi olarak parlamenter mücadeleyi görmekte ve ticaretin yeniden canlanabilmesi için de artık bunun son bulmasını istemektedir. Bu yüzden büyük ticaret burjuvazisi veya daha genel anlamda mali aristokrasi Bonapartçı kesilmiştir. Üstelik bu değişim yalnızca Fransa ile de sınırlı değildir. O dönemin Economist dergisinde yazıldığına göre, Avrupa’nın bütün borsalarında Cumhurbaşkanı Bonaparte’a artık düzenin bekçisi gözüyle bakılmaktadır. Böylece Ulusal Meclis de iflas noktasına sürüklenmiştir. Onun atomik elementleri, artık, hiçbir moleküler çekim kuvveti ile birleşememektedir. Parlamenter rejim son nefesini de vermiş ve ölmüştür.[10] Bonapartizmi yaratan süreç Proletaryanın Haziran yenilgisinden Bonaparte’ın hükümet darbesine uzanan süreçte yer alan önemli bir gelişme, darbe öncesinde Paris’te ilân edilen sıkıyönetimdir. İşin aslında, parlamenter cumhuriyetçiler mecliste anayasanın ayrıntılarıyla uğraşırlarken, cumhuriyetçi partinin generali Cavaignac Paris’te sıkı bir düzen tesis etmekle meşguldür. Marx’ın, “burjuvazi için muazzam bir buluş” dediği ve Fransa’da patlak veren her devrimci bunalımda uygulandığını belirttiği sıkıyönetim, Türkiye’de de işçi sınıfının aşina olduğu bir uygulamadır. Ayrıca nasıl ki Paris’te sıkıyönetimi Bonaparte’ın hükümet darbesi izlemişse, Türkiye’de de sıkıyönetimler hep benzer bir gelişmenin, askeri darbelerin habercisi olmuştur. Fransa’da burjuva cumhuriyetçiler, işçi sınıfının yeni bir devrimci kabarışını bastırma telâşı içinde sıkıyönetim ilân etmekle aslında Bonaparte darbesinin yolunu kendi elleriyle hazırlamışlardır. Sıkıyönetim vasıtasıyla yolu açılmış olan bıyık ve üniforma, toplumun parlamenter cumhuriyet biçimine son vermek üzere bizzat özyönetimini ilân etmiştir. Ancak elbette bu tür bir değişim bir anda gökten zembille inmez. Marx’ın dediği gibi, bir büyücü çıkagelip de kem gözlü bir büyüyle burjuva cumhuriyet “şaheserini” bir gudubete çevirmiş değildir. Burjuvazinin iç çekişmelerinin keskinleştiği, burjuva düzen güçlerinin yoğun bir hizip kavgasına tutuştuğu durumlarda, kendi anayasal temellerini bir kılıç darbesiyle yere serecek Bonaparte’ları böylesine üstün bir devlet yetkisiyle donatan güç, parlamenter işleyişten başkası olmamıştır. Fransa’da Ulusal Meclis, çeşitli burjuva kesimlerin bağırıp çağırmaları arasında cumhurbaşkanının yetki dönemini uzatmak zorunda kalmış, parasızlıktan bunalmış Bonaparte da bu uzatmayı bir güzel kabul etmiştir. Bu nedenle Marx, meclis “bir generalin özel koruyuculuğu altına girerek kendi güçsüzlüğünü ve ordunun sonsuz gücünü karar altına aldı, kendisini güçten yoksun bıraktı” der. Böylece darbeden sonraki Fransa, parlamenter cumhuriyet içinden çıkıp gelmiştir. Marx’ın ifadesiyle, dıştaki kılıfı yırtmak ve içindeki gudubeti herkesin gözleri önüne sermek için bir süngü darbesi yetmiştir. Bu tespit, 1973 Şili ve 1980 Türkiye örneklerinde bir kez daha doğrulanacaktır. Bu ülkelerde parlamenter rejimi ve işçi-emekçi kitlelerin devrimci hareketini ezip geçen faşist generalleri, Pinochet’leri, Evrenleri, genelkurmay başkanı sıfatıyla üst makam koltuklarına oturtan güç, parlamenter işleyiş içindeki yetkililer, Allende’ler, Demireller, Ecevitlerdir. Marx’ın değindiği süreçteki gelişmelere biraz daha yakından bakalım. Parlamentodaki burjuva partiler sık sık cereyan eden parlamento tatilleriyle, parlamentonun toptan tatil edilmesinin yolunu açtılar. Benzer süreçleri yaşayan başka ülkelerde de kanıtlanacağı üzere, aslında burjuva siyasal güçler bizzat kendi tutumlarıyla parlamenter işleyişi baltalıyor ve parlamenter rejimin savunulması imkânını kendi elleriyle dinamitliyorlardı. Böylece yasamanın yürütme karşısındaki aczi gözler önüne serilmekte ve hükümet darbesinin önü iyice açılmaktaydı. Bu durum, burjuva parlamenter işleyişin gerçekte devlet yönetimini hiç de basitleştirmediğini gösterir. Parlamenter sistem sivil topluma, kendini yürütme gücüne karşı savunacak öz örgütlenmeleri yaratma fırsatını vermediğinden, derin kriz koşullarında kendi temsil yetkisini de kolayca yitirebilmektedir. En “demokratik” geçinen kapitalist ülkelerde bile, parlamenter rejim halkın demokratik haklarını asla garanti altına almış değildir. Fransa’da Bonaparte darbesine ilerleyen süreçte, düzen güçleri bütün devrimleri lanetleyerek dernek kurma hakkını yok eden yasalar çıkartmaya, sıkıyönetimi temel bir kurum haline getirmeye koyuldular. Seçim yasası, basın yasası gericileştirildi. Sosyalist basın susturuldu. 1850’nin Eylül ve Ekim aylarında hükümet darbesi söylentileri çoğaldı. Marx’ın deyişiyle, hükümet darbesinin gölgesi Parisliler için artık o kadar içli-dışlı oldukları bir hayalet haline gelmişti ki, sonunda etten ve kemikten sahicisi göründüğü zaman ona inanmak istemediler. Bu gelişmeler burjuva düzenin bir yasasını da kanıtlar. Bir zamanlar feodalizme ve mutlakıyetçiliğe karşı devrimci tutum takınmış olsa bile, daha sonra devrimci barutunu hepten tüketen burjuvazi için devrim korkulu rüya haline gelir. Bu korkunun burjuva bedeni sardığı durumlarda, olağan demokratik istemler bile düzen güçlerine işçi sınıfının sosyalizm istemi olarak görünmeye başlar. Nitekim Fransa’da Bonaparte darbesi öncesinde düzen güçleri halüsinasyon geçiriyorlardı; Marx, burjuva liberalizmi bile, burjuva kültürü bile, burjuva mali reformu bile sosyalist ilân ediliyordu der. Yine onun sözleriyle, hatta daha önce bir geçit bulunan yerde demiryolu yapmak sosyalizmdi ve size bir kılıçla saldırıldığı zaman kendinizi sopa ile savunmanız da sosyalizmdi! (Traji-komik bir durum mu desek, aradan uzun yıllar geçse bile burjuvazinin genetik kodlarına işlemiş bu korkuları asla yatışmayacaktı. Örneğin 1980’ler Türkiyesi’nde de Özal gibi burjuva siyasetçiler, demiryolu taşımacılığının bir komünist icadı olduğunu ilân edeceklerdi!) Burjuvazinin kapıldığı devrim ve sosyalizm korkusuna karşın, o günün Fransa­sı’nda işçi sınıfı bu tür korkuları haklı çıkartabilecek bir durumdan ne yazık ki uzaktı. Burjuvazinin devrim korkusuyla sarsılarak burjuva parlamenter rejime güvenini yitirdiği, işçi sınıfının ise kendi demokrasisini kurmak üzere burjuva sistemi yıkıp geçemediği durumlar, burjuva diktatörlüğünün olağanüstü siyasal biçimlerine gebe süreçlerdir. Bu olağanüstü rejim, somut koşullara bağlı olarak Bonapartizm ya da faşizm türü bir diktatörlük olabilir. İşin gerçeğinde, burjuva düzenin olağanüstü siyasal biçimleri arasında asla uçurumlar yoktur. Örneğin parlamenter işleyişi ortadan kaldıran Bonapartizmle faşizm arasında, her ikisinin mayalanma süreci bakımından pek çok benzerlikler bulunur. Bu nedenle, Marx’ın Bonapartizmin iktidara yükseliş koşullarına dair çözümlemeleri, faşizmin iktidara geliş sürecine de büyük oranda ışık tutar. Bonaparte cumhurbaşkanlığı koltuğunda otururken, devlet hazinesinden sağladığı paraları bağış ve borç diye lümpen proletaryaya dağıtarak onlar arasında önemli bir kitle desteği kazanmıştı. Bu nedenle Marx, bir hükümdarlık talibinin hiçbir zaman yığınların cehaleti üzerinde bundan daha bayağıca spekülasyon yapmamış olduğunu söyler. Bu spekülasyon sayesinde Bonaparte, burjuva toplumunun tortusundan düzenin kutsal ordusunu oluşturur ve bir kahraman edasıyla toplumun kurtarıcısı pozunda imparatorluk tahtına kurulur. 20. yüzyılda İtalya, Almanya veya İspanya’daki benzerleri de Bonaparte örneğini izleyeceklerdir. Bunlar, artık daha da gelişmiş ve dolayısıyla sınıf mücadelesinin daha da sertleştiği bir kapitalist toplumda, eski tarihsel örnekleri gölgede bırakan spekülasyonlara ve şiddete başvuracaklardır. Bonaparte kendisini güçlendirmek için, 10 Aralık Derneği diye adlandırılan özel bir örgütlenmeye gitmişti. Bu dernek 1849’da bir yardımseverler derneği kurma bahanesiyle Paris lümpen proletaryasını gizli kollar halinde örgütlemişti. Derneğin her bir kolunun başına Bonapartçı ajanlar konulmuştu ve dernek de Bonapartçı bir general tarafından yönetilmekteydi. Bonaparte da dahil derneğin bütün üyeleri gerçekte emekçi halka zarar vermek üzere birbirlerinin yardımına koşuyorlardı. Bu nedenle Marx, Bonaparte’ı, kendisini lümpen proletaryaya başkan atayan, kendisinin kişisel olarak ardında koştuğu çıkarları çeşitlendirilmiş bir biçimde yalnız lümpen proletaryada bulan, toplumun bütün sınıflarının bu tortusunu kayıtsız şartsız yaslanabileceği tek dayanak olarak gören bir kişi olarak tanımlar. Aynı tanımlamanın bir Mussolini, bir Hitler ya da bir Türkeş ve benzerleri bakımından da geçerli olmaması için hiçbir neden yok. Bonaparte 10 Aralık Derneğine binlerce baldırı çıplak sokak serserisini toplamıştı. Bu serserilerden oluşan özel birlikler tren vagonlarına doluşup Bonaparte’ın gezilerinde gittiği yerlere ulaşıyor, ona hemen bir karşılayıcı ve dinleyici kalabalığı topluyor ve halk Bonaparte’a büyük bir sevgi gösteriyormuş gibi, kalabalığın “Yaşasın İmparator!” diye bağırmasını sağlıyorlardı. (Bonaparte’ın bu özel birliklerinin rolünü sürdüren asker ve sivil devlet güçleri, Türkiye’deki 12 Eylül askeri faşist diktatörlüğü döneminde general Evren için benzer mizansenler hazırlayacaklardı.) Resmi polisin koruması altındaki bu birlikler, çeşitli bölgelerde cumhuriyetçi yazar ve siyasetçileri hedef alan saldırılar yürütmekteydiler. Paris’e döndüklerinde ise, Bonaparte’a karşı düzenlenen gösterileri şiddet kullanarak önlemek ya da dağıtmakla görevliydiler. Marx’ın belirttiği üzere, Bonaparte, ardına bu gizli dolandırıcılar ve hırsızlar derneğini, bu düzensizlik, kargaşa ve fuhuş derneğini takmış, kalabalıklara verdiği söylevlerde düzenden, dinden, aileden, mülkiyetten söz ediyordu. Bonaparte nizami orduyu büyük bir 10 Aralık Derneğine çevirmeyi başarıncaya dek, bu dernek onun özel ordusu olarak kalacaktı. (Dikkat çekmek gerekirse, olağanüstü rejimin hazırlık döneminde görev üstlenen özel birliklerin yerini, olağanüstü iktidar döneminde nizami ordunun bizzat kendisi almaktadır.) O da tıpkı Hitler örneğinde olduğu gibi, kendi kişiliği etrafında yaratmaya çalıştığı efsaneye bir süre sonra fazlasıyla kapılmaya başlayacak, özellikle asker üzerinde bazı üstün güçleri olduğuna inanacaktı. Elbet yaratılan bu imajı maddi destekle biraz da gerçekçi kılmak amacıyla, subaylar başkanlık sarayında purolarla, şampanyalarla ağırlanacaktı. Burjuvazi tüm bu gelişmeleri yarı ciddi yarı komediymiş gibi karşılarken, sonunda Bonaparte’a muhtaç olacak ve onun siyasal iktidar koltuğuna kurulmasına ses çıkartmayacaktı. Almanya’da Hitler’in iktidara yürüyüşünü hatırlayalım, Bonaparte’ın yükselişiyle ne kadar da ortak nokta var değil mi? Louis Bonaparte, burjuvazi ve proletarya arasındaki çatışmayı, köylülüğün, cumhurbaşkanı makamının ve ordunun yardımıyla imparator olmak için kullandı. İşgal ettiği makam sayesinde Avrupa burjuvazisinin baştacı haline gelen bu ikinci Napoleon, bir yerde dönemin burjuva gerçekliğinin dışa vurumuydu. Bonaparte’ın, soylu ailelerden gelen devlet adamlarına oranla sergilediği soysuz imaj hiç de sürpriz bir tablo oluşturmuyordu. Zira Engels’in sözleriyle, “Bütün öteki gerçek burjuvalar gibi, o da bir türedi, bir parvenu (sonradan görme) idi”.Bu nedenle burjuvazi Bonaparte’ta yalnızca kendi toplumsal egemenliğini koruyan bir kişiyi değil, kendi etinden, kendi kemiklerinden oluşan, ilk “büyük devlet adamını” görmüştü. İktidara yerleşen Bonaparte parlamentoyu dağıtacak, fakat kitlelerin gözünü boyamak için de genel oy hakkını tanıyan yeni bir anayasayı ilân edecekti. Ne var ki bu “hak” Bonaparte döneminde fiiliyatta hiçbir anlam ifade etmedi, yalnızca Bo­naparte’ın işine yaradı. Bonaparte genel oy vaadi sayesinde Kasım 1852’de yapılan yeni bir referandumu kazandı ve Senato tarafından III. Napoleon adıyla imparatorluk katına yükseltildi. Böylece amcası I. Napoleon’un örneğini yineleme zevkine mazhar olmuş ve Fransa’da ikinci imparatorluk dönemi açılmıştı. Benzeri tüm örneklerde görüldüğü üzere, toplumdaki kaosu ortadan kaldırıp daha çok özgürlük getireceği propagandasıyla iktidara yürüyen bu diktatörün saltanat dönemi, gerçekte baskının ve polis devleti uygulamalarının egemen kılındığı bir dönem olacaktı. Toplumun hemen her kesimine pek çok vaatlerde bulunarak kurtarıcı imajını parlatan Bonaparte, sanayinin gelişmesi için gerekli yatırımlara hız verdi. Burjuvalar ve tutucu küçük-burjuva katmanlar, onu, kendilerini sosyalizm tehlikesinden koruyacak kişi olarak değerlendirdiler. İşçiler arasında yanılsamalar yaratabilmek için de, Bonaparte, ekmek fiyatlarının düşük tutulması ve sağlık ocaklarının kurulması gibi önlemlere başvurdu. Beri yanda ise, geleceğin askeri diktatörlüklerine de ilham kaynağı olacak şekilde, işçi ücretlerini kontrol altına almak amacıyla işçilerle işverenler arasında hakem kurulları oluşturmaktaydı. Fransa’nın üstünlüğünü kanıtlama düşleriyle ülkesini Prusya ile savaşa sürükleyen imparator Bonaparte, uğranılan yenilgi sonucunda teslim olacak ve 4 Eylül 1870’de imparatorluktan indirilerek Fransa’da yeniden cumhuriyet ilân edilecekti. Küçük-burjuva solun kaypak tutumu 1848’de oylarıyla Bonaparte’ı cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturtan köylülük, bu sayede kente karşı tepkisini ortaya koyuyordu. İşin ilginç yanı, Bonaparte’ın seçilmesini, ordu çevresi cumhuriyetçilere kızdığından, mali oligarşi kendisine tekrar monarşinin yolunu açacağını hesapladığından, işçi sınıfı ve kent küçük-burjuvazisi ise Bonaparte’ın sıkıyönetimci burjuva General Cavaignac’ı cezalandıracağını düşündüğünden memnuniyetle karşılamıştı. Bu genel ruh hali, burjuva parlamenter işleyişin tıkandığı, geniş emekçi kitlelerin doğru bir önderlik olmadığı için önünü göremediği durumların Bonaparte türünden diktatörlerin yükselişine nasıl da geçit verebileceğini gösterir. Unutmayalım ki Türkiye’de de parlamenter sistemin kilitlendiği ve siyasal yaşamın kaosa sürüklendiği dönemlerde, işçi sınıfının geri kesimleri ve küçük-burjuvazinin büyük çoğunluğu yine aynı nedenlerle orduya bir kurtarıcı güç olarak bakmaya başlamıştır. Ve böylece askeri diktatörlüğe giden yol, bizzat halkın da pasif desteği alınarak döşenmiştir. 1848 Fransası’nda kitlesel sosyalist örgütlenmelere rağmen karşı-devrim tehlikesi büyümekteydi. Genelde bu örgütlenmelere proleter değil, küçük-burjuva anlayışlar damgasını basıyordu. Proletarya öne atılıp peşinden küçük-burjuvaziyi de sürükleyecek yerde, küçük-burjuvazinin peşinden sürüklenen kendisi olmuştu. Burjuva meclislerde boy gösteren “sosyalizm” bir küçük-burjuva sosyalizmi idi. Bu süreçte dönemin küçük-burjuva demokratları, elde etmeyi umdukları demokratik hakları tehlikede gördükleri için sosyalist geçinen liderlerle ittifak yaptılar. Seçimler için ortak bir program taslağı hazırlandı, ortak seçim komiteleri kuruldu ve ortak adaylar belirlendi. Fakat bu gelişme, devrimci proletarya açısından ilkesiz bir ittifak anlamına geliyordu. Zira uzlaşma sağlanması için proletaryanın toplumsal taleplerinin devrimci sivriliği giderilmiş ve onlara küçük-burjuva demokratlarının kabul edebileceği düzeyde demokratik ifadeler verilmişti. Küçük-burjuvazinin demokratik talepleri ise, salt siyasal biçimler olmaktan kurtarılarak biraz sosyalizm yağına bulanmıştı. İşte ilerleyen yıllarda İtalya’da ya da Almanya’da faşizmin yükselişe geçtiği süreçte de uğursuz rolünü oynayacak olan sosyal demokrasi akımı tarihsel olarak böyle bir temelde doğdu. Bu gerçek Marx’ın satırlarında çarpıcı biçimde dile gelir: “Sosyal-demokrasinin özel niteliği, cumhuriyetçi demokratik kurumları, birer araç olarak istemesinde; iki ucu, yani sermaye ile ücretli emeği, ortadan kaldırmak değil, ama bu iki uç arasındaki uzlaşmaz çelişkiyi hafifletmek ve bunlar arasında bir uyuma dönüştürmek istemesinde özetleniyordu. Bu amaca ulaşmak için ileri sürülebilecek önlemler ne kadar çeşitli olursa olsun, amacın bürüneceği görüşlerin az çok devrimci niteliği ne olursa olsun, içerik hep aynı kalıyor. Bu, toplumun demokratik yolla dönüşmesidir, ama bu, küçük-burjuva çerçevesinde bir dönüşümdür.” Marx’ın satırları akla, günümüzde devrimci süreçlerle oyun oynandığı ve reformların kitlelere devrim diye yutturulmaya çalışıldığı bazı Latin Amerika ülkelerindeki küçük-bur­juva solculuğunu getirmektedir. Unutulmasın ki, burjuva düzeni ortadan kaldırmadan reforme eden süreçler küçük-burjuvaya her zaman devrim olarak görünür! Karşıt sınıf çıkarlarıyla parçalanmış kapitalist toplumda küçük-burjuvazi bir ara sınıftır. Burjuvazi ve proletarya arasında sıkışıp kalan küçük-burjuvazinin bağımsız bir sınıf çizgisi olamaz. Nesnel konumu nedeniyle kendisinin sınıflar arası uzlaşmaz çelişkilerin üstünde olduğunu zanneder. Küçük-burjuva siyasetçiler devrimci kesildiklerinde, genelde bir bütün olarak halkın çıkarlarını temsil ettiklerini düşünürler. İşte bu yüzden, aslında burjuva düzenin temel direği olan ordunun yapısı hakkında da son derece tehlikeli yanılsamalara kapılıp, ordu içindeki “ilerici” unsurlara bel bağlar, hükümet darbelerine destek çıkarlar. Hiçbir toplumsal sınıf ya da katman, siyasal durum hakkında küçük-burjuvaziden daha fazla hayale kapılamaz. Bu nedenle, Marx, hükümet darbesi kapıya dayandığında bile küçük-burjuva sosyalistlerinin tehlikeyi göremediklerine ve burjuva düzen güçleri saldırıyı arttırırken, onların son derece yavan ve ılımlı bir siyaset izlediklerine dikkat çeker. 1848’de Paris’te ve daha sonraki tarih kesitlerinde pek çok ülkede yaşandığı gibi, küçük-burjuva siyasetçilerin devrimci görünen afra tafraları aslında devrimle tehlikeli bir oyun oynamanın çarpıcı örneklerini sergiler. Küçük-burjuva demokratlarının partisi Montagne, gerekirse elde silah parlamenter rejimi savunacağını söylüyordu. Fakat sonuçta ne oldu? Paris sıkıyönetim altında inlemeye başladı ve burjuvazi 13 Haziran 1849’da küçük-burjuva ulusal muhafızı dağıttı. Anlaşıldı ki, küçük-burjuvaların ve onların siyasal temsilcilerinin devrimci tehditleri, hamasi nutuklardan öte bir şey değilmiş... Marx, küçük-burjuvazinin kararsız tutumunu veciz biçimde dile getirir: “Eğer Montagne, parlamentoda galip gelmek istediyse, silah başına çağrısında bulunmamalıydı. Yok eğer parlamentoda silah başına çağrısında bulunduysa, sokakta parlamenter biçimde davranmamalıydı.” Marx’ın bu önemli değerlendirmesinin ne denli doğru olduğu, ilerleyen yıllar içinde defalarca kanıtlanacaktır. Örneğin Şili’de 1973’te General Pinoc­het’in kanlı darbesiyle yıkılan sosyalist Allende hükümetinin öyküsü, bir yandan emekçi kitlelerde düzen değişikliği doğrultusunda umutlar yaratıp diğer yandan bunun gereklerini yerine getirmemenin neticesini olanca açıklığıyla gözler önüne serer. Fransa’da 1850 Mayısına ilerleyen süreçte küçük-burjuva demokratlar bir yanda sol gevezelikle kendilerini kandırırlarken, parlamentoda ise gerici yasaların yapılmasına boyun eğmekteydiler. Burjuva düzen, sokakta yenilgiye uğrayan proletaryayı yasal olarak da siyasi yaşamdan dışlayıcı düzenlemeleri birbiri ardı sıra getiriyordu. Örneğin Mart 1850 seçim yasası proletaryanın demokratik haklarını kısıtlıyor, 31 Mayıs 1850’de genel oy kaldırılıyordu. Böylece düzen güçleri, işçi sınıfının mücadelesini ezmek ne kelime adeta onu savaş alanından toptan uzaklaştırabilmenin yolunu döşüyordu. Burjuvazi işçileri yeniden Şubat devriminden önce bulundukları durumda, parya durumunda görmek istiyordu. Zaten yeterince güçlü olmayan ve Haziran yenilgisiyle de büsbütün gerileyen işçi sınıfı, tüm bu gelişmeleri, sosyalist geçinen küçük-burjuva demokratlarının kendisini yönetmesine izin vererek karşıladı. Parlamenter siyasal düzeni ortadan kaldıran gerici dalga alabildiğine yükselirken, işçi sınıfı küçük-burjuva sosyalizminin yaveleriyle teselli buldu. Benzer bir durum Almanya’da Nazizmin yükselişi öncesinde bir kez daha tekrarlanacağı gibi, Türkiye’de ve başka ülkelerde yine yaşanacaktı. Fransa veya Almanya gibi örneklerde proletarya kendi sınıf bayrağını yükseklerde tutmayı, oportünist ve reformist kılıklara girmiş burjuva, küçük-burjuva sol anlayışlardan bağımsız örgütlenmeyi başaramadı. 12 Eylül öncesinde Türkiye’de, dönemin devrimci rüzgârlarına ve onca sol örgütün varlığına rağmen işçi sınıfının neticede bir küçük-burjuva sosyalizm denizinin içinde boğulması örneğinde de böyle oldu. Tüm bu örneklerde işçi sınıfı burjuvazinin yüreğine devrim korkusu salarken, işin aslında siyasal mücadelenin dümenini küçük-burjuva liderliklerin eline teslim etmiş durumdaydı. Onların eliyle demokrasinin ve daha güzel günlerin gelebileceği hayaliyle kendini avutuyordu. Böylece proletarya, Marx’ın dediği gibi, geçici bir iyilik ve rahatlık umuduyla sınıfının devrimci çıkarını unutmaya kadar işi vardırdı. Kıyasıya bir dövüşe tutuşmadan, kazanan bir sınıf olmanın şan ve onurundan peşinen vazgeçti. Eğer Fransa’da işçi sınıfı Bonaparte darbesini elde silah dövüşerek karşılasaydı, yenilgiye uğrasa bile sonuç tamamen farklı olurdu. Hep söylenir, dövüşen ordular yenilgilerinden de çok şey öğrenirler. Bonapartizm kimin iktidarıdır? Bonaparte’ın hükümet darbesini incelerken, Marx, Fransız burjuvazisinin proletaryaya karşı şaha kalkmış olduğunu ve başında 10 Aralık Derneğinin başkanı olmak üzere, lümpen proletaryayı iktidara kendisinin getirdiğini belirtir. Peki Bonapartizm gerçekten de lümpen proletaryanın mı iktidarıdır? Kuşkusuz ki değil. Toplumun sınıf dışı unsurlarından oluşan lümpen proletaryanın, Bonapartizm türü olağanüstü siyasal rejimler altında bile olsa kendi iktidarını kurması düşünülemez. Marx’ın anlatmak istediği, proletaryaya karşı düzenini koruyabilme kaygısıyla burjuvazinin hangi seviyelere inebileceğidir. Parlamenter rejimde parıldayan seçkin politikacılarını, bakanlarını bir kenara iten burjuvazi, bir lümpen proletarya güruhunun başında iktidara yürüyen Bonaparte gibi birine göz yummuş, hatta onun önünü açmıştır. Böylece Bonaparte bir lümpen proletarya güruhuna dayanarak siyasal iktidarı gasp etmiş gibi görünse de, kurulan olağanüstü siyasal rejim burjuva düzenin egemenliği anlamına gelir. Kapitalizmin ilerleyen tarihi içinde ortaya çıkan bir başka olağanüstü yönetim biçimi, faşizm de benzer bir öz taşır. O da işsiz ve umutsuz kitlelerin sırtında iktidara taşınmış olmasına karşın, gerçekte burjuvazinin egemenlik biçimidir. Marx, devlet iktidarının havada duramayacağını, Bonapar­te’ın da aslında Fransız toplumunun en kalabalık sınıfını, yani küçük toprak sahibi köylüleri temsil etmekte olduğunu söyler. Nasıl ki Bourbonlar büyük toprak mülkiyetinin ve Orleanlar paranın hanedanı olmuşlarsa, Bonaparte’lar da küçük köylülerin, yani Fransız halk kitlesinin hanedanıdırlar. Buradan hareketle, Bonapartizmin aslında küçük köylülerin iktidarı olduğunu düşünebilir miyiz? Bizzat Marx’ın irdelemesi temelinde bu soruyu da olumsuz biçimde yanıtlamamız gerekiyor. Zira küçük köylüler, kendi çıkarlarını kendi adlarına ne parlamenter ne de bir başka biçim altında savunabilirler. Aralarında ancak yerel, yani yaşadıkları yerden ileri gelen bir bağ vardır ve bazı ortak çıkarlar temelinde bir siyasal örgütlenme yaratmadıkları takdirde bağımsız bir sınıf tavrı geliştirmeleri mümkün değildir. Marx’ın sözleriyle, küçük köylüler kendi kendilerini temsil edemezler, temsil edilmek zorundadırlar. Onlara temsilcileri, kendilerini öteki sınıflara karşı koruyan ve yukarıdan yağmuru ve güneş ışığını gönderen efendileri gibi, üstün bir yetkili gibi, mutlak bir hükümet gücü gibi görünmelidir. Bu nedenle, küçük toprak sahibi köylülerin politik etkisi, en yüce ifadesini, toplumun yürütme gücüne bağımlılığında bulabilir. Nitekim Fransa’da her iki Bonaparte darbesinde de küçük köylünün rolü, parlamenter rejimin son bulmasını ve Bonaparte’ların bir kurtarıcı gibi imparatorluk koltuğuna oturtulmasını desteklemekten ibaret kalmıştır. Napoleon’ların bir kurtarıcı olduğu düşüncesi o dönemlerde köylünün sabit fikridir. Ama Bonaparte “hanedanı”, devrimci köylüleri değil tutucu köylüleri, kendisi ve tarlası imparatorluk tarafından kurtarılsın ve kayırılsın diye bekleyen köylüyü temsil etmektedir. Küçük köylülük amca Bonaparte’tan sonra yeğen Bonapar­te’ı desteklerken, bu sayede feodal dönemden beri belini büken borç yükünden biraz da olsa kurtulmayı hayal ediyordu. Fakat bu düşünce aslında büyük bir yanılgıdan ibaretti. Kapitalist gelişme küçük toprak sahibini kaçınılmaz olarak sermayenin kölesi haline getirmişti. Artık küçük köylünün karşısında, Napoleon zamanında olduğu gibi kendisini feodal yükümlülüklerden kurtaracak bir burjuvazi yoktu. Nitekim ikinci Napoleon köylüyü alabildiğine ezen koşulları dayattı. Küçük toprak sahibi köylünün sırtına ipotek belâsının yanı sıra bir de ağır bir vergi yükü bindirildi. Zira vergi, Marx’ın dediği gibi, bürokrasinin, ordunun, kilisenin, mahkemenin, kısacası bütün yürütme gücü aygıtının hayat kaynağıdır. Kuvvetli hükümet ve ağır vergiler neticede aynı anlama gelir. Kendisini kurtaracağı umuduyla Bo­napartist rejime (yani yürütmenin gücünü mutlaklaştıran bir rejime) destek sunan küçük köylü, bu yanılgısının bedelini çok ağır şekilde ödedi. Tarihsel koşullar arasında bazı farklılıklar olsa bile, Türkiye de dahil pek çok ülkede küçük köylüler benzer yanılgıların acısını tatmışlardır. “Köylü efendimizdir” diyerek küçük köylüyü inleten CHP’nin tek parti diktatörlüğü, yine küçük köylünün gönlünü çelip iktidar koltuğuna oturan fakat büyük tüccar ve büyük toprak sahibini zengin eden Demokrat Parti iktidarı, her iki siyasal damarın yakın geçmişteki ve bugünkü temsilcilerinin tutumları bu durumun örnekleridir. Küçük köylü kitleleri her seferinde burjuva partilerin boş ya da popülist propagandalarına aldanmışlar ve sonunda kendilerini yeni bir borç batağının içinde buluvermişlerdir. Zira kapitalizmin gelişmesine bağlı olarak Batı’da feodal beylerin ve bizde mültezimlerin yerini kent tefecileri; toprağa bağlı eski yükümlülüklerin yerini modern ipotek; eski toprak mülkiyetinin yerini ise burjuva sermayesi almıştır. Kapitalizm geliştikçe köylünün küçük toprak parçası yaşamını sürdürmeye bile yetmez. Bu nedenle küçük köylünün gerçek müttefik ve yol göstericisi, ancak ve ancak, sermaye düzenini devirecek olan kent proletaryası olabilir. İlerleyen yıllar içinde kapitalist gelişme kırı daha da çözdü, geçmişin küçük toprak sahibi köylülerinin büyük bir bölümü proleterleşti; bir kısmı kent küçük-burjuvazisi içine katıldılar ya da lümpen proletaryanın saflarına. Bu değişime paralel olarak pek çok ülkede imparatorlar da tarihe karıştı. Ama kapitalist düzen ayakta kaldığı sürece, burjuvazi başı sıkıştığında olağanüstü siyasal rejimleri imdada çağırmaktan, yeni dönemin Bona­parte’larını tarih sahnesinin önüne itmekten vazgeçmedi. Sermayenin, emekçi kitlelerin beynini yıkamaya yönelik propaganda motifleri zamana ve zemine bağlı olarak değişikliğe uğradı. Örneğin Almanya’da faşizm, kitlelerin toplumsal dönüşüm arzusunu istismar ederek ve küçük-burjuvaziyi milliyetçi ajitasyonlarla gaza getirerek, onları nasyonal sosyalizmin peşine taktı. Ve sonuçta hepsini inanılmaz derecede zalim bir diktatörlüğün içine sürüklemiş oldu. Türkiye’de olduğu gibi tepeden inen askeri faşist diktatörlükler ise, daha önce yaratılan kaos ve endişe toplumu nedeniyle felce uğramış kitlelerin kısmen desteğini alarak kısmen de korkuyu egemen kılarak hüküm sürdüler. Kısacası, küçük-burjuvazi müttefikini ve yol göstericisini proletaryada bulamadığı ve proletarya da kendisini küçük-burjuva anlayışlardan kurtaramadığı sürece, bunlar yanılgılarını nice kez çok ama çok pahalıya ödediler. Olağanüstü burjuva yönetimlerin sınıf karakteri bağlamında büyük önem taşıyan bir tartışma konusu da bürokrasi sorunudur. Farklı tarihlerde ve farklı coğrafyalarda yaşanmış olan olağanüstü rejimlerin tümünde, yürütme gücünün ön plana çıkması nedeniyle sivil-asker devlet bürokrasisi büyük bir ağırlık kazanır. İkinci Bonaparte’ın idealinin, şeritlerle süslenmiş ve besili koskoca bir bürokrasi yaratmak olduğunu söyler Marx. Bona­parte bu nedenle memur aylıklarını yükselterek kendi avanesine yeni bir yiyicilik kapısı yaratmıştır. Onun en temel ideali ise, ordunun üstünlüğünü sağlamaktır. Peki, yürütme gücünün mutlaklaştırılması sayesinde siyaset sahnesinin ön planına fırlayan devlet bürokrasisi, esas olarak da askeri bürokrasi, kılıcın gücüne yaslanarak bağımsız bir sınıfsal güç haline mi gelecektir? Özel mülkiyete dayanan kapitalist toplumda, bürokrasinin, egemen sınıftan bağımsız ayrı bir sınıfsal güce evrilmesi olanaksızdır. Marx Fransa örneğini vererek, bürokrasinin gerek mutlak monarşi zamanında gerekse Birinci Devrim ve Napoleon döneminde burjuvazinin sınıf egemenliğini hazırlama aracından başka bir şey olmadığını belirtir. Takip eden dönemlerde de, kendi başına bağımsız bir güç oluşturma yolundaki çabaları ne olursa olsun, bürokrasi egemen sınıfın bir aleti olarak kalmıştır. Fakat yeğen Bonaparte’ın hükümet darbesiyle birlikte, devlet aparatı yani sivil ve asker üst bürokrasi, burjuva toplumun karşısında o kadar güçlenmiştir ki, sanki bağımsızlaşmış gibi görünür. Ne var ki, olağanüstü yönetim biçimi altında devlet bürokrasisinin edindiği bu göreli bağımsız konum, son tahlilde geçici bir siyasal üstünlükten ibarettir. Olağanüstü rejim sayesinde siyaseten egemen ve bağımsız bir konuma yükselmiş gibi görünen bu bürokrasi, işin gerçeğinde yine burjuva sınıf içinde onun asli kesiminin hizmetkârı konumunu sürdürür. Burjuva düzen tekrar olağan işleyiş biçimine geçtiğinde ise, siyaseten üstün konumunu yitirir. Olağanüstü rejim döneminde siyasi yapılanmada da önemli değişiklikler oluşur. Parlamenter rejimde siyaseti mülk edinmiş olan seçimli burjuva politikacıların sahne gerisine itilmesiyle birlikte, siyasal iktidar sahnesini meslekten siyasetçi olmayan atamalı pek çok bürokrat doldurur. Bonapartizm bir anlamda devlet bürokrasisinin siyasal iktidarı olarak biçimlenir. Fakat Bonapartizm sorununun en hassas noktası da işte budur. Bonaparte’ları siyasal güç katına çıkartan koşul, burjuvazinin olağan siyasal yönetim biçimini ortadan kaldırmalarıdır. O nedenle Bonapartist rejimde devlet bürokrasisi, egemen sınıftan bağımsız bir güç olarak siyasal iktidarı gasp etmiş gibi görünür. Ama işin özünde Bonapartizmin misyonu burjuva toplumun güvenliğini sağlamaktır. Bonaparte’lar vitrinde değişik görüntüler sergilediklerinde bile asli görevlerinin pekâlâ bilincindedirler ve iktidar koltuğuna kurulduklarında, kanun gücündeki kararnamelerini bu anlayışla yayınlarlar. Bonapartist bürokrasi burjuvazinin siyasal iktidarını esas temsilcilerinin elinden alsa da, Marx’ın Bonaparte için dediği gibi, burjuvazinin maddi gücünü korumakla onun siyasal gücünü yeniden yaratmış olmaktadır. Yani olağanüstü rejim burjuva düzeni tahkim ederek onu parçalanmaktan koruduğu gibi, burjuvaziye ihtiyaç duyduğu siyasal gücü bir başka biçim altında kazandırmaktadır. Ayrıca bunu yapmakla, burjuvaziye, koşullar normale döndüğünde siyasal gücünü tekrar olağan biçimde kullanabilmesi olanağını sunmaktadır. Burjuvazinin kendini siyaseten mülksüzleştirmesi Burjuva diktatörlüğün olağanüstü siyasal biçimleri, burjuvazinin toplumsal gücünü muhafaza edebilmesi için “kendi siyasal çıkarlarını feda etmesi” şeklinde açıklanır. Marx, Bonapartist iktidarın yarattığı değişikliğe değinirken, “Her an kendi genel sınıf çıkarını, kendi siyasal çıkarını en sınırlı, en kirli özel çıkarlarına feda eden, temsilcilerinden de aynı doğrultuda bir fedakarlık isteyen bu burjuvazi” der.Doğrudur, zira Marx’ın belirttiği gibi, olağanüstü koşullarda burjuvazi, ancak “öteki sınıflarla aynı siyasal hiçliğe mahkûm olması koşuluyla”, sömürünün ve mülkiyetin, ailenin, dinin ve düzenin rahat rahat zevkini çıkarmaya devam edebilir. Kesesini kurtarabilmesi için burjuvazinin tacını kaybetmesi zorunluydu, der Marx. Yani iktisaden mülklü kalabilmek için, burjuvazi siyaseten mülksüzleştirilmesine göz yummaktadır. Olağanüstü burjuva rejimlerin niteliğini bu gerçeklik etrafında açıklıyor olsak da, bu meselenin biraz daha aydınlatılmaya ihtiyacı vardır. Öncelikle hatırlanması gereken husus, kapitalist toplumda devlet bürokrasisinin burjuva sınıfa dışsal bir unsur olmadığıdır. Bu bürokrasinin sınıfsal niteliği, Alman İdeolojisi’nde Marx ve Engels’in egemen sınıf içindeki işbölümüne dikkat çektikleri satırlarda açıklığa kavuşur: “İşbölümü, egemen sınıf içinde de, zihinsel iş ile maddi iş arasındaki bölünme biçiminde kendini gösterir, öyle ki, bu aynı sınıfın içerisinde iki ayrı bireyler kategorisi olacaktır.” Yine aynı yerde belirtildiği üzere, “Bu sınıfın içerisindeki bu bölünme, hatta, mevcut bu iki kesimin belli bir karşıtlığıyla ve belli bir düşmanlığıyla sonuçlanabilir. Ama, bu sınıfın bütünüyle tehdit altında bulunduğu bir çatışma çıkageldi mi, bu karşıtlık kendiliğinden düşerken, egemen fikirlerin egemen sınıfın fikirleri olmayacağı, bu fikirlerin bu sınıfın iktidarından ayrı bir iktidara sahip olacakları kuruntusunun da uçup gittiği görülür.” Bu nedenle kapitalist toplumda bürokrasinin burjuva düzeni korumak dışında bir ideolojisi olamaz. Devlet bürokrasisinin siyasal iktidarı ele geçirip sanki bağımsızlaşmış gibi görünmesinin altında yatan gerçek şudur: Sınıfın bütününü tehdit eden derin sarsıntılar döneminde, burjuva iş âlemi olağanüstü rejimin kanatları altına sığınmakta ve egemen fikirlerini, egemen düzenini bu yolla sürdürmektedir. Olağanüstü rejimleri, devlet iktidarının tamamen “özerkleşmesi” veya “bağımsızlaşması” ya da “tarafsızlaşması” anlamına gelecek şekilde açıklayan sözde Marksistler vardır. Böyleleri Marksizm dışına düşen teorileriyle, (daha sonra değineceğimiz Poulantzas örneğinde olduğu gibi) faşizmi de bir anlamda küçük-burjuvazinin yönetimi gibi gösterirler. Oysa Marksizmin kurucuları, kendi dönemlerinde tanık oldukları olağanüstü rejimleri incelerlerken, devlet bürokrasisinin istisnai durumlarda kazandığı “bağımsızlığın” yanlış yorumlanmamasına büyük özen göstermişlerdir. Örneğin Engels, Bonapartist rejimlerin özelliği olarak belirtilen denge rolünü “sözde arabuluculuk” diye vurgular. Olağanüstü rejimler, yürütme gücünü elinde toplayan devlet bürokrasisini egemen sınıf karşısında tarafsızlaştırmaz, ya da örneğin Bonapartizm iki karşıt sınıfa eşit muamele anlamına gelen bir denge rejimi kurmaz. Tam tersine, bir “denge” görüntüsü sayesinde ezilen sınıfları aldatıp yatıştırarak, ege­men sınıf lehine çok daha fazlasıyla taraflı olur. Diğer önemli bir husus ise, ele aldığımız tartışma konusu boyunca sık sık kullanılan devlet bürokrasisi kavramıyla özelde neyin kastedildiğidir. Bununla kastedilen, bir bütün olarak burjuva devlet işlerinin yürütümünde görev verilen sıradan memur takımı değildir. Bu tür devlet görevlileri, siyasal iktidar hangi güç tarafından kullanılıyor olursa olsun, kararların alınması ve uygulanmasında söz hakkı olmayan basit çalışanlardır. Bürokrasi kavramıyla genelde tüm devlet görevlilerinin kastedildiğini söyleyenler olsa bile; devlet işlerinde karar alan ve uygulayan tepe unsurlarla, devlet işlerinde çalışan küçük ya da orta düzey memurlar kesinlikle aynı sınıfsal statüye sahip değildirler. Küçük-burjuvazi içinde mütalaa edebileceğimiz bir orta düzey bürokrat katmanını bir tarafa bırakacak olursak, sıradan devlet memurlarının bilimsel anlamda işçi oldukları açık bir gerçektir. Kısacası, olağanüstü koşullarda siyasi erki ele geçiren kalantor bürokrasinin bunların tümüyle hiçbir ilgisi yoktur. Bu bakımdan, bürokrasinin egemen burjuva sınıfın hizmetkârı olarak tanımlanması da yorum gerektiriyor. Hizmetkâr vardır; hizmetkâr vardır. Birinciler, iktidar makamlarına kimler kurulursa kurulsun, rutin işleri yürüten sıradan çalışanlardır. İkincilerse, koşullar her ne olursa olsun düzene üst düzey hizmet sunanlardır. Ayrıcalıklı bürokrat konumunu elde etmek doğrudan büyük mülk sahibi burjuva olmaya benzemez; böyle bir konum ancak devlet örgütlenmesinde statü ve makam kapmak sayesinde kazanılır. Ayrıca, olağanüstü toplumsal koşullar kimi sürprizlere de açıktır. Örneğin daha önce sıradan hizmetkâr iskemlelerinde oturan bazı kişilerin ayrıcalıklı statüye yükselebildiği görülmüştür. Ama neticede bunlar da yükseldiklerinde üst bürokrasiye mensup olmakta, dolayısıyla kuralımızı değiştirmemektedirler. Sonuç olarak vurgulamalıyız ki, işte ancak bu üst bürokrasi burjuva sınıfın bir parçasıdır. Konuya bir başka yönden açıklık getirebilmek için, bu kez de kapitalist toplumda burjuvazi içindeki işbölümünün uzantısı olan siyasetçi ve bürokrat ayrımına bakalım. Nasıl ki burjuvazinin siyasi temsilcileri burjuva sınıfın bir parçasıysa, üst düzey sivil ve asker devlet görevlileri de burjuvazinin uzantısıdır. Burjuvazi bir sınıf olarak egemenliğini, yalnızca toprağı ya da sermayeyi mülk edinmiş olmakla ya da maddi iş sahibi unsurlarının faaliyetiyle sürdüremeyeceğine göre, onun çeşitli türden siyasetçilere ve bürokratlara ihtiyacı vardır. Burjuva düzenin siyasi temsilci sıralarına oturmaya hak kazananlar seçimle yer değiştirebilirken, bürokratlar ise makam koltuklarına atama ile oturtulurlar. Bu siyasetçi ve yüksek bürokratların burjuvazinin içine dahil olabilmesi için, sınıf kökleri bakımından büyük mülkiyet sahibi çevrelerden gelmeleri zorunlu değildir. Fakat unutmamalıyız ki, bu sayede hemen hepsi kendilerini önemli boyutlarda maddi mülk ve servet sahibi de kılacaklardır. Devlet üst bürokrasisinin burjuva sınıfın bir parçası olduğuna değinirken, Marx, “burjuvazi, kendi fazla nüfusunu buraya yerleştirir ve kar, faiz, rant ve serbest meslek ücreti olarak cebe indiremediklerini, maaş biçiminde tamamlar”der. Ayrıca burjuvazinin siyasal çıkarı, onu baskıyı günden güne ağırlaştırmaya ve iktidarının araçlarını, personelini arttırmaya zorlamaktadır. Burjuva sınıfın içinde bir kast oluşturan bürokratik elit, olağan koşullarda burjuvazinin asli kesimine,kendisine çizilmiş sınırlar içinde hizmet etmekle yükümlüdür. Kısacası, devlet müsteşarı bağlı bulunduğu bakanlığı kontrol eden siyasi partinin icazeti altında çalışacak, ordu generali de kendisi için belirlenmiş askeri görevleri sürdürecektir. Ne var ki, düzeni tehdit eden büyük kriz koşulları nedeniyle burjuvazi parlamenter rejimini feda ettiğinde, bu kez asıl işi doğrudan siyaset olmayan bazı yüksek bürokratlar, generaller ve onların kuyruğundaki bir sonradan görmeler takımı siyasi makam ve yönetim koltuklarına kurulacaklardır. Özel mülkiyete dayanan sınıflı toplumlarda, bürokrasinin, verili düzeni korumak maksadıyla siyasal iktidara el koymasının, onu hiçbir zaman ayrı bir egemen sınıf konumuna getirmeyeceğini belirtmiştik. Modern kapitalist toplumda da, son tahlilde ipler gerçekte büyük mülk sahibi burjuva kesimin elindedir. Bu bakımdan olağanüstü rejimlerde bürokrasi görece bağımsız bir konum elde etse de, bu durum sınıf egemenliğinin el değiştirmesi anlamına gelmez. Olsa olsa, üst bürokrasi sanki burjuva sınıf içindeki ayrıcalıklı hizmetkâr konumundan bir süreliğine sıyrılmış ve doğrudan siyasal iktidar sahipliğine terfi etmiş gibi olur. Bu gerçeği bir başka biçimde ifade etmek de mümkündür. Burjuvazi olağan koşullarda iktidarı yürüten siyasal parçasını bir süreliğine yitirmiş ve bu anlamda sanki siyasal mülkiyetinden olmuştur. İşte bu nedenle, Bonapartist ya da genelde tüm olağanüstü burjuva rejimler, burjuvazinin iktisadi egemenliğini koruyabilmesi için kendini siyaseten mülksüzleştirmesi diye tarif edilir. Fakat konunun içeriğinden de anlaşılacağı gibi, bu siyaseten mülksüzleştirme saptamasına boyundan büyük anlamlar da yüklememek gerekiyor. Çıkışsızlık ve umutsuzluk nedeniyle tehlikeli serüvenlere atılmaya hazır lümpen proleter ve küçük-burjuva kitlelerin, Bonaparte’ları ya da Hitler’leri iktidara yükselten süreçlerde önemli bir rol oynadıklarını biliyoruz. Fakat ilgili süreçleri dikkatle incelediğimizde, bu rolün son tahlilde egemen sınıfın siyasal rejim değişikliğini arzulayan kesimlerinin planlarına destek olma niteliği taşıdığını görürüz. Düzenlerini tehlikede gören ve bu nedenle olağanüstü siyasal yönetime geçilmesini arzulayan burjuvalar, bu destek sayesinde siyaseti mülk edinmiş meslekten politikacılarını bir kenara fırlatabilmekte ve derin kriz koşullarının ön plana iteklediği milli şeflerin, generallerin önünü açmaktadırlar. Fransa’da Bonaparte darbesi öncesinde burjuvazinin parlamento dışındaki kitlesi, yani iktisadi gücü fiilen elde tutan büyük mülk sahibi burjuvalar, bizzat kendi politikacılarını saf dışı etmek için Bonaparte’ı kışkırtmışlardır. Marx bu durumu şu sözlerle açıklar: Nasıl ki, “düzenin parlamenter partisi, huzur içinde bağırıp çağırmaları ile kendi kendini eylemsizliğe mahkûm etti ise, burjuvazinin siyasal egemenliğini, burjuvazinin varlığı ve güvenliği ile bağdaşmaz ilân etti ise, toplumun öteki sınıflarına karşı savaşımında, kendine özgü rejimin, yani parlamenter rejimin bütün koşullarını kendi elleri ile yıktı ise, burjuvazinin parlamento-dışı kitlesi de, tersine, başkana karşı kölece boyun eğişiyle, parlamentoya karşı sövmeleri ile, kendi basınına karşı kabaca davranışı ile Bonaparte’a kuvvetli ve mutlak bir hükümetin koruyuculuğu altında, güven içinde kendi özel işleriyle uğraşabilmesi olanağını sağlamak üzere, onu, burjuvazinin kendi konuşmacılarını ve yazarlarını, politikacılarını ve yazıncılarını bastırmaya ve kökünü kazımaya kışkırttı.” Burjuva sınıfın asli kesimi, parlamentodaki temsilcilerini feda ederek, bir dönem için parlamenter iktidar biçiminin tasalarından ve tehlikelerinden kurtulmak isteğiyle yanıp tutuştuğunu dobra dobra açıklamıştır. Eski düzene karşı muzaffer kıldığı parlamenter devlet biçimiyle böbürlenen burjuvazi açısından, bu “saygın”, “modern” temsil sistemini yitirip, sonradan görme Bonaparte’lara boyun eğmek nahoş bir durum gibi görünebilir. Parlamenter yönetim biçimi altında kendi siyasetçisini daha kolay kontrol edebilen burjuvazi, olağanüstü bir yönetim işbaşına geldiğinde, hiçbir seçim kaygısı duymadan siyasi faaliyet icra eden bir generali belki istediği gibi kontrol edemeyecektir. Hatta, “köprüden geçerken ayıya dayı deme” misali, kendini diktatör ilân eden bürokratların önünde eğilmek, ceketinin düğmelerini iliklemek zorunda bile kalabilecektir. Olağan koşullarda tüm ipleri elinde tutmak isteyen, burjuvazi içindeki işbölümü gereği generaline rahatlıkla “sana verilen işleri yürütmek dışında başka işlere burnunu sokma” diyebilen burjuva iş âlemi, olağanüstü koşullar altında siyasette tekelini kuran generallerin yönetimi altına girmek zorunda kalacaktır. Olağan yönetim döneminin işleyişine oranla, bu durum burjuvazi açısından bazı sıkıntılar yaratsa da, sonuçta her şeyin bir bedeli vardır. Bu nahoş durum da burjuvazinin ekonomik çıkarlarını kollamak için ödediği bir bedelden ibarettir. Unutulmasın ki, son tahlilde burjuvazinin dini imanı paradır. Ve cüzdanını korumak için parlamenter vicdanından feragat etmek, burjuvazinin “ahlâk” anlayışına hiç de ters değildir. Şu ya da bu şekilde, burjuva düzen yeniden olağan işleyiş biçimine dönebildiğinde ise herkes yine genel işbölümü içinde tuttuğu konuma boyun eğmek zorunda kalır. Ancak bu arada, büyük mülk sahibi burjuvazi korunan düzeni sayesinde işlerini yoluna koyabilmiş olur. Çeşitli örneklerin gösterdiği gibi, burjuva düzenin olağanüstü yönetim dönemleri son tahlilde iş sahibi burjuvazinin önünü açar. Nitekim Marx, Bonapartist yönetim altında bazı “hoş olmayan” durumlar yaşanmış olsa da, ekonomik ilişkilerin büyük sermaye birikimi açısından başını alıp gideceğine işaret eder. “Burjuvayı yatıştırmak için şunu da söylemek gerekir ki” der: “Bonaparte ile düzen partisi arasındaki skandal, bir yığın küçük kapitalisti borsada yıkıma uğratmak ve onların servetini büyük borsa kurtlarının cebine geçirmek gibi bir sonuç doğurur.” Keza Engels, yeğen Bonaparte döneminin özelliğini veciz biçimde dile getirir: “Louis Bonaparte, burjuvaları işçilere karşı, ve sırası gelince işçileri de burjuvalara karşı koruma bahanesi ile, kapitalistlerin elinden siyasal iktidarlarını aldı; ama, buna karşılık, egemenliği, spekülasyon ve sınai etkinliği, uzun sözün kısası, tüm burjuvazinin yükselme ve zenginleşmesini, görülmemiş derecede kolaylaştırdı.” Gerçekten de Louis Bonaparte Fransası’nda burjuvazinin siyaseten mülksüzleştirilmesi bir bütün olarak burjuva düzeni korumuş, fakat en çok da, giderek daha büyük çapta fonların belli ellerde toplanıp sanayiye akıtılması sayesinde sanayi burjuvazisini güçlendirmiştir. Burjuva düzenin bir başka olağanüstü yönetim biçimi, faşizm de bu kez kapitalist spiralin bir üst düzeyinde, finans kapital açısından benzer bir sonucu kanıtlayacaktır. Olağanüstü rejimler yürütmenin gücünü mutlaklaştırır Parlamenter demokrasi esasen kuvvetler ayrılığını kabul eder ve yasamanın yürütme üzerindeki üstünlüğü prensibine dayanır. Parlamenter rejimin siyasal güç dağılımında, parlamento devlet başkanından ve hükümetten önde gelir. Olağanüstü rejimlerde ise parlamentonun üstünlüğü ve iradesi çiğnenir; siyasal iktidar baskıcı bir yürütme gücünün elinde merkezileşir. Siyasal erkin olağan ve olağanüstü kullanılış biçimleri arasındaki bu farklılık, yasama ve yürütme gücünün topluma yansıma biçimleri arasındaki ayrımdan da anlaşılabilir. Marx’ın belirttiği üzere, yasama gücünde, ulus, verdiği oylarla sanki genel iradesini yasalar katına yükseltmiş gibidir; siyasi otorite bizzat ulusun özerkliğinden kaynaklanıyormuş gibi görünür. Fakat kapitalist toplumda olup olabilecek en demokratik işleyişte bile, “ulusun özerkliği”nin anlamı, ulusun egemen sınıfın yasasını kabullenmesinden ibarettir. Bu nedenle, parlamenter demokrasi sanki ulusun egemenliğiymiş gibi yansıtılsa da, gerçekte burjuva diktatörlüğünün kitlelerce “gönüllü” kabullenilişi anlamına gelir. Yürütme gücünde ise, ulus, sanki yabancı bir iradenin emrine boyun eğiyor gibidir. Egemen sınıfın üstünlüğü, yürütme gücü söz konusu olduğunda, ulusun kendi dışında bir otoritenin dayatmalarına itaat etmesi biçiminde daha açık olarak tezahür eder. Bu nedenle burjuva düzenin olağanüstü hükümet biçimleri, ulusun gönüllü rızasını aramayan ve kendilerini topluma dayatan siyasal rejimlerdir. Fransa’da parlamenter cumhuriyetin bir hükümet darbesiyle devrilmesinin elle tutulur ilk sonucu, Marx’ın deyişiyle, Bona­parte’ın parlamentoya karşı, yürütme gücünün yasama gücüne karşı, düpedüz şiddetin sözün şiddetine karşı zaferi olmuştu. Bonapartist rejimlerde parlamentonun ya açıkça feshedildiğini ya da parlamento dışından atanan kabinelerle, devlet başkanı veya hükümetin olağanüstü yetkilerle donatılmasıyla sözde bir parlamenter biçime büründürüldüğünü görürüz. Örneğin Bona­parte, basit birer figüran niteliğinde bakanlar atayarak tüm yürütme gücünü alenen kendi şahsında toplamıştı. Böylece siyasal iktidar, bir şahsi rejim yani kişi diktatörlüğü görünümünde biçimlenmişti. Fransa sanki bir sınıfın zorbalığından kurtularak bir bireyin zorbalığı altına girmiş gibiydi. Daha önce toplumu çalkalandıran savaşım yatışmış görünmekteydi, bütün sınıflar sanki aynı derecede güçsüz, sessiz kalakalmış ve tüfek dipçikleri karşısında dize gelmişlerdi. Ama kuşkusuz ki bu “ortak kader” son tahlilde bir görünümden ibaretti. Evet Fransa bir bireyin zorbalığı altına girmişti, fakat sınıf zorbalığından kurtulmamıştı. Olağanüstü rejimin tüfek dipçikleri, esasen kimlerin ense kökünde patlaması gerektiğini çok iyi biliyordu. Bonapartist iktidar saldırılarını sinsice işçi sınıfına ve onun örgütlerine yöneltti. Burjuva düzenin bu yönetim biçimi mülk sahibi burjuvaları abat eder ve yeni zenginler yaratırken, işçi sınıfı ve emekçi kesimler kılıçların gölgesi altında derin bir yoksulluk girdabına sürüklendiler. Ülkeyi, zamanı ve adını değiştirmiş olsanız da, anlatılan genel hatlarıyla tüm olağanüstü burjuva yönetimlerin ortak hikâyesidir! Olağanüstü rejimler olağanüstü koşulların ürünüdür Parlamenter cumhuriyet, aralarındaki çıkar çatışmalarına rağmen farklı burjuva kesimlerin siyaseten birlikte egemen olabilecekleri yegâne devlet biçimidir. Ne var ki bu gerçeklik ancak olağan koşullarda hükmünü icra edebilir. Olağanüstü koşullar belirdiğinde ise, burjuva iş âlemi siyasal yaşamı söndürmek pahasına parlamenter sistemden ve kendi sınıfının politikacılarından, siyasal partilerinden kurtulmayı isteyebilir. Toplumda sınıflar arasındaki gerilimin alabildiğine yoğunlaşması bir iç savaşın habercisidir. İç savaş tehdidi, Troçki’nin dediği gibi, hâkim sınıfta bir hakem ve komutan, bir Sezar ihtiyacı yaratacaktır ve Bonapartizmin işlevi de bu ihtiyacı gidermektir. “Barışçı dönemlerde, demokratik bir parlamento, çatışan çıkarları uzlaştırmanın en iyi aracı olarak görünür. Ama temel güçler 180 derece zıtlaşınca, Bonapartist diktatörlüğün yolu açılır.” Modern burjuva toplumlarda burjuvazinin olağan yönetim biçimi parlamenter demokrasi olmakla birlikte, bu siyasal rejim çeşitli ülkelerde ve çeşitli zamanlarda bizzat burjuvazinin eliyle yara almıştır. Burjuvazi parlamenter sistem altında egemenliğini tehlikede hissettiğinde, burjuva saflarda giderek ağır basan düşünce, hiç değilse burjuva düzeni iyice tahkim edene dek bu işleyiş biçiminden kurtulmak olmuştur. Geniş burjuva kesimleri bu değişime ikna eden başlıca faktör, parlamenter demokrasinin en başta işçi sınıfı olmak üzere toplumun ezilen kesimlerine şu ya da bu ölçüde örgütlenme ve propaganda imkânı vermesi ve bunun kritik durumlarda düzenin toplumsal temellerini yıpratacağı korkusudur. Ayrıca parlamenter yönetim biçimi, burjuvazinin farklı kesimleri arasındaki çıkar çatışmalarının siyasi yaşamı kızıştırmasını da engelleyemez ve bu da kendisini pek sağlam hissetmediği hassas süreçlerde burjuva iş âlemini tedirgin eder. Geçmişte yaşanan örneklerde, burjuvazinin farklı kesimleri arasındaki tarihsel hesaplaşmalar Bonapartist yönetim biçimine geçişte önemli bir rol oynamıştı. Fransa’da büyük toprak ve ticaret burjuvazisiyle kapışan sanayi burjuvazisi, ilerde kendi siyasal egemenliğini güçlendireceği düşüncesiyle Bonaparte darbesini alkışlamıştı. Sanayi burjuvazisi siyasi yaşamda kendinden önce ağırlık kazanmış olan burjuva kesimlerle denk olabilmek, hatta onları geçebilmek arzusuyla yanıp tutuşmaktaydı. Ancak siyasi arenada henüz egemen olamadığı bir durumda, diğer burjuva kesimlerin de doğrudan egemen olmaması onun işine geldi. Amacı güç toplayıp geleceğe hazırlanmak ve günü geldiğinde gerek ekonomi ve gerekse siyaset meydanına daha güçlü bir biçimde çıkabilmekti. Nitekim öyle de oldu, olağanüstü rejim dönemi sona erip burjuva düzenin olağan işleyiş biçimine geçildiğinde, Fransa’da eskiye oranla daha güçlü bir sanayi ve sanayi burjuvazisi vardı. Burjuva düzenin olağanüstü devlet biçimleriyle, ekonomik ve siyasal gerilim dönemleri arasında derin bir bağlantı vardır. Ancak buradan hareketle, her ekonomik kriz ya da siyasal çalkantı döneminin olağanüstü bir rejimin kurulmasıyla sonuçlanacağı biçiminde görüşlere varmak yanlış olur. Gerek Bonapartist ve gerekse faşist diktatörlükleri yaratan süreçleri ayrıntılı biçimde incelediğimizde, olağanüstü yönetimleri kaçınılmaz kılan koşulların sıradan kriz dönemlerine değil, burjuva toplumu çok daha derinden sarsan kimi tarihsel dönüşüm sancılarına ve yapısal bunalımlara denk düştüğünü görürüz. Bu tarihsel dönüşüm sancılarının ve yapısal bunalımların mahiyeti, somut tarihsel koşullara ve kapitalizmin gelişme düzeyine bağlıdır. Olağanüstü rejimler arasındaki farklılıklar da neticede verili koşulların ürünüdür. Kapitalizmin gelişme dönemine denk düşen Bonapartizm örneğinde, büyük toprak ve ticaret burjuvazisiyle sanayi burjuvazisi arasında yürüyen egemenlik mücadelesinin yarattığı gerilime, düzen güçlerinin işçi sınıfının devrimci uyanışından duyduğu korku eklenmişti. Almanya ve İtalya örneklerindeki klasik faşizm ya da daha yakın tarihlerdeki askeri faşist diktatörlük süreçlerinde ise, düzenin temellerinin mali sermayenin çözülemeyen yapısal bunalımlarıyla ve işçi sınıfının devrimci iktidar tehdidiyle sarsıldığını görürüz. Sermaye bu tür tarihsel spazmlardan, içte devrimci hareketi ezip dünya pazarında daha güçlü bir konum elde etmeye çabalayarak kurtulmaya çalışacaktır. Olağanüstü rejimlerin varlığı konusunda yanılgıya düşmemek için önemli bir hususun da gözardı edilmemesi gerekir. Her kapitalist ülkede burjuva düzenin parlamenter çerçevesi aynı genişlikte ve kapsamda değildir. Parlamenter sistemin içerdiği demokratik hakların niceliği ve niteliği, yasama ve yürütme güçleri arasındaki denge, ülkeden ülkeye farklılıklar arz eder. Bunun nedenleri, çeşitli ülkelerin tarihsel arka planlarının farklılığına ve keza işçi sınıfı mücadelesinin derinlik ve yaygınlık düzeyi arasındaki eşitsizliğe bağlıdır. Bunları dikkate almadan yapılacak yüzeysel değerlendirmeler, bazı ülkelerde sürekli olarak olağanüstü rejimlerin işbaşında olduğu şeklinde yanlış görüşlere kapı açacaktır. Örneğin başkanlık sisteminin geçerli olduğu kapitalist ülkelerde, başkanın yetkisinin genişler göründüğü her siyasal konjonktürü Bona­partizm diye yaftalamak, siyasal rejimde sıradan bir gericileşme eğilimiyle olağanüstü yönetim arasındaki farkın silikleştirilmesi sonucunu doğurur. Keza Türkiye ve benzeri ülkelerdeki parlamenter işleyişi Avrupa’daki örnekleriyle karşılaştırarak, bu gibi ülkelerde sürekli faşizmin egemen olduğu yolunda teoriler geliştirmek yanlış bir siyasal tutumdur. Bu tür tutumlar, somut gerçekliği çözümleme ve doğru mücadele taktikleri belirleme kapasitesinden yoksunluk anlamına gelir. Burjuva diktatörlüğün olağanüstü siyasal biçimleri neticede geçici bir nitelik taşırlar. Fakat bu gerçek, Bonapartist ya da faşist diktatörlüklerin kendiliğinden kolayca çekip gideceğini anlatmaz. Bu rejimlerin geliş biçimi, uyguladığı şiddetin derecesi gibi hususlar nasıl ki içinde bulunulan somut koşullara, iç ve dış siyasal dengelere bağlıysa, sona ermelerinde de benzer unsurlar etkilidir. Modern burjuva toplumlarda, son tahlilde burjuva diktatörlüğün olağan biçimi parlamenter rejimdir. Olağanüstü rejimler sarsıntılı bir dönemde burjuvazinin egemenliğini tamir edip onu kurtarıyorsa da, bu baskıcı rejimlerin bir süre sonra burjuva düzene karşı toplumsal bir tepki yaratması, işçi sınıfı ve emekçi kitleler nezdinde düzenin kutsal kabul edilen kimi kurumlarını ciddi boyutlarda zedelemesi riski vardır. İşte bu gerçeklik, burjuvazinin neden çok zorunlu olmadıkça olağanüstü siyasal rejimlere başvurmak istemediğini açıklar. Bir bakıma olağanüstü rejim, tamir ederken başka tarafları bozan tehlikeli bir alet gibidir. Düzen tesis etme adına gelir, ama düzeni tehdit edecek yeni bir “anarşi” kaynağı yaratabilir. Nitekim gerek eski tarihlerdeki gerek yakın zamanlardaki örneklerde görüldüğü üzere, eğer Bonapartist veya benzeri rejimlerin çözülme dönemlerine örgütlü bir işçi mücadelesi ve ciddi kitle hareketleri damgasını basıyorsa, tehlikeye düşen yalnızca burjuvazinin olağanüstü devlet biçimi değil, burjuva düzenin bizzat kendisi olacaktır. Bonapartist rejimin akıbetini değerlendirirken, Marx, onun hükümet mekanizmasının “kutsal” halesini çekip çıkartarak, onu hiçe sayarak, onu aynı zamanda hem rezil ederek hem de gülünç duruma düşürerek bizzat düzen adına anarşi yarattığını belirtir. Ve ekler: “imparatorluk pelerini en sonunda Louis Bonaparte’ın omuzlarından düştüğü gün, Napo­leon’un tunçtan heykeli, Vendome dikilitaşının tepesinden gümbürtüyle devrilecektir”. Nitekim I. Napoleon’un anısına 1806 yılında Paris’e dikilmiş olan ve üzerinde Napoleon’un heykeli bulunan dikilitaşın başına gelenler Marx’ın kehanetini doğrular. Vendome, burjuva düzeni taştan sembolleriyle birlikte tarihin çöp sepetine göndermeye niyetli Paris Komünü’nün emriyle 16 Mayıs 1871’de yıktırılır. Bonapartist düzenin son bulduğu süreçte patlak veren Paris ayaklanması, komünarların burjuva düzeni yerle bir etme yolundaki cesaretlerini sergiler. İşçi sınıfı o dönemde zafere ulaşamasa bile nelerin yapılması gerektiği konusunda gelecek kuşaklara pek çok ders vermiştir. Marx’ın Bonapartizm çözümlemesi burjuva devletin olağanüstü siyasal biçimlenmeleri konusunda günümüze ışık tutan pek çok önemli husus içermekle birlikte, onun somut koşullara ilişkin nitelemeleri, doğal olarak, kapitalist gelişmenin 19. yüzyıla denk düşen düzeyinden türetildi. Yeğen Bonaparte’ın sanki sınıflarüstü bir kurtarıcı rolünde burjuva toplumun üzerine yükselip diktatörlüğünü kurmasının altında yatan temel neden, proletarya korkusuyla sarsılan burjuva düzenin, bir de burjuva sınıfın çeşitli kesimleri arasında sürüp giden çatışmalarla iyice zayıflamasını engelleyecek siyasal denge ihtiyacı idi. Eski toplumun içinde güç kazanan büyük toprak ve ticaret burjuvazisiyle, yeni palazlanmakta olan sanayi burjuvazisi arasındaki siyasi kapışmalar, dönemin sınıflar savaşımında yansımasını fazlasıyla bulmaktaydı. Bu nedenle bu tarihsel dönem ve koşullara denk düşen Bonapartizm, burjuvazinin yüreğine artık işçi devrimi korkusunun düştüğü bir tarihsel dönemde, çeşitli burjuva kesimler arasındaki iktidar çekişmeleri nedeniyle de güç yitiren burjuva düzeni tahkim eden bir olağanüstü yönetim biçimidir. Marx’ın açılımlarında açıkça görüldüğü üzere, bu Bonapartizm, proletaryanın devrimci uyanışını engellemeyi ve çeşitli burjuva kesimler arasındaki çatışmaları bastırmayı amaçlayan bir denge rejimidir. Temelde bu özellikler değişmemekle birlikte, Bo­napartizm, Bismarck Almanyası vesilesiyle başka bir görünüm altında da ortaya çıkacaktır. Özel olarak Bonapartizm sorununun incelenmesine ayrılmış bu bölümü bitirmeden önce, konuyla doğrudan ilgili gibi görünmeyen fakat içinde geçen Bonapartizm kavramı nedeniyle zihinlerde soru işareti uyandırabilecek olan ikincil bir soruna, “proleter Bonapartizmi” sorununa da değinelim. Neden “proleter Bonapartizmi” olamaz? Bilindiği gibi, Bonapartizm kavramı esasen burjuva düzenin yürütme erkini mutlaklaştıran olağanüstü bir siyasal yönetim biçimine denk düşer. Ne var ki, bu kavramın Marksist saflarda bazen meselenin özünü çarpıtan biçimde yerli yersiz kullanımı bazı tartışma konuları yaratmış bulunmaktadır. Örneğin, Lenin’in ölümünden sonra Sovyetler Birliği’nde işçi iktidarının yıkılması ve Stalinist bürokratik diktatörlüğün kurulmasıyla toplumsal sistemde meydana gelen niteliksel değişim, Bonapar­tizm gibi kavramlar eşliğinde açıklanmaya çalışılmıştır. Burjuva düzenle sınırlı olması gereken kavrama, işçi sınıfının egemenlik sorunu çerçevesinde başvurulması, temelden yanlış bir yaklaşımdır. Proleter Bonapartizmi kavramı, yanlışlığı o kadar aşikâr olan bir kavramdır ki, doğrusu bunu göstermek için uzun boylu çaba harcamaya gerek yoktur. Fakat bazı Troçkist çevreler için bu kavram merkezi bir önem taşımaktadır. Bu çevreler Sovyetler Birliği’nde ve benzeri ülkelerde bürokrasinin egemenliği altındaki rejimlerin karakterini bu çerçevede değerlendirdiler. Stalinist bürokrasiyi ve kopyalarını, devlet mülkiyetini korudukları ve kendilerini proletaryaya yasladıkları gerekçesiyle “proleter Bonapartist” iktidarlar olarak nitelediler. Onlara göre, bürokrasinin işçi sınıfı üzerindeki olağanüstü baskıcı iktidarına rağmen, devrimin toplumsal temellerine dokunulmadığı için tarihsel kazanımlar varlığını sürdürüyordu. Ne yazık ki bu yanlış görüşler söz konusu ülkelerdeki modern despotik-bürokratik diktatörlüklerin çöküşünden sonra bile gözden geçirilmedi ve öylece günümüze taşındı. Stalinist rejimlerin sınıf karakterini, Troçki’nin bu konudaki yanlış değerlendirmelerini ya da ölümü nedeniyle yarım kalmış sorgulayışını ve Troçkistlerin bu çabayı ilerletecek yerde yanlışları dogmalaştırarak nasıl da daha büyük yanılgılara kapı açtıklarını, Marksizmin Işığında başlıklı kitapta ayrıntılı biçimde ele almıştım. O nedenle bu sorunlara şimdi aynı kapsamda ikinci kez değinecek değilim. Burada yalnızca kısa bir hatırlatma yapmak istiyorum. Bonapartizm burjuvazinin olağanüstü yönetim biçimlerinden biridir. Olağanüstü siyasal rejimler burjuva düzenin toplumsal temellerinde ve burjuvazinin egemen sınıf pozisyonunda değişim yaratmaz ve yalnızca tehlikeye düşen burjuva egemenliğini korumaya çalışırlar. Bu noktadan hareketle, proletarya egemenliğinin de Bonapartist biçiminin olabileceğini kanıtlamaya çalışmak nafile ve Marksist kavrayışla bağdaşmayan bir çabadır. Zira üretim araçlarının özel mülkiyetine dayanan kapitalist toplum koşullarıyla, üretim araçlarının genelde devlet mülkiyeti altında bulunduğu koşullar arasında derin ve tarihsel bir kapsam farkı vardır. Troçki, Sovyet devletinin sınıf karakterinin ve bürokrasinin niteliğinin kavranmasında tarihsel bir analojiye başvururken, özel mülkiyete dayanan toplumları kalkış noktası kabul etmişti. Bu nedenle Fransız devrim sürecindeki Termidor ve Bonapar­tizm olgularını da Sovyetler Birliği’ne dair analizlerinin içine taşıdı. Ona göre Sovyet Termidoru ve Sovyet Bonapartizmi politik iktidarı proletaryanın elinden bürokrasinin eline geçirmiş, fakat bu değişiklik 1917 Ekim Devriminin toplumsal temellerini ortadan kaldırmamıştı. Oysa bu yaklaşım kökünden yanlıştır. Zira bürokratik karşı-devrim proletaryanın iktidarına son vererek, aslında toplumsal devrimin temellerini tamamen berhava etmiştir. Bu nedenle, politik açıdan gerici bir nitelik taşısa bile egemen bürokrasinin yine de Ekim Devriminin toplumsal kazanımlarını korumaya devam ettiği düşüncesi asla gerçeklikle bağdaşmaz. Her sınıfın kendine özgü mülkiyet biçimini geliştirdiğini, fakat bürokrasinin bu özellikten tamamen yoksun olduğunu söylüyordu Troçki. Böylece bürokrasinin iktisaden hâkim bir sınıfa kopmaz biçimde bağlı olduğu, onunla birlikte var olup onunla birlikte devrileceği yolunda bir genellemeye gitmişti. Oysa burjuva toplumdaki bürokrasinin konumuyla Stalinist bürokrasininki tamamen farklı bir karaktere sahiptir. Kapitalist toplumda bürokrasi siyasal iktidarı ele geçirse, yani bir anlamda devlet onun özel mülkiyetinde olsa bile, üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip burjuvazi iktisaden egemen sınıf olmayı sürdürür. Üretim araçlarının devletleştirildiği ve işçi sınıfının iktidarda olmadığı koşullarda ise, devleti mülk edinen bürokrasi iktisadi egemenlik kaynağını da ele geçirmiş olacaktır. Bu bürokrasi artık bir başka hâkim sınıfa bağlı bir unsur değildir, zira bizzat kendisi hâkim sınıf katına yükselmiştir. Proletaryanın siyasal iktidarı fethetmek ve temel üretim araçlarını işçi devletinin mülkiyetine geçirmek dışında, iktisaden egemen olabilmesinin bir yolu yoktur. Proletarya ancak devrimle fethettiği siyasal egemenliği koruyabildiği, yani devrimin ürünü olan işçi devletini ve onu var edecek yegâne özü oluşturan işçi demokrasisini muhafaza edebildiği takdirde ve sürece iktisaden egemen sınıf pozisyonuna sahip olabilir. İşçi sınıfının iktidarı ele geçiremediği ya da yitirdiği koşullarda ise, devletleştirilmiş üretim araçları üzerinde yükselen mülkiyet ilişkileri, Stalinizm örneğinde olduğu gibi bürokrasinin egemenliğine dayanan modern despotik-bürokratik rejimlere can vermiştir. Bu rejimlerin hayat bulduğu her yerde, işçi sınıfı hem siyasal anlamda hem de iktisadi anlamda egemen değil, egemenlik altında yaşayan bir sınıf durumuna düşmüştür. Dolayısıyla bu rejimlerin geçerli olduğu yerlerde, işçi sınıfı ürettiği artı-ürünü denetleyemeyen ve kendi kararlarıyla yönetemeyen bir sınıf, yani sömürülen bir sınıftı. Üretim araçlarının mülkiyeti devlete ait olduğuna göre, bu toplumlarda siyaseten de iktisaden de egemen olan sınıf, devleti kendi tekelinde tutan bürokrasi idi. Sonuç olarak, proleter Bonapartizmi diye bir şey olamaz ve Stalinist egemenlik altındaki Sovyetler Birliği’ni ve benzeri tarihsel örnekleri bu tür kavramlarla tanımlamak tamamen yanlış bir eğilimdir. Daha da vahimi, Troçki’nin açılımlarının düzeyini düşürerek proleter Bonapartizmi diye genel bir kategori icat etmek ve bunu devletleştirmelerin görüldüğü pek çok duruma yapıştırılabilecek bir etiket olarak kullanmaktır. Üretim araçlarındaki devletleştirmelerin anlamının Marksist kavrayış dışına çıkılarak ele alınması, hiç işçi devriminin yaşanmadığı ülkelerde bile rejimin niteliğinin proleter Bonapartizmi diye ilân edilip toplumsal kazanımlardan söz edilmesi, gerçekte aralarında kan uyuşmazlığı bulunan proleter ve Bonapartizm sözcüklerinin ısrarla çiftleştirilmek istenmesi onaylanabilecek bir tutum değildir. Devletleştirmeler konusu, sosyalist harekette devrimci Marksist tutum ile reformist veya radikal küçük-burjuva sol anlayışları ayırt edebilmek bakımından kilit öneme sahiptir. Üretim araçlarının topluma maledilebilmesi (toplumsallaştırılması) sürecinde bir ön giriş oluşturan işçi iktidarı altındaki devletleştirmeler ile kapitalist devlet altındaki devlet mülkiyeti ve devlet işletmeciliği birbirine karıştırılamaz. Marksizmin kurucularının bu konuda göstermiş oldukları hassasiyet unutulmamalıdır. Engels 1881 yılında Bernstein’a bir mektubunda şunları yazar: “Devletin serbest rekabete her müdahalesini –koruyucu gümrük tarifelerini, loncaları, tütün tekelini, belli sanayi kollarının ulusallaştırılmasını, dış ticaret derneğini ve krallık porselen fabrikasını– ‘sosyalizm’ diye adlandırmak Manchester burjuvazisinin, kendi çıkarı için yaptığı bir çarpıtmadır. Bunu eleştirmeli ama buna inanmamalıyız. İnanır ve bu inanç temelinde bir teori geliştirirsek, sosyalizm olduğu savlanan bu şeyin bir yandan feodal bir gericilik, öte yandan hem para sızdırma mazereti, hem de olabildiği ölçüde proleteri devlete bağlı memur ve emekli durumuna getirmenin, böylece de disiplinli bir ordunun ve devlet memurları ordusunun yanısıra bir işçi ordusu kurmanın mazereti olduğu basitçe kanıtlandığı zaman, o teori, tüm dayanaklarıyla çöker. Fabrikalardaki ustabaşılar yerine devlet mekanizmasındaki amirlerin sağladığı zorunlu oy –ne hoş bir sosyalizm türü! Burjuvazinin inanmadığı, ama inanmış göründüğü şeye, yani devlet demek sosyalizm demektir düşüncesine inanırlarsa, insanların varacağı nokta işte budur.” Egemen bürokrasinin despotik diktatörlüğü altında biçimlenmiş olan Sovyetler Birliği ve kopyalarının genelde artık çökmüş bulunduğu günümüz koşullarında, bu rejimlere ilişkin tartışmalar biraz geride kalmış gibi görünse de aslında mesele hiç de öyle değildir. Yakın tarihi Marksizm temelinde çözümleyip, doğru biçimde kavrayamayanlar, günümüze de, geleceğe de ışık tutamazlar. Nitekim, proleter Bonapartizmi kavramı bazı Troçkistler tarafından günümüzde kimi kapitalist ülkelerle alâkalı olarak da kullanılıyor. Örneğin Suriye’deki Baas rejiminin nitelenmesinde olduğu üzere, siyasal yapılanmada devlet bürokrasisinin ve ekonomide devletçiliğin ağır bastığı bu tür rejimler genelde proleter Bonapartizmi olarak değerlendiriliyor. Bu tür yaklaşımların inandırıcı ve sağlam bir Marksist temelinin olduğu asla söylenemez. Eğer bu ülkelerdeki durumun özgünlüğü kavranmak isteniyorsa, fazla uzağa gitmeye gerek yoktur. Türkiye’deki kapitalist devletçilik dönemi (1929-39) ve uygulamaları bu soruna yeterince ışık tutmaktadır. Türkiye’nin yanı sıra bu uygulamalar, özellikle İkinci Dünya Savaşından sonra siyasal bağımsızlığına kavuşan ve ulus-devletini kuran kimi ülkelerde de yaşama geçirilmiştir. Söz konusu ülkelerdeki “milli devrimci” iktidarların uyguladığı devletçi iktisadi kalkınma “modeli”, temelde devlet kapitalizminden başka bir şey değildir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

No Pasaran !