BİR ŞEY YAPMALI

CUMHURİYET İÇİN DEMOKRASİ İÇİN HALK İÇİN GELECEĞİMİZ İÇİN ..................... cemaatlerin yönettiği bir coğrafya olmak istemiyorsak ................. Ama benim memleketimde bugün İnsan kanı sudan ucuz Oysa en güzel emek insanın kendisi Kolay mı kan uykularda kalkıp Ninniler söylemesi

8 Eylül 2009 Salı

ESKİ FAKAT GÜNCEL BİR YAZI

Köylülerin Mülksüzleştirilmesi
ve
"Siyasetin Yeniden Yapılandırılması
"IMF'ye verilen 9 Aralık 1999 tarihli "Niyet Mektubu"nda izlenecek tarım politikası şöyle ifade edilmektedir:
"40. Halihazırda uygulanmakta olan tarımsal destekleme politikaları fakir çiftçilere destek sağlamanın en düşük maliyetli yöntemi değildir. Yapılan uygulama, piyasadaki fiyat sinyallerini bozarak kaynak dağılımını kötü etkilemekte, fakir çiftçilerden çok zengin çiftçilere fayda sağlamakta ve tarım alanındaki karar verme mekanizmasının bir çok Bakanlık ve kamu kurumu arasında dağılmasından ötürü husule gelen parçalı yapı nedeniyle tutarlı olamamaktadır. Bütün bunların ötesinde, bu politikalar, son yıllarda ortalama olarak GSMH'nın %3'ü gibi bir maliyet ile vergi mükellefleri üzerine ağır yük getirmektedir. Reform programımızın orta vadeli amacı var olan destekleme politikalarını safhalar halinde ortadan kaldırmak ve fakir çiftçileri hedef alan doğrudan gelir desteği sistemi ile değiştirmektir. Bu, ilk öncelikle 2000 hasat yılı için bir pilot program uygulamaya konarak yapılacaktır. Bu pilot çalışmanın sonuçlarına göre, doğrudan gelir desteği sistemini 2001 yılında ülke çapına yaygınlaştıracağız ve bu sistemi 2002 yılı sonuna kadar tamamlamayı bekliyoruz. Bu sistem, 2001 yılı Mart ayına kadar tamamlanacak olan çiftçi kayıt sistemi üzerine kurulu olacaktır.
41. ...Hükümet çiftçilere verilen kredi sübvansiyonunu safhalar halinde tedricen ortadan kaldıracaktır. Ziraat Bankası ve Halk Bankası tarafından verilen kredi sübvansiyonlarının toplam maliyeti 1999 yılı için tahmin edilen GSMH'nın %1.2'lik seviyesinden 2000 yılında GSMH'nın %0.6'sına düşecektir."
IMF tarafından onaylanan ve üçer aylık dönemlerle izlemeye alınan "istikrar önlemleri" nin bu ifadeleriyle, S. Demirel'in "Cumhurbaşkanı" sıfatıyla 2000'li yıllara ilişkin "perspektif"leri ortaya koyarken açıkça beyan ettiği, ülke nüfusunun %40'nı oluşturan kırsal nüfusun %10'un altına indirilmesi "hedefi"yle paralellik göstermektedir.
Bunun anlamı çok açıktır: Kırsal nüfus mülksüzleştirilecektir. Bu mülksüzleştirme karşısında emperyalizmin ve oligarşinin temel dayanağı ise, "Niyet Mektubu"nda açıkça ifade edildiği gibi kent küçük-burjuvazisi olmaktadır. "Ortalama olarak GSMH'nın %3'ü gibi bir maliyet ile vergi mükellefleri üzerine ağır yük getirmektedir" beyanları, nicel olarak en büyük vergi mükellefi olan kent küçük-burjuvazisine yöneliktir. Köylü kitlelerinin bu mülksüzleştirmeye yönelik olası bir direnişinin, kent küçük-burjuvazisinin desteği alınarak, bastırılması planlanmıştır.
Diğer yandan, "fakir çiftçileri hedef alan doğrudan gelir desteği sistemi" kurulacağı beyanıyla da, örgütsüz ve dağınık durumdaki köylü kitlesi içinde uygulamayı destekleyecek bir kesim yaratılmak istenmektedir. Öyle ki, mevcut tarım politikalarının, yani tarım ürünlerine yapılan subvansiyonların, "fakir çiftçilerden çok zengin çiftçilere fayda sağladığı" ileri sürülerek, topraksız ve az topraklı köylü kitlesi pasifize edilmeye çalışılmaktadır. Oysa ki, kırsal alandaki mülksüzleştirme, doğrudan köylünün topraktan kopartılması anlamına gelmektedir. Boşalan topraklar ise, köylü ile birlikte yok olmayacağına göre, "birileri" bu toprakları yok pahasına satın alacaktır. Bu satın alma için ise, para gereklidir ve bu para da, kırsal alanda sadece "zengin çiftçi"de bulunmaktadır. Ziraat Bankası ile Halk Bankasının vermiş olduğu küçük çiftçi kredilerinin kademeli olarak kaldırılmasından sözedildiği halde, zengin çiftçilere açılan kredilerin azaltılmasından sözedilmemektedir.
Böylece köylülük içinde 1950'ler sonrasında başlayan sınıfsal farklılaşma ve ayrışma sonucu ortaya çıkan çelişkilerin, IMF anlaşmasında, küçük üretimin tasfiyesi için kullanılacağı açıklanmaktadır.
Yeni tarım politikalarının diğer bir yanı da, "2001 yılı Mart ayına kadar tamamlanacak olan çiftçi kayıt sistemi"yle, köylülerden gelir vergisi alınması uygulamasının başlatılmasıdır. Kaldırılan tarım sübvansiyonlarıyla, kesilen küçük çiftçi kredileriyle mülksüzleştirilemeyen köylü kitlesinin de gelir vergisi uygulamasıyla mülksüzleştirilmeleri hedeflenmektedir.
Böylece, kırsal nüfusun büyük oranda mülksüzleştirilmeleriyle kapitalist çiftliklerin kurulmasının önü tümüyle açılmış olacaktır. Kentlere göç etmeyen kırsal nüfusun da, bu kapitalist çiftliklerde tarım işçisi olarak istihdam edilmesi planlanmıştır. 1950'lerden itibaren uygulamaya sokulan yeni-sömürgeciliğin son halkası da ("kapalı üretim birimlerinin yıkılarak pazar için üretimin egemen kılınması") böylece gerçekleştirilmek istenmektedir.
Ancak tarımla ilgili uygulamalar sadece köylü kitlesinin mülksüzleştirilmesiyle sınırlı değildir. "Niyet Mektubu"na şunlar yazılmıştır: "2000 yılı hububat destekleme fiyatları, destekleme fiyatları ve tahmin edilen dünya piyasa fiyatı arasındaki fark, tahmin edilen dünya c.i.f. piyasa fiyatının %35'inden fazla olmayacak şekilde belirlenecek ve 2001 yılında bu fark daha da azaltılacaktır. Destekleme fiyatları ton başına 150 USD'den aşağı olmayacaktır. İthal tarifeleri, tarife dahil ithal fiyatı, yukarıda açıklanan destekleme fiyatından daha yüksek olacak şekilde ayarlanacaktır. Tahmin edilen dünya fiyatı Şikago Borsası'nda (Chicago Board of Trade) kote edilen USA2HRW'nin fiyatına bağlı olarak belirlenecektir. TMO tarafından yapılan hububat alım miktarını düşürmek ve TMO'nun yüksek miktarlı stok tutmasından kaynaklanan zararlarını ortadan kaldırmak için Hükümet, TMO iç satış fiyatlarının (i) TMO'nun alış fiyatı artı satış zamanına kadar olan maliyetinden (stoklara zımni olarak uygulanacak faiz oranı dahil olmak üzere) veya (ii) aynı kalitedeki hububatın ithal tarifesi dahil parite fiyatından, hangisi daha az ise o fiyattan daha düşük olmayacağını açıklayacaktır."
Emperyalist ülkelerin, özellikle Amerikan emperyalizminin, genetik alanda geliştirilen tekniklerle tarımsal üretimi olağanüstü artırdığı ve dolayısıyla yıllardır sürekli başta buğday olmak üzere tarım ürünleri fazlası sorunu ile yüzyüze bulunduğu bir dönemde, ülkemizdeki buğday fiyatının Şikago Borsası'na göre belirlenmesi, açıkça ülkedeki tahıl üretiminin tasfiye edilmesi anlamına gelmektedir. Bu tasfiye hareketi, aynı zamanda ülkenin bugüne kadar sanayi ürünlerindeki dışa bağımlılığının tarım ürünleri alanına genişletilmesi sonucunu doğuracaktır. İletişim ve enerji gibi stratejik sektörlerde gerçekleştirilecek özelleştirmeyle sağlanacak olan emperyalizme bağımlılık, tarım ürünleriyle tam bağımlılığa dönüştürülmektedir. Bunun sonucu olarak, ülkemizde yaşayan her kişi, başta ABD olmak üzere, tüm emperyalist ülkelerin vatandaşlarıyla "eşit" hale gelmektedir. Onların aldıkları ekmeğin buğday fiyatıyla, ülkemizdeki "vatandaşların" ekmeklik buğdayının fiyatı eşitlenerek, ekmek fiyatları eşitlenmiş olacaktır. Bu, bir yandan fiyatların dolarizasyonunu sağlamada büyük bir adım olacağı gibi, ulusal paranın, yani TL'nin dolarla yer değiştirmesi için de önemli bir temel teşkil edecektir."
9 Aralık 1999 tarihinde IMF'ye verilen "Niyet Mektubu"yla başlayan, Kasım 2000 "likidite krizi" ile sona doğru giden ve Şubat 2001 "krizi" ile sonuçlanan "istikrar tedbirleri"nin yeni versiyonu 3 Mayıs 2001 tarihli "Niyet Mektubu" ile başlarken, hukuki üstyapıdan tarıma kadar pekçok alandaki 2000 yılında başlatılan uygulamaların devam ettiği ve edeceği şöyle ifade edilmektedir:
"1. Ekte yer alan Ekonomi Politikalar Bildirgesi Türk Hükümeti'nin 2001 yılının kalan kısmı ve 2002 yılı için belirlemiş bulunduğu ekonomik politikaları ortaya koymaktadır. Bu program 1999 yılı sonunda başlatılmış bulunan ve Uluslararası Para Fonu'nun sağlamış olduğu Stand-by düzenlemesi ile desteklenen programın devamıdır... Ülke ekonomisinin yeniden yapılandırılması konusundaki aynı strateji bu programda da izlenecektir."
Kendi beyanlarında açıkça ifade edildiği gibi, 3 Mayıs 2001 tarihli "Niyet Mektubu" ile 9 Aralık 1999 tarihli "Niyet Mektubu" bir ve aynı programın "güncellenmiş" değişik versiyonlarından başka birşey değildir. Dolayısıyla her iki "Niyet Mektubu"yla birlikte IMF ile yapılan stand-by anlaşması, aynı amaçlara aynı araçlarla ulaşılacağını ortaya koymaktadır. 3 Mayıs 2001 tarihli "Niyet Mektubu", ağırlıklı olarak yapılacak hukuki düzenlemeleri ve dış borçların ödenmesi konusunda alınacak ek tedbirleri içerirken, "yapısal reformlar" konusunda 9 Aralık 1999 tarihli "Niyet Mektubu"nda geçen ifadeleri yinelemekle yetinmiştir.
Her iki "Niyet Mektubu" da, 1997 Asya Krizi ile başlayan ve Japon ekonomisinin içine girdiği durgunlukla gelişen ve 2001 yılında ABD ekonomisinde başlayan durgunlukla genişleyen dünya ekonomik buhranı koşullarında, 1980'lerden bu yana yeni-sömürgecilik yöntemlerinde süregiden bunalımın bir ürünüdür. Kurtuluş Cephesi'nin değişik sayılarında yer alan yazılarda sıkça ifade ettiğimiz gibi, II. yeniden paylaşım savaşı sonrasında uygulamaya sokulan yeni-sömürgecilik yöntemleriyle geri-bıraktırılmış ülkelerde kapitalizm dış dinamikle geliştirilmiş ve dışa bağımlı bir sanayileşmeye gidilmiştir. Bunun en tipik sonucu ise, geri-bıraktırılmış ülkelerin dış borçlarının sürekli büyümesi olmuştur.
Geri-bıraktırılmış ülkelerde dışa bağımlı sanayileşmenin getirdiği dış borçların ödenebilmesi için uzun yıllar bu ülkelerin geleneksel tarımsal ürünlerinin emperyalist ülkelere ihracı esas alınmışken, 1980 dünya ekonomik buhranıyla birlikte bu ihracatın dış borçları karşılayabilmesinin olanaksız hale geldiği görülmüştür.
Diğer yandan, 1980 sonrasında emperyalist ülkelerde genetik alanında ortaya çıkan gelişmeler tarım ürünleri üretiminde büyük gelişme ortaya çıkarmıştır. Bu genetik tarımsal üretim artışı, geri-bıraktırılmış ülkelerin tarım ürünlerinin fiyatlarının sürekli düşmesine neden olurken, aynı zamanda emperyalist ülkelerde üretim fazlasını da beraberinde getirmiştir.
Böylece emperyalizm, çözülmesi olanaksız olan bir ikilemle karşı karşıya kalmıştır: Geri-bıraktırılmış ülkelerin dış borçlarını ödeyebilmeleri ve dışa bağımlı sanayileri ayakta tutabilmeleri için tarımsal üretimi artırmaları zorunlu iken, emperyalist ülkelerde tarımsal üretim fazlası sürekli büyümektedir.
Geri-bıraktırılmış ülkelerin dış borçlarını ödeyebilmek için artan oranda tarımsal ürün ihraç etmeleriyle dünya tarım ürünleri fiyatında meydana gelen düşüşler, emperyalist tekellerin kâr oranlarının düşmesine neden olurken, özellikle ABD tarım tekellerinin Latin-Amerika'daki üretimlerinde büyük stoklar ortaya çıkmıştır.
Genel olarak emperyalizmin tarımsal üretime ilişkin sorunu, emperyalist ülkelerin kendi iç üretimlerinin, genetik alandaki buluşlarla, büyük oranda artması ve tarımsal üretimde büyük yere sahip olan Meksika, Brezilya ve Arjantin'in dış borçlarını ödeyemez hale gelmeleriyle birlikte yeni bir boyut kazanmıştır. Bu aşamada, özellikle Amerikan emperyalizmi, dünyayı tek bir kapitalist çiftlik olarak tanımlayarak, tarımsal üretimi "global" ölçekte denetlemeyi hedeflemiştir. Zaman olarak tarımsal üretim sürecinin sanayi üretim sürecine göre daha uzun olması, böyle bir denetimin olanaklı olduğu düşüncesini yaygınlaştırmıştır. Böylece tarımsal üretimde öncelikler sıralamasına geçilmiştir. Bu öncelikler sıralamasında, tarımsal üretimin büyüklüğü ve ürünün satışından elde edilecek gelirin yönü, bir başka deyişle, tarımsal üretim gelirlerinin dış borçların ödenmesinde ne denli kullanılabildiği esas alınmıştır.
Diğer yandan, tarım sanayindeki gelişmeler, pekçok ürünün alternatiflerinin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Örneğin, mısırdan elde edilen tadlandırıcı ve nişasta üretimi, doğrudan şeker kamışı ve şeker pancarından elde edilen şekerin alternatifi haline gelmiştir. Aynı şekilde mısırın hayvan yemi olarak kullanılması, şeker pancarı küspesinin yem olarak kullanımına bir alternatif oluşturmuştur. Böylece, salt şeker pancarı ele alındığında, şekerle doğrudan ilişkisi olmayan bir başka ürün, yani mısır, alternatif bir tadlandırıcı olarak ortaya çıkmış ve şekerli gıda üretiminde şeker pancarı şekerinin yerini almıştır. Özellikle gen teknolojisi emperyalist gıda sanayi tekellerinin denetiminde olduğundan, genetik teknolojiyle elde edilen tadlandırıcıların üretiminin geliştirilmesi, aynı zamanda şeker pancarı/kamışından elde edilen şeker üretiminin sınırlandırılmasını getirmiştir. Genetik teknolojiyle üretilen mısırdan elde edilen tadlandırıcıların maliyet değerlerinin çok düşük olduğu gözönüne alındığında, dünya şeker fiyatlarının düşmesi, tadlandırıcı üretimine yatırılan sermayenin kâr oranının düşmesi anlamına gelmektedir. Dolayısıyla, şeker pancarı/kamışından elde edilen şeker üretiminin sınırlandırılması, doğrudan dünya şeker fiyatlarının belli bir seviyede tutulmasını amaçlamaktadır.
Bu gelişmeler çerçevesinde bakıldığında, dünya şeker pancarı/kamışı ve şeker üretimi verileri tek başına yeterli olmaktan çıkmaktadır. Dolayısıyla, dünya çapında şeker pancarı/kamışı üretim verileriyle pancar üretiminin yönünün belirlenmesi olanaksız olmaktadır. Dünya şeker üretiminde meydana gelen artışlar ve şeker fiyatlarının düşme eğilimleri karşısında ülke içi pancar ve şeker üretiminin sınırlandırılması, emperyalist ülkelerin çıkarlarına uygun olarak yapılan düzenlemeleri gizlemeye hizmet etmektedir. (Aynı durum, buğday, tütün, fındık ve çay için de geçerlidir.)
Ülkemizde her yıl, 65 ilde, 7 bin köyde 430 bin hektar arazide, 450 bin köylü ailesi tarafından şeker pancarı üretimi yapılmaktadır. Toplam şeker pancarı ekim alanı 4,5 milyon dekar (450 bin hektar) olup, toplam 18-20 milyon ton arasında pancar üretilmektedir. 26'sı devlete ait olmak üzere 29 şeker fabrikasında işlenen pancardan elde edilen şeker miktarı 2,5 milyon ton civarındadır. Bu boyutu ile, ülkemizdeki pancar şekeri üretimi, Fransa, Almanya ve ABD'den sonra dünyada 4. sırada yer almaktadır.
İşte bu gerçekler karşısında IMF ile yapılan son anlaşmada "güçlü ekonomiye geçiş" için şunlar taahhüt edilmiştir: "50. Şeker üretiminde, fiyatlandırmasında ve pazarlamasında usul ve esaslar getirerek piyasadaki istikrarın sağlanması amaçlanmaktadır. 2002-03 üretim döneminden itibaren Devlet tarafından fiyat açıklanmayacaktır. Şeker piyasası, Şeker Kurulu tarafından düzenlenecektir. İhtiyaç fazlası şeker üretimine son verilerek devletin zarara uğraması engellenecektir. Üretici ekim öncesinde fiyatı bilerek ekim kararı verecektir. Türk insanı daha ucuza şeker tüketecektir. Tüm çiftçilere doğrudan gelir desteği verilerek gelir kaybı giderilecektir. Şeker fabrikalarının özelleştirilmesinin önü açılacaktır."
Görüldüğü gibi, Kemal Derviş "yurtseverliği", 9 Aralık 1999 Niyet Mektubu'nda ifade edilen "tüketiciyi koruma" demagojisiyle süregitmektedir. Bu demagojiye göre, şeker üretiminde, fiyatlandırılmasında ve pazarlanmasında yeni "usul ve esaslar" getirilerek şeker üretimi olabilecek en alt seviyeye indirilmek istenmektedir. Yukarda ifade ettiğimiz gibi, amaç, bir yandan emperyalist tekellerin elinde bulunan stokların eritilmesi, diğer yandan sentetik ve genetik tadlandırıcılar için yeni pazarlar yaratılmasıdır. Bu amaca ulaşmak ve olası tepkileri pasifize etmek için, bir yandan "Türk insanı daha ucuza şeker tüketecek" denilerek kent küçük-burjuvazisinin desteği alınmaya çalışılırken, diğer yandan "tüm çiftçilere doğrudan gelir desteği verilerek gelir kaybı giderilecektir" demagojisiyle doğrudan üreticiler satın alınmaya çalışılmaktadır. Şeker üretiminde yapılan ve yapılmak istenen, aynı şekilde başta buğday olmak üzere, tütün, fındık ve çay üretiminde de yapılmak durumundadır. "Ucuz şeker", "ucuz ekmek", "ucuz çay" vb. demagojileriyle, "çiftçilere doğrudan gelir desteği" verileceği vaadleriyle ulaşılmak istenen hedef, emperyalist gıda ve tarım tekelleri için ülkemizin yeni bir pazar haline getirilmesidir. Bu da, yeni-sömürgecilik metotlarının temelinde yatan geri-bıraktırılmış ülkelerde meta pazarının genişletilmesinden başka birşey değildir.
Tarımda gerçekleştirilecek olan bu "yapısal reformlar" sonucunda, emperyalist gıda ve tarım tekellerinin yeni pazar elde etmelerinin yanı sıra, taban fiyatı maliyet fiyatının altına indirilmiş tarım ürünlerinin sınırlandırılmış alanlarda üretimi, köylülüğün hızla mülksüzleştirilmesini getirerek, gerek imalat sanayi için, gerekse tarımsal üretim için ucuz işgücü ortaya çıkaracaktır. Küçük köylünün mülksüzleşmesine paralel olarak belirli bölgelerde toprağın merkezileşmesi sağlanarak kapitalist çiftliklerin kurulması gündeme gelecekse de, ülkemizin coğrafi yapısı ve toprağın küçük ve çok parçalı oluşu, bu gelişmeyi sınırlandırıcı özelliklere sahiptir. Dolayısıyla köylülüğün mülksüzleşerek doğrudan tarım proletaryası haline dönüşmesini önemli ölçüde engelleyecektir. Bu uygulamaların bir parçası olarak sunulan "çiftçi kayıt sistemi", ağırlıklı olarak orta köylülüğü hedef almaktadır. Buradaki amaç, mülksüzleştirilemeyen ya da yeterince mülksüzleştirilemeyen köylülerin "çiftçi kayıt sistemi"yle vergilendirilmesi ve bu yolla tasfiye edilmesidir.
Böylece, 1999 Aralık ayında IMF ile yapılan stand-by anlaşması ve bunun yeni versiyonunun tarım alanında yapmak istediği, ülke iç pazarının emperyalist gıda ve tarım tekellerinin pazarı haline getirilmesi ve küçük ve orta köylülerin mülksüzleştirilmesidir. İşte bu küçük ve orta köylülerin mülksüzleştirilmeleri, Kemal Derviş'le birlikte sürekli gündeme getirilen "siyasetin değişmesi" ve "siyasetin yeniden yapılandırılması"nın maddi temelini oluşturmaktadır.
Bilindiği gibi, ülkemizde oligarşik yönetimin sağ ve "sol"daki geleneksel partilerinin kitle tabanı, esas olarak köylülerden oluşmaktadır. Nüfusun ve seçmenlerin %45'ini oluşturan köylülerin yanında küçük ve orta sermaye kesimleri ile Anadolu esnafına da dayanan düzen partilerinin politikaları ve yönetim yapısı da buna göre biçimlenmiştir. Köylülüğün büyük ölçüde mülksüzleştirilmesi ve kırsal nüfusun kentlere göç etmesiyle birlikte Anadolu esnaf ve zanaatkarının da aynı ölçüde mülksüzleşeceği gözönüne alındığında, düzen partilerinin tümüyle tabansız kalacakları varsayılabilir. Böylece kent küçük-burjuvazisinin büyük desteğini alan "siyasetin yeniden yapılandırılması" için koşulların ortaya çıkacağı düşünülmektedir. Latin-Amerika bu konuda örnek gibi görünmektedir.
Ancak burada "önemsiz" birkaç ayrıntı vardır:
İlkin, benzer uygulamanın geniş ölçekte yapıldığı Brezilya, Arjantin, Şili ve Peru örneklerinin gösterdiği gibi, kırsal nüfusun mülksüzleştirilmesiyle birlikte kentlere olan göç, siyasal alanda yeni "oluşumlar"ı sağlamaktan çok, devletin teknokratlar tarafından yönetilmesi eğilimini güçlendirmiştir. Ve yine Latin-Amerika'da görüldüğü gibi, teknokratlar yönetimi, hiçbir biçimde siyasal partilerin yerini alamadıkları gibi, teknokratlara dayalı partiler de kısa vadeli birkaç başarıdan sonra tümüyle ortadan kalkmaktadır.
İkinci olarak, Latin-Amerika ülkelerinde başkanlık sistemi egemen olduğundan, devlet başkanına bağlı teknokratlar yönetimi, belli oranda siyasal partilerin yerini doldurabilmektedir. Ve bunun yanında Latin-Amerika ülkelerinde geleneksel partiler İspanyol ve Portekiz sömürge döneminin sona ermesiyle kurulmuş "devlet partileri" durumunda olduklarından, başkanlık sistemi, seçimlerin politik partiler arasında değil, kişiler arasında yapılmasını getirmiştir.
Üçüncü olarak, ülkemizin coğrafi yapısı, toprağın dağınık ve çok parçalı oluşu nedeniyle büyük kapitalist çiftliklere dönüşümü büyük oranda engelleyecek niteliktedir. Dolayısıyla Latin-Amerika'nın latifundialarının, yani büyük feodal toprakların kapitalist çiftliklere dönüşümü olanaklı iken, aynı durumun ülkemizde ortaya çıkması olanaksızdır.
Dördüncü "önemsiz ayrıntı", ülkemizin sosyal yapısıyla ilişkilidir. Gerek aile yapısı, gerek tarihsel süreç, her koşulda toprağın bir bütün olarak terkedilmesi sonucunu doğurmamaktadır. 1980 yılında 3.558.815 olan köylü ailesi sayısı 1990'da 3.966.822'ye yükselmiştir. Belirlenen çalışan 21 milyon nüfusun yarısı tarımda çalışmaktadır. İşte bu "önemsiz ayrıntılar", kırsal nüfusun mülksüzleştirilmesinin, kırsal nüfusun kentlere göçüyle doğru orantılı olmadığını, dolayısıyla beklenilen siyasal sonuçları vermeyeceğini göstermektedir.
"Çiftçi kayıt sistemi" ile köylülerin vergilendirilmesine yönelik uygulama da beklentilerin tersi sonuçlar doğurma eğilimindedir. Yıllardır köylülerin vergilendirilmesine yönelik bir dizi plan ve proje yapılmış olmasına rağmen, bu alanda önemli bir gelişme sağlanamamasının nedeni de ülkemizin sosyal yapısının farklılıklarından kaynaklanmaktadır.
1999 stand-by anlaşması ile "siyasal mutabakat"la uygulamaya sokulan köylülerin mülksüzleştirilmesi uygulamasının ortaya çıkaracağı durum, tarımsal üretimin kırsal nüfusun gereksinmelerini karşılayacak boyuta inmesi ve kent küçük-burjuvazisinin tümüyle ithal tarım ürünlerinin tüketicisi haline getirilmesidir. Dolayısıyla, kırsal nüfusun mülksüzleştirilmesi, aynı zamanda kentsel nüfusun yaşam düzeyinin düşmesi anlamına gelmektedir. Emperyalist tekellerin metalarının daha fazla tüketilmesi, bir başka deyişle, emperyalist metalar için iç pazarın genişletilmesi amacı, tarımsal üretimin geriletilmesi temelinde gerçekleştirilirken, bundan en fazla etkilenecek kesim yine kent küçük-burjuvazisi olmaktadır.

Asimetrik Savaş ve Köylülük

Genellikle asimetrik savaş, ABD’li "askeri teorisyenler ve stratejistler"in "kuralsız savaş" olarak gerilla savaşını ve halk savaşını tanımlamak için kullandığı bir terimdir. Bu tanımlamaya göre, asimetrik savaş, düzenli ordulara karşı yürütülen "kuralsız savaş"tır. Bu yönüyle, asimetrik savaş, güçlü bir düşmana karşı güçsüzün savaşı olarak da ortaya çıkar.

ABD’li "askeri teorisyenler ve stratejistler"in bu asimetrik savaş tanımı, kendilerinden yola çıkarak ve kendilerini esas alarak yapılmış bir tanımlamadır. Gerçekte ise, asimetrik savaş, savaşan güçlerin eşit ve eşdeğer düzeyde olmadıklarını gösterir. Bu açıdan da, düzenli orduların hiç bir orduya ya da silahlı güce sahip olmayanlara (halk, sınıf ya da ülke) karşı kendi mutlak egemenliği altında yürüttüğü savaş, asimetrik bir savaştır.

Halk güçleri, popüler söylemle "sivil güçler", hiç bir silahlı güce sahip değilken, mevcut düzene karşı mücadeleye giriştikleri her durumda, düzenin (devlet) zor güçlerini, yani onun örgütlü, düzenli silahlı güçlerini karşılarında bulurlar. Bu mücadelede, güçler eşit ve eşdeğer değildir, yani iki güç arasında "ölçü uygunluğu" mevcut değildir. Bir gücün diğer güce karşı "ölçüsüz güç kullanması", "asimetrik" güç kullanması demektir. Bu "asimetrik güç" karşısında simetrik bir güç mevcut olmadığı için, her durumda eşit ve eşdeğer olmayan güçler arasındaki savaş, asimetrik savaştır.

Ancak silahlı bir gücün asimetrik bir savaşla karşı karşıya kalması, o silahlı gücün örgütlenme, silahlanma ve savaş stratejisi ile savaşmaya hazır olduğu bir güçle karşı karşıya olmamasını gerektirir. Düzenli ordular açısından bakıldığında, düzenli ordunun savaş tarzının, örgütlenmesinin ve silahlanmasının hedeflediği tarzda bir askeri güçle savaşı "simetrik" olurken, tersi bir askeri güçle savaşı "asimetrik" olmak durumundadır.

İşte "asimetrik savaş"ı askeri teorisyenlerin ve stratejistlerin en çok ilgilendikleri konu haline getiren de, örgütlenme, silahlanma ve savaş tarzı olarak eşdeğer olmayan güçlerin savaşının yaygınlığıdır. Herkesin bilebileceği gibi, bu yaygın savaş da, halk savaşıdır.

Halk savaşı, Giap’ın tanımladığı gibi, maddi ve teknik olarak üstün bir askeri güce karşı, aynı maddi ve teknik olanaklara sahip olmayan halk güçlerinin politik ve moral üstünlüğe dayanarak yürüttükleri bir savaş tarzı, bir savaş stratejisidir. Bu stratejinin özü, maddi ve teknik olarak üstün bir askeri gücü, uzatılmış bir savaş sürecinde yenilgiye uğratmaktır.

Halk savaşı, bu yönüyle, açık biçimde askeri bir savaştır, askeri savaşın yasalarına tabidir. Savaşın genel yasası ise, bir maddi gücün ancak daha güçlü bir başka maddi güç tarafından yok edilebileceği, yani simetrik güçlerin savaşında silahlanma, teçhizat, lojistik ve sayısal olarak güçlü olan tarafın savaşı kazanacağıdır. Bu açıdan halk savaşı, maddi ve teknik olarak zayıf gücün, bir yandan düşmanın gücünü zayıflatırken, diğer yandan kendi gücünü artırarak düşman üstünde üstünlük sağlamaya yönelik savaştır. Halk savaşında, halk güçleri, simetrik bir savaşta düşmanı yenebilmek için asimetrik savaş yürütmek durumundadırlar. Tanklarla, toplarla, zırhlı araçlarla donatılmış bir düzenli ordu için bu araçların kullanılmasına elverişli arazi, bu araçlara sahip olmayanlar açısından elverişsiz bir arazidir. Doğal olarak bu araçlara sahip olmayanlar için elverişli arazi, düşmanın tanklarının, toplarının, zırhlı araçlarının kullanılamadığı arazidir. Buraların dağlık, ormanlık ya da bataklık bölgesi olmasının fazlaca önemi yoktur, asıl olan arazinin düşmanın araçlarını kullanılmaz kılmasıdır.

Bu nedenden dolayı, halk savaşının temel savaş alanı, hemen her zaman kırsal alanlardır. Kırsal alanlar halk savaşının temel savaş alanı olduğu için de, halk savaşının doğrudan kitlesi bu alanlarda yaşayan halk kitleleridir, yani köylülüktür.

Kentler ise, kırların tersine, düşmanın her türlü askeri aracı rahatlıkla kullanabildiği, askeri güçler dışında başka baskı güçlerine sahip olduğu, dolayısıyla kırlara göre daha fazla egemenlik kurabildiği yerlerdir. Bu nedenle, kentlerdeki asimetrik savaş ile kırlardaki asimetrik savaş farklı yollar ve yöntemler izler.

Buraya kadar asimetrik savaşta asimetrik güçlerin varlığı esas alınmıştır. Yani birbirine eşdeğer olmayan iki güç varsayılmıştır. Ama ortada iki güç değil, tek güç mevcutsa ve bu da düzenin kendi silahlı güçleriyse, bu koşullarda bir savaştan, asimetrik bir savaştan, halk savaşından söz edilemez. Halk savaşının ne denli güçlü bir savaş stratejisi olduğunun, düşmanı yenmenin en etkili yolu olduğunun burada hiç bir önemi yoktur.

Halk savaşı verebilmek için, her şeyden önce bu savaşı yürütecek silahlı bir güce sahip olmak gerekir. Bu nedenle, halk savaşı stratejisinin hazırlığı, her durumda halk silahlı güçlerinin oluşturulması ve inşa edilmesidir. Bu da, halk savaşının politik içeriğini ve politik temelini oluşturur. Dolayısıyla halk savaşı, bu nedenle politikleşmiş askeri savaştır. Politikleşmiş askeri savaşta, silahlı gücün oluşturulması, bu silahlı gücü oluşturacak insanların bilinçlendirilmesini ve örgütlendirilmesini gerektirir. Bu nedenle de, politik mücadele, politik propaganda, politik eğitim ve politik örgütlenme, politikleşmiş askeri bir savaşın yürütülebilmesinin önkoşuludur.

Asimetrik bir savaşta halk güçlerinin savaş alanı kırlar olacağından, politik mücadele ağırlıklı olarak kırlarda yoğunlaştırılır. Kırlardaki temel kitle gücü köylülerdir. Köylüleri dışlayan ya da önemsemeyen bir halk hareketinin asimetrik bir savaş yürüterek zafere ulaşması ise olanaksızdır.

Bu durum, "proletarya devrimi" yapmaya soyunmuş "proleter devrimciler" için pek de kabul edilebilir bir durum değildir. Çünkü proletarya, asıl olarak sanayi proletaryasıdır ve sanayi de kentlerde yoğunlaşmıştır. Dolayısıyla, "proletarya devrimi", her durumda "proleterlere", yani kentlere dayanmak ve kentleri temel almak zorundadır.

Devrimin demokratik halk devrimi olması bu "proleter" düşünce sistematiğini değiştirmez. Son tahlilde, demokratik halk devrimi, proletaryanın kesintisiz bir süreçte "proletarya devrimi"ni, yani sosyalist devrimi yapmasının ilk aşamasından ibarettir. Bu "proleter" düşünce sistematiği ne kadar mantıklı kabul edilirse edilsin, her durumda karşıda simetrik olmayan bir düşman vardır ve bu düşman, şu ya da bu biçimde yenilgiye uğratılmak zorundadır. Bu gerçeklik, kaçınılmaz olarak simetrik olmayan düşman (ki silahlı güçlere sahiptir) "nasıl yenilgiye uğratılacaktır" sorusunu yeniden gündeme getirir.

Eğer düşman silahlı güçlere sahip değilse ya da silahlı güçlerini kullanmayacak/kullanamaz durumdaysa, savaştan söz etmek zaten olanaksızdır. Ortada savaş söz konusu olmayınca da, askeri stratejiden, silahlı güçlerin yaratılmasından vb. söz etmek abesle iştigal olacaktır.

Dünyanın en demokratik ülkesi kabul edilen İsviçre’nin bile silahlı güçlere sahip olduğu bir dünyada, mevcut düzenin radikal biçimde değiştirilmesi durumunda düzenin silahlı güçlerini kullanmayacağını düşünmek de abesle iştigaldir. Geriye tek olasılık kalır: Düzenin kendi silahlı güçlerini kullanamaz hale getirilmesi ya da gelmesi.

Bu durumda, bir silahlı güç hangi koşullarda ve nasıl kullanılamaz hale gelir ya da getirilir sorusu yanıtlanmak zorundadır.

Hiç bir ülke, sınıf, zümre, hiç bir biçimde kullanmayacağı ya da kullanamayacağı bir şey için (silahlı güç) zaman ve kaynak ayırmaz. Eğer silahlı bir güç varedilmişse ve varlığı sürdürülüyorsa, şu ya da bu koşulda, şu ya da bu nedenle, şu ya da bu biçimde kullanılması hesaplanmış demektir. Bu silahlı gücün kullanılamaz hale getirilmesi de, bu hesabın boşa çıkarılmasını gerektirir.

Bu durum, en yalın biçimiyle düşmanın silahlı güçlerinin savaşmayı kabul etmemesi ya da karşı tarafın saflarına geçmesi durumuyla olanaklıdır. Bunun da kendiliğinden olmayacağı açıktır. Böyle bir durum, ancak silahlı güçleri oluşturan insan unsurunun "düşmanlık" durumu karşısında konumunu belirleyeceği bir bilinç düzeyine sahip olmasını gerektirir. Bunun politik dildeki ifadesi, ordu içinde politik çalışma yürütülmesidir.

Düşman silahlı güçlerinin kullanılamaz hale getirilmesinin diğer bir yolu da, bu güçlerin kullanılması halinde çok daha büyük bir kaybın, telafi edilemez bir kaybın ortaya çıkması ya da çıkacağının düşünülmesidir. Bu da ancak, mevcut silahlı güce büyük kayıplar verdirebilecek bir başka silahlı gücün varlığı koşullarında ortaya çıkar. Clausewitz bu durumu şöyle açıklar:

"Savaş, hasmı irademizi yerine getirmeye zorlayan bir şiddet hareketidir.

Düşmanın irademize boyun eğmesi için, onu kendisinden istediğimiz fedâkarlıktan daha elverişsiz duruma sokmamız gerekir. Bununla birlikte, durumunun elverişsizliği geçici olmamalı, hiç değilse öyle görünmemelidir, aksi halde, düşman daha elverişli bir anı kollar ve teslim olmaz. Bu itibarla, savaş faaliyetinin devamının düşmanın durumunda meydana getireceği her değişikliğin, hiç değilse teorik olarak, kötüye doğru olması gerekir. Savaş halinde bulunan bir kimse için en kötü durum, tamamen etkisiz hale geldiği durumdur. Öyleyse düşmanı bir savaş hareketi ile irademize boyun eğecek duruma getirmek istiyorsak, ya onu gerçekten silahtan tecrit etmek, ya da kendisini öyle bir tehdit altında hissedeceği bir hale getirmek gerekir. Bundan çıkan sonuç şudur ki, düşmanın silahtan tecridi veya bozguna uğratılması –adına ne dersek diyelim– askeri harekâtın amacıdır."

Her durumda silahlı bir güç, ancak bir başka (üstün) silahlı güç tarafından durdurulabilir, kullanılamaz hale getirilebilir ve yenilgiye uğratılabilir.

Bu olasılıklara ve gerçekliğe rağmen, yine de bir silahlı gücün, bir devletin silahlı gücünün değişik yöntemler kullanılarak hareketsiz hale, yani kullanılamaz hale getirilebileceği iddia edilebilir. Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un Haziran ayındaki basın toplantısında ifade ettiği türden "medya üzerinden asimetrik psikolojik savaş" yürütülerek bunun gerçekleştirilebildiği de söylenebilir. (Doğal olarak böyle bir iddia, "medya"yı ve "medya"nın bulunduğu kenti tek merkez olarak kabul etmek durumundadır.) Ama bu durum, devletin bir kurumunun (silahlı kuvvetleri) yine devletin başka kurumları (siyasal kurumlar) aracılığıyla etkisizleştirilmesidir, dolayısıyla devletin kendi içindeki ayrışmasını ifade eder. Bunun da devlet iktidarını bir bütün olarak ele geçirmeye yönelik devrimci mücadeleyle, halk savaşıyla hiç bir ilgisi yoktur.

Tüm bu iddialar ve boş sözler bir yana bırakılacak olursa, kaçınılmaz olarak asimetrik bir savaşta, halk güçleri, küçükten büyüğe, basitten karmaşığa doğru ilerleyerek, simetrik bir savaşta düşmanı yenmeyi hedeflemek zorundadır. İlk başlangıç, ister kentli, ister köylü olsun, her durumda bu sürecin öncüsü olabilecek, bu süreçteki görevleri yerine getirebilecek insan unsurunun, yani ilk kadroların oluşturulmasıdır. Bu kadrolar, başlangıçta her yerde çalışmak, her düzeyde, her alanda siyasi gerçekleri açıklamak, insanları bilinçlendirmek ve örgütlemek durumundadırlar. Bu evrede kent/kır ayrımı fazlaca önemli değildir. Asıl olan asimetrik bir savaşı yürütecek gücü oluşturacak unsurların yaratılmasıdır.

Bu ilk öncü kadroların ortaya çıkmasıyla birlikte, sistemli ve planlı çalışma dönemine geçilir. Bu sistemli ve planlı çalışma ise, doğrudan halk savaşı stratejisi çerçevesinde yürütülür. Halk savaşını yürütecek silahlı güçlerinin oluşturulmasına yönelik bu öncü-kadro çalışması, silahlı mücadeleyi esas alan bir mücadele sürecini oluşturur. Öncü Savaşı olarak adlandırılan bu süreçte, gerilla savaşı (kent ve kır gerilla savaşı/asimetrik bir savaş biçimi), bir yandan halk silahlı güçlerinin çekirdeğini oluştururken, diğer yandan siyasi gerçekleri açıklamanın bir aracı olarak yürütülür.

"Gerilla savaşının devrimci politik amaçlarla, siyasi gerçekleri açıklama kampanyasının bir aracı olarak yürütülmesine, yani politik kitle mücadelesi olarak ele alınmasına Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi denir."

Sorun, gerilla savaşının nasıl yürütüleceği değil, yürütülmesi için gerekli asgari örgütlenmenin mevcut olup olmadığıdır. Bu örgütlenmenin mevcut olduğu koşullarda, yapılacak olan, stratejik mücadelenin hedeflerine ulaşmak için somut görevleri yerine getirmektir. Bu da, kentlerde ve kırlarda birleşik bir mücadele yürütülmesi demektir. Kırlar, gelecekteki halk ordusunun oluşturulacağı ve halk savaşının yürütüleceği temel alanlar olduğundan, köylü kitlesi içinde çalışmak, onları bilinçlendirmek ve örgütlemek bu birleşik mücadelenin stratejik nitelikli faaliyetidir.

Bu nedenle, köylülüğü önemsemeyen ya da köylü kitlesinin devrimci potansiyeline güvenmeyen bir zihniyetle devrimin zaferinden söz edilemez.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

No Pasaran !