BİR ŞEY YAPMALI

CUMHURİYET İÇİN DEMOKRASİ İÇİN HALK İÇİN GELECEĞİMİZ İÇİN ..................... cemaatlerin yönettiği bir coğrafya olmak istemiyorsak ................. Ama benim memleketimde bugün İnsan kanı sudan ucuz Oysa en güzel emek insanın kendisi Kolay mı kan uykularda kalkıp Ninniler söylemesi

4 Haziran 2009 Perşembe

KÜRT SORUNU

Kürt Sorunu: İnkârcılıkta Yeni Arayışlar

Utku Kızılok 9 Mayıs 2009 Son birkaç senedir Kürt sorununun sözümona çözülmesini içeren bir plandan söz edilmekte, Kürt kitlelere umutlar pompalanmakta, fakat çok geçmeden bunlar fos çıkmaktadır. Zira diğer temel siyasi konularda olduğu gibi, TC’nin Kürt sorunu konusundaki siyasetini belirleyen yüksek askeri bürokrasidir ve onun da geleneksel yaklaşımı şudur: “Kürt sorunu yoktur!” Rejim üzerindeki askeri vesayetin kalkmasını ve Avrupai bir parlamenter işleyişin egemen olmasını isteyen burjuva kesimler ve onların liberal yazar-çizer taifesi ise, meseleyi kültürel kırıntılar verilmesine indirgemektedirler. Buna mukabil, başta ABD olmak üzere emperyalist güçler, Kürt sorununu kendi çıkarları doğrultusunda istismar etmeye çalışmaktadırlar. Ortadoğu’daki dayanaklarını güçlendirmeye çalışan ABD emperyalizmi, İsrail, Türkiye ve Güney Kürtlerinin uyum halinde olmasını arzu etmektedir. Ancak bunun için de Türkiye’nin bir şekilde Kürt sorununu “çözmesi” gerekmektedir. Kürt korkusunu yenmiş bir Türkiye, hem Güney’deki Kürt Yönetimi’nin hamiliğine soyunabilecek hem de ABD’nin Ortadoğu’daki savaş planlarının daha aktif bir parçası haline gelebilecektir. Belirtelim ki, Türkiye’nin Güney’deki Kürt Yönetimi’ni nüfuzu altına almasını isteyen, ama Kürt sorununda adım atılması için askeri bürokrasi karşısında irade gösteremeyen burjuva kesimler de, ABD’nin söz konusu planlarını canı gönülden desteklemekteler. Bu planlara göre, Türkiye Irak’taki Kürt Yönetimi’nin varlığını kabul edecek, içeride Kürt sorunu ile ilgili kimi adımlar atacak (genel af gibi) ve buna karşılık olarak da, Barzani ve Talabani PKK’nin silah bırakmasını sağlayacak! ABD dışişleri bakanı Hillary Clinton’ın Mart başında Türkiye’yi ziyaret etmesi, devam eden günlerde ise Abdullah Gül’ün Irak’a giderek –ve uçakta gazetecilere “Kürdistan” kelimesini telaffuz ederek– Talabani ile görüşmesi ve PKK’ye “silah bırak” çağrısı yapacak bir Kürt konferansının toplanacağından söz edilmeye başlanması bu planın parçalarıdır. Nitekim Nisan başında Türkiye’yi ziyaret eden Obama ile yapılan pazarlığın temel ayaklarından birini de, Kürt sorunu ve söz konusu plan oluşturmaktaydı. DTP eş başkanı Ahmet Türk ile görüşen ve yaptığı konuşmalarda Kürtlerin eşit olması gerektiğinden söz eden Obama, böylece kamuoyu önünde de Kürt sorununda “adım atın” mesajı vermiş oldu. Ancak Obama’nın ziyaretinin ve Kürt sorununda yoğunlaşan “çözüm” tartışmalarının üzerinden bir hafta geçmeden Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, 14 Nisanda, kendisini dinlemeye koşan kalabalık bir gazeteci taifesi karşısında, akademik bir üslupla askeri vesayet rejimini kutsadı, orduya özerklik istedi ve Kürt sorunu yoktur dedi. Şu tesadüfe bakın ki, Başbuğ konuşurken, 13 ilde DTP’ye dönük geniş kapsamlı bir “PKK operasyonu” başlatılmıştı. DTP’ye dönük saldırılar diğer günlerde de devam etti ve onlarca parti yöneticisi tutuklandı. PKK seçim sonrası durumu değerlendirerek ateşkes ilan etmesine rağmen, kırsalda askeri operasyonlara hız verildi. Böylelikle bir kez daha Kürt sorununda bir adım atmaktan yana olmadıklarını devlet terörü estirerek ortaya koydular. Başbuğ, 29 Nisandaki basın toplantısında çözümsüzlük tavrının altını bir kez daha çizmiştir. Kürt sorunu tüm ağırlığıyla orta yerde durmaktadır. Sorunun asıl muhatabı olan Kürt ulusal hareketi dikkate alınmamakta, böylece Kürt sorunundaki kilitlenme ve çözümsüzlük devam etmektedir. İnkârcılıkta yeni arayışlar Bir taraftan Kürt sorunu olduğunu kabul etmeyen Başbuğ, öte taraftan “Türk ortak/üst kimliği” altında bireysel kültürel alt kimliklerin kullanılabileceğinden dem vurmuştur. Lakin bu “ikincil kimlikler ancak ikincil kültürel kimlik şeklinde bireysel seviyede yaşanabilir”, alt kimliklerin anayasaya girmesine zinhar izin verilemez! Burjuva yazarların kendisine “entelektüel general” payesi vermesinden mi cesaret alır bilinmez, Başbuğ, birkaç kalem darbesiyle Kürt kimliğini bireysel, ikincil, kültürel bir kimlik düzeyine indirgemiş ve istediğiniz buysa alıp yaşayın lütfunda bulunmuştur. Oysa bir alt kimliğin varlığından söz edilmesi, ancak bu alt kimliğe mensup insanların bu kimliklerini bireysel değil, toplumsal/grupsal düzeyde yaşamalarıyla bir anlam ifade edebilir. İnsanların kendi kimliklerinin bireysel düzeye hapsolması, çok geçmeden bu kimliğin “üst kimlik” içinde erimesi anlamına gelir ki, bu da asimilasyondan başka bir şey değildir. Ezcümle, Başbuğ Kürtlere gönüllü asimile olmayı öğütlemektedir. Başbuğ’un bu açıklamaları, Kürt sözcüğünü telaffuz etmesi ve Mustafa Kemal’den aktardığı “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına, Türk milleti denir” ifadesi, neredeyse tüm burjuva yazar-çizer takımı tarafından bir “açılım” olarak göklere çıkartıldı, çıkartılıyor. Oysa bir “açılım” söz konusu değildir. Başbuğ’un dile getirdiği görüşler şu anda Genelkurmay internet sitesinde duran, daha önceki konuşmalarının derlenip toplanmasından başka bir şey değildir. Kaldı ki, tüm bu açıklamaların esas amacı Türkiye’de bir Kürt sorunu olmadığını ortaya koymaktır. “Tamam pekâlâ, siz Kürtsünüz” denmesiyle ulusal sorunun ortadan kalkmayacağı açıktır. Bu meyanda, Genelkurmayın, bir Kürt ulusal sorunu olmadığını kanıtlamaya dönük akademik arayışına dikkat çekmek gerekiyor. Yıllarca “Kürt diye bir halk yoktur” tezine, sözümona bilimsel ve akademik bir çerçeve sunmaya çalışan düzen cephesi, şimdi de “Kürt vardır, ama Kürt sorunu yoktur” yaklaşımına bir temel yaratma arayışındadır. Zaten düzen cephesinin kimi ideologları uzun bir süredir daha inceltilmiş yöntemlere başvurmaktalar. Kimileri, Kürtlerin varlığını inkâr etmek yerine, Kürtlerin, Lozan’da Türkiye ile birlikte davranarak kendi kaderlerini tayin haklarını kullandıklarını ve bir Kürt sorunu olmadığını iddia ediyor. Kimileri de, TC’nin “Türk” etnik kimliği üzerine kurulmadığını, “Türk” kavramının, etnik, dinsel ve kültürel bir ayrım yapılmadan, tüm halkları kapsayacak siyasal bir üst kimliğe tekabül ettiğini dile getiriyor. Elbette yaşam bu iddiaların doğru olmadığını söylüyor. Kürtleri değil de Kürt sorununu inkâr etmeye dönük bu yeni yaklaşımı Genelkurmay da benimsemiştir. Genelkurmayın da “kart-kurt” yaklaşımından Kürtlerin varlığını kabul eden bir çizgiye gelmesi, alt/kültürel, ikincil kimlikten dem vurması, entegrasyondan söz etmesi geleneksel statükocu siyasetin ne denli bir sıkışıklık yaşadığının delilidir. 85 yıllık inkâr siyasetinin iflası tescillenmiştir. Gerçekler karşısında Kemalizm nefessiz kalmıştır ve şimdi ona taze yaşam soluğu üflenmeye çalışılmaktadır. Ancak gerçeklerin direngenliği karşısında bu taze yaşam soluğunun da işe yaramayacağı açıktır. Bunu görmek için Kürt sorununun evveliyatına bakmak yeterlidir. Ortaklıktan inkâr ve imhaya Osmanlı’nın çok halklı yapısı üzerinde, toplumun tepeden homojenleştirilmesi ve Müslüman-Türk esaslı bir ulus yaratılması projesi esas olarak İttihat Terakki’ye aittir. Onlarca halkın iç içe yaşadığı topraklar üzerinde Türk etnik kimliğine dayalı bir ulus yaratma girişimi, onmaz yaralara yol açacak, halkları acı ve gözyaşına boğacaktı. Nitekim bu projenin bir sonucu olarak halklar baskı altına alınmış ve 1915’te Anadolu’nun kadim halklarından kırıma uğrayan Ermeniler sürülüp atılmışlardır. Ne var ki, ezilen halkların bağımsızlığının önüne geçmek, Turancılık ve Müslümanlık söylemiyle Orta Asya ve Kafkasya’daki Türkleri kendi egemenliği altına almak amacıyla emperyalist savaşa Almanya’nın yanında katılan Osmanlı’nın yenilmesiyle İttihat Terakki’nin bu projesi yarıda kaldı. Bu gerici projeyi, Rumları tehcir eden, Kürtleri kanlı bir şekilde ezen, diğer Müslüman halkları yoğun baskı altına alarak asimile eden Kemalist liderlik başarıya ulaştıracaktı. Bu meyanda, “Türk milleti” kavramının tüm halkları ifade etmek üzere bir üst kimlik olarak Mustafa Kemal tarafından geliştirilmediğini, İttihat Terakki’nin Türk ulusu yaratma projesinin bir ürünü olduğunu da belirtelim. Düzen cephesi tüm gücüyle Kürt sorununu son 20-25 yıllık bir sorunmuş gibi sunma gayretindedir. Statükocu-devletçi ideologlara göre 1938-1984 yılları arasında Kürtler, Türkler ile bir arada barış içerisinde yaşamışlardır. Aynı ideologlara göre, cumhuriyetin kuruluşundan 1938’e kadarki zaman zarfında yaşanan isyanların kaynağında ise Kürt sorunu değil, “laik devlet düzenine geçişle birlikte otoritesini yitiren dinî liderlerin ve şeyhlerin husumeti”, “bölgenin geri kalmışlığı”, “devlet memurlarının halka zaman zaman kötü davranması” ve “dış dinamikler ve kışkırtmalar” vardır. Kemalist ideologların bu tezlerini konuşmasında tekrarlayan ve Kürtlerin asimilasyona tâbi tutulmadığını söyleyen Başbuğ, şöyle devam etmiştir: “Esas itibarıyla Cumhuriyetin ilk yıllarında yaşanan ayaklanmalar etnik temelli değildir.” Öncelikle altını kalınca çizmek gerekiyor ki, Kürt sorunu 150 yıllık geçmişi olan bir sorundur. Kürtlere karşı zora dayalı sistematik asimilasyon politikaları ise İttihat Terakki ile başlamış ve cumhuriyet döneminde de sürmüştür. 1914’te İttihat Terakki tarafından çıkartılan İskân-ı Aşar ve Muhacirin Müdiriyeti kanunuyla Kürtçe coğrafya ve yerleşim yerlerinin isimleri Türkçe olarak değiştirildi. 1916’da ise, savaştan dolayı yerlerini terk etmek zorunda kalan Kürtlerin, Türk nüfus içinde yüzde beş oranını geçmeyecek biçimde parçalanarak eritilmesine dönük bir politika uygulanmaya başlandı. Türk nüfusun yoğun olduğu bölgelere sürülen Kürtler açlık, hastalık ve uygulanan şiddet sonucunda büyük kayıplar verdiler. (Fuat Dündar, Modern Türkiye’nin Şifresi, İttihat ve Terakki’nin Etnisite Mühendisliği, 1913-1918, İletişim Y.) Ancak Kürtleri, Ermeni kırımında kullanan ve bu engeli aştıktan sonra da Türk nüfus içinde eritmeye dönük bir politika izlemeye başlayan İttihat Terakki, amacına ulaşamadı. Osmanlı savaşta yenildi ve toprakları emperyalistler tarafından paylaşılmaya başlandı. Osmanlı’nın yenilmesi ve Ortadoğu’nun İngiltere’nin eline geçmesiyle birlikte Kürtler de bağımsızlıkları için harekete geçtiler. Gerek Güney gerekse Kuzey Kürtleri arasında, her ne kadar bir birlik yoksa da çok sayıda örgütlenme söz konusuydu. Nitekim ilk Kürt isyanı Şeyh Mahmud Berzenci önderliğinde, 22 Mayıs 1919’da gerçekleşti: İngiliz birliklerini esir alan Berzenci, Süleymaniye’de bir Kürt hükümeti ilan etti. Fakat bölgedeki siyasi dengelerin henüz nasıl şekilleneceği ve bir Kürt devletinin İngiliz emperyalizminin çıkarına olup olmayacağı belli olmadığı için, Kürtlerin bağımsızlık girişimi ezildi. Bölgedeki İngiliz yetkili Albay Wilson yazdığı bir raporda, Bolşeviklerin bölgede gittikçe büyüyen itibarından, İngiliz karşıtı Türk söyleminin, Mustafa Kemal’in kendilerine otonomi vereceğini zanneden Kürtler arasında zemin bulduğundan söz ediyordu. (M.S. Lazarev vd., Kürdistan Tarihi, Avesta Yay., s.211 ) Kemalist liderlik Kürtleri kendi yanına çekmek için büyük bir çaba harcıyordu. Örneğin, M. Kemal önderliğinde 22 Ekim 1919’da oluşturulan ve uzun yıllar gizlenen Amasya Protokolünde şöyle deniliyordu: “Osmanlı Devleti’nin düşünülen ve kabul edilen sınırının Türk ve Kürtlerin oturduğu araziyi kapsadığı (…) Bununla birlikte Kürtlerin gelişme serbestliğini sağlayacak şekilde ırk hukuku ve sosyal haklar bakımından daha iyi duruma getirilmelerine izin verilmesine ve yabancılar tarafından Kürtlerin bağımsızlığını gerçekleştirme amacını güder gibi görünerek yapılmakta olunan karıştırıcılığın önüne geçmek için bu hususun şimdiden Kürtlerce bilinmesi hususu uygun görüldü.” (ak: Ayşe Hür, Osmanlı’dan Bugüne Kürtler ve Devlet, www.taraf.com.tr) Anlaşılacağı üzere, Kemalist liderlik ırk hukukunu, yani Kürtlerin bağımsızlığını değil ama özerkliklerini tanıyacaklarını vaat etmektedir. Kürtler de bu vaat karşılığında yabancıların peşine takılmamalı ve Osmanlı topraklarının kurtarılmasına katılmalıydılar. Yabancı güçlerin Kürtleri yalnız bırakacağını, Doğu Anadolu’da kurulacak Ermeni devletinin Kürt topraklarını işgal edeceğini söyleyen, din kardeşliğini öne çıkartan ve özerklik vaat eden Kemalist liderlik, Kürtleri kendi yanına çekmeyi başarmıştır. Nitekim Fransa’da Osmanlı topraklarının geleceği hakkında Sevr görüşmeleri devam ederken, M. Kemal tarafından bizzat örgütlenen Kürt aşiret önderleri, 22 Şubat 1920’de çektikleri telgrafta şöyle diyorlardı: “Barış konferansına bildiririz ki Kürtler, soy ve din olarak Türklerle aynı ülke içerisinde birleştikleri yasal kardeşlerdir. Osmanlı Hükümeti’nden başka hiç kimsenin Kürtler adına konuşma hakkı yoktur.” Mustafa Kemal ise, 1 Mayıs 1920’de Millet Meclisi’nde şöyle diyordu: “Meclisi âlinizi teşkil eden zevat yalnız Türk değildir, yalnız Çerkes değildir, yalnız Kürt değildir, yalnız Laz değildir. Fakat hepsinden mürekkep anasır-ı İslamiyedir, samimi bir mecmuadır.” (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, cilt-I, Türk İnkılâp Tarih Enstitüsü Y., 1961 s.73) Konuşmasının devamında İslam kardeşliğine özellikle değinen M. Kemal, Musul ve Kerkük’ü misak-ı milli sınırlar içinde sayıyor ve Kürt varlığına vurgu yapıyordu. Ancak uluslararası durum çok geçmeden değişmeye başlayacak ve Kürtlerin ortak olduğu da unutulacaktır. Uluslararası konjonktürdeki değişimin en temel nedeni, emperyalistlerin destekledikleri karşı-devrimci Beyaz Orduların yenilmesi ve Rusya’daki işçi iktidarının iç savaştan zaferle çıkmasıydı. Destek almak amacıyla Kemalist önderliğin Bolşeviklere yanaşmasının ardından gelen bu zafer, emperyalistlerin Anadolu’nun komünizmin eline düşeceği korkusunu iyice arttırdı. Zaten Kemalist önderliğin istediği de, İngiliz emperyalizmini Bolşeviklerle tehdit etmek ve kendi lehine bir uzlaşmaya zorlamaktı. Daha 23 Haziran 1919’da Kazım Karabekir’e bir telgraf çeken Mustafa Kemal, işgalcileri püskürtmek için Bolşeviklerden yararlanmak, ama beri taraftan da İngiltere ve diğer güçleri, sizin yüzünüzden Bolşevikler vatanımızı istila edecek diyerek korkutmak gerektiğini söylemektedir. (ak: Stefanos Yerasimos, Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye, Belge Yay., s. 55-56) Rusya’daki işçi iktidarının zaferi, Mahmud Berzenci gibi Kürt liderlerin İngilizlere karşı savaşmaları ve ezilen halkların temsilcisi olarak gördükleri Sovyet iktidarından yardım istemeleri, Kemalist önderliğe bağlı orduların Ocak 1921’de Yunan ordularını geri püskürterek gücünü kanıtlaması, emperyalist güçlerin tutumunu değiştirecekti. Sovyet iktidarına karşı emperyalizmin uzak karakolu rolü biçilen Türkiye’nin bugünkü topraklar üzerinde kurulmasına yeşil ışık yakıldı. Bunun bir sonucu olarak, Mayıs ayında tüm emperyalist güçler Türk-Yunan savaşında tarafsızlıklarını ilan edecek ve çeşitli ayrıcalıklar kopartan İtalya ve Fransa işgal ettikleri bölgelerden çekileceklerdi. Bu arada, 1921 başında, Dersim ve Sivas bölgesindeki Kürtlerin oluşturdukları Koçgiri Konfederasyonu, özerklik talebiyle isyan başlattı. Mart ayında başlayan isyan, Kemalist liderlik tarafından kanlı bir şekilde bastırıldı. Kürtlerin üzerine gönderilen Sakallı Nurettin Paşa, Ermenileri kastederek “Zo diyenleri temizledik” diyor ve Kürtlere yönelik olarak da “Lo diyenlerin köklerini de ben temizleyeceğim” diye ekliyordu. Böylece, ırkçı ve katliamcı politikaların değişmediğini ortaya koyuyordu. İttihat Terakki’nin projesine ilk dönüş işareti böylece verilmiş olunuyordu. Ancak emperyalist dengeler henüz oturmadığı ve Türkiye’nin sınırları daha çizilmediği için Kemalist önderliğin Kürtlere biraz daha ihtiyacı vardı. Nihayetinde, Ekim Devriminin etkilerinin doğrudan bir sonucu olarak Sevr Anlaşması çöpe atılacak, Lozan’da emperyalist dengeler yeniden kurulacaktı. Ne var ki, bu dengeler içerisinde Kürtlere bir devlet hakkı tanınmıyordu. Zaten Sevr’de Kürtlerin bağımsızlıkları meselesi yuvarlak ifadelerle Milletler Cemiyeti’ne havale edilmiş ve aslında Ortadoğu’da egemen güçler arasındaki at pazarlığına saklanmıştı. Lozan’da, gerek İngiltere gerekse Türkiye Kürtler üzerinden yoğun bir pazarlığa girecekti. Kemalist kadro, İngiltere karşısında pazarlık gücünü artırmak amacıyla Türklerin ve Kürtlerin kader birliği yaptığını kanıtlamaya çalışıyordu. Lozan öncesinde, Kürtlerin Türkler ile birlikte olduğunu gösterecek, kâğıt üzerinde kimi adımlar atıldı. 15 Temmuz 1922’de Büyük Millet Meclisi Heyetinin Irak cephesi komutanlığına gönderdiği talimatta, “Kürtlerle meskûn mıntıkalarda ise, hem iç politikamız ve hem de dış siyasetimiz açısından aşamalı bir yerel yönetim kurulmasını savunmaktayız” denmekteydi. (ak: Ayşe Hür, age) İsmet İnönü ise, 12 Aralıkta Lozan’da şöyle diyordu: “Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, Türklerin olduğu kadar Kürtlerin de hükümetidir. Çünkü Kürtlerin gerçek ve meşru temsilcileri Millet Meclisi’ne girmiştir. Türklerin temsilcileriyle aynı ölçüde ülkenin hükümetine ve yönetimine katılmaktadırlar. Kürt halkı ve meşru temsilcileri, Musul Vilayeti’nde oturan kardeşlerinin anayurttan ayrılmasına razı değillerdir.” Tabii bu arada, örgütlenen Kürt milletvekilleri de ülkenin Türklere ve Kürtlere ait olduğunu söylüyor ve Musul vilayetinin Türkiye’de kalması için Lozan’da İngiltere’ye baskı yapılıyordu. Tam 60 yıl boyunca gizli tutulan bir belgede ise, M. Kemal şunları söylüyordu: “… başlı başına bir Kürtlük düşünmektense, bizim Teşkilat-ı Esasiye Kanunu gereğince zaten bir tür yerel özerklikle oluşacaktır. O halde hangi livanın halkı Kürt ise, o­nlar kendi kendilerini özerk olarak idare edeceklerdir. (…) Şimdi Türkiye Büyük Millet Meclisi, hem Kürtlerin hem de Türklerin yetki sahibi vekillerinden oluşmuştur ve bu iki unsur, bütün çıkarlarını ve kaderlerini birleştirmişlerdir.” (ak: Ayşe Hür, age) Kemalist iktidar, Lozan’da Rumların tehcirini ve bugünkü Türkiye sınırlarını İngiltere’ye kabul ettirince, Musul ısrarından vazgeçti. Üstelik tüm pazarlığını, Kürtlerle Türklerin eşit olduğu ve Türkiye’yi birlikte kurdukları savı üzerine oturttuğu ve elbette İngiltere de buna göz yumduğu için, Kürtlerin hakları Lozan Sözleşmesinde yer almadı. Pazarlıkların çerçevesinin netleşmesi üzerine 6 Mart 1923’te yapılan Meclis görüşmelerinde, 63 Kürt milletvekili Musul olmadan Lozan sözleşmesine karşı çıkacaklarını söylediklerinde geç kalmışlardı. Bir oldubitti ile bu Meclis dağıtıldı ve Kemalist önderliğin arzusu doğrultusunda oluşturulan yeni Meclis, 24 Temmuzda imzalanan Lozan Sözleşmesini onayladı. Kürtler ile kurulan ortaklık bitmiş, inkâr, imha ve asimilasyon dönemi başlamıştı. Ne ilginçtir ki, aynı günlerde, İngiliz uçakları 1922’de tekrar kurulan Mahmud Berzenci önderliğindeki Kürt özerk bölgesini bombalıyorlardı. Kendilerine verilen sözlerin tutulmaması üzerine, Kürtler peş peşe ayaklanmalar başlattılar. Şeyh Said isyanı olarak bilinen ayaklanmayı başlatan örgüt, Kürdistan Bağımsızlık Komitesi (Azadi) idi. Esasında örgütün lideri Şeyh Said değil, Osmanlı ordusunda eğitim görmüş Albay Cıbranlı Halit Bey’di. Ancak Halit Bey’in tutuklanmasıyla hareketin başına Şeyh Said geçmiştir. Düzen cephesinin iddia ettiği gibi Kürt isyanlarının amacı şeriat getirmek değil, Kürt halkının haklarını savunmak, bağımsızlığını elde etmekti. Meselenin tam da bu boyutunun üzerini örtmek amacıyla Kemalist iktidar, gayet bilinçli olarak Şeyh Said ayaklanmasına “irticai” ve “dış mihrakların kışkırtması” damgasını vurdu. Nitekim sonradan ortaya çıkan 3 Mayıs 1925 tarihli Bakanlar Kurulu kararnamesinde, isyanın bir Kürt ayaklanması biçiminde değil, “irticâi cehalet” olarak gösterilmesi gerektiği vurgulanıyordu. Şeyh Said isyanından sonra Kürt halkına dönük mezalime ve özellikle de asimilasyon politikalarına hız verildi. 1926’da yayınlanan bir raporda şöyle deniliyordu: “Türk camiası içinde Kürtlük eritilmeli, ondan sonra ve tedricen öz Türk hukukuna mazhar kılınmalıdır” (ak: Ayşe Hür, age). Burjuva cumhuriyetin önderlerinin tutumu Kürt halkına karşı öylesine aşağılayıcıydı ki, Ağrı isyanının bastırılmasından sonra İsmet İnönü şöyle kükreyecekti: “Bu ülkede sadece Türk ulusu etnik ve ırksal haklar talep etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur” (Milliyet, 31 Ağustos 1930). İki hafta sonra ise, “bu iki ırkın savaşıdır, ne ilktir ne de son olacaktır” diyen Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt, paşasını aratmayacak ırkçı bir dil kullanıyordu: “Türk bu ülkenin yegâne efendisi, yegâne sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler!” (Milliyet, 19 Eylül 1930) 1930’larla birlikte asimilasyon uygulamaları resmileşti ve Türk etnik yapısına dayalı bir ulus yaratılması projesine büyük itilim verildi. Devlet tarafından ilan edilen Türk Tarih Tezi ve onu tamamlayan Güneş Dil Teorisi safsatalarıyla Türk kimliği etrafında oluşturulan ulusal kimliğe hayali kökler bulunmaya çalışıldı. Devlet tarafından resmi olarak kabul edilen teze göre, birçok eski kavim Türk ırkından ve birçok dil de Türkçeden türemişti. Orta Asya kökenli Turancılık ideolojisine rahmet okuturcasına, Hititler bile proto Türkler (Türklerin öncülleri) ilan edildi. Elbette Kürtler de artık “Şark vilayetleri Türkleri” oluvermişlerdi ve sokakta Kürtçe konuşanlara para cezası kesiliyordu. 1934’te çıkartılan İskân Kanunu ile Kürtlerin Türk nüfus içinde eritilmesi ve asimile edilmesi politikası sistemleştirildi. Bu dönemde, Seyit Rıza önderliğindeki son Kürt isyanı da, on binlerce kişi katledilerek acımazsızca bastırıldı. Böylece örgütlü Kürt hareketi dağıtıldı, kadrolarının büyük bir kısmı öldürüldü ve geriye kalanlar ise aileleriyle birlikte ülke dışına sürüldüler. Örgütlü Kürt hareketi öylesine ezildi ve aktarma kayışları öylesine kopartıldı ki, 1960’lara gelindiğinde, geçmişteki Kürt ulusal kurtuluş mücadelesinin geleneklerini kitlelere taşıyacak örgütlenme kalmamıştı. Ancak bu duruma rağmen, 27 Mayıs 1960 darbesiyle başa geçen askerlerin hazırlattıkları raporlar, Kürtleri asimile etme projesinden vazgeçilmediğini ortaya koyuyordu. Darbecilerin Kürt raporuna göre, “bölgenin, kendilerini Kürt sananlar lehindeki nüfus yapısını Türk lehine çevirmek için” “kendini Kürt sananların” Türklerin yoğun olduğu bölgelere iskânı yapılmalı, “kendilerini Kürt sananların dağlı Türkler olup, Turan kökenli oldukları” anlatılmalıydı. (ak: Can Dündar, Tarihi Bir Arşivin Kapıları İlk Kez Açılıyor, www.candundar.com.tr) Ne var ki, tüm çabalarına rağmen, TC egemenleri Kürt halkının yeniden uyanışının önüne geçememişlerdir. Kürt halkı 1980’lerde yeniden zulme baş kaldırdığında, Kürtleri asimile ettiğini düşünen düzen cephesi, onlar “Kürt değil dağ Türküdür” demeye başladı. Meydan Larousse ansiklopedisinin Türkiye versiyonunda Kürtlerden Küçük Asya’da yaşayan bir “Türk boyu” olarak söz ediliyordu. Ne dünyada ne Türkiye’de Kürt vardı. Lakin inkâr hakikate üstün gelemedi ve TC’nin egemenleri Kürtlerin varlığını kabul etmek zorunda kaldılar. Şimdi düzen cephesi, cumhuriyetin ilk yıllarından beri oluşturduğu resmi tarih ve ideolojinin çöküşünün üstesinden gelmeye, gerçekliği eğip bükmeye çalışıyor. Çözümsüzlük sürüyor Son çeyrek yüzyıldır Türkiye’nin siyasal gündemine damgasını basan Kürt sorunu, özellikle 2003’ten sonra çok daha dolaysız biçimde uluslararası bir düzeye yükselmiştir. Bunun birkaç nedeni bulunmaktadır: Birincisi, ABD’nin Afganistan’ı ve Irak’ı işgal etmesiyle bölgedeki dengeler tümüyle değişmiştir. İkincisi, Güney’de bir Kürt Yönetimi tarih sahnesine çıkmış ve dört parçaya bölünen Kürt halkı nezdinde büyük itibar görmeye başlamıştır. Üçüncüsü, Kürt ulusal uyanışı tarihinin hiçbir döneminde olmadığı kadar genişlemiş, Kürt kitleler, geri devşirilemeyecek ölçüde bir ulusal bilince ulaşmışlardır. Kürt ulusal uyanışının genişlemesi, Kürt hareketinin belediyelerde yönetime gelmesi ve parlamentoya girmesiyle birlikte Kürt sorunu uluslararası gelişmelerle birleşerek siyasal gündeme damgasını basmaya devam etmiştir. Böylece TC egemenleri 1990’lardaki konjonktürden farklı olarak, ulusal ve uluslararası siyasal arenada ciddi bir sıkışıklığın içine düşmüşlerdir. İşte son dönemde artan Kürt sorununa çözüm arayışlarının, askeri bürokrasinin kart-kurttan Kürtlerin varlığını kabul ederek, “bireysel alt kimliğin” kabulüne gelmesinin nedeni bu sıkışmışlıktır. Ancak TC egemenleri Kürt sorununu tüm çıplaklığıyla ortaya serip çözmekten ziyade, sorunu ya yok saymaya ya çarpıtmaya ya da bir şekilde kontrol altına alarak içeride ve dışarıda yaşadıkları sıkışıklığı aşmaya çalışmaktadırlar. Bu yönde iki temelli bir politika söz konusudur: Birincisi, ABD emperyalizmiyle pazarlıklara girişerek PKK’yi tasfiye etmek istemektedirler. ABD ile geniş kapsamlı pazarlıklar yürütüldüğü bir sır değildir ve bu pazarlıkların başlıca maddelerinden biri de Türkiye’nin Afganistan’a savaşacak asker göndermesidir. Pazarlığa göre, Türkiye ABD’nin Ortadoğu’daki planlarına tümüyle yatacak, Afganistan’a asker gönderecek, Irak’taki Kürt Yönetimi’nin varlığını tanıyacak ve buna karşılık olarak ABD, PKK’yi tasfiye edecektir! Lakin bu o kadar kolay bir şey değildir. İkincisi, Kürt halkını ehlileştirme politikalarının izlenmesidir. “Tamam siz Kürtsünüz, alt kimliğinizi bireysel boyutta yaşayabilirsiniz” lütfunda bulunarak, bölgeye ekonomik yatırımlar yaparak ve Kürt burjuvazisini kendi yanlarına çekerek Kürtleri düzene entegre etmeye ve sorunun üstesinden gelmeye çalışmaktadırlar. Devletin kontrolünde kalması ve Kürtleri düzene entegre etmede kullanılması koşuluyla TRT-Şeş gibi “açılımlara” askeri bürokrasinin göz yumduğu ve yumacağı da bir gerçektir. Kürt sorununu çözmeden, Kürtlerin düzen tarafından çözülmesi noktasında AKP ile TSK tümüyle mutabıktır. Bu nedenledir ki, İlkler Başbuğ, her fırsatta GAP projesinin tamamlanması ve bölgeye ekonomik yatırımlar yapılması gerektiğini söylüyor. Sorunun çözülmesi için Kürt kitlelerin destek verdiği AKP hükümeti, bu desteği yanlış yorumlamış, bölgeye ekonomik yatırımlar yaparak ve elbette din unsurunu kullanarak Kürt halkını düzene entegre edeceği vehmine kapılmıştır. “Makarna ve cami” diye adlandırılan bu siyasete TSK da yatmış ve tüm düzen cephesi 29 Mart yerel seçimlerinde AKP’nin kazanması için uğraşmıştır. Yani Kürt sorunu konusunda AKP ordunun çizgisine yaklaşırken, ordu da, Kürt halkını düzene entegre etme noktasında AKP’ye destek vermektedir. TSK, Kürtleri bir halk düzeyinde değil, ama birey olarak tanımada bir sorun görmemektedir. Ve birey olarak “Kürt vatandaşını” düzene entegre ve elbette asimile etmek için taktik değiştirmiştir. Eskisi gibi “sözde vatandaş” demek yerine, “Kürt kökenli vatandaşlarımız” sözüyle bir gönül okşama durumu söz konusudur. Beri taraftan, bu yeni taktik üzerinden Kürtleri düzene entegre etmek için medya da biçimlendirilmekte ve yönlendirilmektedir. Askeri bürokrasi eskisi gibi esip gürlemek ve “aydın” gururu incinmiş burjuva yazar-çizer takımını karşısına almak yerine; onların gururunu okşayacak şekilde toplantılara davet etmekte, “yumuşak” ve “samimi” bir üslup kullanarak emirlerini dikte etmektedir. Bir taraftan askeri bürokrasinin siyasal rejim üzerindeki vesayetinden şikâyetçi olan burjuva yazar-çizerler, öte taraftan “paşalarının” davetlerine koşarak gitmekte, Başbuğ’un askeri bürokrasinin vesayetini kutsayan açıklamalarını “açılım” olarak sunmaktadırlar. Mehmet Sinan’ın “Türk tipi demokrasi” dediği şey tastamam budur işte! Oysa Kürt sorunu ne ekonomik, ne de bireysel kültürel kimliğin kabul edilmesiyle sınırlı bir sorundur. Kürt sorunu ulusal bir sorundur ve Kürt halkı 29 Mart yerel seçimlerindeki iradesiyle bunu bir kez daha ortaya koymuştur. Ulusal sorun, kimi kültürel kırıntıların verilmesi, bireysel düzeyde etnik kimliğin kabul edilmesi ve ekonomik yatırımların yapılmasıyla çözülemez. Ulusal sorun ancak siyasal temelde, yani ezilen Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını elde etmesiyle çözülebilir. Bu hakkı nasıl kullanacağına ezilen Kürt halkı karar vermelidir. Türkiye işçi sınıfı, Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkı başta olmak üzere, demokratik taleplerini desteklemelidir. Zira Kürt sorunu çözülmediği müddetçe, TC egemenleri, “Kürtler bölücülük yapıyor, vatan elden gidiyor” söylemi üzerinden, mütemadiyen Türkiye işçi sınıfını Kürt halkına karşı kışkırtacaklar ve milliyetçiliği azdıracaklardır. Egemen güçlerin Kürt sorununda çözümsüzlüğü dayatması, en başta Türk ve Kürt işçilerinin birliğine giden yolun tıkanması anlamına gelmektedir. Marx, ezilen İrlanda halkının üzerinden İngiliz boyunduruğu kalkmadan, İngiltere işçi sınıfının toplumsal kurtuluşunun zor olduğunu söylemişti. Zira İngiliz burjuvazisi, işçi sınıfını yanında tutmak ve onu kendi davasından alıkoymak amacıyla sürekli olarak İrlandalı düşmanlığı üzerinden milliyetçiliği kışkırtıyordu. Bugün aynı şeyi Türkiye burjuvazisi de yapmaktadır. İşçi sınıfı bu tuzağa düşmemelidir. Sorunun devam etmesine, yoksul Türk ve Kürt gençlerinin ölümüne, annelerin ve babaların yüreğinin dağlanmasına neden olan, çözümsüzlüğü dayatan egemen güçlerdir. Sorun varlığını sürdürdüğü müddetçe ölümler devam edecek, egemenler milliyetçiliği kışkırtarak halkları birbirine düşürme çabalarını sürdüreceklerdir. Türkiye işçi sınıfı bu çözümsüzlüğe ortak olup kardeş Kürt halkını TC egemenlerinin insafına ve emperyalistlerin planlarına terk etmemelidir. (Kaynak: Marksist Tutum dergisi, no: 50, Mayıs 2009

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

No Pasaran !