BİR ŞEY YAPMALI

CUMHURİYET İÇİN DEMOKRASİ İÇİN HALK İÇİN GELECEĞİMİZ İÇİN ..................... cemaatlerin yönettiği bir coğrafya olmak istemiyorsak ................. Ama benim memleketimde bugün İnsan kanı sudan ucuz Oysa en güzel emek insanın kendisi Kolay mı kan uykularda kalkıp Ninniler söylemesi

5 Haziran 2009 Cuma

BİR TARİHSEL DÖNEMİN SORGULANMASI

Proletaryanın Tarihsel Misyonu
Elif Çağlı
Ağustos 1991
İnsanın sınıflı toplumların yarattığı sömürü ve baskılardan kurtuluşu, kendi kendisinin efendisi olabilmesi, doğayı kapitalizmin yıkıcı etkisinden kurtarıp uzun vadeli çıkarlarıyla uyumlu biçimde egemenliği altına alabilmesi, kısacası özgürlüğe kavuşabilmesi ancak dünya sosyalist devrimi ile olanaklı olabilir. Bu evrensel özgürlüğe giden yolu açmak, çağdaş proletaryanın tarihsel görevidir. Çünkü, insanlığı bir yıkıma sürükleyen uluslararası kapitalizme son verebilme yeteneğine ve olanaklarına sahip gerçekten devrimci tek sınıf proletaryadır. Proletarya kamu iktidarını ele geçirir ve buna dayanarak, toplumsallaşmış üretim araçlarını burjuvazinin elinden alıp kamu mülkiyetine dönüştürür. Proletarya, bu eylemiyle üretim araçlarını şimdiye kadar taşıdıkları sermaye karakterinden kurtarır ve taşıdıkları toplumsal karakterin kendisini açığa çıkarması için onlara tam bir özgürlük verir. Bundan böyle önceden belirlenmiş bir plana dayanan toplumsallaştırılmış üretim olanaklı hale gelir. Üretimin gelişmesi, toplumdaki farklı sınıfların varlığını artık çağdışı hale getirir. Toplumsal üretimdeki anarşi yittiği oranda, devletin politik otoritesi de yitip gider. En nihayet kendi toplumsal örgütlenme tarzının efendisi olan insan, aynı zamanda doğanın hakimi ve kendisinin efendisi haline de gelir, özgürleşir. Bu evrensel kurtuluş eylemini gerçekleştirmek, modern proletaryanın tarihsel görevidir. Bu eylemin tarihsel koşullarını ve böylelikle gerçek doğasını bütünüyle anlamak, şu anda ezilmekte olan proletaryaya, gerçekleştirmeye çağrıldığı bu önemli eylemin koşulları ve anlamı üzerine tam bir bilgi vermek, işte bu, proleter hareketin teorik ifadesi olan bilimsel sosyalizmin görevidir. Kapitalizm bir dünya sistemi oluşturduğundan bu yana, sosyalizmin dünya ölçeğinde örgütlenebilmesinin nesnel koşullarını da yaratmış bulunuyor. Sosyalizm için gerekli nesnel koşulların olgunlaşmış olmasına rağmen kapitalist sömürü sisteminin dünya ölçeğinde egemenliğini sürdürmesi, sonuçlarını en çarpıcı biçimde, tüm toplumsal yaşamı altüst eden derin yozlaşma ve çürümede, insanın ve doğanın tahribinde ortaya koyuyor. Kapitalizm, dünya ölçeğinde bir pazar ve üretim ilişkileri sistemi yaratarak, hakimiyetini dünya ölçeğinde yaygınlaştırmış olan uluslararası bir sistemdir. O nedenle de, kapitalizmin egemenliğine son verilmesi, ancak ve ancak, uluslararası ölçekte başarılabilecek bir iştir. Bu işin üstesinden gelebilecek olan proleter devrimi, bu nedenle bir dünya devrimi olmak zorundadır. İşçi sınıfının kurtuluşu ne yerel ne de ulusal bir sorundur. Bu amaca ulaşabilmek için, modern toplumu içeren bütün ülkeleri kucaklayan ve özellikle en ileri ülkelerin proletaryasının pratik ve teorik işbirliği temelinde dünya proletaryasının ortak eylemi gerekir. Proleter devrimin bir dünya devrimi karakteri taşıması nedeniyle, devrimci proletarya iktidarı da bu boyuta ulaşabilmelidir. Bu nedenle işçi sınıfının hedefi, birbirinden ayrı, birbirinden bağımsız, “izole” işçi iktidarlarının kurulması olamaz. Böyle bir durum, işçi sınıfının tarihsel çıkarlarıyla asla bağdaşmaz. Ulusal sınırlar içine ve ekonomik bakımdan geri bir temele hapsolmuş bir işçi iktidarının, bu yalıtılmışlık durumunun uzun sürmesi halinde yaşama şansı yoktur. Bir ülkede iktidara gelen proletarya, tüm çabasını sosyalist devrimin diğer ülkelere yayılmasına yöneltmelidir. İşçi sınıfının egemenliği, sınıfın tarihsel eylemiyle yarattığı sovyetler iktidarında somutlandığından, uluslararası ölçekte işçi iktidarının kurulması da, “Dünya Sovyetler Cumhuriyeti”nin oluşumunda ifadesini bulacaktır. Böyle bir durum, dünya ölçeğinde kapitalizmin egemenliğine son verildiği bir durumdur. Bir dünya devrimi karakterine sahip bulunan proletarya devriminin bu hedefe doğru ilerleyişi, tek tek ülkelerin, uluslararası kapitalizm zincirinden araya uzun fasılalar, tarihsel dönemler girerek kopartılışı biçiminde gerçekleşemez. Marx ve Engels, dünya devrimi sürecini, birbirini yakından izleyen ve birbirine sıkıca bağlı bir proleter devrimler dizisi olarak öngörmüşlerdir. Tarihsel deneyim, böyle bir ilerleyişin gerçekleşmediği koşullarda kalıcı bir zaferin olanaksızlığını sergileyerek, Marksizmin kurucularının öngörüsünü doğrulamıştır. Dünya proleter devriminin ilerleyebilmesi ve işçi iktidarlarının yaşayabilmesi için, esas olarak ileri kapitalist ülkelerde peşpeşe kazanılan zaferlere ihtiyaç vardır. Bir ülkede işçi sınıfının iktidara gelmesi mümkün olsa bile, onun temel görevi, işçi sınıfının enternasyonalist devrimci güçlerinin yeni ve kalıcı bir atılımı için hazırlanmak olmalıdır. Marksizmin kurucuları, sosyalist devrimin politik başlangıcının, yani proletaryanın politik iktidarı fethedişinin belirli bir ülkede zafer kazanmasının olanaklılığını reddetmemişlerdi; fakat bu devrimin kapalı bir alan içinde (örneğin tek bir ülkede) yalıtılmış olarak uzun bir süre boyunca yaşayabileceğini de hiçbir biçimde öngörmemişlerdi. İşçi iktidarının tarihsel görevi, siyasal iktidarı yitirmiş burjuvazinin iktisadi ayrıcalıklarına da son vermek, toplumsal dönüşümleri gerçekleştirerek kapitalizmi tasfiye etmek, insanın insanı sömürüsü olgusunu ortadan kaldırmak, sınıfsız topluma ulaşmaktır. Ulusal ölçekte iktidara gelen proletarya, bu doğrultuda toplumsal dönüşümleri başlatmakla yükümlüdür. Fakat kapitalizmin tasfiyesi, ulusal değil ancak uluslararası ölçekte başarılabilecek bir iş olduğundan, devrimci hedefleri ulusal ölçekle sınırlamak (tek ülkede sosyalizm gibi) gerici bir ütopyadır. Proletarya iktidarının tarihsel çıkarı ve zaferinin garantisi, dünya devriminin ilerletilmesinde, yani devrimin sürekliliğindedir. Başlamış olan bir toplumsal devrimi, ulusal ölçekte durdurmaya, dondurmaya, yerel sınırlara hapsetmeye çalışma eğilimi ise, küçük-burjuva devrimciliğinin karakteristik özelliğidir. Demokratik küçük-burjuvazinin devrimi olabildiğince çabuk … sonuçlandırmayı arzulamasına karşılık, az çok mülk sahibi tüm sınıflar egemen konumlarından uzaklaştırılıncaya dek, proletarya devlet gücünü ele geçirinceye ve yalnızca bir tek ülkedeki değil, dünyanın tüm önde gelen ülkelerindeki proleterlerin birliğinin, bu ülkelerin proleterleri arasındaki rekabetin ortadan kalkmış olduğu ve hiç değilse belli başlı üretici güçlerin proleterlerin ellerinde toplanmış bulunduğu noktaya ulaşıncaya dek, devrimi sürekli kılmak bizim sorunumuz ve bizim görevimizdir. Bizim için sorun özel mülkiyetin herhangi bir değişikliğe uğratılması değil, olsa olsa yok edilmesidir; sınıf karşıtlıklarının üzerinin örtülmesi değil, sınıfların ortadan kaldırılmasıdır; mevcut toplumun iyileştirilmesi değil, yeni bir toplumun kurulmasıdır. Proletaryanın devrimci Marksist önderleri, Marx ve Engels’in komünistlere bu çağrısının özüne sadık kaldılar. Onların, devrimin sürekliliği fikrine bağlılıkları, III. Enternasyonal’in 1920 yılındaki kongresinde kabul edilen tüzüğün birinci maddesinde dile getiriliyordu: Yeni Uluslararası İşçiler Birliği, değişik ülkelerin proleterlerinin, kapitalizmi yıkma, proletarya diktatörlüğüne ve sınıfların tümden ortadan kaldırılmasına ve komünist toplumun ilk evresi olan sosyalizmin gerçekleştirilmesine yönelecek bir Uluslararası Sovyetler Cumhuriyetini kurma hedefiyle girişecekleri ortak eylemleri örgütlemek için kurulmuştur. Lenin’in ölümünden sonra Komintern’i adım adım proletarya enternasyonalizminden uzaklaştıran ve ulusal sosyalizm anlayışını dünya devriminin önüne bir engel olarak diken Stalinizme karşı ilk mücadele bayrağını Troçki açtı. Ve bu devrimci mücadelesini yaşamı boyunca ısrarla, inatla sürdürdü. Şurası bir gerçek ki, enternasyonalist devrimci mücadelenin bugünkü kuşakları da, proleter devrimin sürekliliğine ilişkin kavrayışlarını, Troçki’nin açılımları sayesinde netleştirebilmektedirler: Sosyalist devrim ulusal sınırlar içinde başlar, fakat bu sınırlar içinde tamamlanamaz. Proleter devrimin, Sovyetler Birliği deneyiminin de gösterdiği gibi uzun bir süre için dahi olsa, ulusal sınırlar içinde kalması ancak geçici bir durum olabilir. Tecrit edilmiş bir proletarya diktatörlüğünde, ulaşılan başarıların yanı sıra kaçınılmaz olarak iç ve dış çelişkiler de gelişir. Tecrit edilmişlik durumunun devam etmesi halinde proleter devleti en sonunda bu çelişkilerin kurbanı olur. Buradan tek kurtuluş yolu gelişmiş ülkeler proletaryalarının iktidarı ellerine geçirmesidir. Bu açıdan bakıldığında ulusal devrim kendi kendine yeterli bir bütün değildir; o, uluslararası zincirin yalnızca bir halkasıdır. Geçici alçalış ve yükselişlerine rağmen uluslararası devrim sürekli bir süreç oluşturur. Sosyalist devrim ulusal arenada başlar, uluslararası arenada gelişir ve dünya arenasında tamamlanır. Böylece sosyalist devrim, kelimenin daha yeni ve daha geniş bir anlamında da sürekli bir devrim haline gelir: sosyalist devrim, ancak yeni toplumun gezegenimizin tüm yüzeyinde en son zafere ulaşmasıyla tamamlanacaktır. İktidara gelen her sınıf gibi proletarya da kendi öz sınıfsal çıkarını, toplumun genel çıkarı olarak ortaya koymak durumundadır. Fakat bu gerçeklik, işçi demokrasisi altında iki açıdan niteliksel bir farklılık taşıyacaktır. Birincisi, burjuvazinin özsel çıkarı insanlığın geleceğini tehdit eden kapitalist sömürü düzeninin devamı iken, işçi sınıfınınki, kapitalizmin tasfiyesi ve sınıfsız topluma geçiştir. İkincisi, toplumun sömüren ayrıcalıklı bir azınlığını oluşturan burjuvazi, kendi öz çıkarlarını (kapitalist sömürünün devamı) burjuva devlet örgütlenmesi ile topluma “ortak çıkar” olarak dayatırken, kelimenin gerçek anlamında bir dayatma söz konusudur. O nedenle, burjuva toplumsal örgütlenmesi, sömürülen çoğunluk açısından aldatıcı, sözde bir ortaklıktır. Burjuva diktatörlüğü, burjuva demokrasisi biçimi altında bile, işçi sınıfının, emekçilerin ezilmesinin, baskı altında tutulmasının aracıdır. Oysa proletarya diktatörlüğü altında, işçi sınıfının öz çıkarı ile, toplumun diğer emekçi kesimlerinin çıkarları arasında, burjuva toplumunda olduğu biçimde bir antagonizma söz konusu olmayacaktır. Bir işçi iktidarı, tarihsel olarak bu kesimlerin de sözcüsü olmak durumundadır. Bu bağlamda, tarihin akışı içinde işçi sınıfının devrimine dek cereyan eden devrimlerin, içeriği itibarıyla bir “azınlık devrimi” olduğuna dikkat çeken Engels şöyle der: Bütün devrimler, şimdiye kadar, belirli bir sınıfın egemenliğinin yerini, onun ayağını kaydıran başka bir sınıfın egemenliğinin alması ile sonuçlanmıştır; ama bütün egemen sınıflar, şimdiye kadar baskı altında tutulan halk kitlesine göre, küçük azınlıklar idiler. Böylelikledir ki egemen azınlık devriliyordu, başka bir azınlık onun yerine devlet dümenini eline geçiriyordu ve kamu kurumlarını kendi çıkarlarına göre değiştiriyordu. Ve, her seferinde, bu azınlık ekonomik gelişme durumunun iktidara elverişli, yetkili ve yetenekli kıldığı gruptu ve kesinlikle bunun için, yalnızca bunun içindir ki, altüst oluş sırasında, baskı altında tutulan çoğunluk, ya azınlıktan yana bu harekete katılıyordu ya da en azından sessiz sedasız onu kabul ediyordu. Ama her olayın somut içeriğini bir yana bırakırsak, bütün bu devrimlerin ortak biçimi, azınlık devrimi olmaları idi. Çoğunluk ise, devrimle işbirliği yaptığı zaman bile, bunu, ancak, –bilerek ya da bilmeyerek– bir azınlığın hizmetinde yapıyordu; ama bu yüzden ve daha önce çoğunluğun pasif ve dirençsiz tutumu nedeniyle de azınlığın bütün halkın temsilcisi olma gibi bir havası oluyordu. Ve nihayet, işçi sınıfının öncülüğünde sağlanabilecek olan büyük toplumsal dönüşüm imkânının tarihin gündemine girmesiyle birlikte ortaya çıkan niteliksel değişime değinerek devam eder Engels: Baskınlar zamanı, bilinçsiz yığınların başında bilinçli bir küçük azınlık tarafından gerçekleştirilen devrimler zamanı geçti. Toplum düzenlenişinin tam bir dönüşümünün söz konusu olduğu yerde, yığınların kendilerinin de bunda işbirliği yapmaları, söz konusu olan şeyin ne olduğunu, varlarıyla yoklarıyla neyin içine girdiklerini önceden anlamış olmaları gerekir. İşte son elli yılın tarihinin bize öğrettikleri bunlardır. Ama yığınların yapılacak olanın ne olduğunu anlaması için, uzun, direşken bir çalışma zorunludur; ve işte şimdi bizim yaptığımız da bu çalışmadır ve biz, bunu, hasımlarımızı umutsuzluğa düşüren bir başarı ile yapıyoruz. O halde, gerek nüfusun çoğunluğunun proleterleştiği ileri kapitalist ülkelerde, gerekse proletaryanın kent ve kır yoksullarıyla birlikte nüfusun çoğunluğunu oluşturduğu az ya da orta düzeyde gelişmiş kapitalist ülkelerde, devrimci proletaryanın siyasal hedefi, gerçek bir işçi demokrasisinin kurulmasıdır. Bu tür ülkelerde çözüm bekleyen demokratik görevlerin, emperyalizm çağında, proletaryanın dışında şu ya da bu “demokratik iktidar” tarafından çözümlenmesinin olanaksız olduğu kanıtlanmış bir gerçekliktir. Dolayısıyla günümüzde tüm kapitalist ülkelerde toplumsal devrimin ilerleyişi, bir işçi iktidarını kurmak üzere fiilen örgütlenmiş proletaryanın hegemonyası altında nüfusun ezilen çoğunluğunun birleşmesi halinde mümkün olabilir. Devrimin demokratik görevlerini gerçekleştirmek için, başlangıç olarak ayrı bir “demokratik devrimci” iktidar aşamasına (proletarya ile köylülüğün ya da genel olarak küçük-burjuvazinin “demokratik” diktatörlüğü) gerek duyulacağı biçimindeki aşamalı iktidar anlayışları, işçi sınıfının devrim stratejisini oluşturamaz. Bu türden aşamalı devrim stratejileri, teorik açıdan proletaryanın iktidar hedefini gölgeleyen, pratik açıdan ise devrimi ilerletme şansı olmayan stratejilerdir. Küçük-burjuva devrimci iktidarlar ya da proletarya hegemonyası altında gerçekleşmeyen sözde devrimci koalisyonlar, son tahlilde burjuva işbirliğiyle sonuçlanır. Tarihsel deneyimlerin kanıtladığı üzere, emperyalizm çağında demokratik dönüşümlerin de, kapitalizmi tasfiye edecek sosyalist dönüşümlerin de üstesinden gelebilecek devrim, proleter devrimdir. Devrimci proletaryanın iktidar hedefi, proletarya diktatörlüğünün, yani işçi demokrasisinin kurulmasıdır.
Marksizmde Devlet Sorunu Devlet Olgusunun Tarihsel Serüveni
Marx ve Engels’in tarihsel maddeciliği bilimsel bir teori olarak geliştirmelerinden önce, “insan toplumlarının evrimi ve devletin oluşumu” konusunda, çağdaş Batı düşüncesinde (Hobbes’tan Hegel’e kadar), ortak bir tarih anlayışı egemendi. Felsefi idealizmin ürünü olan bu tarih anlayışına göre, devlet-öncesi toplum (doğal toplum), tutku ve içgüdülerin hakim olduğu, herkesin herkese karşı savaşım halinde bulunduğu ussal olmayan bir toplumdu. Oysa devlet, bu düzensiz güç egemenliğinin denetlenmiş bir özgürlüğe dönüşmesi, tutku ve iç güdülerin aşılması anlamına gelmekteydi. O halde devlet, ussal bir varlık varsayılan insanın ortak ve kolektif yaşamının en yüksek ve en son aşaması kabul edilmeliydi. Batı’nın siyasal düşünce tarihinde, devleti olduğu gibi tarif eden gerçekçi düşünürlerden (Machiavelli) tutun da, amaca ulaşabilmek için ideal devlet modelleri öneren “doğal hukuk kuramcıları”na (Hobbes, Rousseau, Kant) kadar, tüm idealist düşünürler, insanın akla uygun bir yaşam sürdürebileceği tek yerin devlet olduğu fikrinde buluşuyorlardı. Devlet olgusunun toplumların yaşamındaki rolünün ve tarihteki yerinin böyle algılanması, elbette ki devlet-öncesi toplumu “olumsuz” bir aşama, devleti ise insan aklının evrimi sonucunda ulaşılan “olumlu” bir aşama olarak gören felsefi idealizmden kaynaklanıyordu. Bu düşünce tarzı, Alman filozofu Hegel ile birlikte doruğuna ulaştı. Hegel’in Hukuk Felsefesi’nde devlet, artık yalnızca bir gereklilik (yani bilincin kavradığı bir ihtiyaç) ya da ideal bir model önermesi değil, fakat gerçek tarihsel hareketin bir kavranışı olarak sunulmaktadır. Başka bir deyişle bu, evrensel aklın devlette vücut bulması (devletin ussallaşması) anlamına gelmektedir. Hegelci devlet, bireyin maddi-ekonomik ilişkiler alanının (sivil toplumun) tümünü içermekte ve böylece, sivil toplumu devletin (siyasal toplumun) içinde eritmektedir. Hegel’in devleti bir anlamda toplumla örtüşen ve toplumun kendisi olan bir varlığa dönüşmektedir. Yani devlet, siyasal egemenlik aracı özel bir kurum (bir aygıt) olarak değil, toplumsal-tarihsel evrimin nihai amacı olarak kavranmakta ve bu durumda o, mutlak ve sonsuz olma iddiası taşımaktadır. Kuşkusuz ki bu düşünce, 18. yüzyılın burjuva toplumsal gelişimiyle de örtüşen ve ona uygun düşen bir felsefi düşünceydi. Bu bağlamda Hegel’in hukuk felsefesi, esasında bir burjuva toplum ve burjuva devlet savunusudur. Hegel ile birlikte doruk noktasına ulaşan bu idealist tarih anlayışı, Marx’ın tarihsel maddecilik teorisini geliştirmesiyle birlikte tersine çevrildi. Marx’ın tarihsel maddecilik teorisini oluşturma çabası, Hegel’in Hukuk Felsefesi’ni eleştirisiyle (1843) başlar. Daha sonra 1844 Elyazmaları ve Alman İdeolojisi (1845-46) ile devam eden bu çaba, nihayet Marx’ın burjuva toplumun ekonomi politiğini eleştirmek için giriştiği o muazzam hazırlık çalışmasıyla (Grundrisse) doruğa ulaşır. Marksizmde toplum-devlet ilişkisinin bilimsel açıklanışı Marx, sivil toplum (maddi-ekonomik ilişkiler alanı) ile devlet (siyasal ilişkiler alanı) arasında Hegel’in kurduğu idealist ilişkiyi eleştirmekle işe başladı. Ona göre, Hegel’in bu yaklaşımı bütünüyle yanlış ve gerçekliği baş aşağı eden bir yaklaşımdı. Hegel’in iddiasının aksine, sivil toplumu koşullandırıp düzenleyen devlet değil, fakat devleti koşullandırıp düzenleyen sivil toplumdu. Sivil toplum, üretici güçlerin belirli bir gelişim aşaması içerisinde bireylerin maddi ilişkilerinin hepsini birden kucaklar. Sivil toplum, bir aşamanın ticari ve sınai yaşamının tümünü birden kucaklar ve bu bakımdan da, her ne kadar dışarda milliyet olarak kendini olurlamak ve içerde devlet olarak örgütlenmek zorundaysa da, devleti ve ulusu aşar. Marx, tarihsel olarak sivil toplumun ön koşulu ve esas temelinin, basit aile ya da klan denilen bileşik aile olduğunu belirterek, sivil toplumun “bütün tarihin gerçek ocağı, gerçek sahnesi” olduğunu söyler. Devlet denen siyasal oluşum da, işte bu sivil toplumun bağrında gelişen toplumsal işbölümünün, sınıfların ve sınıf mücadelelerinin doğrudan bir ürünü olarak tarih sahnesine çıkagelmiştir. Sivil topluma göre ikincil derecede ve bağımlı bir moment olan devlet, son çözümlemede, belirleyen değil, kendisi belirlenen bir varlıktır. O halde devlet denen kurum, toplumsal evrim sürecinin en son aşaması, ya da “mutlak ve sonsuz bir varlık” olmayıp, belirli tarihsel koşulların ürünü olarak ortaya çıkmış (doğmuş) ve onu var eden tarihsel koşullar ortadan kalktığında, kendisi de ortadan kalkacak olan, ölmeye yazgılı –geçici– bir kurumdur. Marx ve Engels’in geliştirdiği bu tarihsel maddecilik anlayışı, Hegel ile en üst noktasına ulaşan eski doğal hukuk felsefesi geleneğinin bütünsel bir anti-teziydi aslında. Marx ve Engels, çağdaş burjuva siyasal düşüncesine hakim olan idealist felsefeye ve tarih anlayışına karşı, kendi maddeci tarih anlayışlarını ilk kez sistemli olarak Alman İdeolojisi’nde ortaya koydular. Bu eserde, toplumsal işbölümünün, mülkiyet biçimlerinin, sınıfların ve sınıf egemenliği sistemlerinin (devlet-hukuk-ideoloji) ortaya çıkışının tarihsel koşulları, maddeci tarih anlayışı çerçevesinde açıklanmaktadır. Onlar bu eseri yazdıkları dönemde, esas olarak Batı’nın tarihsel evrim çizgisini ve bu çizgi üzerinde ortaya çıkan ekonomik-toplumsal kuruluşların oluşumunu inceleyebilmişlerdi. O nedenle, tarihte ortaya çıkan mülkiyet biçimleri ve üretim tarzları hakkında, onların başlangıçta sahip oldukları bilgiler, Batılı gelişim çizgisinin sunduğu verilerle sınırlıydı. Nitekim, Alman İdeolojisi’nde dile getirilen “toplumların evrim şeması” da bu bakımdan belirli bir sınırlılık taşımaktadır. Alman İdeolojisi’nde sınıflı toplumun ve devletin oluşumu, ilkel komünal toplumun bağrında işbölümünün, özel mülkiyetin ve mübadelenin gelişmesi ve bunun sonucunda ilkel komünün çözülüp, dağılması ve komünün yerini, sınıflara göre örgütlenmiş, yeni bir toplumsal organizasyonun alması diye açıklanır. Marx ve Engels’in yaptığı bu soyutlama, Batı’da sınıflı toplumların ve devletin ortaya çıkışının tarihsel koşullarını anlamamız bakımından anahtar bir role sahiptir. Buna göre, toprakta özel mülkiyetin varlığı, toplumsal işbölümünün, mübadelenin ve sömürü ilişkilerinin gelişmesi ve bu temelde eşitlikçi ilkel komünal toplumun çözülüp dağılması, sınıflı ve devletli topluma geçişin ön şartı olarak görülmektedir. Marx ve Engels’in Alman İdeolojisi’nde yaptığı bu tespit, Batı’nın tarihsel evrim çizgisini ve dolayısıyla Batılı sınıflı toplumların oluşumunu açıklamak bakımından kuşkusuz doğruydu; fakat Doğu uygarlığının gelişim çizgisini açıklamakta yetersiz kalıyordu. Çünkü Doğu’da devletin ortaya çıkışı ve sömürücü sınıf egemenliği sisteminin kuruluşu, toprakta özel mülkiyetin var olmadığı, işbölümü ve mübadele ilişkilerinin gelişmediği ve ilkel tarım komünlerinin varlığını sürdürdüğü tarihsel koşullarda gerçekleşmişti. Doğu’nun devleti, bireysel özel mülkiyete dayalı, bireysel sömürü üzerinde değil, Asyatik tarım komünlerinin kolektif sömürülmesi üzerinde yükselmekteydi. Bu durum, Batı uygarlığının gelişim çizgisinden tamamen faklı bir tarihsel evrim çizgisinin varlığına işaret etmekteydi. Üstelik Doğu’da uygarlığa, yani sınıflı ve devletli topluma geçiş, Batı’dan neredeyse 2500 yıl önce (Eski Sümer ve Mısır’da) gerçekleşmişti. O halde, Batı’nın evrim çizgisi, insan toplumlarının gelişiminde evrensel-tarihsel bir model değil, olsa olsa daha geç dönemde tarih sahnesine çıkmış özgül bir biçim olabilirdi. Nitekim Marx, Doğu uygarlığının gelişim çizgisini de içeren, çok daha geniş ve kapsamlı bir tarih çalışmasını daha sonraki yıllarda (1853-59) yaparak, bu eksikliği giderecektir. Kapitalizmin kökenlerini araştırmak ve burjuva toplumun ekonomi politiğini eleştirmek üzere Marx’ın giriştiği bu kapsamlı tarih çalışması (Grundrisse), tarihsel maddecilik teorisinin geliştirilmesine muazzam katkı sağlamıştır. Marx bu çalışmasıyla, ilk çağlardan başlayarak, Doğulu ve Batılı toplumların tarihsel evrim çizgisinin –maddeci tarih anlayışı çerçevesinde– daha tam ve daha mükemmel bir açıklanışını sağlamıştır. Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’da bu çabalarının sonucunu şöyle ifade ediyordu: Araştırmalarım, devlet biçimleri kadar hukuki ilişkilerin de ne kendilerinden, ne de iddia edildiği gibi insan zihninin genel evriminden anlaşılamayacağı, tam tersine, bu ilişkilerin köklerinin, Hegel’in 18. yüzyıl İngiliz ve Fransız düşünürlerinin örneğine uyarak “sivil toplum” adı altında topladığı maddi varlık koşullarında bulundukları, ve sivil toplumun anatomisinin de, ekonomi politiğin içinde aranması gerektiği sonucuna ulaştı. ... Geniş çizgileriyle, Asya üretim tarzı, antikçağ, feodal ve modern burjuva üretim tarzları, toplumsal-ekonomik şekillenmenin ileriye doğru gelişen çağları olarak nitelendirilebilirler. Barbarlıktan uygarlığa: Sınıfsız toplumdan, sınıflı ve devletli topluma Marx ve Engels, insanlığın vahşet çağından başlayıp uygarlığa ulaşıncaya dek geçirdiği evreleri, insanlığın yazılı tarih öncesi olarak adlandırırlar. Ve bu dönemin tümünde varlığını sürdüren temel toplumsal birimin, henüz sınıf karşıtlıklarını ve devletin varlığını tanımayan “ilkel komünist” topluluk olduğunu belirtirler. Başlangıçta doğal kökenli olan –kan, dil, örf, adet vb. birliği üzerine kurulan– bu topluluk, henüz bir yere yerleşmemiş, gezginci bir topluluktur (aşiret). Mülkiyetin ilk biçimi de, bu ilkel sınıfsız topluluklarda görülen aşiret mülkiyetidir (kolektif topluluk mülkiyeti). Bu mülkiyet biçimi, bir halkın, av ve balıkçılıkla, hayvan yetiştirmeyle ya da, durum gerektirirse, tarımla beslendiği, üretimin gelişmesinin ilk evresine uygun düşer. Toplumsal evrimin bu tarihsel aşamasında, işbölümü henüz pek az gelişebilmiştir ve aile içinde varolan doğal işbölümünün daha da genişlemesinden ibarettir. Bu aşamada aile içindeki gizli kölelik, nüfusun ve ihtiyaçların artmasıyla ve kabileler arası savaşların genişlemesiyle yavaş yavaş gelişir. Akraba klanların birleşmesi, klanlar arası evlenmeler vb. ile birlikte bu ilkel komünal topluluk, klandan kabileye ve kabileler topluluğuna doğru genişler. Ne var ki bu örgütlenme gene de, akrabalık ilişkilerini (soy zincirini) aşmayan ve topluluğun “ilkel komünist” yapısını bozmayan bir örgütlenmedir. İster klan düzeyinde kalsın, isterse genişleyip kabile düzeyine yükselmiş olsun, bu ilkel komünist topluluğun içinde, ne özel mülkiyete, ne karşıt sınıflara, ne de devlete yer vardır. Geçici olarak yerleşilen toprağın mülkiyeti topluluğa aittir (kolektif mülkiyet). Topluluğun üyesi olan bireylerin (ya da ailelerin), toprak üzerinde özel mülkiyet hakkı yoktur. Bireyin toprak üzerinde yalnızca yararlanma hakkı olabilir. Bu yararlanma hakkının ön şartı da, bireyin bir topluluğun üyesi olmasıdır. Birey ancak topluluk dolayımıyla toprağı tasarruf edebilir. Toprağın mülkiyetinin kolektif oluşunun yanı sıra, bu komünlerin bazılarında, üretim de kolektif olarak yapılır. Bazılarında ise, topluluk tarafından kendilerine tahsis edilen toprak parçası üzerinde aileler bağımsız üretim yaparlar ve topluluğun ihtiyacı olan fonlar (dinsel ayinler, tapınak yapımı, savaş hazırlıkları, yedek ürün fonları için vb.) ayrıldıktan sonra, kalan ürün, ataerkil aile bireyleri arasında paylaşılır. Fakat her halükârda, buradaki üretim, komün üyelerinin kendi varlıklarını ve dolayısıyla komünün varlığını sürdürmeye yöneliktir. Bu ilkel komünlerin en eski, en basit ve en saf (bozulmamış) biçimleri eski Doğu toplumlarında görülen “arkaik Asyatik” komünlerdir. Kapitalizm öncesi tüm ekonomik-toplumsal kuruluşların tarihsel kökeninin, ilk orijininin bu ilkel Asyatik komün olduğunu belirten Marx, bu komünlerin tarihsel evrimine ilişkin olarak şu saptamayı yapmıştır: Yerleşik düzene geçildiğinde, ilkel topluluğun niteliğini ne ölçüde değiştireceği, çeşitli dışsal, iklimsel, coğrafi, fiziksel vb. koşullara ve topluluğun özgül doğal yapısına vb. –klan karakterine– bağlıdır. Nitekim toplumsal evrim sürecinin ileriki aşamalarında, özellikle barbarlıktan uygarlığa geçiç aşamasında, bu ilkel komünal topluluk, orijinal halinden (başlangıçtaki yapısından) oldukça uzaklaşmış ve yapısı değişikliğe uğramış olarak çıkar karşımıza. Marx, yerleşik tarıma geçen ilkel komünal toplumlarda, topluluk üyelerinin toprakla ve kendi aralarındaki ilişkilerine göre, üç farklı mülkiyet biçimi ve üç farklı komünal örgütlenme biçimi ayırt eder. Bunlardan birincisi, toprağın mülkiyetinin bütünüyle kolektif olduğu Asyatik biçimdir. İkincisi Batı’nın antik çağında görülen ve toprak üzerinde hem kolektif mülkiyeti, hem de bireysel özel mülkiyeti içeren Antik biçimdir. Üçüncüsü ise, toprakta bireysel mülkiyetin üstün olduğu Cermen biçimidir. Fakat bu üç biçimde de, bireyin toprak üzerinde hak iddia edebilmesi (ister zilyet olarak, isterse özel mülkiyet olarak) için, bir topluluğun mensubu olmak ön şarttır. Bu üç ilkel komünal biçim de, başlangıçta henüz sınıf ayrımına ve sömürüye yer vermeyen eşitlikçi toplumlardır. Üçünde de, üretimin amacı topluluğun varlığını sürdürmektir; yani değer üretmek burada başlı başına bir amaç değildir. Topluluk içinde, işbölümünden kaynaklanan bir mübadele ve ticaret faaliyeti yoktur. Gerçi topluluğun üyeleri arasında bir zenginlik farklılaşması başlamıştır ama henüz sömürüye yol açmaz bu. Çünkü, topluluk üyesi her birey, ya da aile birimi, kendi emeğinin nesnel koşullarına sahiptir ve bir başkasının emeğini kendi üretiminin nesnel koşulu haline getirmemiştir. Ne var ki, tarihin ilerleyen dönemlerinde –uygarlığa geçiş aşamasında– bu komünal toplumlar, birbirinden farklı evrim süreçleri yaşayarak, gene birbirinden farklı sınıflı ve devletli toplum tiplerinin oluşumuna yol açacaklardır. Marx’ın araştırmalarının bu konuda tarih bilimine kazandırdığı çok önemli bir keşif şuydu: Barbarlıktan uygarlığa, ya da sınıfsız toplumdan sınıflı ve devletli topluma geçişte, tarihin tanık olduğu bir değil, iki geçiş biçimi olmuştur. Bunlardan birincisi, Doğu uygarlığının, ikincisi ise Batı uygarlığının evrim çizgisini yansıtır. Bu aynı zamanda, devletin oluşumunun da bir değil, iki farklı yolunun bulunduğunu göstermektedir. Antik çağın kentsel komünleri (Yunan ve Roma) ile, Orta Çağın başlangıcındaki Cermen kır komünleri, Batı’nın evrim çizgisi üzerinde yer alan ve dolayısıyla Batı tipi geçişi simgeleyen topluluklardı. Bu her iki komünal toplumun evrimi, özel mülkiyetin utkusuyla sonuçlanmış ve dolayısıyla, her iki toplumdan da, özel mülkiyete dayalı sınıflı ve devletli toplumlar (köleci ve feodal) doğmuştur. Doğu’nun evrim çizgisi üzerinde yer alan Asyatik tarım komünleri ise, hiç değişmeksizin binlerce yıl varlıklarını sürdürmüşler ve bulundukları her yerde, Doğu despotizmi tarzında sınıflı toplumların maddi temelini oluşturmuşlardır. Doğu’da sınıflı topluma geçiş, Batı’dakinin tersine, özel mülkiyet temelinde değil, kolektif devlet mülkiyeti temelinde gerçekleşti. Doğu ile Batı’nın evrim çizgileri arasındaki bu tarihsel farklılığın, mülkiyet biçimleri, üretim ilişkileri ve komünal örgütleniş tarzındaki farklılıktan kaynaklandığını ilk keşfeden Marx ve Engels oldu. Batı’nın evrim çizgisini belirleyen esas etken, toprakta özel mülkiyetin varlığı, işbölümünün ve mübadelenin gelişmesi ve bireysel sömürünün (köle emeği kullanımının) yaygınlaşması olmuştur. Marx bu gelişmeye örnek olarak, Batı’nın evrim çizgisi üzerinde yer alan ve Batılı sınıflı topluma geçişin klasik yolunu temsil eden antik çağın kent komünlerini (antik Yunan ve Roma) gösterir. Köleci topluma ön gelen ve köleci üretim tarzına geçişi simgeleyen antik komünal topluluğun ve antik üretim tarzının en saf, en tam biçimini Roma tarihinde buluruz. Burada karşımıza çıkan ilkel kent topluluğu (site), doğal bir süreçle değil, tarımcı-savaşçı toplulukların (birçok aşiretin) sözleşme yoluyla ya da fetih yoluyla bir tek kent halinde birleşmesinden oluşmuştur. Asyatik komünlere nazaran daha hareketli bir yaşam sürdüren ve daha demokratik tarzda örgütlenmiş olan Antik kent komünü, özel mülkiyet sahibi özgür bireylerin gönüllü bir ortaklığıydı. Bu kent (site) topluluğunun üstünde, Doğu’da olduğu gibi, artı-ürüne el koyan “kutsal” bir varlık, bir üstün topluluk (yüksek otorite) yoktu. Kentin ortak çıkarlarının gerektirdiği ortak emek harcamaları (dinsel törenler, tapınak yapımı, savunma, savaş hazırlığı vb. için) dışında, özgür üreticilerin (toprağın özel mülkiyetine sahip bireylerin) yarattığı artı-ürünün tümü, üreticilerin kendi ellerinde birikmekteydi. Bu artı-ürün birikimi, komün içinde işbölümünün ve ürünlerin mübadelesinin hızlı bir gelişimine yol açtı. Mübadelenin gelişmesi pazar için üretimi kışkırtarak, toprak sahiplerinin üretimde yaygın köle emeği kullanmalarına yol açtı. Bu süreç bir yandan, toplumun üyeleri (özgür yurttaşlar) arasında zenginlik ve servet birikimi bakımından bir farklılaşma yaratırken, diğer taraftan, üretimin temel unsuru haline gelen kölelerin sayıca artmasını ve toplumun en kalabalık sınıfı haline gelmesini sağladı. Bu durum, eski eşitlikçi komünal geleneklerin çözülmesi ve toplumun “zenginler ve yoksullar”, “efendiler ve köleler” biçiminde sınıflara bölünmesi anlamına geliyordu. Yeni üretim ilişkileri temelinde iktisaden güçlenen ve egemen hale gelen büyük toprak ve köle sahipleri, toplumu kendi kurallarına göre yeniden örgütlemeye giriştiler. İktisaden zengin ve güçlüydüler ama toplum içinde sayıca azınlık haline gelmişlerdi. İktisadi egemenliklerini koruyabilmeleri için, iktisadi organizasyonun yanı sıra, bir başka organizasyona daha ihtiyaçları vardı: Büyük toprak ve köle sahiplerinin ortak çıkarlarını savunacak, onların iktisadi egemenliğinin sürekliliğini güvence altına alacak bir organizasyon. Böylece, egemen sınıfın “devlet” denen özel siyasal organizasyonu çıkageldi. Demek ki devlet denen bu özel siyasal organizasyon, uygarlığın Batılı gelişiminde, toplumun, özel mülkiyete dayalı sömürü ilişkileri temelinde sınıflara bölünmesinin kaçınılmaz bir sonucu olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Bu bağlamda, antik Yunan ve Roma’da devlet, büyük toprak ve köle sahiplerine dayanmaktaydı ve bizzat bu sınıfların örgütlediği siyasal bir organdı. Roma’nın köleci imparatorluk devleti, merkezi-bürokratik tarzda örgütlenmiş bir devletti ve öyle de olmak zorundaydı. Çünkü Roma soylularının zenginlik kaynağı, yayılmacılık, toprak fethi ve fethedilen topraklar üzerinde yaygın köle emeğine dayalı büyük latifundia tarımıydı. Bu ekonomik egemenliği güvence altına alabilecek bir siyasal egemenlik de, merkezi düzeyde örgütlenmiş, büyük bir askeri-bürokratik aygıtı (devlet) gerektiriyordu. Batı’da özel mülkiyet temelinde ortaya çıkan sınıflı ve devletli toplum gelişimine bir diğer örnek, Orta Çağ başlangıcında Cermen komününün çözülüşüyle gelişen feodal ilişkilerdir. Bu ilişkiler, Cermen kır topluluklarının göçler ve savaşlar nedeniyle dağılması ve özgür Cermen köylüsünün zamanla toprağını ve bireysel bağımsızlığını yitirerek, yeni bir soylular sınıfının (askeri Cermen şeflerinin) otoritesi altına girmesi sonucunda oluşmuştur. Bu sistemde toprağın mülkiyeti, zümreler hiyerarşisi biçiminde örgütlenmiş soylu beylerin (senyörlerin) tekelindedir. Ve bu toprak mülkiyeti, köylüler karşısında feodal beylerin ortaklığını temsil etmektedir. Köylüler ise, bu feodal beyler karşısında, pek çok yükümlülükler altında bulunan bağımlı üreticiler ve serfler konumuna düşmüşlerdir. Orta Çağın feodal toprak düzeni, birbirinden yalıtık, dışa kapalı yerel topluluklar yaratmıştı. Feodal toplumun ekonomisi, hem doğrudan üreticilerin ihtiyaçlarının, hem de bu yerel topluluklar üzerinde egemenlik kurmuş olan feodal beylerin ihtiyaçlarının (artı-ürün ya da artı-emek biçiminde) karşılanmasıyla sınırlı, doğal bir ekonomiydi. Feodal toplum, esas olarak kırdan hareket ettiği için, birbirinden yalıtık bir şekilde gelişen kırsal (feodal) devletçikler yaratmıştır. Dolayısıyla, bu feodal devlet, Roma’nın devleti gibi merkezi düzeyde örgütlenmiş emperyal bir devlet olamamış ve bu yerel ekonomik-toplumsal birimin işleyişini (serfin sömürülmesini) feodal beyler lehine güvence altına alabilecek düzeyde bir örgütlülükle sınırlı kalmıştır. Demek ki, uygarlığın Batılı gelişiminde, önce özel mülkiyetin ve mübadelenin (meta ilişkilerinin) ortaya çıkışını, sonra bu temelde toplumun sınıflara bölünmesini ve nihayet devlet denen siyasal egemenlik aygıtının tarih sahnesine çıkışını görüyoruz. Oysa uygarlığın Doğu tipi gelişiminde, egemen sınıfın ve devletin oluşumu çok farklı bir temelde gelişmiştir. Doğu’nun antik çağlarında (örneğin, Sümer ülkesinde, eski Mısır’da, Hindistan’da, Çin’de, Pers’te vb.) ortaya çıkan devletler, Batı’da olduğu gibi, bireysel özel mülkiyet ve bireysel sömürü ilişkileri (köle sömürüsü) üzerinde değil, kolektif topluluk mülkiyeti ve kolektif sömürü ilişkileri üzerinde yükseldi. Doğu toplumunun egemen sınıfı, bireysel özel mülkiyete dayalı sömürü ilişkileri temelinde değil, başlangıçtaki kamusal işlevlerin kalıcılaşması ve bu işlevleri yerine getiren görevlilerin, görev yetkilerini sömürü yetkisine dönüştürmeleri sonucunda ortaya çıkar. Doğu despotizmi: Toplumun hizmetkârlığından efendiliğine Marx, bir devlet tipi olarak “Doğu Despotizmi”nin dayandığı ekonomik temeli, Asyatik üretim tarzında bulur. Marx’a göre bu üretim tarzı, daha gelişmiş üretim yöntemleri sayesinde üretimde bir artış sağlanıp, ilkel kır toplulukları içinde düzenli bir üretim fazlası (artı-ürün) birikmeye başladığı zaman ortaya çıkar. Bu topluluklarda belirli düzeyde gelişmiş bir işbölümü vardır. Tarımla el zanaatları ayrışmıştır, fakat aynı zamanda bir birliktelik oluştururlar. Aynı topluluk içinde tarımla el zanaatlarının bu şekilde birbirini tamamlaması ve desteklemesi, bu toplulukları, her türlü ihtiyacını kendisi karşılayan, kendine yeterli (self-substaining) topluluklar haline getirir. Burada ekonomik birim, topluluk içindeki aile ya da birey değil, topluluğun kendi kolektif varlığıdır. Marx, bu toplulukların “yeniden-üretimin ve artık-üretimin bütün koşullarını kendi içinde barındırdıkları”na dikkat çeker ve Asyatik üretim tarzının işte bu yapılara dayandığını belirtir. Kendi yalıtılmışlıkları içinde yan yana bir yaşam sürdüren bu Asyalı küçük kır komünlerinin birliği, ya aile şeflerinin oluşturduğu bir meclis tarafından, ya da bir büyük şef (despot) tarafından temsil edilmekte ve toplumsal otorite de buna göre, az çok demokratik ya da despotik biçimlere bürünmektedir. Marx’a göre, “Asya tipi bir temel üzerinde yükselen biçimlerin çoğunda, bütün bu küçük toplulukların üstünde yer alan bütünleştirici birlik, üstün veya yegâne mülk sahibi olarak; gerçek topluluklar ise miras yoluyla toprağı kullanma hakkına sahip zilyetler olarak” gözükmektedir. Demek ki, daha henüz devlet tam unsurlarıyla ortaya çıkmadan önce, bu küçük kır topluluklarının birliğini temsil eden bir üst organizasyon kendiliğinden oluşmuş durumdadır. Bu durumda mülkiyetin gerçek sahibi gözüken bu üstün topluluk (şefler meclisi ya da bir despot) toprağın kullanım hakkını önce alttaki kırsal cemaatlere verir; bu küçük cemaatler de bu hakkı kendi üyelerine (aile birimlerine) tahsis ederler. Burada üstün topluluğun toprağın gerçek sahibi olarak gözükmesi, alt topluluklarca da onay görür. Bu durumda, doğrudan üretici konumunda olan alt toplulukların yarattıkları artı-ürünün bir kısmının, birliğin temsilcisi sıfatıyla üst topluluğa aktarılması gelenek halini alır. Aşağı Mezopotamya’da, Sümer denilen ülkede devletin ilk belirişinde, ne yasa, ne silahlı baskı gücü, ne de bürokrasi vardı. Bütün alt toplulukların (mahalli komünlerin) işbirliğini simgeleyen bir “üstün birlik”ti devlet. Yani başlangıçta, kelimenin gerçek anlamında bir devlet değildi bu üst birlik. Ama gelecekte oluşacak olan Doğu tarzındaki “despotik” devletin bir rüşeymiydi. Marx’ın, bu Asyatik üretim tarzı temelinde sınıfların ve devletin oluşumunu açıklayan satırlarını hem Grundrisse’de hem Kapital’de buluruz. Doğu gelişiminin özgüllüğünü ayırt eden nokta, büyük kamusal işlerin örgütlenmesi temelinde ortaya çıkan işlevsel işbölümünün yol açtığı sınıflaşmadır. Marx, bu işbölümü sonucunda ortaya çıkan kamusal görevlerin, sonradan nasıl dönüşerek bir sömürü yetkisine yol açtığına dikkat çeker. Bu dönüşüm, despotik bir iktidarın, devlet biçiminde örgütlenişinde somutlanır. Eski çağlarda Uzak Doğu’da (Hindistan, Çin) ve Orta Doğu’da (Sümer, Mısır) büyük sulamalı tarımın zorunlu kıldığı merkezi kamusal görevler, giderek erken bir devletin doğuşunu ve ilk sınıflı toplumların (ilk uygarlıkların) oluşumunu sağlamıştır. Engels de Anti-Dühring’de, bu toplumsal görev yetkisinin nasıl olup da bir sömürü yetkisine dönüşebildiği ve toplumun hizmetinde iş görenlerin nasıl olup da toplumun efendileri haline geldiği üzerinde durur. Demek ki Asyatik tarzda bir devlet oluşumunun kaynağında, toplumsal işlevler üstlenen kişilerin toplum karşısında özerklik kazanması ve giderek, bu işlevleri yerine getirenlerin birleşerek egemen bir sınıf oluşturmaları gerçeği yatar. Marx’ın değindiği üzere, Asyatik tarım komünleri üzerinde oluşan ve başında bir despotun bulunduğu üstün topluluk (yönetici grup), bir yandan toplumsal bir fonksiyon yerine getirirken, öte yandan bu fonksiyonel yetkisine dayanarak el koyduğu artı-ürünü, zaman içinde karşılıksız mükellefiyetlere dönüştürmekte ve özgül bir sömürü biçimi yaratmaktadır. Yönetici grubun bu egemen konumunu sürdürebilmesi için, karşılıksız mükellefiyetleri kalıcı hale getirmesi ve bu amaçla siyasi, askeri, hukuki, ideolojik bir yapıyı (devlet) örgütlemesi gerekiyordu. Demek ki burada, Asya tipi üretim tarzını kalıcılaştıran temel faktör, alttaki kendine yeterli ilkel tarım komünlerinin üzerinde despotik merkezi bir devlet iktidarının oluşmasıdır. Despotik devletin oluşumuna dikkat çeken Engels’in bir açılımı şöyledir: Bu devlet iktidarlarının biçimi de bir an için topluluklarınki tarafından koşullandırılır. Asya’nın ari halklarında ve Ruslarda olduğu gibi, komünün toprağı ortaklaşa ekip biçtiği, ya da hiç değilse, ayrı ayrı ailelere belli zaman süreleri için verdiği, bunun sonucu olarak da toprağın özel mülkiyetinin henüz kurulmadığı yerlerde, bu devlet iktidarı, despotluk biçiminde ortaya çıkıyor. O halde Asyatik üretim tarzı, Doğu despotluğu tipinde bir devlet iktidarından bağımsız düşünülemez. İlkel tarım komünlerinin üretim koşulları içinde oluşan Asyatik üretim tarzı, ancak mutlak ve tek belirleyici olan ve adeta tanrısal bir güce sahip bulunan merkezi bir otoritenin varlığı koşullarında kalıcılık kazanabilmektedir. Böyle bir otorite olmadığında, ilkel tarım komünleri, özel mülkiyetin oluşumu ve işbölümünün gelişmesi yoluyla, yani kendi içsel dinamikleri aracılığıyla bir çözülme ve dağılma yaşamaktan kaçınamazlardı. Bu doğal süreci engelleyen ve tarım komünlerini binlerce yıl boyunca ilkel konumları içine hapseden, Doğu despotizminin bu komünlerden karşılıksız olarak çekip aldığı artı-ürüne dayanan sömürü sistemidir. Merkezi otoritenin kurduğu bu sömürü mekanizması (Asyatik üretim tarzı) nedeniyledir ki, tarım komünlerinde meta üretimine ve dolayısıyla mübadeleye konu olabilecek hiçbir artı-ürün ya da artı-emek birikimi kalmamaktadır. O nedenle, artı-ürün birikimine sahip olmayan tarım komünleri, kendine yeterli bir doğal ekonomi durumu içinde varlıklarını hiçbir değişime uğramaksızın sürdürürken, hemen onların yanı başında, merkezi otoritenin (despotik devletin) ve onun görevlilerinin (egemen bürokrasinin) yaşadıkları kentler, sanki ayrı bir gezegenmiş gibi yükselmektedir. Tarım komünlerinden çekilip alınan artı-ürünün biriktiği bu kentlerde, daha gelişkin bir işbölümü ve devletlû sınıfın ihtiyaçlarının karşılanmasına yönelik canlı bir dış ticaret vardır. Devletin elinde biriken artı-ürün, bu kentlerde, devlet memuru konumundaki tüccarlar aracılığıyla dış ticarete sokulmaktadır. Ticaret burada küçük köy topluluklarının içinde geçen ve pazara yönelik bir meta üretimi faaliyetinin ifadesi değildir. Burada artı-ürün, ancak devletin eline geçtikten sonra nadir maddelerin (silahlar, mücevherler, lüks maddeler vb.) alınması için kullanılmaktadır, yani despotun ve onun yönetici elitinin ihtiyaçlarının karşılanmasına yönelik bir işlev görmektedir. Doğu despotizmi tarzındaki devlet örgütlenmesinin temel özellikleri dikkatlice incelendiğinde, bunların salt antik tarihi öğrenebilmek bakımından değil, çalışmamızın eksenini oluşturan modern bürokratik diktatörlüklerin bazı ayırt edici özelliklerini kavrayabilmek bakımından da ne denli önemli olduğunu görürüz. Bu nedenle birkaç önemli noktayı daha vurgulamanın yararlı olacağını düşünüyoruz. Doğu despotizminde tek ve gerçek mülkiyet sahibi devlettir. Kamusal işlev gören devlet görevlisi, bu görev yetkisi devam ettiği sürece, devlet mülkiyetinin intifa (faydalanma) hakkından yararlanmaktadır. Fakat bu hak onu özel mülkiyet sahibi yapmamaktadır. Elde ettiği statüyü ve bu statünün ona sağladığı gelirleri miras yoluyla devredemez. Kısacası, elde ettiği haklar yalnızca görev süresiyle sınırlı bir haktır. Merkezi otoritenin devamı için, iktidarın şu ya da bu nedenle bölünmemesi, monolitik kalması gerekir. Bu nedenle bütün despotik Doğu devletlerinde yönetici sınıf korporasyonunun (sivil, askeri bürokrasi ve din bürokrasisi), devşirme kadrolardan oluşturulmasına dikkat edilir. Devşirilen devlet görevlilerinin geldikleri sosyal sınıfla bağları tamamen kesilir. Tarih, despotik iktidarların monolitik yapılarını korumak için, devlet hizmetine memur seçiminde dahi, nasıl bir denetim mekanizması oluşturdukları ve görevli adaylarını nasıl sıkı bir elekten geçirdiklerinin örnekleriyle doludur. Despotik Doğu devletlerinde, bitip tükenmek bilmeyen hanedan kavgaları ve sistemin bağrında oluşan merkezkaç eğilimler (derebeylik, ağalık gibi) her zaman devlet sınıfının iç yapılanmasından kaynaklanır. Tarihte gördüğümüz büyük Asyatik imparatorlukların (Çin, İran, Osmanlı gibi) bünyesinde oluşan hanedan kavgaları buna örnektir. Bu kavgalar, Marx’ın da belirttiği gibi, sistemin temelini oluşturan kırsal topluluklardan tamamen bağımsız gelişen ve despotik devlet yapısı içinde geçen kavgalardır. Çünkü, gerçek üretici topluluklar (köy cemaatleri) tamamıyla bağımlı konumdadırlar ve kendi içsel yapılarının durgunluğu nedeniyle, siyasal çekişmelerin dışında yer alırlar. Siyasal alanda (devletin içinde) oluşan çatışmalar, onlara gökyüzü kadar uzaktır. Son bir nokta olarak belirtmemiz gerekir ki, kolektif devlet mülkiyetine dayanan Doğu despotizmi ve Asyatik üretim tarzı, değişime karşı en dirençli ve dayanıklı yapılar olmuşlardır. Bu temelde gelişen Doğu uygarlıklarında, mevcut üretim ilişkileri ve mülkiyet biçimleri binlerce yıl değişmeksizin varlıklarını sürdürebilmişlerdir. Asyatik üretim tarzına sahip hiçbir yapı, kendi içsel dinamiklerinin etkisiyle başka bir üretim tarzına evrilmemiştir. Bu üretim tarzının evrimini sağlayan temel faktör, dışsal dinamikler özellikle de kapitalizmin çözücü etkisi olmuştur. Bu sistemler kapitalist üretim ilişkileriyle karşılaştıklarında sancılı bir çözülüş süreci yaşamışlardır. Örneğin, 19. yüzyılın Çin ve Osmanlı gibi despotik imparatorlukları, Batılı emperyalistlerle ilişkiye girdikten sonra çözülüp son bulmuşlardır. * * * Görülüyor ki, gerek Doğu gerekse Batı tipi uygarlık çizgisinin dayandığı kapitalizm öncesi üretim ilişkileri ve mülkiyet biçimlerinin farklılığı, toplumsal ve siyasal örgütlenmelerde de farklı yapılar ortaya çıkarmış, bu farklılıklar 20. yüzyıla kadar süregelmiştir. Ancak bütün bu farklılıklara karşın, nereden bakarsak bakalım, bu iki uygarlık çizgisinin tarihi de, özsel olarak sınıflı toplumların tarihi olmuştur. Ve nihayet modern tarih, evrensel ölçekte ücretli emek ve sermayenin tarihidir. Modern devlet de, ücretli emeğin sermaye tarafından sömürülmesinin aletidir. Avrupa’da gelişen kapitalizmin bir dünya sistemi haline gelmesiyle birlikte, tarihsel kökleri bakımından farklı gelişme özellikleri taşıyan toplumların artık ortak bir tarihi bulunmaktadır. Kapitalist üretim biçimi, Doğusu ve Batısıyla tüm dünya üzerinde nüfusun büyük kısmını gitgide proleter durumuna dönüştürüp, insanlığın ezici çoğunluğunu ücretli kölelik koşulları altında yaşamaya zorlarken, aynı zamanda bu koşullara kökten son verecek olan toplumsal bir devrimin yolunu da döşemektedir. Burjuva üretim ilişkileri toplumsal üretim sürecinin en son uzlaşmaz karşıtlıktaki biçimidir –bireysel bir karşıtlık anlamında değil, bireylerin toplumsal varlık koşullarından doğan bir karşıtlık anlamında; bununla birlikte burjuva toplumunun bağrında gelişen üretici güçler, aynı zamanda, bu karşıtlığı çözüme bağlayacak olan maddi koşulları yaratırlar. Demek ki, bu toplumsal oluşum ile, insan toplumunun tarih-öncesi sona ermiş olur. Toplumun sınıflara bölünmesine son vererek, insanlığı nihayet esenliğe kavuşturacak bu devrimi gerçekleştirme potansiyeline sahip yegâne sınıf olan proletarya, siyasal iktidarı ele geçirdiğinde, üretim araçlarını kendi yarı-devletinin mülkiyeti altına sokacaktır. Ama proletarya bunu yapmakla, kendisi de dahil tüm sınıf yapılanmalarını, farklılıklarını ve karşıtlıklarını ortadan kaldırır. Böylece, bir zamanlar toplumun sınıflara bölünmesine bağlı olarak tarih sahnesine çıkmış bulunan devletin de ölüm çanları çalınır. Artık baskı altında tutulacak hiçbir toplumsal sınıf kalmayınca; sınıf egemenliği ve bugüne kadarki üretim anarşisi üzerine kurulu bireysel varoluş mücadelesi, bunlardan doğan çatışma ve aşırılıklarla birlikte ortadan kalkar kalkmaz, baskı altına alınacak hiçbir şey kalmaz, özel bir baskı gücü, yani devlet zorunlu olmaktan çıkar. Devletin kendini gerçekten tüm toplumun temsilcisi olarak var ettiği ilk eylem –üretim araçlarına toplum adına el koyma–, aynı zamanda onun devlet olarak son bağımsız eylemidir. Devlet iktidarının toplumsal ilişkilere müdahalesi, birbiri ardına tüm alanlarda gereksiz hale gelir ve sonra kendiliğinden sönüp gider. Kişiler üzerinde yönetimin yerini, şeylerin yönetimi ve üretim süreçlerinin yönetimi alır. Devlet “ilga” edilmez, söner. Toplumun sınıflara bölünmesinin kaynağında, üretimin yetersizliği nedeniyle kaçınılmaz olan bireysel varoluş kavgası yatmaktaydı. O halde toplumsal sınıfların ortadan kaldırılması da, bu bireysel varoluş kavgasına son verecek düzeyde bolluğun yaratılmasıyla olanaklı hale gelebilir. Daha 1878’lerde, modern kapitalizmin, insanlığın bu bolluğu yaratmasını mümkün kılacak koşulları hazırladığına dikkat çekmekteydi Engels: Üretim araçlarının genişleme gücü, kapitalist üretim tarzının kendisine vurduğu zincirleri parçalıyor. Onların bu zincirlerden kurtuluşu, üretici güçlerin kesintisiz, sürekli olarak daha hızlı ilerleyen gelişmesinin ve böylelikle bizzat üretimin pratikte sınırsız artışının yegâne önkoşuludur. Hepsi bu kadar değil. Üretim araçlarının toplumsal temellükü, sadece üretimin şimdi var olan yapay engellerini değil, aynı zamanda, günümüzde üretimin kaçınılmaz olarak beraberinde getirdiği ve krizlerde doruk noktasına ulaşan üretici güçlerin ve ürünlerin mutlak savurganlığını ve yıkımını da ortadan kaldırır. Ayrıca, bugünkü egemen sınıfların ve onların siyasi temsilcilerinin anlamsız savurganlığını ortadan kaldırarak, bir üretim araçları ve ürünler kitlesini topluluk yararına özgür bırakır. Toplumsal üretim araçlarıyla, toplumun tüm üyelerine yalnızca maddi olarak tümüyle yeterli ve her gün zenginleşen bir yaşam değil, aynı zamanda bedensel ve düşünsel yeteneklerini tamamen özgürce geliştirmeyi ve kullanmayı da güvence altına alan bir yaşam sağlama olanağı, bugün ilk kez olarak var, ama var. Bu satırların yazıldığı tarihten bu yana geçen uzun yıllar içinde modern üretici güçlerin kapitalizm altında ulaşmış bulunduğu bugünkü gelişme düzeyi, temel sorunu gözler önüne seriyor. Uluslararası proletarya dünya kapitalist sistemine son vermedikçe, insanlık, giderek derinleşen ve yaygınlaşan bir çürüme içinde boğulmaya devam edecektir. Kapitalizmin egemenliği koşullarında, teknoloji ile doğa ve insan arasında keskinleşen çelişki, son tahlilde üretici güçlerin insanlığın ihtiyaçlarını daha ileri düzeyde karşılayacak biçimde gelişmesine değil, tam tersine tahrip olmasına yol açmaktadır. İnsanlığı bugün içine düştüğü bu durumdan kurtarabilecek ve toplumsal kötülüklerin kaynağını kurutacak yegâne koşul, proletaryanın kendini dünya ölçeğinde egemen kılmasıdır. Bu koşul gerçekleştirilirse, kapitalist üretim biçiminin yol açtığı israf ve yıkıma son verilebilir; tüm sınıf ayrıcalıklarının ve buna bağlı olarak devletin de yok olacağı ve yeryüzündeki üretici güçlerin insan soyunun doğa ile uyumlu biçimde gelişmesinin yararına kullanabileceği bir bolluk el birliği ile yaratılabilir. O halde, insanın insan üzerindeki sömürü ve baskısının ve buna bağlı olarak devlet olgusunun tarih sahnesine çıkışının anlaşılabilir nesnel bir temeli varsa, bu sömürü ve baskının ve devletin gereksiz bir duruma geleceği bir toplumsal durumun da anlaşılabilir ve mümkün nesnel bir temeli vardır. Üreticilerin özgür ve eşitlikçi bir birlik temeli üzerinde üretimi yeniden düzenleyeceği toplum, yani sınıfsız toplum, üretici güçlerin bireysel varoluş kavgasının kaynağını kurutacak düzeye yükseltilmiş bolluğuna dayanacaktır. İşte insanlığın böyle bir duruma ilerlemesini mümkün kılacak atılım, proletaryanın dünya ölçeğindeki toplumsal devrimidir. Engels, proletaryanın böyle bir devrimle ulaşabileceği toplumsal durumu veciz bir deyişle dile getiriyordu: Demek ki, devlet düşünülemeyecek bir zamandan beri var olan bir şey değildir. İşlerini onsuz gören, hiçbir devlet ve devlet gücü fikri bulunmayan toplumlar olmuştur. Toplumun sınıflara bölünmesine zorunlu olarak bağlı bulunan belirli bir iktisadi gelişme aşamasında, bu bölünme, devleti bir zorunluluk haline getirdi. Şimdi, üretimde, bu sınıfların varlığının sadece bir zorunluluk olmaktan çıkmakla kalmayıp, üretim için gerçek bir engel olduğu bir gelişme aşamasına hızlı adımlarla yaklaşıyoruz. Bu sınıflar, vaktiyle ne kadar kaçınılmaz bir biçimde ortaya çıktılarsa, o kadar kaçınılmaz bir biçimde ortadan kalkacaklardır. Onlarla birlikte, devlet de kaçınılmaz bir biçimde yok olur. Üreticilerin özgür ve eşitçi bir birlik temeli üzerinde üretimi yeniden düzenleyecek olan toplum, bütün devlet makinesini, bundan böyle kendine lâyık olan yere, bir kenara atacaktır: asar-ı atika müzesine, çıkrık ve tunç baltanın yanına. İşçi Devleti: Daha Baştan Sönmeye Yüz Tutmuş Bir Devlet Proleter devrimin hedefleri açısından devlet sorununu yerli yerine oturtabilmek için öncelikle şu genel çerçeveyi göz önünde bulundurmak gerekiyor: Devrimci Marksizm proletaryanın nihai amacını, sınıfsız, devletsiz, özgür üreticiler toplumuna ulaşmak olarak ifade eder. Ama bu hedefe varabilmek için proletaryanın kapitalizmden komünizme geçiş dönemi boyunca bir devlete, fakat daha baştan sönmeye yüz tutmuş, yeni tipte bir devlete gereksinimi vardır. Bu nitelikler proletarya diktatörlüğünün olası biçimlerinden birini değil, bizzat onun özünü, varoluş koşulunu belirler. Bu bölümde, Marksizmin kurucularının ve Lenin’in bu konuda çizmiş oldukları genel çerçevenin temel yönleri üzerinde durmak gerekiyor. Kendilerini “reel sosyalizm” olarak tanıtan bürokratik diktatörlüklerin peş peşe çöktüğü günümüz dünyasında, burjuvazinin ve küçük-burjuvazinin Marksizme yönelttikleri her türden ideolojik saldırılar karşısında, Marksizmin devrimci mevzilerinin savunulması gereği eski dönemlere oranla kat be kat artmış durumdadır. Burjuva ideolojisinin Marksizme açıktan açığa yönelttiği saldırılarından daha da tehlikeli olan durum, “bürokratizm eleştirisi” maskesinin ardına gizlenen sözde Marksist görünümlü ince, sinsi ideolojik kampanyalardır. Bu durumun tipik örneklerinden biri, bürokratik otoriteyi reddetmenin haklılığı ardına sığınarak, devrimci otorite gereksiniminin de inkâr edilmesidir. İşçi devriminin zorunlu bir unsurunu oluşturan devrimci otorite gereksiniminin, Marksist görünümlü siyasal akımlar tarafından bulanıklaştırılmaya çalışıldığı günümüzde, Engels’in konuya ilişkin şu önemli açılımını başa almakta yarar var: Demek ki, otorite ilkesinden mutlak olarak kötü ve özerklik ilkesinden de mutlak olarak iyi bir şey diye söz etmek saçmadır. Otorite ve özerklik, kapsamları toplum gelişmesinin çeşitli evreleriyle birlikte değişen göreli şeylerdir. Eğer özerkçiler, gelecekteki toplumsal örgütlenmenin, otoriteyi, olsa olsa üretim koşullarının onu kaçınılmaz kılacağı sınırlar içersine hapsedeceğini söylemekle yetinselerdi, birbirimizi anlayabilirdik; ama onlar otoriteyi zorunlu kılan bütün olgulara gözlerini kapamışlar, hırsla sözcüğün kendisine saldırıyorlar. Anti-otoriterciler niçin siyasal otoriteye, devlete karşı çıkmakla yetinmiyorlar? Siyasal devletin ve onunla birlikte siyasal otoritenin de önümüzdeki toplumsal devrimin sonucu olarak yok olacağı, yani kamu işlevlerinin siyasal niteliklerini yitirecekleri ve toplumun gerçek çıkarlarını gözetmek olan basit yönetsel işlevler haline gelecekleri düşüncesini bütün sosyalistler paylaşmaktadırlar. Ama anti-otoriterciler, otoriter siyasal devletin, bir çırpıda, hatta onu yaratmış bulunan toplumsal koşullar yok olmazdan önce, ortadan kaldırılmasını istiyorlar. Bunlar, toplumsal devrimin ilk işinin otoritenin ortadan kaldırılması olmasını istiyorlar. Bu baylar hiçbir devrim görmüşler midir? Devrim, elbette ki, en otoriter olan şeydir; bu, nüfusun bir bölümünün kendi iradesini, nüfusun öteki bölümüne tüfeklerle, süngülerle ve toplarla –akla gelebilecek bütün otoriter araçlarla– dayattığı bir eylemdir; ve eğer muzaffer olan taraf yok yere yenik düşmek istemiyorsa, bu egemenliğini, silahlarının gericiler üzerinde yarattığı terör ile sürdürmelidir. Paris Komünü, silahlı halkın otoritesini burjuvaziye karşı kullanmamış olsaydı, bir gün olsun dayanabilir miydi? Tersine, Paris Komününü bundan yeterince yararlanmamış olmakla suçlamamız gerekmiyor mu? Engels, Alman Sosyal Demokratlarının (1875 tarihli) Gotha Program Taslağını eleştirmek üzere Bebel’e yazdığı mektubunda ise küçük-burjuva sosyalizmi anlayışının uzantısı olan “özgür halkçı devlet” maskaralığına değinir. Komünistlerin, geleceğe yönelik olarak programlarında devletin sönümlenmesinden söz edecek yerde, “özgür halkçı devlet” gibi hedeflerden söz etmesi, hem anarşistlerin haklı tepkilerine neden olmaktadır, hem de özgürlük ve devlet gibi, yan yana gelmemesi gereken kavramların bir arada kullanılması, hedefleri bulandırmaktadır. Şöyle der Engels: Devlet üzerine bu gibi gevezeliklere son vermek gerek, özellikle sözcüğün tam anlamıyla bir devlet olmamış olan Paris Komünü deneyiminden sonra. Daha Marx’ın Proudhon’a kitabından beri ve sonra da Komünist Parti Manifestosu’nda sosyalist toplumsal düzenin kurulmasıyla devletin kendiliğinden dağıldığı ve yok olduğu açıkça söylenmiş olmasına karşın, anarşistler yeteri kadar halkçı devleti kafamıza çalmış durmuşlardır. Devlet, savaşımda, devrimde devrim düşmanlarını bastırmak için yararlanmak zorunda olduğumuz geçici bir kurumdan başka bir şey olmadığına göre, özgür halkçı bir devletten söz etmek saçmadır: proletaryanın devlete gereksinmesi olduğu sürece, o, bunu, özgürlük için değil, hasımlarını altetmek için kullanacaktır. Ve özgürlükten söz edilmesi olanaklı olduğu gün, devlet, devlet olarak ortadan kalkmış olacaktır. Onun için biz, devlet sözcüğünün yerine, her yerde, topluluk (Gemeinwesen) gibi, Fransızca komünün karşılığı olan mükemmel eski bir Alman sözcüğünün kullanılmasını önermekteyiz. Bu açılımlardan da anlaşılacağı gibi, işçi devletini tanımlamak için “sosyalist devlet” veya “sosyalist demokrasi” kavramlarını kullanmak (eğer her bir sözcüğün anlamı üzerinde titizlikle durulacak olursa), yerinde değildir. Çünkü “devlet-demokrasi” ile “sosyalizm”, gerçekte iki ayrı tarihsel dönemi ifade eden deyimlerdir. Oysaki bunlar, sosyalizmi hedefleyen proletaryanın iktidardaki konumunu adlandırması bakımından zaman zaman kullanılagelmiştir. Ancak yine de sözcükleri tam yerli yerinde kullanmak istersek, proletarya diktatörlüğü dönemine ilişkin doğru kavram, “işçi komünü (sovyeti)” veya “işçi demokrasisi” olmalıdır. Marx ve Engels’in konuya dair kapsamlı çözümlemelerinin bazı önemli noktalarını Lenin’in yaklaşımları eşliğinde ele almak uygun olacaktır. Gotha Program Taslağının eleştirildiği iki metin üzerinde durarak, proleter devrimiyle devlet sorununun ilişkisi açısından önemli sonuçlar çıkartır Lenin. Engels’in Bebel’e yazılmış mektubunda yer alan açıklamalardan hareketle, devrimci Marksistleri anarşistlerden ve oportünistlerden ayıran belli başlı özellikleri şöyle sıralar: Anarşistlerden bizi ayıran şey, (a) devletin şu andaki kullanılışıdır vb. ve (b) proletaryanın devrimi sırasındaki kullanılışıdır (“proletarya diktatörlüğü”); bu şimdiden pratikte pek büyük önem taşıyan bir meseledir (işte Buharin’in unuttukları da bunlardır!) Oportünistlerden bizi ayıran daha derin, “daha ömürlü” gerçeklerdir: (aa) devletin “geçici” niteliği, (bb) şu anda devlet üzerine “gevezeliğin” zararlılığı, (cc) proletarya diktatörlüğünün tamamen devletçi olmayan niteliği, (dd) devletle özgürlük arasındaki çelişki, (ee) devlet yerine “topluluk” fikrinin (programda kavram terimi kullanılmaktadır) daha tam ve doğru olduğu, (ff) militarizmin ve bürokratik mekanizmanın “yıkılması”dır. Lenin Gotha Programının eleştirisiyle ilgili olarak, Engels’in mektubuyla Marx’ın kenar notlarını karşılaştırdığında dikkatini çeken bir noktaya işaret eder. Engels devlet sözcüğü yerine komün sözcüğünü önerirken, yani devlet sözcüğünü kullanmaktan kaçınırken, Marx “komünist toplumda geleceğin devleti”nden söz edebilmektedir. Lenin, ilk bakışta çelişki gibi görünen bu açılım incelendiğinde Marx ve Engels’in aslında çelişmediğinin, Marx’ın yalnızca gelecekte ne olabileceğinin ipuçlarını yakalamak amacıyla, koşullu olarak devlet sözcüğünü kullanmış olduğunun anlaşılabileceğini belirtir. Marx söz konusu çaba içinde iki noktaya değinmiştir: a) Geçiş döneminde, devletin, proletaryanın devrimci iktidarından başka bir şey olamayacağı, b) Komünist toplumda devletin hangi şekli alacağı. Burada “devlet” sözcüğü devletin varlığını sürdüreceği anlamında değil, geleceğinin ne olacağı anlamında kullanılmaktadır. Lenin devlet ve demokrasi olgusunun değişimini, başlıca üç tarihsel dönem itibarıyla (kapitalist toplum/ geçiş dönemi/ komünist toplum) ele almaktadır. Buna göre, geçiş dönemi, yani proletarya diktatörlüğü dönemi sona erip, komünist toplum dönemi yaşanmaya başlandığında, devletin ve dolayısıyla demokrasinin sönümlendiği bir özgürlük çağı açılmış olacaktır. Bu bağlamda Lenin’in, “özgürlük” ve “demokrasi” kavramlarının bazen birbirinin yerine kullanılmasının yanlışlığı üzerine düşmüş olduğu not da önemlidir: Çoğunlukla “özgürlük” ve “demokrasi” kavramlarının aynı anlama geldikleri kabul edilir ve sık sık birinin yerine öteki kullanılır. (Başlarında Kautsky, Plehanov ve avenesi olmak üzere) vülger Marksistler de bu konuda aynen böyle düşünmektedirler. Gerçekte ise demokrasi özgürlükle bağdaşmaz. Gelişmenin diyalektiği (ileriye doğru seyri) şöyledir: mutlakiyetten burjuva demokrasisine; burjuva demokrasisinden proleter demokrasisine; proleter demokrasisinden demokrasisizliğe. Lenin burada “demokrasisizlik” kavramıyla, devletin sönümleneceği ve devletsiz toplumun, yani gerçek anlamda özgürlüğün yaşanacağı tarihsel dönemi anlatmaktadır. Bu açıklamaların eşliğinde hatırlanması gereken en önemli nokta ise, resmi Marksizmin, yani Stalinizmin devlet sorununda yarattığı muazzam tahribattır. Marksizmi revize ederek, devletli bir sosyalizm anlayışına dayanak oluşturacak resmi bir ideoloji yaratan Stalinizm, proleter devrimiyle başlayan farklı tarihsel dönemleri iç içe geçirmiştir. Stalinizm, komünizmin alt aşaması olan ve sınıfsız-devletsiz topluma işaret eden sosyalizm dönemiyle, proletarya diktatörlüğü dönemini özdeşleştirmiş, sorunu tam bir bulamaca çevirmiştir. Bunun sonucunda sosyalizm, sınıflı ve devletin varlığını sürdürdüğü bir dönem olarak kavranmaya başlanmış ve bu anlayış, zihinlerden kazınması oldukça zor bir biçimde Türkiye sosyalist hareketine de yerleşmiştir. Stalinist ideolojinin “teorik” açılımlarını Marksizm olarak algılayanlar, Lenin’e, onun ne dediğini kavramak temelinde değil, tersine onun düşünce ürünlerini Stalinizmin tahrifatlarıyla uyumlu hale getirmek üzere yaklaşmışlardır. Bu nedenle, Stalinist resmi ideolojinin yerleştirdiği kavramlardan kafalar arındırılmadıkça, Lenin’in çözümlemelerinin kavranılması olanaksızdır. Lenin’in açıklamalarında, kapitalizmden komünizme geçiş, yani devrimci dönüşümler dönemi ile sınıfsız toplum dönemi arasındaki ayrım net biçimde vurgulanmaktadır. Buna göre geçiş dönemi, proletarya diktatörlüğüne dayanan sınıflı ve “devletli” bir dönemdir. Ancak, işçi sınıfının örgütlediği devlet, eskiye oranla artık bir “yarı devlet”, “daha baştan sönmeye yüz tutmuş bir devlet”tir. Komünist toplum ise, gerek alt gerekse üst aşaması itibarıyla sınıfsız ve devletsiz bir toplumdur. Bu ayrımları daha ayrıntılı şekilde görebilmek ve birkaç hususu netleştirebilmek için bir de Lenin’in, Marx’ın Gotha Programını eleştirdiği pasajlardan hareketle çıkardığı kimi sonuçlar üzerinde duralım. Lenin, geçiş dönemiyle komünist toplumun alt ve üst evrelerini birbirinden ayırt edebilmek amacıyla aşağıdaki üçlü ayrımı yapar: I- uzun süren doğum sancıları, II- komünist toplumun ilk evresi, III- komünist toplumun daha yüksek bir evresi Ve, Marx’ın Gotha Programının Eleştirisi’ndeki satırlara dayanarak, komünist toplumun alt ve üst evreleri arasındaki ayrımı kendi sözleriyle şöyle ifade eder: Alt (“birinci”) evre –tüketim eşyalarının bireylere onların topluma sağladıkları emek miktarına orantılı olarak dağıtılması. Dağıtımdaki eşitsizlik hâlâ hissedilir bir düzeydedir. “Burjuva hukukunun dar sınırları” henüz tamamen aşılmamıştır. Bu çok önemli!! Besbelli ki, (kısmen burjuva) hukuku varlığını sürdürdükçe, (kısmen-burjuva) devleti de tamamen ortadan kaybolmayacaktır. Burası çok önemli!! “Üst” evre –”Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” Bu ne zaman mümkün olacaktır? (1) Kol ile kafa emeği arasındaki çelişkinin ortadan kalktığı, (2) emeğin hayatın başlıca bir doğal zorunluluğu haline geldiği (NB: çalışma alışkanlığı, zorlama olmaksızın bir norm haline geliyor!!) (3) üretici güçlerin ileri derecede geliştiği bir aşamada. Besbelli ki devletin tamamen yok olup gitmesi ancak bu en yüksek aşamada mümkündür. Bu konu önemlidir. Daha önceki satırlarda Lenin, burjuva devletten niteliksel farkını belirtebilmek amacıyla, daha baştan sönmeye yüz tutmuş tipte bir devlet olan işçi devletini bir yarı devlet olarak tanımlamaktaydı. Bu tanımlama proletarya diktatörlüğü dönemine ilişkindir. Yukarda aktardığımız son satırlarda ise, komünist toplumun alt ve üst evrelerinin özelliklerini birbirinden ayırt edebilmek amacıyla bazı saptamalar yapmaktadır. Alt aşamada henüz burjuva hukukunun dar ufkunun tam olarak aşılamadığını belirtmek amacıyla “kısmen burjuva hukuk”, “kısmen burjuva devlet” tanımlamalarına başvurmaktadır. Hemen belirtelim ki, bu tanımlamalar proletarya diktatörlüğü dönemiyle karıştırılmamalıdır. Lenin burada tıpkı Marx’ın yaptığı gibi, devlet olgusunun geleceğine ilişkin ipuçlarını aramaktadır. Gerçek yaşamda eşitsiz olan bireylere, komünizmin alt aşamasında “eşit emek miktarına göre eşit pay” verilmesinin, kelimenin gerçek anlamında “hak-hukuk” kavramları açısından nasıl ifade edilebileceğini sorgulamaktadır. Marx’ın da işaret ettiği üzere, bu durumun henüz “burjuva hukukun dar ufkunun” tamamen aşılamaması anlamına geleceğini belirtir. Gerçek eşitlikten söz edilebilmesi ve burjuva hukukunun dar ufkunun aşılabilmesi için, gerçek yaşamda eşitsiz durumda bulunan bireylere eşit olmayan payların dağıtılmasının, yani herkesten yeteneğine göre istenirken, herkese ihtiyacına göre verilebileceği bir bolluk düzeyine ulaşılmasının zorunlu olduğunu vurgular. İşte, “kısmen burjuva hukuk”, “kısmen burjuva devlet” kavramlarıyla ifade etmeye çalıştığı gerçeklik, henüz toplumun böyle bir bolluk durumuna ulaşamamış bulunacağı alt aşamanın görece “eşitsizlik” durumuyla ilgilidir. Bir başka deyişle Lenin, alt aşamada henüz burjuva hukukunun eşitlik anlayışının aşılamamış oluşunu, yani eşit çalışana eşit pay verilmesini, burjuva hukukunun kalıntılarının henüz tamamen ortadan kaldırılamamış olması vurgusuyla anlatmaktadır. Sonuç olarak onun “kısmen …” kavramıyla kastettiği budur ve hiçbir şekilde komünist toplumun alt aşamasının, yani sosyalizm döneminin devletli bir dönem olduğu, devletin ancak bundan sonra sönümlenmeye geçebileceği şeklinde yorumlanamaz. Fakat öte yandan şunu da belirtmek gerekir ki, Lenin’in “kısmen burjuva hukuk” derken buna bir de “kısmen burjuva devlet” ibaresini eklemesi konuyu daha açık hale getirmemiş, tersine karıştırmıştır. Çünkü Marx burada hukuk kavramını kullanırken, bir burjuva hak anlayışı olan “eşdeğerlerin değişimi” ilkesinin henüz devam ettiğini belirtmekten öte bir amaç gütmemiştir. Kaldı ki Marx’ın bu hususu vurgulamasının nedeni, kendi döneminin küçük-burjuva sosyalistlerini, örneğin Lassalle’ın “eşitlik” anlayışını eleştirme ihtiyacıdır. Zira küçük-burjuvazinin arzuladığı nihai eşitlik hedefi, burjuva ideolojisinin egemenliği altında biçimlenmiş olan ve son tahlilde kapitalizmin sınırlarını aşmayan dar bir kapsama sahiptir. O nedenle de Marx, gerçek yaşamda var olan eşitsizlikleri hesaba katmayan bu küçük-burjuva eşitlik anlayışının sınırlılığına dikkat çekerek, bilimsel komünizmin eşitlik anlayışının, küçük-burjuvazininkinden farkını belirtmiştir. Fakat, önemli bir felsefi kavrayışa ilişkin Marx’ın bu açılımının, biçimsel anlamda bir hukuk düzenlemesine ya da devlet düzenine indirgenmesi tamamen yanlıştır. Zira, komünizmin ilk aşamasında “devlet” sorununun nasıl ele alınabileceği Marx ve Engels tarafından çok açık biçimde ortaya konulmuştur. Proletarya diktatörlüğü dönemi (geçiş dönemi) boyunca proletarya, tüm sınıflarla birlikte, kendisini de bir sınıf olarak ortadan kaldırma hedefine doğru ilerlemek zorundadır. Eğer proletarya bu tarihsel misyonunu başarıyla yerine getirebilirse, sınıfların ortadan kalktığı, sınıf savaşımının son bulduğu ve böylelikle proletarya diktatörlüğünün tarihsel misyonunun tamamlandığı yeni bir evreye ulaşacaktır. Bu evrede artık proletarya diktatörlüğü (devlet) öz işlevini (siyasal niteliğini) tamamen yitirir, gereksizleşir ve sönümlenir. Marx ve Engels’in dediği gibi: Gelişimin akışı içersinde sınıf ayrımları kalktığında ve üretim tüm ulusun geniş bir birliğinin ellerinde yoğunlaştığında, kamu gücü siyasal niteliğini yitirecektir.… Sınıflarıyla ve sınıf karşıtlıklarıyla birlikte eski burjuva toplumun yerini, kişinin özgür gelişiminin, herkesin özgür gelişiminin koşulu olduğu bir birlik alacaktır. Bu moment, devletten devletsizliğe geçişin tamamlandığı ve yeni bir dönemin (komünizmin) başladığının ifadesidir. Marx’ın “komünizmin alt evresi” dediği, Engels ve Lenin’in sosyalizm diye adlandırdığı tarihsel evre budur işte. Sınıfların olmadığı, meta üretiminin ortadan kalktığı, devletin tamamen sönümlendiği, üretimin ve sosyal yaşamın tüm alanlarında özgür üreticiler topluluklarının doğrudan karar verdikleri ve uyguladıkları bir yaşam tarzı. Marx’ın Gotha Programının Eleştirisi’nde açımladığı komünizmin alt aşaması (sosyalizm), işte böyle bir tarihsel-toplumsal evreyi anlatır. Ve bu anlamda proletarya diktatörlüğü döneminden nitelikçe farklı, yeni bir tarihsel dönemin başlangıcıdır sosyalizm. Geçiş döneminde devletin niteliğindeki değişimle birlikte demokrasinin uğradığı niteliksel değişikliği ise şöyle ifade eder Lenin: Halkın engin çoğunluğu için demokrasi ve sömürücüler için zor aracılığıyla baskı, yani demokrasinin dışına atılmak; kapitalizmden komünizme geçiş sırasında demokrasinin uğradığı değişiklik, işte böyle bir değişikliktir. Proletarya diktatörlüğü dönemi tarihsel açıdan, sınıfları ortadan kaldırmakla yükümlü bir dönemdir. Ve bu kuşkusuz, ulusal ölçekte değil, uluslararası ölçekte düşünülmesi gereken bir olgudur. Proleter devrimin ulusal sınırlar içinde elde ettiği görece bir başarı ve ulusal sınırlar içinde bir proleter iktidarın kurulması, kapitalistlerin direncinin nihai olarak kırıldığı anlamına gelmez henüz. Çünkü kapitalistlerin direnci ulusal ölçekle sınırlı değildir. Kapitalizmin bir dünya sistemi olması, kapitalist sınıfın da dünya ölçeğinde düşünülmesini gerektirir. Tıpkı proletarya gibi. O halde kapitalizmin egemenliği dünya ölçeğinde yıkılmadıkça, ulusal düzeyde iktidarı alan proletaryanın zaferi henüz nihai bir zafer sayılamaz. Bu koşullarda proletaryanın egemenliğini koruyabilmesi ulusal düzeyde bir sorun değildir, dünya devriminin ilerleyişine bağlıdır. Bu nedenle de geçiş dönemi dünya arenasında tamamlanabilir ve bu tarihsel döneme denk düşen proletarya diktatörlüğü gereksinimi, kapitalizm dünya ölçeğinde tasfiye edilinceye dek devam eder. Demek ki proletaryanın önce tüm toplumu proleterleştirmesi ve böylece hem diğer sınıfları, hem de bizzat kendini bir sınıf olarak ortadan kaldırması, yani toplumsal sınıfların tasfiyesi, dünya ölçeğindeki bir tarihsel dönemin (geçiş döneminin) sorunudur. Proletarya diktatörlüğü döneminde, demokrasi toplumun engin çoğunluğu için bir gerçeklik olsa bile, henüz baskı altında tutulması, direnci kırılması gerekenler olduğu sürece “özgürlük”ten söz etmek doğru değildir. Proletarya diktatörlüğü döneminin artık tarihsel misyonunu tüketip, dünyada sınıfsız toplum düzeninin yaşanmasının olanaklı olacağı durumda ise, bu kez baskı altına alınması, direncinin kırılması gereken bir toplumsal sınıf kalmadığı için, devlet tamamen sönümlenecektir. İşte ancak o zaman özgürlükten söz etmek mümkün olacaktır. Ya da aynı şeyi demokrasi olgusu açısından ifade edecek olursak, gerçekten tam, gerçekten hiçbir istisna tanımayan bir demokrasinin gerçekleştiği ve böylece bir yönetim tarzı olarak tarihsel işlevini tüketmiş olan demokrasinin de sönümlendiği bir özgürlük toplumu içinde yaşanmaya başlanacaktır. Marx’ın “geçiş dönemi” (proletarya diktatörlüğü dönemi) ifadesiyle, sınıfsız toplumun doğum sürecini kastetmiş olduğu gerçeğini çarpıtan Stalinizm, bu doğum sürecinin kendisini sınıfsız toplumun alt aşaması, yani sosyalizm dönemi olarak teorize etmiştir. Toplumsal düzenler açısından, yeni bir düzenin doğuşu uzun ve sancılı bir süreçtir. Hele ki sınıflı toplumlardan sınıfsız topluma geçişi düşünecek olursak, bunun kendinden önceki çağlara oranla ne denli muazzam bir tarihsel değişikliği içerdiği de açıktır. Böyle iken, Stalinizm bu devasa tarihsel sorunu, tek bir ülkede proletaryanın iktidarının kurulması ile tamamlanan ve siyasal devrimin hemen ertesinde sosyalizmin yaşanmaya başlandığı bir oldu-bitti gibi hafife indirgemiştir. Sosyalizm açısından henüz daha doğum gerçekleşmemişken, bugüne dek yaşananların sosyalizmin pratiği açısından yargılanması, Stalinizmin yarattığı tahrifatın sonucudur. Kuşkusuz bu tahrifat, koca bir tarihsel konjonktüre damgasını vuran ve yıkıcı etkilerinin daha uzun bir süre hissedileceği sonuçlarıyla bir toplumsal karabasan düzeyindedir. Stalinist bürokratik egemenlik düşünsel dayanağını, bir zamanlar Marx’ın, Engels’in kıyasıya eleştirdiği Lassalcı küçük-burjuva sosyalizm anlayışında bulmuştur. Ulusal sınırlar içinde burjuva iktidarının yıkılması ve üretim araçlarının devletleştirilmesiyle yaşanmaya başlanan bir dönem, sosyalizm dönemi olarak ifade edilince, Marksizmin kurucularının ve Lenin’in “evrensel ölçekte uzun ve sancılı bir doğum dönemi” olarak betimledikleri geçiş dönemi, “tek ülkede geçiş” düzeyine indirgenmiş olmaktadır. Oysaki, sorunun püf noktası tam da burasıdır. Tek ülkede sosyalizmin olanaksızlığını sergileyen devrimci Marksizm, böylece kapitalizmden komünizme geçiş döneminin de ulusal sınırlılık içinde algılanamayacağını ortaya koymuş bulunmaktadır. Bir başka deyişle, tek tek ülkelerde kurulan birbirinden yalıtık proletarya iktidarlarıyla geçiş döneminin ulusal ölçekte tamamlanabileceğini düşünmek, tek ülkede sosyalizmin olanaklılığını iddia etmekle aynı şeydir. Devrimci Marksizmin önderleri, insanlığın sınıfsız ve sömürüsüz bir toplum düzeni yaratma uğrunda yürüteceği kavganın ne denli zor, uzun süreli ve kökten değişimi gerektiren bir içeriğe sahip olacağını her fırsatta vurguladılar. Küçük-burjuva ütopizminin, devasa tarihsel sorunları hafife indirgeyen mantalitesiyle arasına kesin bir sınır çizgisi çeken Marksizm, geleceğe yönelik öngörülerini bilimsel titizlik temeline oturttu. Kapitalist dünya sisteminin yıkılmasından sonra bile, insanlığın bu yıkılışın hemen akabinde, özlemini duyduğu sınıfsız toplum düzenini gelişmiş biçimiyle yaşayamayacağını açıklama gereği duydu. Marx bu nedenle –ama sadece bu nedenle– komünist toplum düzenine ilişkin öngörülerini, onun alt ve üst aşamaları itibarıyla ifade etmeye çalıştı. Henüz uzun ve sancılı doğum sürecinin izlerini taşıyan, yani kapitalist toplumun içinden çıktığı biçimiyle bir komünist toplum olabilecek olan “alt aşama” ile, böyle bir dönemin yaşanması sayesinde, artık kendine özgü temeller üzerinde gelişecek “üst aşama”yı ayırt etti. Ama asıl olarak komünist toplum, kendi gelişim sürecinin alt aşamalarından daha yüksek aşamalarına evrimsel yoldan ilerleme olanaklarına ve kapasitesine sahip bir sosyo-ekonomik formasyondur. Marx komünist toplumun temel özelliklerini ifade ederken, onun hem alt hem de üst evrelerini bütünsel bir süreç olarak ele almış ve bu tarihsel dönemi (komünizmi) sınıfsız, devletsiz ve meta ilişkisiz bir toplumsal yaşayış dönemi olarak nitelendirmiştir. Yine aynı şekilde komünizmin alt evresi (sosyalizm) ile üst evresi arasındaki farkı anlatırken, bunları iki ayrı niteliksel moment olarak değil, tek bir niteliğin (komünizmin) iki ayrı olgunluk düzeyi olarak anlatmıştır. Paris Komünü Deneyimi Dünya proletaryasının iktidar mücadelesinde bugüne kadar yaşanan deneyimler, nelerin yapılması, nelerin yapılmaması gerektiğini göstererek, kısacası olumlu ve olumsuzundan dersler çıkartmayı olanaklı kılarak ilerlemektedir. Paris Komünü deneyimi, taşıdığı tüm eksikliklerine karşın, Marksizmin kurucularına, proletaryanın yıktığı eski devlet aygıtının yerine nasıl bir aygıt koyması gerektiği konusunda esaslı ipuçları vermişti. Marx, Fransa’da İç Savaş adlı yapıtında, Paris Komünü deneyiminin gerçek sırrını şöyle ortaya koyar: Komünün gerçek sırrı şuydu: Komün esasen bir işçi sınıfı hükümeti, üreten sınıfın gasp eden sınıfa karşı mücadelesinin ürünü, emeğin iktisadi kurtuluşunun gerçekleşmesini sağlayan nihayet keşfedilmiş siyasal biçim idi. Bu yapıta yazdığı 1891 tarihli giriş yazısında Engels ise, komün tipi iktidarın yalnızca geçmişe oranla değil, geleceğe yönelik olarak da taşıması gereken çok önemli bir özelliğe değinir. İşçi sınıfı iktidara geçtiğinde, sadece eski baskıcı devlet makinesini parçalamakla yetinmemeli, yeni efendilerin türemesine fırsat vermeyecek önlemleri de almalıdır. Komün, işçi sınıfının iktidara gelir gelmez eski devlet aygıtıyla yönetmeye devam edemeyeceğini hemen kabul etmek zorunda kaldı; henüz yeni elde ettiği kendi egemenliğini yeniden yitirmemek için, bu işçi sınıfı, bir yandan o zamana değin kendisine karşı kullanılmış bulunan eski baskı aygıtını ortadan kaldırmalı ama, öte yandan, kendi vekil ve memurlarını her an ve istisnasız görevden alınabilir ilân ederek, onlara karşı da güvenlik önlemleri almalıydı.… Başlangıçta toplumun hizmetkârları olan devlet ve devlet organlarının, toplumun efendileri durumuna dönüşmesini –ki önceki bütün devletlerde görülen kaçınılmaz bir dönüşümdür– önlemek için, Komün, iki şaşmaz araç kullandı. İlkin, yönetim, adalet ve öğretim işlerindeki bütün görev mevkilerini, ilgili herkesin genel oyuna dayalı olarak seçime, ve bu aynı seçmenlerin her an azletme hakkına tâbi kıldı. Ve, ikinci olarak, en aşağısından en yükseğine, bütün memurlara, yalnızca öbür işçilerin aldıkları kadar ücret ödendi. … Böylece, temsil organlarına gönderilen delegeler için, ayrıca ilâve edilmiş bağlayıcı talimatlar dışında, mevki ve ikbal avcılığına karşı etkili bir engel konmuş oluyordu. Tarihsel açıdan bir işçi devletinin ilk deneyimini oluşturan Paris Komünü neydi? İçeriği bakımından, burjuva demokratik cumhuriyetteki parlamentarizmden farklı olan, üstün olan yönü neydi? Marx’tan okuyalım: Komün, şehrin çeşitli semtlerinden genel oyla seçilmiş, sorumlu ve her an görevden geri alınabilir belediye meclisi üyelerinden oluşuyordu. Komün üyelerinin çoğu doğal olarak işçilerden ya da işçi sınıfının ünlü temsilcilerinden oluşuyordu. Komün parlamenter bir organ değil, ama aynı zamanda hem yürütmeci hem de yasamacı, hareketli bir organ olacaktı. Marx’ın Paris Komünü deneyimine dayanan açılımlarının ışığında, bir işçi iktidarının, bürokratik-askeri eski devlet makinesini parçalamak ve bürokrasisiz-sürekli ordusuz yeni tipten bir devleti kurmak için alması gereken önlemleri şöyle sıralayabiliriz: Sürekli ordunun kaldırılması ve yerini silahlanmış halkın alması. Polisin siyasal niteliklerinden derhal arındırılması ve komünün sorumlu ve her an görevden geri alınabilir bir aleti durumuna dönüştürülmesi. Her çeşit kamu görevinin işçi ücretleri karşılığı görülmesi. Yüksek devlet görevlilerinin kullanma hakları ve temsil ödeneklerinin, bu yüksek görev kadrolarının kendisi ile birlikte ortadan kaldırılması. Kamu hizmetlerinin, merkezi hükümet tarafından korunan kimselerin özel mülkiyeti olmaktan çıkarılması. Sadece belediye yönetiminin değil, o güne değin devlet tarafından yürütülmüş bulunan tüm girişkenliğin komünün ellerine verilmesi. Burjuva devletin manevi baskı aletleri olan din adamlarının nüfuzlu durumuna son verilmesi. Dinin devlet işlerinden tamamen ayrılması ve kendi cemaat gelirleriyle yaşamaya terk edilmesi. Öğretim kurumlarının tümünün parasız olarak halka açılması, dini kurumlarla devletin her türlü karışmasından kurtarılması. Bilimin devlet iktidarının vurmuş olduğu zincirlerinden kurtarılması. Eski adalet mekanizmasının kırılması. Yüksek adalet görevlileri ve yargıçların da öbür kamu görevlileri gibi seçilir, sorumlu ve geri alınabilir olmaları. Eski merkezi hükümetin yerini, en küçük yerleşim birimlerinde bile, “üreticilerin öz hükümeti”nin alması. En küçük kırsal yerleşme merkezlerinin bile siyasal biçim alması ve kırsal bölgelerde sürekli ordunun, hizmet zamanı çok kısa bir halk milisi ile değiştirilmesi. Her ilin kırsal komünlerinin ortak işlerini ilin yönetim merkezindeki bir delegeler meclisi aracılığıyla yönetmesi. İl meclislerinin, merkezdeki ulusal yetkililer kuruluna milletvekilleri göndermeleri. Delegelerin her an görevden geri alınabilmeleri, seçmenlerin kesin talimatına bağlı olmaları, ortalama işçi ücretlerini aşmayan aylıklar. Merkezi hükümetin devredilebilir görevlerinin komünlere aktarılmasından sonra yine de merkezi bir hükümetin sorumluluğunda kalacak olan önemli görevlerin, komünsel yani sıkı sıkıya sorumlu görevliler tarafından yürütülmesi. Komün tipi örgütlenme asla küçük devletler federasyonu biçiminde düşünülemez. Tersine, mümkün olan en geniş uluslar birliği temelinde bir siyasal merkezileşmeyi hedeflemelidir. Komün belediyesel özgürlüğü içerir fakat bir belediye rejimi değildir. Yani, komün tipi iktidarın özelliği, siyasal merkezileşmeye karşıt bir yerel yönetimcilik, otonomculuk değildir. Üreticilerin kendi öz örgütlülüklerine dayanan, üretim ve yaşam birimlerindeki en geniş inisiyatiflerini içeren merkezi siyasal birliğinin oluşturulmasını amaçlar. Genel oy hakkı, burjuva parlamentarizminden özünde farklı olmak üzere ama mutlaka işletilmelidir. Bu siyasal mekanizma, burjuva parlamentarizminde olduğu gibi A ya da B partisini iktidara getirmek üzere değil, komünler biçiminde örgütlü proletaryanın ve diğer emekçilerin diledikleri, beğendikleri temsilcilerini özgürce belirlemelerine hizmet edecektir. Yani kim seçilirse seçilsin, iktidar komünlerde olacaktır. Bu nedenle işçi demokrasisinin, burjuva demokrasisinden kat be kat demokratik karakteri (en geniş demokratik hak ve özgürlükler, işçi devletinin anayasasına uymak koşuluyla her partiye serbestçe örgütlenme, çalışma, seçimlere katılma hakkı vb.), komünler iktidarını pekiştirmeye hizmet edecektir. Marx’ın dediği gibi: Genel oy hakkı, her üç ya da altı yılda bir halkı parlamentoda yönetici sınıfın hangi üyesinin kötü temsil edeceğini tayin etmek yerine, komünler biçiminde örgütlenmiş halka hizmet edecekti; tıpkı bireysel seçim hakkının kendi işi için işçi ve idareci arayan herhangi bir işverene hizmet etmesi gibi “Öte yandan komün anlayışına hiçbir şey, genel oy hakkı yerine hiyerarşik bir görevlendirme geçirmekten daha yabancı olamaz” diyen Marx’ın “genel oy” hakkındaki bu vurgusu, bir işçi devletinin olmazsa olmaz koşuluna dikkat çekmekteydi. Yani Stalinist anlayışın yerleştirdiği “bürokratik atama” mekanizmasının tam tersine, emekçi halk, komünler içinde örgütlenmiş kadın ve erkek tüm üreticiler genel oy hakkına sahip olmalıydılar. Parlamentarizmden kurtulmanın yolu nedir? Marx’ın Paris Komününü inceleyerek çıkardığı dersleri hatırlatan Lenin; Komün “temsili kurumları ve seçim ilkesini yıkmaya değil, laf değirmenleri olan bu temsili kurumları «hareketli kurumlar» durumuna dönüştürmeye dayanır” demekte ve şöyle devam etmekteydi: Burjuva toplumun satılık ve çürük parlamentarizminin yerine Komün, düşünce ve tartışma özgürlüğünün bir aldatmaca biçiminde yozlaşmadığı kurumlar koyar, çünkü parlamenterler kendileri çalışmak, yasaları kendileri uygulamak, uygulama sonucu ortaya çıkan şeyi kendileri denetlemek, seçmenlerine karşı doğrudan sorumlu olmak zorundadırlar. Temsili kurumlar kalır, fakat özel bir sistem olarak, yasama ve yürütme faaliyetinin ayrılması olarak, milletvekilleri için ayrıcalıklı bir konum olarak parlamentarizm burada yoktur. Temsili kurumlar olmadan bir demokrasiyi düşünemeyiz; eğer burjuva toplumun eleştirisi bizim için boş bir laf olmayacaksa, burjuvazinin egemenliğini devirme çabası … işçi oylarını kapmak için bir “seçim vaadi” değil de içten ve ciddi olacaksa, demokrasiyi parlamentarizm olmadan düşünebiliriz ve düşünmek zorundayız. Komün tipi devletin daha baştan sönmeye yüz tutmuş niteliğini ve sönmeye yazgılı geleceğini, Paris Komünü deneyimi temelinde bir kez daha vurgulamaktaydı Lenin: Komün, artık nüfusun çoğunluğunu değil, bir azınlığı (sömürücüleri) ezmesi gerektiği ölçüde, devlet olmaktan çıkıyordu; burjuva devlet makinesini kırmıştı; özel bir baskı gücü yerine, sahneye halk kalabalığının kendisi giriyordu. Bütün bunlar, sözcüğün gerçek anlamında devlete aykırı şeylerdir. Ve eğer komün devam etseydi, Komün içinde varlığını sürdürmekte olan devlet kalıntıları kendiliklerinden “sönerlerdi”; Komün, kurumlarını “kaldırma” gereksinimini duymazdı: Bu kurumlar, artık yapacak hiçbir şeyleri kalmadığı ölçüde, işlemez olurlardı. Komün deneyimi, demokratik merkeziyetçilikle en geniş yerel yönetsel özerkliğin birbirini dışlamadığını, komünün siyasal merkeziyetçiliğinin en geniş yerel özerklik üzerinde yükseldiğini ve bizzat bunu mümkün kıldığını ortaya koymaktadır. Lenin’in dikkat çektiği gibi, “Engels bakımından, merkeziyetçilik, «komünler» ve bölgelerin devlet birliğini tamamen kendi istekleriyle savunmaları koşuluyla, her tür bürokratizm ve her tür yukardan «buyurma»yı söz götürmez biçimde ortadan kaldıran geniş bir yerel yönetsel özerkliği hiç mi hiç dıştalamaz.” Ve Lenin Engels’ten şu satırları aktarır: “İl, ilçe ve bucaklarda genel oyla seçilmiş memurlar aracılığıyla, tam özerk yönetim. Devlet tarafından atanmış bütün yerel ve bölgesel otoritelerin ortadan kaldırılması.”Öte yandan, emekçi kitleler devlet yönetimini aşağıdan yukarıya kendi öz-örgütlenmeleri ve fiili atılımları temelinde inşa etmeye girişmedikçe, devrimin zaferinden söz edilemeyeceğini belirten Lenin’in sözleri, onun bürokratizm ile kökten uyuşmazlığını çarpıcı biçimde ortaya koymaktadır: Yalnızca demokratik temsile değil, bütün devlet yönetiminin kitlelerin kendileri tarafından aşağıdan yukarıya inşa edilmesine, kitlelerin hayatın bütün adımlarına etkin biçimde katılmalarına, yönetimde aktif olarak rol almalarına ihtiyacımız var. Eski baskı aygıtlarının, polisin, bürokrasinin, sürekli ordunun yerine halkın evrensel silahlandırılması, gerçekten evrensel bir milisin geçirilmesi … ülkenin sosyalizme doğru sağlam, sistemli ve kararlı adımlarla ilerlemesini sağlayan, sosyalizmi tepeden “indirerek” değil, proleter ve yarı-proleterlerin büyük kitlesini devlet yönetimi sanatına, tüm devlet iktidarının kullanımına yükselterek bunu sağlayan yegâne yoldur … İşçi yoldaşlar! … Demokrasi yöntemlerini fiili pratik yoluyla hemen şimdi, kendi başınıza aşağıdan yukarıya doğru öğrenin –kitleleri yönetime etkin, doğrudan ve evrensel olarak katılmaları için harekete geçirin– yalnızca bu, devrimin tam zaferini, kesin, amaçlı ve sistemli ilerlemesini sağlayacaktır. Paris Komünü’nün, tarihsel gelişme süreci içinde henüz erken bir ön deney olduğu düşünülebilir. Bu nedenle, asıl olarak Ekim Devrimiyle kurulan ilk Sovyet iktidarının daha sonra başına gelenler, bu deneyimden son derece önemli sonuçların çıkartılmasını olanaklı kılmaktadır. Devrimin Rusya gibi geri bir ülkede tecrit olmasının yarattığı bürokratik deformasyonun ve yozlaşmanın giderek bürokratik bir karşı-devrim sürecine dönüşmesi sonucunda, işçi sovyetlerinin iktidarı son buldu. Sovyetlerin göstermelik, biçimsel varlığı devam ederken, gerçek iktidar, daimi hale gelen bürokratik devlet kurumlarının eline geçti. SSCB’deki bu durum, bir işçi devletinin (yani işçi demokrasisinin) nasıl bir şey olduğu konusunda dünya proletaryasının bilincinin ve perspektifinin tamamen bulanmasına yol açtı. Kendi egemenliğini işçi iktidarı yerine ikame eden Stalinist bürokrasi, nesnel koşulların elverişsizliği sonucu ortaya çıkan çarpıklıkları, “tam da böyle olması gerekir” mesajıyla teorize etti. Böylece Sovyet bürokrasisi, işçi demokrasisine ilişkin Marksist ilkeleri ayakları altında çiğneyerek, kendi iktidarına dayanak teşkil edecek yeni bir proletarya diktatörlüğü anlayışı yarattı. Günümüzde Stalinist gelenekten kopamayan sosyalist çevreler, bürokratik diktatörlükleri işçi devletiyle özdeşleştirmeye devam ederek, dünya proletaryasının kendi iktidarına duyabileceği özlemin körelmesine hizmet etmektedirler. Diğer yanda ise, işçi demokrasisinin nasıl olması gerektiğinin yanıtını bulmak için sanki Amerika’yı yeniden keşfetmek gerekirmişçesine tarihsel kopukluk içeren çabalar görülüyor. Bunun en tipik örneği, devrimci Marksizmin önderlerinin çözümlemelerinde ortaya konan “demokratik haklar, özgür seçimler, genel oy hakkı vb.” gibi temel unsurlar işçi demokrasisinin zaten “olmazsa olmaz” koşulları değilmiş de, yaşanan deneyimler nedeniyle sanki şimdi eklenmesi gerekiyormuş gibisinden yürütülen tartışmalardır. Oysa yapılması gereken, Paris Komünü ve Ekim Devrimi deneyimlerinin ve bu deneyimleri bizzat yaşamış devrimci önderlerin bıraktığı tarihsel mirasın ışığında –tamamlanması gereken noktaların yeniden ve yeniden ortaya çıkacağını asla göz ardı etmeksizin– yürümektir. Marksizmin Tanımladığı İşçi Devleti Bürokrasisiz Bir Devlettir Sömürücü azınlığın sömürülen çoğunluk üzerindeki egemenliğine dayanan burjuva devlet, bu özelliği nedeniyle, devlet işlerinin organizasyonunda pahalı ve karmaşık bir aygıtın varlığını zorunlu kılar. Burjuva devlet, kamu işlerinin yürütümünde uzmanlaşmış, uzmanlığı süreklilik arz eden ve burjuva arpalıklardan beslenen ayrıcalıklı bir bürokratlar güruhunu içerir. Kamu işlerinin yürütümü, burjuva düzenin çıkarlarını kollayan, yukardan aşağıya hiyerarşik bir piramit biçiminde örgütlenmiş daimi bürokratik kurumlara (devlet aygıtlarına) aittir. Kısacası, kapitalist toplumda devlet, bürokratik aygıtlardan oluşan bir devlettir. Oysa işçi devletinde, kamu işlerinin organizasyonu ve yürütümü kökten farklı olmak durumundadır. Bu tarihsel farklılığın en ayırt edici göstergesi, işçi devletinin bürokrasisiz bir devlet olması, yani işçi sınıfının kendisini doğrudan demokrasi olarak örgütlemesidir. Bu özellik, işçi devletinin ana karakteristiği, olmazsa olmaz koşuludur; Marx’ın Paris Komünü deneyiminden hareketle sıraladığı önlemler, yalnızca eski bürokratik-askeri devlet aygıtını yıkmaya değil, yıkılanın yerine “eski çirkefe dönüşü engelleyecek” bir aygıtın geçirilebilmesine yöneliktir. Marx, devrimi gerçekleştiren proletaryanın kendi içinde bürokratik-hiyerarşik tarzda bir bölünmenin doğmaması ve proletaryanın bu kez de kendi içinden çıkardığı “yeni efendiler”in yönetimi altına girerek iktidarı yitirmemesi için, Paris Komünü tipinde önlemleri zorunlu görmektedir. Bir işçi devleti, işçi devleti olabilmek ve öyle kalabilmek için, bürokrasisiz, sürekli ordusuz, “daha baştan sönmeye yüz tutmuş bir devlet”, yani komün tipi bir “devlet” olmak zorundadır. Kapitalizmden devralınan sınıflı toplum yapısını, sınıfsız topluma doğru kökten toplumsal dönüşüme uğratacak olan proletarya diktatörlüğü döneminde yöneten-yönetilen sınıf ayrımı ortadan kalkmış mı olacaktır? Kuşkusuz hayır. Çünkü proleter devrimi ile işçi sınıfının iktidara gelmesi, burjuva devletin parçalanması, burjuvazinin yöneten sınıf olma konumuna son verirken, işçi sınıfını toplumsal konumlanmada “yöneten” sınıf pozisyonuna yükseltir. Geçiş dönemi, kapitalizmi dünya ölçeğinde tasfiye göreviyle yükümlü keskin bir sınıf savaşımı dönemidir. Buna bağlı olarak, proletarya diktatörlüğü tipinde bir devlete duyulan mutlak gereksinim, yöneten-yönetilen sınıf ayrımının ortadan kalkmadığını, fakat proletaryanın yöneten sınıf konumuna yükselmesiyle, bu ayrımın niteliksel bir değişime uğradığını gösterir. Öte yandan, işçi sınıfı ancak Paris Komünü önlemlerindeki öze uygun bir iktidar yapılanmasını sağlayabilirse yönetici sınıf olma konumunu sürdürebilir. Pratikte bunun mümkün olabilmesinin, sadece insanların istemine bağlı olmayan ve proleter devrimin bir dünya devrimi oluşuyla derinden bağlı koşulları vardır. Örneğin, devrimin geri ülkelerde tecrit olmaması ve dünya kapitalist sisteminin egemenliğine esaslı darbeler indirerek ilerlemesi gerekli bir koşuldur. Aksi halde, geri bir ekonomik ve kültürel temel üzerinde yalnızca üretim araçlarının devletleştirilmesiyle, proletaryanın dünya burjuvazisine karşı koyabilecek bir egemen güç konumuna yükselebilmesi olanaklı değildir. İşçi devletinde de bürokrasiye duyulan gereksinimin devam edeceği savı, doğru bir sav mıdır? Toplumsal yaşamda kafa-kol emeği arasındaki ayrım varlığını sürdürdükçe, bu ayrım egemen sınıf içinde de zihinsel iş-maddi iş arasındaki bölünme biçiminde yansımasını bulur. Fakat bu durum, özel mülkiyete dayanan sınıflı toplumlarda mülk sahiplerini egemen bir sınıf olmaktan çıkarmaz; onun toplumsal konumlanmada yönetici sınıf olma pozisyonunu değişikliğe uğratmaz. Marx ve Engels bu konuya şöyle değinirler: İşbölümü, egemen sınıf içinde de, zihinsel iş ile maddi iş arasındaki bölünme biçiminde kendini gösterir, öyle ki, bu aynı sınıfın içerisinde iki ayrı bireyler kategorisi olacaktır.… Bu sınıfın içerisindeki bu bölünme, hatta, mevcut bu iki kesimin belli bir karşıtlığıyla ve belli bir düşmanlığıyla sonuçlanabilir. Ama, bu sınıfın bütünüyle tehdit altında bulunduğu bir çatışma çıkageldi mi, bu karşıtlık kendiliğinden düşerken, egemen fikirlerin egemen sınıfın fikirleri olmayacağı, bu fikirlerin bu sınıfın iktidarından ayrı bir iktidara sahip olacakları kuruntusunun da uçup gittiği görülür Kapitalist toplumda egemen sınıf olan burjuvazinin içinde, maddi iş-zihinsel iş ayrımı temelinde, devlet yönetimi işinde uzmanlaşmış bir üst yönetici kesim yer alır. Burjuva ideologları, politikacıları, yazarları, sivil-asker yüksek devlet yöneticileri, yüksek düzeyde uzmanlar, idareciler vb. gibi, burjuva devletinin varlığını şu ya da bu politikalarla sürdürmeye kafa yoran burjuva kesimle, bizzat kapitalist ekonomik işleyişin sürdürülmesini sağlayan burjuva kesim birbirinden ayırt edilebilir. Kısacası, modern kapitalist toplumda devlet işleri, burjuva sınıfının tümü tarafından ve doğrudan değil, bu alanda uzmanlaşmış pahalı ve kompleks bir bürokratik örgütlenme temelinde yürütülür. Bazı Marksistler buradan hareketle, işçi devletinin de modern çağa ilişkin bir devlet olması nedeniyle devlet işlerinin yürütümünde bürokrasiye duyulan gereksinimin devam edeceğini ve bu nedenle istense de bürokrasinin ortadan kaldırılamayacağını ileri sürüyorlar. Oysa böyle bir sav, Marksizmin işçi devleti konusundaki kavrayışıyla çelişmektedir. Bu yanlış kavrayışın kaynağında ise, bürokrasi olgusunun yanlış yorumlanması yatmaktadır. Burada, seçilmiş kamu görevlisi çalıştırma gereksinimi ile, bir örgütlenme tarzı olan bürokrasi birbirine karıştırılmaktadır. Kamu işlerinin yürütümünde memur, uzman vb. çalıştırılması ile, kamu işlerinin yürütümünün yukarıdan aşağıya hiyerarşik otoriteye dayanan piramit biçiminde örgütlenmesini anlatan bürokrasi kavramı aynı şey değildir. Marksizmin, “bürokrasinin kaldırılması”, “bürokrasisiz bir devlet” kavramıyla kastettiği şey, görevli ve uzman gereksiniminin son bulması değil, kamu işlerinin bürokratik tarzda örgütlenmesine son verilmesidir. O nedenle, sınıf ayrımı devam ettiği sürece, görevli memur, uzman gereksiniminin devam edeceği doğrudur; ama bundan, kafa-kol emeği ayrımı ortadan kaldırılıncaya dek bürokrasinin (yani bürokratik tarzda örgütlenmenin) devam edeceği sonucuna varmak, işçi sınıfının hiçbir zaman egemen olamayacağını, yönetemeyeceğini ve memurları, uzmanları kendi yönetimi altına alamayacağını, kısacası, bürokratik olmayan bir tarzda örgütlenmeyi başaramayacağını iddia etmek anlamına gelir. Proletarya diktatörlüğü döneminde, kaynağını kafa-kol emeği arasındaki ayrımın devam etmesinden alan ve işçi sınıfı içinde maddi iş-zihinsel iş ayrımı biçiminde vücut bulan bir durum henüz nesnel olarak varlığını sürdürüyor olsa da, önemli olan bu durum nedeniyle işçi sınıfının egemenliğini yitirmeyeceği tipten bir devletin var edilebilmesidir. Burada kilit sorun zaten devlet sorunudur. Çünkü özel mülkiyete dayanan sınıflı toplumda, egemen sınıf içindeki maddi iş-zihinsel iş ayrımı, aynı sınıf içindeki iki ayrı kesim arasında çatışmalara yol açsa da, son tahlilde egemen olan kesim, üretim araçlarının mülkiyetini tekelinde tutan, yani ekonomik açıdan egemen olan kesimdir. Bu nedenle de, kapitalist toplumda burjuva devletin, devlet işlerinin yürütümünde ihtisaslaşmış bürokrasiye, bürokratik bir aygıta dayanması, burjuvazinin egemen ve yönetici sınıf konumunu değişikliğe uğratmaz. Oysaki devlet mülkiyetine dayanan proletarya diktatörlüğü döneminde devlet, bir yarı-devlet, bürokrasisiz bir devlet olmak zorundadır. Eğer ki, pratikte bu zorunluluk yerine getirilememiş ve ortaya bürokrasili bir devlet çıkmış ise, bu koşul altında mülkiyet devlete, devlet de bürokrasiye ait olacaktır. Böylece, devlet mülkiyeti üzerinde tasarruf hakkını elinde tutan bürokrasi, tüm üretimin yönetimini de eline alacağı için, iktisaden de egemen konumda olacaktır. O takdirde işçi sınıfı egemenliğini yitirecek, bürokrasi ise egemen sınıf, yönetici sınıf konumuna yükselecektir. O halde, proletarya diktatörlüğü döneminde de bürokrasiye gereksinimin devam edeceğini iddia etmek, işçi devletinin burjuva devletinden farklı tipte örgütlenmiş bir devlet olması gereğinden hiçbir şey anlamamak demektir. Modern toplumsal yaşamın örgütlendirilmesinde devletten söz ettiğimiz sürece, bürokrasinin varlığını da kabul etmek zorunda olacağımız savı, devrimci Marksizmin işçi devleti konusundaki perspektifinin “hoş bir hayal”den ibaret olduğunu söylemekle aynı kapıya çıkar. Bu tarz bir mantalite son tahlilde, Marksizmin öngördüğü tipte bir işçi devletinin olanaksızlığı, devrimlerin eninde sonunda bürokratik bir diktatörlüğün kurulması ile sonuçlanacağı şeklindeki bir düşünceye varır. Proletarya diktatörlüğünün, yani geçiş döneminin özelliği, proletaryanın hem üreten hem de yöneten bir sınıf olarak bu iki kategori arasındaki ayrımı ortadan kaldırmasıdır. Bunun başarılması, toplumda kafa-kol emeği arasındaki ayrımın ortadan kaldırılacağı koşulların yaratılmasına doğru atılmış tarihsel bir adım demektir. Çünkü tarihte bu ayrım temelinde gerçekleşen toplumsal işbölümü, üreten sınıf-yöneten sınıf ayrışmasının nedeni olmuştu. Öte yandan, üreten-yöneten sınıf ayrımının son bulması ile, kafa-kol emeği arasındaki ayrımın ortadan kalkması arasında tarihsel hareket açısından bir bağıntı olsa da, bunlar özdeş sorunlar değildir. Bu nedenle de farklı tarihsel dönemler itibarıyla çözümlenebilirler. Kısaca belirtmek gerekirse, üreten sınıf-yöneten sınıf ayrımına son verilmesi, proletarya diktatörlüğünün, yani kapitalizmden komünizme geçiş döneminin sorunudur. Kafa-kol emeği arasındaki işlevsel ayrımın tamamen ortadan kalkması ise, özgür üreticilerin işbölümüne kölece bağımlılıktan kendilerini bütünüyle kurtarabilecekleri bir tarihsel dönemin, yani komünist toplumun sorunudur. İşçi devletinin yapılanması, devletin burjuva toplumundaki örgütlenişini kökten değiştirmeye, kamu işlerinin olabildiğince yerel sovyetlere devredilip, mümkün olan en ucuz ve en sıradan işlere dönüştürülmesi prensibine dayanır. Bunun yanı sıra, yine de uzmanlık gerektiren bazı işler varlığını sürdürecektir. Ancak, işçi iktidarının esprisi, bu işlerin hiçbir ayrıcalık ve işçi sınıfı üzerinde “efendilik” yaratmaksızın, işçi seçmenlere karşı sıkı sıkıya sorumlu, her an azledilebilir, değiştirilebilir görevliler tarafından yürütümüne dayanır. Eğer proleter devrimin geri bir ülkeye hapsolması durumunda bu hedefleri yaşama geçirebilecek yeterli ekonomik ve kültürel birikimin olmadığından söz ediliyorsa, o takdirde zaten işçi devletinin yaşayabileceği koşulların henüz gerçekleşmediği ifade ediliyor demektir. Modern çağda bazı işlerin yürütümü için kuşkusuz belirli bir bilgi birikimi, uzmanlaşma gerekiyor. Basitleştirilmesi olanaklı tüm devlet işlerinin sıradan ve her işçinin yapabileceği biçimde dağıtılması prensip olmakla birlikte, yine de bir çırpıda her işin sıradan bir işçiye gördürülebileceğini düşünmek olanaklı değil. Bunun mümkün olabilmesi, toplumun ekonomik ve kültürel düzeyinin yükseltilmesine, iş saatlerinin kısaltılmasına vb. bağlı olarak uzun yılları kapsayacak bir sorundur. Bu açıdan düşündüğümüzde, proleter devrimin geri ülkelere sıkışıp kalmasının, nesnel olarak, işçi devletinin varlığını tehdit eden bir durum yaratacağını unutmamamız gerekiyor. Fakat burada, işçi devletini yıkıma sürükleyen nesnel koşullar altında, yine de bir işçi devletinin nasıl yaşatılacağı biçiminde spekülatif bir mantık yürütmüyoruz. Olması gerekeni tanımlayarak, pratikte yaşananlardan ne gibi sonuçlar çıkarılması gerektiğinin mihenk taşı olacak bir genel perspektif elde etmek istiyoruz. Bu nedenle, tartıştığımız sorun, dünya devriminin ilerleyişi içinde iktidara gelen proletaryanın, yıktığı burjuva devletin yerine bürokrasisiz bir devleti geçirmek zorunda olduğu ve geçirebileceği gerçeğidir. İşçi devleti açısından sorunun püf noktası, uzmanlaşma gereğinin ortadan kalkmış olup olmaması değil, ihtiyaç duyulan uzmanların nasıl çalıştırılması gerektiği, kamu işlerinin organizasyonunda yönetim ve denetimin kimin elinde olacağıdır. Belirli işler için belirli bir bilgi birikiminin, kamu işlerinin yürütümünde bürokratik uzmanlaşmaya, ayrıcalıklı konumlara yol açması, burjuva toplumunun yapısına uygun bir sonuçtur. İşçi devletinin içeriği ise, bu bilgi birikiminin, bürokratik uzmanlaşmaya ve ayrıcalıklara gerek olmaksızın egemen proletaryanın hizmetine sunulmasını sağlayacak bir örgütlenmeye dayanır. Lenin’in 1917 Şubat devriminin ilerleyişi içinde işaret ettiği hedef, aslında proletarya devriminin ulaşmak zorunda olduğu genel bir hedeftir: Memurculuğu birdenbire, her yerde ve tamamen ortadan kaldırmak söz konusu edilemez. Bu bir ütopyadır. Ama, giderek tüm memurculuğun ortadan kalkmasını sağlayacak yeni bir yönetim makinesinin vakit geçirmeksizin kurulmasına başlamak için, eski yönetim makinesini hemen kırmak bir ütopya değil, Komün deneyinin ta kendisi, devrimci proletaryanın geciktirilemez, ivedi görevinin ta kendisidir. Biz işçiler, kapitalizm tarafından daha önce yaratılmış bulunan şeyi hareket noktası alıp, kendi işçi deneyimize dayanarak, sert bir disiplin, silahlı işçilerin devlet iktidarı tarafından korunan demirden bir disiplin kurarak büyük üretimi, biz kendimiz örgütleyeceğiz; devlet memurlarını (elbette her tür ve her düzeydeki uzmanları yerinde tutacak), direktiflerimizin basit uygulayıcıları rolüne, sorumlu, geri alınması olanaklı ve mütevazı bir para alan “sürveyan ve muhasebeciler” durumuna indirgeyeceğiz: İşte bizim proleterce görevimiz budur; işte proleter devrimini yaparken kendisinden başlanması olanaklı ve kendisinden başlanması gereken şey budur. Büyük üretim temeline dayanan bu ilk önlemler, kendiliğinden, tüm memurculuğun giderek “yok olması”na; gitgide basitleşen sürveyans (gözetim) ve muhasebe görevlerinin, zamanla bir alışkanlık durumuna gelerek, ve en sonu özel bir kategorideki bireylerin özel görevleri olarak ortadan kalkmak üzere, bunların sırayla herkes tarafından yapılacağı bir düzenin, tırnak içinde olmayan ve ücretli köleliğe hiç benzemeyen bir düzenin giderek kurulmasına götürecektir. Kısacası, işçi devleti burjuva devlet gibi bürokratik tarzda örgütlenemez; örgütlenirse o işçi devleti olamaz. Diğer yandan, egemen proletaryanın kendi işlerinin yürütümü için “kapitalist bir işveren gibi” uzman ve memur çalıştırması, bunları denetlemesi mümkün olduğu sürece ayrıcalıklı bir bürokrasinin ya da yönetici bir elitin doğmasına neden olamaz. İşçi devletindeki demokratik merkeziyetçiliğin ayırt edici yönü, bürokratik bir örgütlenmeye karşıt oluşudur. Lenin’in belirttiği gibi: Burjuvazi feodal + mutlak monarşiden “bürokratik-askeri” devlet mekanizmasını devraldı ve onu geliştirdi. Oportünistler (özellikle 1914-1917 arasında) onunla bütünleştiler (gelişmiş ülkelerde bir çığır olarak emperyalizm, genellikle bu mekanizmayı olağanüstü derecede güçlendirdi). Proletarya ihtilalinin görevi: bu mekanizmayı “parçalamak”, kırmak ve onu mahalli bölgelerde en kusursuz özerk idareler ile, merkezde ise, silahlanmış proletaryanın doğrudan iktidarı (proletarya diktatörlüğü) ile değiştirmektir. Mahalli idareler nasıl birleşecek, birbirine bağlanacaklardır? Hiçbir şekilde diyor anarşistler. Bürokrat ve asker zümre vasıtasıyla diyor (ve yapıyor da) burjuvazi. Silahlı işçilerin birliği ve örgütlenmesi ile (“İşçi vekilleri sovyetleri”!) diyor Marksizm. Demek ki modern devlette merkeziyetçiliğin zorunluluğu noktasından hareketle, işçi devletinin de bürokrasisiz edemeyeceği biçiminde bir sonuca çıkmak, Marksizmin işçi devleti konusundaki temel perspektifiyle çelişiyor. Fakat kökü Stalinist ideolojiye dayanan düşünce çeşitlemeleri, bürokratik diktatörlükleri aklamak için Marksizmi çarpıtıyorlar. Özetle, “elbette bürokrasi olacaktır, olmalıdır” demeye getiriyorlar. Bunların sözümona bürokratizm eleştirisi diye ileri sürdüğü fikirler de yine bürokrasinin gerekliliği noktasından hareket etmekte ve “iyi bürokrasi”, “kötü bürokrasi” gibisinden idealist kategorilerle sorunu hafife indirgeyip, netice olarak genelde bürokrasinin varlığını aklamaktadır. Öte yandan, bürokratik diktatörlüklerin işçi sınıfının mücadelesiyle yıkılması gereğini kabul eder görünmekle birlikte Stalinizmin egemenliği altındaki Sovyetler Birliği’ni ya da benzerlerini veri kabul edip “yine de bürokrasi olacaktır” görüşünü savunanlar da var. Ama bu tür bir düşünce tarzı, aslında kendini kısır bir döngüye hapsetmek anlamına gelmez mi? Burada, işçi devletinde bürokrasinin gerekliliğini savunan “Marksistler”le Lenin’in yürüttüğü polemikten bazı önemli kesitleri hatırlamak yararlı olacak. Proletaryanın, devrimden sonra bürokratik bir örgütlenmeden vazgeçemeyeceğini iddia eden Kautsky’yi şöyle eleştiriyordu Lenin: Kuşku yok ki, sosyalist toplumda, işçi temsilcilerinden kurulu “bir tür parlamento” “çalışma rejimini düzenleyecek ve aygıtın işleyişini denetleyecektir”; ama, işte bu aygıt, “bürokratik” olmayacaktır. İşçiler, siyasal iktidarı ele geçirdikten sonra, eski bürokratik aygıtı parçalayacak, temellerine dek yıkacak, onda taş üstünde taş bırakmayacak ve onu işçi ve görevlileri kapsayan yeni bir aygıtla değiştireceklerdir. Bu işçi ve görevlilerin bürokrat durumuna gelmelerini engellemek için, Marx ve Engels tarafından enine boyuna incelenmiş olan önlemler hemen alınacaktır:
1) Her işe seçimle gelme, ama her an görevden geri alınabilme;
2) İşçinin aldığından yüksek olmayan bir ücret;
3) Herkesin denetim ve gözetim işlerini yapabilmesi, yani herkesin bir zaman için “bürokrat” durumuna gelmesi ve bu yüzden kimsenin “bürokrat” olamaması için gerekli önlemlerin hemen alınması. Lenin, Kautsky’nin burjuva parlamentarizmi ile proleter demokratizmi arasındaki temel ayrımı hiç anlamadığını belirtir. Bürokrasinin ortadan kaldırılmasını istemenin çocukça bir düşünce olacağını iddia eden Kautsky, “memurlarıyla birlikte ortadan kaldırılabilecek bakanlık hangisidir?” diye sormaktadır. Lenin’in Kautsky’ye yanıtı şudur: Proletarya, “yönetim aygıtı”nı ve tüm devlet aygıtını parçalar ve onun yerine silahlı işçiler tarafından oluşturulan bir yenisini koyar. Kautsky, “bakanlıklar” için “dindarca bir saygı” gösteriyor; ama, işçi ve köylü temsilcilerinin egemen ve son derece güçlü Sovyetlerinin yanında ve bu Sovyetlere bağlı, uzmanlardan kurulu komisyonlar, neden bu bakanlıklar yerine geçmesinler? Öte yandan Lenin, kamu görevlilerinin burjuva devletin bürokratik mekanizması altında kaçınılmaz olarak bürokratlaşmasıyla, bürokrasisiz işçi devleti altında değişen konumları arasındaki farklılığa dikkat çekmektedir: Kautsky, kısacası şöyle der: mademki, seçilmiş kamu görevlileri olacak, öyleyse sosyalist rejimde de memurlar ve bir bürokrasi olacaktır! İşte yanlış olan da budur. Marx, Komün örneğiyle göstermiştir ki, kamu görevlileri, sosyalist rejimde, seçimle işbaşına gelmeleri bir yana, ayrıca her an görevden geri alınabildikleri, aylıkları ortalama işçi ücretleri düzeyine indirildiği, ve üstelik, parlamenter kuruluşlar yerine “hareketli”, “aynı zamanda hem yürütücü hem de yasamacı” topluluklar geçtiği ölçüde, “bürokrat” olmaktan, “memur” olmaktan çıkarlar.
* * * Marx Paris Komünü için, “ücretli emeğin kurtuluşunun gerçekleşmesini sağlayacak nihayet bulunmuş siyasal biçim” demişti. Komün tipi devlet, işçi devletinin ayırt edici özüdür. Ulusal düzeyde farklı konseyleşme biçimleri olsa da, bunlar değişik isimler taşısa da, işçi devleti bir komünler ya da 1917 Ekim Devrimi ile bulunmuş son şekli ile ifade edecek olursak, sovyetler demokrasisidir. O, mülksüz yığınlar açısından artık baskı ve dayatmanın değil, gerçek bir demokrasinin olmasıyla ayırt edilebilir. Burjuva diktatörlüğü ile proletarya diktatörlüğü arasındaki ayrım asıl olarak şu özde beliriyor: Burjuva devlet yani burjuvazinin diktatörlüğü, en demokratik biçim altında bile, ekonomik özü itibarıyla ancak sömürücü azınlık için demokratik, sömürülen çoğunluk açısından diktatoryal bir devlettir. Proletarya devleti yani proletarya diktatörlüğü ise, sınıf savaşımının çetin koşulları nedeniyle burjuva güçlere yönelik açık baskıya başvurmak zorunda kaldığında bile (iç savaş dönemi vb.), sömürücü azınlık için diktatoryal, emekçi çoğunluk için demokratik bir devlet olmak zorundadır. Bu nedenle, işçi demokrasisinin “mazur görülebilir nedenlerle uygulanamadığı” bir işçi devleti kategorisi icat etmek, işçi devleti hedefinden verilmiş bağışlanmaz bir ödün olacaktır. İç savaş, dış tehdit vb. nedeniyle demokratik özü boşaltılmış biçimde de olsa, proletarya diktatörlüğünün yine de yaşamaya devam edebileceğini ileri süren bir anlayış, proletarya diktatörlüğü ereği yerine, bürokratik diktatörlük gerçeğini ikame eder. Sovyetler biçiminde örgütlenmiş proletaryanın, hareketli bir temsil sistemini de içeren doğrudan demokrasisi, işçi devletinin olmazsa olmaz koşuludur. İşçi demokrasisi, proletarya diktatörlüğünün biçimlerinden biri değil, ta kendisidir. Bu noktada burjuva devlet yapılanmasından benzetmeler yaparak sonuçlara varmak çok yanlış olur. Sömürücü bir azınlığa dayanan burjuva diktatörlüğünde, burjuva demokrasisi, diktatörlüğün sömürülen kitleler üzerindeki biçimlerinden yalnızca birisidir; burjuvazi iktidarını, parlamenter demokrasi ile hiçbir ilgisi olmayan çıplak diktatörlük ile de yönetebilir. Fakat proletaryanın iktidarda olduğu durumda, işçi sınıfı ve mülksüzler açısından (biçime bağlı olmaksızın) özü itibarıyla gerçek bir demokrasi dönemi açılmıştır; artık onların tepelerine binecek sömürücü, baskıcı diktatoryal bir egemenlik odağı kalmamıştır. İşte proletarya devrimi, demokrasi ve diktatörlük ilişkisinde bu niteliksel değişimi yaratır. Eğer pratikte bazı tarihsel koşullar, olması gerekene oranla muazzam çarpıklıkları ortaya çıkartmışsa, bu durum proletarya diktatörlüğünün biçimine ilişkin bir sorun değil, öze ilişkin bir sorundur. Böyle bir durum, bazı zorunluluklar nedeniyle, proletarya diktatörlüğünün belirli bir tarihsel kesitte işçi demokrasisi olmadan da yaşayabileceğinin değil, tam tersine, bu çarpıklıkları yaratan koşullar ortadan kalkmadıkça proletarya diktatörlüğünün yaşayamayacağının işaretidir. Proletarya diktatörlüğü, toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan emekçiler açısından, devletin kapsamındaki bir daralma (devletten devletsizliğe geçiş devleti, bu anlamda artık bir yarı devlet) ile demokrasinin kapsamındaki muazzam bir genişlemenin (hemen hemen tam demokrasi) diyalektik bütünlüğüdür. Bu bütünlüğün demokrasi yönünü çekip aldınız mı –insan düşüncesinde böyle bir tasarım mümkün görünse bile– geriye kalan, bir yönü aksayan, eksik-topal bir proletarya diktatörlüğü olamaz. Bu durumda ortaya, aslında proletarya diktatörlüğü olmayan, bürokratik diktatörlük niteliğindeki bir toplumsal fenomen çıkar. “Proletarya Diktatörlüğü” Kavramı Üzerine Proletarya diktatörlüğü döneminin taşıyabileceği ve taşıması gereken özelliklerin, bu dönemin içeriğinin Marksist açıdan tahlilinin yanı sıra, bizzat kavramın kendisine yönelik tartışmalar konusuna da bir açıklık getirmek gerekiyor. “Devlet” denen olgunun tarih sahnesine çıkışıyla ilintili olarak yaşama gözlerini açan ve farklı tarzda sınıflı toplumların siyasal yapılanmasına göre farklı anlamlar yüklenen “demokrasi” ve “diktatörlük” kavramları sınıflarüstü, genel geçer bir içeriğe sahip değildir. O nedenle, bizim asıl değinmek istediğimiz husus şudur: Sınıflı toplumların tarihinde ilk kez olarak, toplumun çoğunluğunu oluşturan sömürülenlerin, toplumun azınlığını oluşturan sömürenlere karşı iktidarının kurulabilmesi ancak işçi sınıfının devrimiyle gündeme gelmiştir. İşte bu nedenle işçi sınıfının devrimi, tarih içinde yaşanmış diğer devrimlerden farklı olarak, insan topluluklarının siyasal yaşam koşullarında daha önce görülmemiş türden büyük bir tarihsel ve niteliksel değişiminin ifadesidir. Böyle bir değişim, kaçınılmaz olarak kavramların o ana dek alışıldık ve yerleşik içerikleri bakımından da muazzam bir altüstlüğün vuku bulmasını gündeme getirecektir. Buna bağlı olarak, “demokrasi” ve “diktatörlük” kavramları, bu kavramların o ana dek çağrıştırdığı gerçeklikle benzeşmeyen yepyeni bir toplumsal yapılanmanın ifadesi düzeyine yükselecektir. Şöyle ki, kapitalist toplumlarda “demokrasi” kavramı son tahlilde asıl olarak egemen sınıfın (ya da egemen sınıflar blokunun) kullanabileceği siyasal ve toplumsal haklar manzumesini, “diktatörlük” kavramıysa ayrıcalıklı azınlığın ezilen çoğunluk üzerindeki hükmetme hakkını anlatır. Bu bakımdan her iki kavramın anlatmak istediği gerçeklik arasında uzlaşmaz bir çelişki var gibidir. Aslında bu çelişki “devlet” denen iktidar yapılanmasının diyalektik bütünlüğünü oluşturur. Ve o yüzden, sömürücü sınıf egemenliğine dayanan “demokratik” biçime sahip bir devletin niteliğini bile, son tahlilde varsıllar için demokrasi, yoksullar için diktatörlüktür diyerek özetleyebiliriz. İşte zaten, uzun yıllar boyunca burjuva ideolojisinin bilinç bulandırmaya hizmet eden ideologlarının, yazarlarının vb. çarpıtmaya ve üstünü örtmeye çalıştıkları gerçeklik de tam bu noktada gizlidir. Burjuva devletin, emekçi kitleler açısından görece daha geniş bir siyasal demokrasi alanına sahip biçimlenmesi (örneğin parlamentarizm), burjuva ideolojisi tarafından “diktatörlük” olgusunun zıddı ve evrensel demokrasi biçimi olarak sunulduğundan ve emekçi kitlelere bu anlamıyla benimsetildiğinden ortaya pek çok tartışma gerektiren sorun çıkmıştır. Bunlar arasında en önemlisi, bir zamanlar feodal mutlakiyetçiliğe karşı mücadele yürütürken, kendi sınıfının eski egemen sınıf üzerinde diktatörlüğünün tesis edilmesini savunan burjuvazinin, tarihin ilerleyişi içinde işler tam tersine döndüğünde, bu kez işçi sınıfının mücadelesini, bir sınıf diktatörlüğü tesis etmeye çalışmakla suçlamaya girişmesidir. Keza, bir zamanlar mutlakiyetçiliğe karşı mücadelesinde güç toplayabilmek için emekçi kitleleri “genel demokrasi” vaadiyle peşine takan burjuvazinin, daha sonra, emekçi kitleler üzerindeki diktatörlükten başka bir şey olmayan kendi egemenliğini, sınıflarüstü “evrensel bir demokrasi” olarak yutturmaya çalışmasıdır. Marx’ın her fırsatta belirttiği üzere, genelde bir toplumda egemen fikirler, egemen sınıfın fikirleridir ve bu nedenle de, “demokrasi” ve “diktatörlük” kavramlarıyla kastedilen gerçeklik, işçi sınıfının düşünce dünyasına da, burjuva ideolojisinin prizmasından geçerek yansır. O nedenledir ki, işçiler bu prizmayı paramparça edecek örgütlü bir ideolojik mücadelenin içine çekilmedikçe, burjuva ideolojisinin onlar üzerindeki egemenliğinin sürüp gitmesi kaçınılmazdır. Bunun uzantısı olarak, gerek işçi sınıfının gerekse genelde kitlelerin, “demokrasi” ve “diktatörlük” sözcüklerini, burjuvazinin istediği şekilde bir anlam yüklenmiş olarak kabul etmeleri de olağandır. İşte bir zamanlar Marksizmin kurucularının üzerinde önemle durdukları ve işçi sınıfının dünya görüşü bağlamında açıklamaya giriştikleri temel konulardan biri de, “demokrasi” ve “diktatörlük” kavramlarının burjuvazinin egemenliği koşullarında içerdiği anlamla, işçi sınıfının egemenliği altında içereceği anlam arasındaki tarihsel ayrımdı. Fakat ne yazık ki, aradan geçen yıllar boyunca işçi sınıfı hareketi içindeki burjuva ideolojisinin etkisiyle, Marksizmin doğruları çarpıtıldı ve bu çarpıtmadan en çok nasibini alan konuların başında da “demokrasi” ve “diktatörlük” olgularının diyalektik ilişkisi yer aldı. Daha sonra buna bir de, Ekim Devrimiyle kurulan işçi iktidarını, yani işçi demokrasisini yok eden Stalinist bürokratik egemenliğin kendini uzun yıllar boyunca “proletarya diktatörlüğü” olarak lanse etmesinin yarattığı muazzam bir bilinç çarpılması eklendi. Bu gibi faktörlerin sonucu olarak, aslında tarihte ilk kez sömürülen çoğunluğun diktatörlüğü olduğu için, o çoğunluk bakımından aynı zamanda demokrasi demek olan “proletarya diktatörlüğü” olgusu, sanki anti-demokratik bir kavrammış, kelimenin olumsuz anlamında bir diktatörlükten ibaretmişçesine tartışma gündemine sokuldu. Yani sorun bu kavramın kastettiği gerçekliğin bizatihi kendisinde var olan bir sakatlıktan kaynaklanmıyordu. Tam tersine sorunun kaynağı, bir yandan bu kavramın anlattığı tarihsel gerçekliğe karşı burjuvazinin yürüttüğü ideolojik saldırıda, diğer yandan da “bürokratik diktatörlük” olgusunun zihinlerde yarattığı çarpılmada yatıyordu. O halde, Marksizmin söz konusu sorun bağlamında yürüteceği ideolojik mücadelenin hedefi de belliydi. Fakat her konuda olduğu gibi bu noktada da, sözde Marksistler, sorunun kaynağına inecek yerde, hedef tahtasına “proletarya diktatörlüğü” kavramını iliştirdiler ve ona ateş etmeye başladılar. Sonuç olarak, şu ya da bu nedenle, zaman içinde Marksizmin kurucularının temellerini attıkları ideolojik netlik bulandı. Ve “proletarya diktatörlüğü” denildiğinde, emekçi kitleler de sanki onu çok kötü bir şey olarak algılayacaklarmış biçimindeki bir çekingenlik yaygınlık kazandı. Evet, bizim istemimiz ve irademiz dışında böyle bir gerçeklik vardır. Vardır ama, tutulması gereken doğru yol nedir? Söz konusu endişeyi giderebilmek için kavramı mı feda etmeli, yoksa bizzat endişenin kaynağına inip çarpılmayı mı düzeltmeli? Kuşkusuz ki doğru olanı ikincisidir. Çünkü, gerçek Marksizme göre proletarya diktatörlüğü işçi demokrasisi demektir. O halde, ne proletarya diktatörlüğü kavramının yanlış oluşu ne de ondan vazgeçmek nedeniyle değil, yalnız ve yalnızca, bununla anlatılmak istenenin işçi demokrasisi olduğu gerçeğini (bu unutturulan gerçeği!) hatırlatıp yeniden hafızalara kazımak bağlamında, işçi demokrasisi kavramını kullanmak bir tercih nedeni olabilir. Bu nedenle, Marx ve Engels’in daha en başından bu ilişkiyi zaten bu açıklığıyla ele aldıklarını ve sorunu bu biçimiyle ortaya koyduklarını hatırlamak yararlı olacaktır. Doğrudan doğruya “proletarya diktatörlüğü” kavramıyla ifade edilmese de, özü itibarıyla aynı kapıya çıkmak üzere, proletaryanın iktidarının gerekliliği anlamına gelen çözümlemeler aslında Marx ve Engels’in yazılarında hep yer aldı. Hatırlanacağı gibi, onların Komünist Manifesto’da vurguladıkları başlıca husus bundan başka bir şey değildi: “Komünistlerin acil hedefleri, bütün öteki proleter partilerininkiyle aynıdır; proletaryanın bir sınıf olarak oluşması, burjuva egemenliğinin yıkılması, siyasal gücün proletarya tarafından ele geçirilmesi.”Bir başka örnek olarak, Almanya’daki burjuva devrim sürecinden hareketle Marx ve Engels’in sözünü ettiği ve “işçi sınıfının sürekli devrimi” bağlamında kullandıkları kavram, “proletaryanın devlet gücünü ele geçirmesi” idi.Bu perspektif, yalnızca tek bir ülkede değil genel olarak kapitalist ülkelerde iktidarın işçi sınıfı tarafından fethedilmesi görevine işaret ediyordu. Marx “proletarya diktatörlüğü” kavramını ilk kez, 1850 yılında Fransa’da Sınıf Savaşımları başlığı altında toparlanan makalelerinde kullandı. İlk makalesinde Marx, Fransız burjuvazisinin 1789’dan sonra gerçekleşen devrimlerinin her birinin, işçilerin köleliğine dayanan düzeni değiştirmeksizin yalnızca siyasal biçimi değiştirdiğini belirtiyordu. Daha sonra 18 Brumaire’de ise; “Bütün devrimler, bu aygıtı param parça edecekleri yerde onu mükemmelleştirdiler. Art arda iktidar uğruna savaşan partiler bu muazzam devlet yapısını ele geçirmeyi, galibin esas ganimeti saydılar” değerlendirmesini yapacaktı. Fakat nihayet 1848 Haziranında proletaryanın ayaklanmasıyla düzene darbe indirilmişti. Bu nedenle, daha önce devrim kavramı, devlet biçiminin değişmesi, yani siyasal devrim anlamına geldiği halde, Hazirandan sonra artık burjuva toplumun yıkılması, altüst olması, yani toplumsal devrim demeye geliyordu. Marx’ın deyişiyle; “Paris proletaryasını Haziran ayaklanmasına zorlayan burjuvazi olmuştur.… Şubat devriminden ödün olarak koparmak istediği, biçim bakımından abartılmış, içerik olarak çocuksu, bu yüzden de burjuvaca olan hak istemlerinin yerini devrimci savaşımın gözüpek sloganı aldı: Burjuvazinin devrilmesi! İşçi sınıfının diktatoryası!” Yine Marx’ın bu süreçten çıkarmış olduğu önemli bir sonuç da, üçüncü makalesinde belirttiği gibi, işçi sınıfı devriminin sürekliliği bağlamında zorunlu bir geçiş noktası oluşturan proletarya diktatörlüğü gereği idi. O dönemde işçilerin, “gitgide devrimci sosyalizmin”, “komünizmin” (ki buna Blankizm adını takan burjuvaziydi!) çevresinde toplanmaya başladığını vurgulayan Marx’ın ifadesiyle; “Bu sosyalizm genel olarak, sınıf farklılıklarının ortadan kaldırılması, sınıf farklılıklarının dayandıkları bütün üretim ilişkilerinin ortadan kaldırılması, bu üretim ilişkilerine uygun düşen bütün toplumsal bağıntıların ortadan kaldırılması, bu toplumsal bağıntılardan doğan bütün düşüncelerin altüst edilmesine varmak üzere, devrimin sürekliliğinin ilânıdır, zorunlu bir geçiş noktası olarak proletaryanın sınıf diktatörlüğüdür.” Ve Marx’ın, 1852 yılında Weydemeyer’e yazdığı mektupta belirttiği gibi, kendisinin ne sınıfların varlığını ne de sınıf savaşımlarının zorunluluğunu ortaya koymuş olmak gibi bir iddiası yoktu. Marx’ın yeni olarak çözümlediği hususlar kendi deyişiyle şöyleydi: “Benim yeni olarak yaptığım: 1) Sınıfların varlığının ancak üretimin gelişimindeki belirli tarihsel evrelere bağlı olduğunu;
2) sınıf savaşımının zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne vardığını;
3) bu diktatörlüğün kendisinin bütün sınıfların ortadan kaldırılmasına ve sınıfsız bir topluma geçişten başka bir şey olmadığını tanıtlamak olmuştur.” Diktatörlük sözcüğünün kökeni, antik Roma Cumhuriyeti’nin dış düşmanlara ya da iç yıkıcılığa karşı korunmasını amaçlayan “dictatura” adlı anayasal kuruma dayanmaktaydı. Bu nedenle, ta ki On dokuzuncu yüzyılın ortalarında tarih sahnesine çıkan işçi sınıfının gücü burjuvaziyi korkutana dek, diktatörlük kavramına genelde “despotizm” ya da “mutlakiyetçilik” gibi ters bir anlam yüklenmemişti. Ama kuşkusuz, farklı sınıf çıkarlarının çatışması bağlamında, Fransız Devrimi sürecinde Jirondenler, emekçi kitlelerin aşağıdan gelen kitle hareketine dayandığı için Jakobenlerin “Paris Komünü Diktatörlüğü”nü suçlamaktan geri durmamışlardı. Bir de “diktatörlük” sözcüğünün, tüm yetkiyi elinde toparlayan tek kişi yönetimi anlamında kötü bir çağrışımı vardı ki, bu zaten bir başka tartışma konusuydu. Demek ki, ne kavramın geçmişinde daha sonra burjuvazinin işçi sınıfına yönelttiği suçlamayı haklı çıkaracak kesin bir yön vardı, ne de bu kavramı Marx icat etmişti. Marx, içinde yaşadığı siyasal ortamda zaten daha önceden var olan bir deyiş olarak onu hazır bulmuştu. Ve işin önemli tarafı, Marx’ın bu deyişi kullanmasının nedeni, proletarya diktatörlüğü kavramının halk egemenliğine dayanan ve demokratik meclisleri içeren bir politik anlama sahip olmasıydı. Yoksa kimilerinin iddia ettiği üzere, kavramın Blankist tarzda komplocu bir azınlığın diktatörlüğünü çağrıştırması nedeniyle değil. Öte yandan, gerek takip eden yıllar içinde ve gerekse de Paris Komünü deneyiminin irdelendiği Fransa’da İç Savaş’ta, Marx’ın “proletarya diktatörlüğü” kavramını kullanma ihtiyacını hissetmeyişi, onun asıl önem verdiği hususun, proletaryanın egemenliğinin özü olduğunu göstermekteydi. Çünkü o, Komün deneyiminden çıkan sonuçları vurgularken, vurguyu işçi devletine, işçi cumhuriyetine, işçi demokrasisine yapmıştı. Fakat öte yandan, Birinci Enternasyonal içindeki tartışmalarda, “diktatörlük” kavramına olumsuz bir anlam yüklemek isteyen Proudhoncu ve benzeri eğilimlere karşı da gerek Marx gerekse Engels, Komün’ü “proletarya diktatörlüğü” olarak nitelemekten kaçınmamışlardı. Nihayet, Marx’ın Gotha Programının Eleştirisi’nde yer alan ünlü pasajında belirttiği üzere, kapitalizmden komünizme geçiş dönemine denk düşen devlet, “proletaryanın devrimci diktatörlüğünden” başka bir şey olamazdı. Marx’ın ölümünden sonra Engels çeşitli vesilelerle konuya değinmeyi sürdürdü. Paris Komününün 20. yıldönümü için Fransa’da İç Savaş’a yazdığı Giriş’te, proletarya diktatörlüğü konusunda yaptığı savunuyu Komün örneğiyle somutladı: “Son zamanlarda Sosyal-demokrat hamkafa, bir kez daha proletarya diktatörlüğü sözünden hayırlı bir teröre kapılmıştır. Eh peki baylar, bu diktatörlüğün neye benzediğini bilmek ister misiniz? Paris Komününe bakınız, Paris Komünü, proletarya diktatörlüğü idi.”Sonuç olarak, Marx ve Engels açısından “proletarya diktatörlüğü” istemi, işçi sınıfının politik iktidarı fethetmesi, kendini egemen sınıf konumuna yükseltmesi, yani işçi demokrasisini tesis etmesi anlamına geliyordu. Fakat, Marx’ı ve Engels’i yanlış anlamak isteyenler, proletarya iktidarının, “demokratik” ve “diktatoryal” farklı biçimlerinden söz ettiler. Ya da, yanlış anlaşılmış veya çarpıtılmış biçimiyle, proletarya diktatörlüğüne duyulan ihtiyaç, yalnızca açık karşı-devrimci tertiplerin bastırılması göreviyle ilişkili kılındı. Buna göre, “diktatörlük” faslı bitecek sonra “demokrasi” faslı başlayacaktı. Bu tür bir kavrayış, tıpkı burjuvazinin yapmak istediği şekilde, işçi iktidarına, “demokrasi” faslının ne zaman geleceği belli olmayan bir anlam yüklemekteydi. İşte bu ve benzeri tüm yanlış anlama ya da yanlış yorumlamalarla birlikte, “proletarya diktatörlüğü” kavrayışı Marksizmin kurucularındaki netliğinden uzaklaştı. Ve zaman içinde, bu konudaki bulanık yaklaşımlar derinleşti, yaygınlaştı, kalıcılaştı. Elbette ki Stalinist bürokrasi ve yandaşları açısından ise bu bir yanlış anlama sorunu değil, düpedüz “işine öyle gelme” sorunuydu. Örneğin Stalinizm kendi bürokratik diktatörlük gerçeğini haklı çıkartmak amacıyla, proletarya diktatörlüğünü, demokrasiyle karşıtlık oluşturan, yalnızca baskı gereğine hizmet eden bir şey gibi gösterdi. Zaten Stalinizmin yerleştirdiği politik kültürün küçük-burjuva doğası da buna yatkındı. Diğer yandan, reformizm akımı ve bu akımın ünlü örneklerinden biri olan “Avrupa komünizmi” ise, proletarya iktidarı diyalektiğinin “diktatörlük” yanını salt olumsuz tarzda yorumlayıp devre dışı bırakırken, “demokrasi” yanını da “burjuva parlamentarizmi” doğrultusunda iğdiş etti. Esasen, ister “sağ”, isterse “sol” görünümlü olsun, Marksizme aykırı ve hatta ona düşman akımlardan, “siyasi egemenliğin işçi sınıfı tarafından fethi” gibi yaşamsal bir konuda doğru bir tutum beklemek gülünç olurdu. İşçi iktidarı altında “diktatörlük-demokrasi” diyalektiğini doğru kavrayabilmek için gerçekten Marksist olmak gerekiyordu. “Proletarya diktatörlüğü” kavramına yönelik saldırılar elbette ki yakın zamanlarda, örneğin Avrupa komünizmi diye bilinen siyasal akımın ortaya çıkışıyla gündeme gelmiş değildir. Bu konudaki tahrifatın kökü geçmişe uzanmaktadır. Örneğin Bernstein, ünlü Evrimci Sosyalizm kitabında bu kavramın kötü olduğunu ve bırakılması gerektiğini savunmaktaydı. Diğer yandan, W. Liebknecht ise, Bernstein gibi bir noktadan hareket etmese de, sanki “proletarya diktatörlüğü” kavrayışı Marksizmde yokmuş da burjuvazinin bir yakıştırmasıymış gibi yorumluyordu kavramı. Kautsky, Marx ve Engels’in “proletarya diktatörlüğü” açılımına açıktan karşı çıkmadığı dönemlerde bile, işçi demokrasisini neredeyse burjuva parlamentarizmi düzeyine indirgeyen yorumlar yapmıştı. Fakat ilerleyen yıllar içinde Kautsky Marksizme ihanet edince, Marksizme saldırısını proletarya diktatörlüğü konusunda da somutladı. Marx’ın bu deyimi, geçerken, rastlantısal olarak kullanmış olduğunu, ancak geri kalmış ülkelerin sosyalistlerinin, demokrasiye karşı çıktıkları için bu deyime sarıldıklarını iddia etti. Ve Kautsky, Marx’ın “geçiş” sorunundaki ünlü açılımını şu şekilde düzeltmeye girişti; “Salt burjuva hükümetli demokratik devlet dönemiyle salt proleter hükümetli demokratik devlet dönemi arasında, birinden ötekine geçiş dönemi bulunmaktadır. Buna, hükümetin genel kural olarak, bir koalisyon hükümeti şeklinde olacağı bir siyasi geçiş dönemi tekabül eder.” Kautsky’nin bu bilinçli çarpıtmaları nedeniyle, Lenin onun için; “Kautsky, Marx’ın liberalce çarpıtılmasında dünya rekorunu kırmıştır. Dönek Bernstein, dönek Kautsky yanında küçük bir yavru olarak kalmaktadır” diyecekti. II. Enternasyonal proletarya diktatörlüğü konusunda Marx ve Engels’in yaklaşımını tahrif etmişse de, 1900’lerin başlarında Rusya’da durum daha farklı oldu. “Proletarya diktatörlüğü” kavramı ve istemi, Plehanov tarafından 1902’de RSDİP programına taşındı ve daha sonra yaşanan siyasal gelişmelerin eşliğinde tutumlar farklılaşsa da, başlangıçta hem Menşevik hem de Bolşevik kanat tarafından kabul gördü. Fakat yine de, özellikle Marx’ın ölümünden sonra maruz kaldığı saldırılar ve çarpıtma girişimleri nedeniyle, proletarya diktatörlüğüne dair netlik kaybolmuştu. Ancak Rusya’da 1917 Şubat devriminden Ekim Devrimine ilerleyen süreçte “proletarya diktatörlüğü” sorununun fiilen gündeme gelmesi üzerine, Lenin Devlet ve Devrim’de bu yakıcı soruna yeni bir bakış açısıyla el atacak, Marx ve Engels’in yıllar içinde unutturulan doğrularını gün ışığına çıkartmaya çalışacaktı. Kautsky örneğinde olduğu gibi, Marksizmin burjuvazi tarafından kabul edilebilir bir düşünce akımına indirgenmesi amacıyla, işçi sınıfının devrim ve iktidar perspektifinin sulandırılması tehlikesi karşısında Lenin, “proletarya diktatörlüğü” hedefini çok açıkça savunacaktı: Yalnızca sınıflar savaşımını kabul eden biri, bunu kabul ettiği için bir Marksist değildir; henüz burjuva düşüncesinin, burjuva politikasının çerçevesinden çıkmamış biri olabilir. Marksizmi sınıflar savaşımı öğretisine indirgemek, onun kolunu kanadını kırpmak, bozmak, onu burjuvazi için kabul edilebilir bir şeye indirgemek demektir. Aslında, sınıflar savaşımının kabulünü, proletarya diktatoryasının kabulüne dek genişleten kişi bir Marksisttir ancak. Devlet ve Devrim incelemesinde Lenin’in düşüncesine egemen olan ana tema, proletarya diktatörlüğünün işçi demokrasisinden başka bir şey olamayacağı fikriydi; o bu konuda netti. Ekim Devriminden sonra Komünist Enternasyonal’in 1. Kongresine sunduğu tezlerde de, proletarya diktatörlüğünün sömürülen çoğunluğun egemenliği anlamına gelmesi gerçeğinden çıkan sonucu şu sözlerle ifade ediyordu: Bundan, proletarya diktatörlüğünün, zorunlu olarak, yalnızca genel olarak demokratik biçim ve kurumların değişmesine değil, ama kapitalizm tarafından ezilen emekçi sınıflar yararına gerçek demokrasinin daha önce görülmemiş bir genişlemesine de yol açması gerektiği sonucu çıkar. Ancak yine de, takip eden olayların sıcaklığı içinde yazılmış ve onun bu kavrayışına gölge düşürebilecek özensiz satırlar bulmak mümkündür. Ne var ki, burada ele aldığımız sorun konunun özüne ilişkindir. Gerek Lenin gerekse Troçki gibi devrimci önderlerin Marksizmin özünü içselleştirmiş oldukları konusunda kuşkumuz yok. Bu nedenle de, Lenin’in ya da örneğin Troçki’nin çeşitli yazılarından seçilmiş kimi özensiz ve bulanık ifadeleri tek tek yakalayıp örnekler vermek gibi bir gayemiz olamaz. Yalnızca, gerçek bir işçi iktidarı altında “demokrasi” ve “diktatörlük” olgularının birbiriyle uzlaşmaz bir karşıtlık içindeymiş gibi yorumlanmasına karşı uyarı niteliği taşıyan önemli bir örneği hatırlatmak isteriz. Ekim Devrimi döneminde, Rosa Luxemburg’un, işçi sınıfının diktatörlüğünün bizzat sınıfın eseri olması gerektiği yolundaki vurgusu ve gerek Lenin’in gerekse Troçki’nin buna aykırı düşebilecek bazı özensiz açıklamaları hakkındaki endişesi yerindedir. Ayrıntılar bir yana, Rosa’nın satırları bu konuda doğru Marksist yaklaşımın tutarlı bir örneğini sunmaktadır: Evet, diktatörlük! Ama bu diktatörlük, demokrasinin yok edilmesi değil, onsuz bir sosyalist dönüşümün hiçbir zaman gerçekleştirilemeyeceği, burjuva toplumunun iyi mevzilendiği haklarına ve ekonomik ilişkilerine karşı enerjik ve kararlı saldırılarla uygulanması biçiminde var olur. Fakat bu diktatörlük sınıfın işi olmalıdır, sınıf adına küçük bir yönetici azınlığın değil. Ekim Devriminin ürünü olan işçi iktidarının daha sonra bürokratik bir karşı-devrimle yıkılması ve Stalinist diktatörlüğün kurulmasıyla birlikte, “proletarya diktatörlüğü” olgusu yine teorik tartışmalar alanına sürgün edilmiş oldu. Fakat işin asıl acı yanı, bürokratik diktatörlük gerçekliğinin uzun yıllar boyunca kendisini dünya işçi sınıfına “proletarya diktatörlüğü” olarak yutturmayı başarması ve böylece işçilerin zihninde bu kavramın artık kötü bir diktatörlük imajıyla canlanmasıydı. Bu çarpılmanın yanı sıra, proletarya diktatörlüğü konusunda bilinç bulandıran bir başka siyasal gelişme de yaşandı. Stalinist totaliter diktatörlüklerin eleştirisi bahanesiyle kendine haklılık kazandıran çeşitli sol liberal ve reformist akımlar, Stalinizmle gerçek bir hesaplaşma yürütmek yerine kötülüğün kaynağını devrimci Marksizmin çözümlemelerinde aradılar. Temel bir sorun olması nedeniyle de, “proletarya diktatörlüğü” anlayışını başlıca suçlu olarak ilân ettiler. 1960’larda yükselen “Avrupa komünizmi”nin başlıca temalarından biri bu yöndeki suçlamaydı. Eğer ilerleyen yıllar içinde devrimci Marksizm cephesinde, bu sinsi saldırıları göğüsleyebilecek güçlü bir atılım sağlanabilseydi, bugün işçi sınıfının iktidarına yönelik problemlerin doğru bir şekilde ele alınabilmesi bakımından kuşkusuz ki daha iyi bir noktada olunabilirdi. Ama ne yazık ki henüz böyle bir başarıdan söz edebilmek mümkün değil ve yıllar içinde yaratılmış olan çarpıtmaların izleri hâlâ çok güçlü. “Proletarya diktatörlüğü”nün savunusu konu olduğunda, doğru bir tutum geliştirebilmek bakımından bir de Engels’in “devlet” konusundaki uyarısını hatırlatmak isteriz: Ama gerçekte devlet bir sınıfın bir başkası tarafından ezilmesi için bir makineden başka bir şey değildir, ve bu, krallıkta ne kadar böyle ise, demokratik cumhuriyette de o kadar böyledir; en iyi durumda, sınıf egemenliği için verdiği muzaffer mücadeleden sonra proletaryanın miras aldığı, ve tıpkı Komün gibi, en zararlı yönlerini derhal mümkün olduğu kadar çok budamaktan kendini alamayacağı bir kötülüktür; ta ki, yeni ve özgür toplumsal koşullar içinde yetişmiş bir kuşak, bütün bu devlet döküntüsünü hurda yığınları arasına fırlatabilecek hale gelinceye değin. Aslında Engels’in dikkat çektiği husus çok önemlidir. Çünkü isterse işçi devleti olsun, devrimci Marksistler açısından “devlet”, varılmak istenen hedefe ulaşmakta kullanılması ne yazık ki zorunlu olan (fakat nihai hedefe oranla yine de sevimsiz!) bir araçtan başka bir şey değildir. O nedenle aracın amaçlaştırılmasına, ya da bilimsel komünizmin, proletaryanın iktidarı altında bile olsa, sanki “devlet” ve “diktatörlük” hayranı bir dünya görüşü gibi bayağılaştırılması anlamına gelecek yaklaşımlara kesinlikle karşı çıkmak gerekiyor. Devrimci Marksizmin savunulmasının yolu bazı temel kavramlara tapınmaktan değil, o kavramlarla anlatılmak istenen gerçekliğin özünün doğru şekilde kavranmasından ve uygun tarzda savunulmasından geçiyor.
Geçiş Dönemi: Devrimci Dönüşümler Dönemi
Marx, Gotha Programının Eleştirisi’nde, kapitalizmden komünizme geçiş sorununa şu ünlü satırlarıyla değinir: Kapitalist toplum ile komünist toplum arasında, birinden ötekine devrimci dönüşüm dönemi yer alır. Buna da bir siyasal geçiş dönemi tekabül eder ki, burada devlet proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olamaz. Proletaryanın siyasal iktidarı ele geçirmesiyle, sınıfsız toplumun doğum sürecinin başlayacağı bu geçiş döneminin iktisadi açıdan taşıyacağı temel özellikler neler olabilir? Marksizmin klasik yapıtlarında, doğrudan doğruya ve özel olarak bu soruna eğilmiş uzun boylu açıklamalar yer almaz. Marksist teori, komünizm için mücadelenin temel hareket noktalarına ve geleceğe ilişkin olasılıklara ışık tutmanın ötesinde bir şey söylememiştir. Bu tutum, Marksizmin maddeci tarih anlayışıyla ve bilimsel yöntemiyle uyumludur ve geleceği birtakım idealist şemalar, modeller eşliğinde kurgulayan ütopik ve küçük-burjuva sosyalizm akımlarından ayrımını gösterir. Bunu, bizzat Marx ve Engels’in sorunun bu yönünü vurgulayan satırlarından anlamak mümkündür: Bize göre komünizm, ne yaratılması gereken bir durum, ne de gerçeğin kendisine göre düzenlenmek zorunda olacağı bir ülküdür. Biz, bugünkü durumu ortadan kaldıran gerçek harekete komünizm diyoruz. Bu hareketin koşulları, fiilen var olan öncüllerden doğarlar. Proleter devrimin içinde gerçekleşeceği kapitalist toplum yapısı ile bu devrimin nihai amacı olan sınıfsız toplum yapısı hakkında Marksist teorinin verdiği ipuçları, birincisinden ikincisine yönelen hareketin (geçiş döneminin) doğası hakkında da genel bir çerçeve sunmaktadır. Bu nedenle, dünya ölçeğinde kapitalizmden komünizme geçiş niteliğinde olan bu tarihsel dönemin, geçmişe ve geleceğe oranla ne gibi özellikler taşıyabileceğini kavramak, bu genel çerçeveden çıkarsamalar yapmakla mümkündür. Marx’ın Tanımladığı Geçiş Döneminin Teorik Kavranışı Geçiş döneminin ekonomik dönüşümleri hakkında genel bir değerlendirme yapabilmek için önce iki temel noktada doğru bir görüşe sahip olmak gerekiyor. Birincisi, proletaryanın dünya ölçeğindeki mücadelesiyle tasfiye edeceği ekonomik sistemin, yani dünya kapitalist sisteminin işleyiş yasaları. İkincisi, proletaryanın toplumsal devrimle ulaşacağı sınıfsız topluma ilişkin genel bir perspektif. 1917 Ekim Devrimi öncesindeki tarihsel dilimi dikkate alacak olursak, Marksizmin klasik yapıtları bu iki temel noktada doğru bir fikir sahibi olabilmeyi olanaklı kılmaktaydı. Ekim Devrimi sonrasında yaşanan deneyime rağmen, genel anlamıyla, bu bugün için de böyledir. Marksist teorinin, kapitalist ekonomik sistemin işleyiş yasaları hakkında sunmakta olduğu çerçeve apayrı ve farklı çalışmaların konusu olabilecek genişliktedir. Bu nedenle burada, yalnızca bu incelemenin gerektirdiği değinmelerle yetinmek durumundayız. Proletaryanın geleceğe yönelik perspektifine gelince, Marksizmin kurucularının bu soruna ilişkin temel açılımlarını hatırlayarak ilerlemek gerekli görünüyor. Bilindiği gibi, kapitalizm dönemi, işgücü de dahil genel olarak emek ürünlerinin metaya dönüştürüldüğü, piyasada alım-satım yoluyla birbiriyle değişildiği bir ekonomik işleyişi yansıtır. Meta üretiminden söz edebilmek için, birbiriyle piyasada değişilmek üzere üretilen emek ürünü olmalı ve üretici ile tüketici vasıfları aynı bireyde birleşmemelidir. Ekonomi politik, meta ile, [yani] ürünlerin ya bireyler tarafından ya da ilkel topluluklar tarafından birbiriyle değişildikleri anda başlar. Değişime giren ürün, meta olur. Ama ancak, o şeye, ürüne, iki şahıs ya da iki topluluk arasındaki bir ilişki, burada artık tek bir şahısta birleşmeyen üretici ile tüketici arasındaki ilişki eklendiği içindir ki, o şey bir metadır Marx’ın değer teorisi, kapitalist toplumda toplam emek zamanının dağılımını düzenleyen değer yasasının işleyişini açıklar. Kapitalizm altında bu dağılım, herhangi bir planlama aracılığıyla değil, piyasa mekanizması sayesinde gerçekleşir. Kapitalizmde bireysel üreticiler arasında doğrudan bağlar kurulmaz, onlar bu bağların yalnızca meta değişimi aracılığıyla kurulduğu bir toplumsal işbölümü içinde var olurlar. Değer yasası yalnızca kapitalizme özgü bir yasadır ve kapitalizm, değer yasasının egemen olduğu bir işleyişi yansıtmaktadır. Marx’ın belirttiği şekilde, kapitalistin iki amacı vardır: Kullanım-değerlerini kapitalistler, sırf değişim-değerinin maddi özü ve taşıyıcısı oldukları için ve sürece üretirler. Kapitalistimizin gözünde iki amaç vardır: önce, değişim-değeri olan bir kullanım-değeri üretmek ister, yani satılacak bir mal, bir meta üretmek ister; sonra, değeri, üretiminde kullanılan metaların toplam değerlerinden daha fazla olan bir meta üretmek ister; yani ürettiği şeyin değeri, serbest piyasadan satın aldığı üretim araçları ve işgücünden fazla olmalıdır. Amacı yalnız kullanım-değeri değil, değer üretmektir; yalnız değer değil, aynı zamanda artı-değer üretmektir. Kapitalizm altında metalar, değişik büyüklükte değişim değerleri olarak, değişim değerinin özünü oluşturan genel soyut emeğin büyüklüğüne (bir malın üretimi için toplumsal açıdan zorunlu olan ortalama emek miktarı) göre karşı karşıya gelirler. Piyasadaki değişim işlemi, alınıp satılan malların ancak uzun dönemde onların değişim değerine eşitlendiği varsayılan fiyat mekanizması dolayımıyla düzenlenir. Oysa, komünist toplumun ilk evresinden geçerli olmak üzere, kapitalist değer yasasının işleyişi tamamen son bulur. Bu demektir ki, emek ürünleri artık, iki ayrı değerin taşıyıcılığına bürünmüş olarak (kullanım değeri ve değişim değeri) ortaya çıkmayacaktır. Kapitalizm altında değişim değerine bürünen kullanım değerlerinin ve artı-değerin üretilme süreci olan üretim süreci, sınıfsız toplumda niteliksel bir değişime uğrar. Sınıfsız toplumda üretim süreci, topluluğun ihtiyaçlarının karşılanması için gerekli ürünlerin üretildiği, yani doğrudan topluluğun yararına sunulan kullanım değerlerinin üretildiği bir sürece dönüşür. Bunun anlamı, meta ekonomisinin son bulmuş olmasıdır. Toplumsal sınıfların olmadığı, çalışabilecek durumdaki tüm bireylerin ortaklaşa çalışmasına dayanan ve bu nedenle çalışanların tümünün artık özgür bir üreticiye dönüştüğü sosyalizm döneminde, üretici ve tüketici ayrımı ortadan kalkmıştır. Üretim araçlarının ortaklaşa mülkiyeti üzerine kurulu sınıfsız toplum içinde, üreticiler ürünlerini değişmezler. Marx, Gotha Programının Eleştirisi’nde, sınıfsız toplumu nitelendirmeye şu satırlarıyla girişir: Üretim araçlarının ortak mülkiyeti üzerine kurulu ortaklaşa toplum içinde, üreticiler ürünlerini değiştirmezler; aynı biçimde, ürünler için kullanılmış emek, burada, bu ürünlerin değeri olarak, onların taşıdığı maddi bir nitelik olarak pek görünmez, çünkü şimdi, kapitalist toplumun tersine, bireysel emek artık dolaylı bir biçimde değil, toplam emeğin bir kısmı olarak doğrudan vardır. Oysa kapitalizm koşullarında, bireyin emeği, ancak dolaylı olarak, yani değişim değeri haline geldikten sonra toplam emeğin içinde yer alabiliyordu. Marx’ın burada anlattığı ise, komünist toplumun daha ilk aşamasında (sosyalizmde), toplumsal emeğin ürettiği ürünlerin meta (değişim değeri) olarak değil, kullanım değeri (ürün) olarak işlev görecekleridir. Sosyalizmde emek ürünleri hiçbir zaman değişim yoluyla sermayeye dönüşmezler ve dolayısıyla değişim değeri taşımazlar. Kısacası, sosyalizm dönemi değer yasasının ve meta üretiminin kesinlikle son bulmuş olduğu bir tarihsel dönemdir. “Değer”in ölümsüz bir ekonomik kategori olmayıp, kapitalist üretim sürecinin kendine özgü karakteristik doğasının ifadesi anlamına geldiğini her fırsatta belirten Marx, değer yasasının sosyalizm döneminde de geçerli olacağı tarzındaki varsayımlarla alay etmişti. Keza Engels, Marx’ın çözümlediği değer yasasını sosyalizm dönemine tatbik etmek isteyen Dühring’i eleştirmişti. Kapitalist meta ekonomisinin son bulması, sermayenin varoluş koşullarının ortadan kalkmış olması anlamına gelir. Çünkü sermayeden söz edebilmek için, üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip olanlarla kendi işgücünü satarak yaşamını sürdürmek zorunda olan emekçilerin, pazarda karşı karşıya gelmeye devam ediyor olmaları gerekir. Oysaki, üretim araçlarının ortaklaşa mülkiyeti üzerine kurulu sınıfsız toplumda ne özel mülkiyet sahibi bir sınıf, ne de yaşamak için işgücünü satan emekçiler olacaktır. Sınıfsız toplumun ilk evresi olan sosyalizm döneminde, her bir üretici, toplumsal çalışma saatleri toplamı içinde kendi bireysel çalışma saatinin tuttuğu miktar oranında, toplumun tüketim araçları stoklarından doğrudan payını alacaktır. Marx’ın belirttiği gibi, böylece, birey olarak üretici (gerekli indirimler yapıldıktan sonra) topluma vermiş olduğunun tam karşılığını alacaktır. Nedir bu gerekli indirimler? Marx bunu şöyle açıklar: Birincisi, yıpranan üretim araçlarının yerine konmasının karşılığı. İkincisi, üretimin genişletilmesi için ek kısım. Üçüncüsü, doğa olaylarının vb. neden olduğu sıkıntılar ve aksaklıklar için yedek ya da sigorta fonları. … Geriye toplam ürünün tüketim aracı olarak iş görmek üzere öteki kısmı kalır. Bu da bireyler arasında paylaşılmadan önce, gene şu çıkarmalar da yapılmalıdır: Birincisi, üretime ait olmayan genel yönetim giderleri. Bu kısım ilk başlarda bugünkü topluma kıyasla çok sınırlıdır, ve yeni toplum geliştiği ölçüde de azalır. İkincisi, okullar, sağlık hizmetleri vb. gibi, gereksinmelerin ortaklaşa karşılanmasına ayrılan kısım. Bu kısım da, ilk başlarda bugünkü topluma kıyasla önemli ölçüde artmaktadır, ve yeni toplum geliştiği ölçüde de artar. Üçüncüsü, çalışamayanların vb. geçimi için gerekli fonlar, yani bugün resmi olarak yoksulluk yardımı diye adlandırılan şeyin kapsamına girenler. Kuşkusuz burada ele alınan olgu, kendi temelleri üzerinde gelişmiş bulunan komünist toplum (yani onun üst evresi) değildir. Bu henüz, kapitalist toplumdan doğduğu şekliyle bir komünist toplumdur. Marx’tan okuyalım: Burada ele almamız gereken kendi temelleri üzerinde gelişmiş olan değil, tersine, kapitalist toplumdan doğduğu şekliyle bir komünist toplumdur; dolayısıyla, iktisadi, manevi, entelektüel, bütün bakımlardan, bağrından çıktığı eski toplumun damgasını hâlâ taşıyan bir toplumdur. Bu bakımdan birey olarak üretici (gerekli indirimler yapıldıktan sonra), topluma vermiş olduğunun tam karşılığını alır. Onun topluma verdiği şey, birey olarak, kendi emek miktarıdır. Örneğin; toplumsal işgünü, bireysel çalışma saatleri toplamından oluşur; her üreticinin birey olarak emek-zamanı, toplumsal işgünü olarak sunmuş olduğu kısımdır, onun bu bakımdan katkısıdır. O, toplumdan, şu kadar emek verdiğini saptayan bir belge alır (bunda kolektif fonlar için sarf etmiş olduğu emeğin indirimi yapılmıştır) ve bu belge ile toplumun tüketim araçları stoklarından, emeğinin eşit bir tutarı kadar bir miktar alır. Topluma bir biçimde sunmuş olduğu aynı emek miktarını, ondan, başka bir biçimde geri alır. Kapitalizm döneminde metaların dağılımına eşlik eden fiyat mekanizması ve bir değişim aracı ve değeri olarak paranın fonksiyonu, sosyalizm döneminde sona ermiş olacaktır. Dolayısıyla, sosyalizm döneminde ekonomik işleyişe egemen olacak planlama, fiyat-para üzerinden değil, toplumsal çalışma saatleri üzerinden yapılacaktır. Marx’ın Gotha Programının Eleştirisi’ndeki satırları eşliğinde hatırlanması gereken önemli bir nokta da “eşit hak” kavramıdır. Bilindiği gibi komünizmin ilk evresinde, henüz herkesin topluma yeteneğine göre verip, toplumun tüketim fonlarından ihtiyacı ölçüsünde alabilmesi olanaklı değildir. Sosyalizm döneminde, eşit saat çalışmaya, toplumun tüketim fonlarından eşit pay verilmesi biçimindeki ilke yürürlükte olacaktır. Böyle bir açıklama ihtiyacının nedeni, “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” biçiminde ifade edilebilecek bir bolluğun, komünizmin ilk evresi itibarıyla henüz yaratılamayacağı öngörüsüdür. Aynı nedenle, komünizmin ilk evresi, üreticiler arasındaki işlevsel kafa-kol emeği ayrımının henüz tamamen ortadan kalkmadığı, fakat artık aşılmaya yüz tuttuğu bir dönem niteliği taşıyacaktır. Bu ayrımın tamamen aşılabilmesi, çalışmanın bir zorunluluk olmaktan çıkıp, alışkanlık ve zevk haline geldiği ve her bireyin dilediği her işi yapabilmesini mümkün kılacak bolluğa ve kültürel gelişmeye ulaşıldığı üst evrede gerçekleşebilir. Fakat önemli bir hususu tekrar hatırlatmak gerekirse, komünizmin ilk evresinden başlayarak toplumun sınıflara bölünmesinin son bulmuş olması, artık toplumsal sınıflaşma anlamında kafa-kol emeği ayrımının, yani yöneten-yönetilen ayrımının ortadan kalkmış olması demektir. O nedenle, sosyalizm döneminde henüz tamamen ortadan kaldırılamayacağı söylenen kafa-kol emeği ayrımıyla kastedilen, sadece ve sadece yapılan işler itibarıyla doğrudan üreticiler arasındaki işlevsel farklılıklara ilişkindir. Bunun dahi aşılabilmesi, üretici güçlerde, teknolojide sağlanacak atılımlara, sıçramalara bağlıdır. Kapitalizmin bugün ulaştığı noktada dünyada var olan üretici güçler, kuşkusuz ki, Marx dönemine oranla çok daha yüksek düzeyde bir bolluğu olanaklı kılabilir. Fakat o günden bugüne dek geçen süre içinde büyüyen insan topluluğunun artan ihtiyaçlarını ve kapitalizmin emek gücünde ve doğada yarattığı muazzam tahribatı da yok sayamayız. Kaldı ki, kapitalizmin tüm zenginliğin iki kaynağını, yani insanın emek gücünü ve doğayı sürekli zayıflatarak sadece mal varlığı üretimini geliştirebileceği sonucu Marx tarafından zaten belirtilmiştir. Marx’ın açılımına yeniden dönelim. Buna göre, komünizmin alt evresi, üst evreye oranla, henüz burjuva hak eşitliğinin aşılamadığı bir işleyişi yansıtır. Bununla kastedilen, gerçekte eşit olmayan bireylerin (biri daha güçlüdür, birinin daha çok çocuğu vardır vb.) sosyalizm döneminde eşit çalışma saati karşılığında toplumun tüketim fonlarından eşit pay alabilecekleri öngörüsüdür. Burjuva hukukunun eşitlik anlayışının, onun dar ufkunun henüz aşılamamış olmasıyla anlatılmak istenen durum budur. Çalışmanın henüz yaşamın “birincil gereksinmesi” haline gelmediği, “zorunlu yaşam aracı” olma vasfını sürdürdüğü (çünkü sosyalizm döneminde çalışamayacak durumda olanlar hariç, diğerleri açısından, çalışmayan yiyemez prensibi geçerlidir) alt aşama, eskiye oranla muazzam bir ilerlemedir. Fakat kendi temelleri üzerinde gelişecek üst aşamaya oranla, demek ki henüz bazı kısıtlılıkların devam ettiği bir toplumsal durumdur. Bu kısıtlılık, insanların bunun da ötesindeki bir hukuku, gerçek eşitliği istemeyi henüz bilemeyeceklerinden ötürü değil, hukukun hiçbir zaman toplumun iktisadi yapısından ve kültürel gelişme düzeyinden daha yüksek olamayacağından ötürüdür. Komünizmin üst evresinde ise, gerçekte eşit olmayan bireylere toplumun tüketim fonlarından eşit olmayan bir pay verilmesi suretiyle gerçek eşitliğe ulaşılır. Üst evrede bireyler paylarını, çalışma saatlerinin karşılığına göre değil, ihtiyaçlarına göre alırlar. Böylece, burjuva hukukunun kalıntısı olan burjuva eşitlik anlayışının (eşit saat çalışmaya eşit pay) dar ufku da aşılacak ve özgür üreticiler, yaratmış oldukları iktisadi bolluk ve bununla koşullanan kültürel değişim sayesinde, hiçbir zora gerek kalmaksızın gerçek eşitliği ve özgürlüğü yaşamaya başlayabileceklerdir. Komünist toplumun daha yüksek bir evresinde, bireylerin işbölümüne kölece boyun eğmesinin ve onunla birlikte de kafa emeği ile kol emeği arasındaki çelişkinin ortadan kalkmasından sonra; emeğin, yalnızca yaşam aracı değil, yaşamın birincil gereksinmesi haline gelmesinden sonra; bireylerin her yönü ile gelişmesiyle birlikte, üretici güçlerin de artması ve bütün kolektif zenginlik kaynaklarının gürül gürül fışkırmasından sonra –ancak o zaman, burjuva hukukunun dar ufukları tümüyle aşılmış olacak ve toplum, bayraklarının üzerine şunu yazabilecektir: “herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinmesine göre!” Üretim araçlarına toplum tarafından el konulması ve meta üretiminin ortadan kalkmasına bağlı olarak, dünya ölçeğinde insan yaşamının uğrayacağı değişimi ise Engels, Anti-Dühring’de şöyle anlatıyordu: Üretim araçlarına toplum tarafından el konulması ile, meta üretimi ve böylelikle ürünün üretici üzerindeki egemenliği ortadan kalkar. Toplumsal üretim içindeki anarşinin yerini, planlı bilinçli örgütlenme alır. Bireysel varoluş mücadelesi son bulur.… Şimdiye kadar tarihe egemen olan nesnel, yabancı güçler, bizzat insanların denetimi altına girer. İşte ancak o andan itibaren insanlar kendi tarihlerini tam bir bilinçle kendileri yapacaktır; ancak o andan itibaren onların harekete geçirdiği toplumsal nedenler, esas olarak ve sürekli artan ölçüde, onların istediği sonuçları da vereceklerdir. Bu, insanlığın zorunluluk âleminden özgürlük âlemine sıçrayışıdır. Marx ve Engels’in “özgürlük” konusundaki açılımları, görüldüğü gibi üretici güçlerde sağlanacak bollukla ilişkili kılınmıştır. Onlar, burjuva toplumunda öne sürülen soyut özgürlük kavramına ve bu konuda yürütülen boş tartışmalara karşı çıkmışlardır. Fakat, Marksizmin özünü kavrayamayan bazı yazarlar, Marksizmin kurucularının bu tür çözümlemelerinde anahtar faktör olan “üretici güçler düzeyi” yaklaşımını “ekonomik determinizm” vb. gibi eleştirilerle suçlamışlardır. Özgürlüğün düşünsel düzeyde bir eylem olmayıp, insan türünün toplumsal yaşamda ulaşabileceği bir “ekonomik düzey” olduğunu anlayamayan küçük-burjuva mantalitesini son derece özlü bir biçimde yere seriyor oluşu nedeniyle, Marx’ın satırlarını burada anmak yerinde olacaktır: … gerçek kurtuluşun başarılması ancak gerçek dünyada ve gerçek araçlar kullanarak mümkündür, buhar makinesi ve iplik eğirme makinesi olmaksızın kölelik ortadan kaldırılamaz, gelişmiş tarım olmaksızın serflik ortadan kaldırılamaz ve genel olarak, yeterli kalite ve miktarda yiyecek, içecek, barınak ve giyecek elde edecek durumda olmadıkları sürece insanlar özgürleşemezler.
Geçiş Dönemi Durağan Bir Dönem Değildir
Marx, Paris Komünü deneyimi eşliğinde komünist hareketin ufkunu aydınlatacak sonuçlar çıkarırken, geçiş döneminin derin tarihsel boyutuna dikkat çekmekteydi. 1871’de Paris’te Komün yönetiminin kurulması, tıpkı 1917 Ekim Devrimiyle Rusya’da işçi sınıfının sanayi merkezlerinde iktidarı fethetmesinde olduğu gibi, işin yalnızca bir başlangıcıydı. Bu nedenle, proleter iktidarın önünde uzanan, uzun, zorlu ve gitgelli bir tarihsel yolculuğa vurgu yapıyordu Marx: İşçi sınıfı Komünden mucizeler beklemiyordu. Par decret du peuple (halk kararnamesiyle) uygulanacak hazırlop ütopyaları yoktu. Kendi kurtuluşunu ve onun yanı sıra, mevcut toplumun kendi iktisadi vasıtalarıyla karşı konulmaz bir biçimde meylettiği o daha yüksek biçimi gerçekleştirmek için, koşulları ve insanları dönüştürecek uzun mücadelelerden, tüm bir tarihsel süreçler dizisinden geçmek zorunda olduğunu bilir. Çökmekte olan eski burjuva toplumun gebe olduğu yeni toplumun ögelerini serbest bırakmaktan başka gerçekleştirecek idealleri yoktur. Böylece Marx, geçiş döneminin temel karakteristiğinin, egemen proletaryanın “yeni toplumun ögelerini serbest bırakmak” amacıyla toplumsal dönüşümleri gerçekleştirmesi olacağını belirtmekteydi. Geçiş dönemi boyunca, proletaryanın gerçekleştireceği toplumsal dönüşümler, kapitalizmin tasfiyesini ve proletaryanın elinde merkezileşmiş üretim araçları sayesinde üretici güçlerin, kapitalizmi aşan bir düzeyde arttırılmasını sağlayacaktı. Geçiş döneminin kendine özgü üretim ilişkileri olmadığı gibi, bu dönem ne kapitalist ne de sosyalist olarak nitelendirilemez. Başkalaşım döneminin her kategorisi gibi, bu kategori de geçmişten geleceğe değişim, hareket halindedir. Proletarya diktatörlüğünün somut koşullarda dünya ölçeğinde tuttuğu yere, dünya kapitalist sistemi karşısındaki gerçek pozisyonuna bağlı olarak, ya henüz geçmişe (kapitalizme) çok yakın bir durumda olabilir, ya da geleceğe (sosyalizme) doğru önemli bir yol kat etmiş durumda bulunabilir. Bu nedenle, üretim ilişkilerinin dönüşümü açısından geçiş döneminin esas karakteristiği, ancak dünya devriminin gelişkin kapitalist ülkelerde ilerleyişi sayesinde kendini ortaya koyabilir. Bu esas karakteristikle anlatmak istediğimiz olgu, siyasal devrimle kendini egemen kılmış proletaryanın, üretim koşullarının da efendisi konumuna yükselmiş olmasıdır. Marx, bütün toplumsal yapının temelini aydınlatan unsura işaret ederken şöyle der: Tüm toplumsal yapının ve onunla birlikte egemenlik ve bağımlılık ilişkisinin siyasal biçiminin, kısacası buna uygun düşen özel devlet biçiminin en içteki sırrını, gizli temelini açığa vuran şey, her zaman, üretim koşullarına sahip olanlar ile doğrudan üreticiler arasındaki ilişkidir. Proletaryanın egemen sınıf konumuna yükselmesi ve üretim araçlarını kendi devleti elinde merkezileştirmesi durumunda, üretimin maddi koşullarını kendi denetimi altına alacağını belirtmektedir Marx. Bu geçiş dönemine ilişkin çok önemli bir özelliktir. Proletaryanın, kendi devleti aracılığıyla, üretim koşullarının gerçekten efendisi olabildiği bir durum, neyin, ne kadar, nasıl üretileceğine ilişkin planların bizzat egemen proletarya tarafından yapılacağını anlatır. Bu dönemi karakterize eden, yalnızca eski düzenin yıkılması, kapitalistlerin mülksüzleştirilmesi, kapitalist üretim ilişkilerinin tasfiyesi değildir. Bu dönem aynı zamanda ve esas olarak, kendini “devlet” olarak örgütlemiş proletaryanın, planlı bir ekonomiyi örgütleyerek, toplumsal işbölümünün ve ondan kaynaklanan çelişkilerin ortadan kalkması için maddi ve kültürel gelişmeleri hazırladığı bir dönemdir. Yani bu dönem, sınıfsız topluma özgü üretim ilişkilerinin ekonomik, sosyal, kültürel temellerinin döşendiği tarihsel bir dönem olacaktır. Bu dönem aslında, yenilmiş ama henüz yok olmamış kapitalizmle, doğmakta olan komünizm arasındaki savaşım dönemidir. Eski toplumdan devralınan sınıflar arasındaki antagonizmalar proletarya diktatörlüğü döneminde giderek ortadan kalkacak; ama alışkanlıklar, kültür vb. anlamında eskinin uzantısı sınıfsal farklılıklar daha uzun bir süre (komünizmin ilk aşamasına dek) devam edecektir. Geçiş döneminin bağımsız bir sosyo-ekonomik formasyon karakterine sahip olmaması ve devrimci dönüşümlerin yaşandığı hareketli bir nitelik taşıması nedeniyle, bu döneme özgü saf biçimler ve kategorilerden söz edilemez. Geçiş dönemindeki ekonomik yaşamı, kapitalist üretim ilişkilerinin tasfiyesinin yürütüldüğü, dolayısıyla henüz sınıfsız toplumun özellikleri itibarıyla tanımlanamayan ve geçmişten geleceğe doğru değişim halindeki bir yapılanma süreci olarak algılamak gerekir. Aslında geçiş dönemi gerçek anlamına ancak işçi sınıfının dünya ölçeğinde gerçekleştireceği devrimci sıçramalar temelinde kavuşacaksa da, geçiş döneminin özelliklerini ileriye yönelik boyutuyla kavrayabilmek için bir soyutlama yapalım. Bir işçi iktidarı altında gerekli devletleştirmelerin gerçekleştirildiğini ve üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete son verildiğini varsayalım. Böyle bir durumda, bu koşullarla sınırlı olmak üzere ekonominin kapitalist işleyiş yasalarına son verilmiş olurdu. Örneğin, genelleşmiş meta ekonomisi sona erer, üretim süreci, değişim değeri ve artı-değerin üretildiği bir süreç olmaktan çıkardı. Değer yasasının hükmü son bulurdu. Buna bağlı olarak, değişim değerinin ifadesi olan fiyat mekanizması ve paranın evrensel eşdeğer olma vasfı geçerliliğini yitirirdi. Fakat verili koşulda bu saptamalarımız, geçiş dönemini mantıksal sonucuna dek ilerletip, böylece kapitalist işleyişe tamamen son verildiğinde ortaya çıkabilecek olan yeni durumu kavramaya yönelik bir soyutlama olarak kalırdı, o kadar. Öte yandan, geçiş döneminde yaşanacak değişimin hızı ve kapsamı verili somut koşullara bağlı olsa bile, en azından büyük sanayide ivedilikle gerçekleştirilecek uygulamaların sonuçlarını (örneğin sanayide devletleştirmeler ve özel girişimcilerin ücretli işçi çalıştırmasının yasaklanması gibi) biraz daha yakından kavramaya çalışmakta da yarar vardır. Çünkü, Rusya’da 1917 Ekim Devrimi sonrasında, işçi sınıfının iktidarı altında bu türden dönüşümler fiilen gerçekleşmiştir. Bu nedenle, sovyet işçi iktidarı altında yaşanan dönüşümlerin anlamını bir kalkış noktası olarak kabul edip, konuyu genel hatlarıyla irdelemeyi sürdürebiliriz. İşçi devleti altında, büyük sanayide özel mülkiyet temelinde ücretli emek kullanımına son verilmişse, burada işgücü meta olmaktan çıkar. Böyle bir durum, verili sınırlar içinde kapitalist üretim ilişkilerinin tasfiye edilmekte olduğunun bir işaretidir. Çünkü kapitalist işleyişe asıl niteliğini kazandıran şey, işgücünün meta olmasıdır. Emeğin, ücretli emeğe dönüşmüş olmasıdır. Fakat, henüz tarımda ve genel olarak küçük ölçekli üretimde kapitalist ilişkiler varlığını sürdürüyorsa, para ve meta kategorileri tamamen ortadan kalkmamış demektir. Ancak yine de, dile getirmeye çalıştığımız bu koşullar altında kapitalizme özgü genelleşmiş meta üretiminden söz edilemeyecektir. Bu bir çelişki midir? Yoksa, tıpkı kapitalizm öncesinde olduğu gibi, genelleşmiş meta ekonomisinin varlığından söz edilememesine rağmen, para ve meta kategorilerinin yer aldığı bir süreç mi söz konusudur? Fakat bu kez elbette ki sermayenin doğumu değil, ölümü anlamında bir süreç! Konuya açıklık getirebilmek için, Marx’a bakalım. Yalnızca para ve meta dolaşımının yer aldığı bir dönemle, artık sermayenin varoluş koşulları anlamına gelen genelleşmiş meta ekonomisi dönemi arasındaki ayrıma işaret eden Marx şöyle der: … Yalnız başına para ve meta dolaşımı, sermayenin varoluşunun tarihi koşullarının doğmasına yetmiyor. Onun doğabilmesi için, ancak üretim ve tüketim araçlarını elinde bulunduran kimse ile işgücü satan özgür emekçilerin pazarda karşı karşıya gelmesi gerekiyor. Ve bu tek tarihi koşul, bir dünya tarihini kapsıyor. Onun için sermaye, ilk ortaya çıkışı ile toplumsal üretim sürecinde yeni bir çağın başladığını ilân ediyor. O halde, genelleşmiş meta üretiminin egemen olduğu kapitalizm dönemi ile; meta üretiminin tamamen son bulduğu sosyalizm dönemi arasında yer alan geçiş dönemi, birincisinin tasfiye edildiği ve ikincisinin hazırlandığı bir tarihsel süreçtir. Bu nedenle geçiş dönemi, tarihsel ilerleyiş içinde bu ikisinden tamamen bağımsız, ayrı bir sosyo-ekonomik formasyon değildir; geçmişe ve geleceğe referans verilmeksizin algılanamaz. Eğer yine, kapitalist işleyişin tasfiyesi temelinde geçiş döneminde gerçekleşecek dönüşümleri kavramaya çalışırsak şunları söylemek mümkündür: Geçiş döneminde üretim süreci, işçi devletinin üretim araçlarını devletleştirmesi, verimli biçimde işletebilmesi koşuluyla ve kuşkusuz var olan üretici güçler düzeyine bağlı olarak, üreticilerin toplumsal ihtiyaçlarının karşılanmaya başlandığı bir sürece dönüşmektedir. Yani bu durumda kapitalist piyasa ekonomisi son bulmakta ve ekonomide merkezi planlamanın işletildiği yeni bir dönem başlamaktadır. Böylece, kapitalizm altında üretim koşullarını güdüleyen “kâr” ilkesi, işçi devleti altında yerini, çalışan halkın ihtiyaçlarını giderek daha optimum ölçülerde karşılayabilmenin planlanmasına bırakmaktadır. Devletleştirilen büyük ölçekli sanayide, üretim sürecinde proletaryanın yarattığı artı-ürünün özel sermayeye dönüşümü son bulmaktadır. Bunun anlamı şu şekilde ifade edilebilir: Egemen proletarya, kendi yarattığı artı-ürüne kendi devleti adına el koyar ve bu toplumsal fonları gerekli yatırımlara tahsis eder. Küçük ölçekli üretim ise, üretici kooperatiflerinde birleştirilerek, ekonomik önlemler (vergi vb.) aracılığıyla işçi devletinin kontrolü altına sokulur. Dolayısıyla işçi devleti altında kapitalist sermaye birikimine ve artı-değer üretimine son verilmiş olan alanda “fiyat”, artık bir kapitalist kârı içermez ve olsa olsa planlamadaki ölçümleme fonksiyonunu sürdürür. Ancak bu saptama kuşkusuz yine de işçi devleti sınırlarına ilişkindir ve tamamen görecedir. Çünkü, eğer işçi devletinin varlığı henüz bir kapitalist dünya pazarının varlığı ile birlikte düşünülürse, bu pazarın basıncı ve dünya fiyatları kaçınılmaz olarak işçi devleti altındaki ekonominin işleyişini şu ya da bu düzeyde etkileyecek ve son tahlilde bozucu, çözücü bir faktör olacaktır. İşçi devleti altında yaşanan geçiş döneminde, daha önce belirtilen verili koşullarda işgücü meta olmaktan çıkar. İşçi devleti altında, işçi çalışmasının karşılığını sanki bir ücret görünümü altında parasal olarak alsa da, işçinin üretim sürecindeki pozisyonu kapitalizmle kıyaslandığında, ücretli emek konumundan sıyrılmış olacaktır. Çünkü, kapitalist işleyişin tasfiyesine paralel olarak işçiler işgüçlerini artık özel sermaye sahiplerine satmayacaklar, bizzat kendilerine tahsis etmiş olacaklardır. Kişi kendini, kendisinin ücretli kölesi kılamaz. Ya da bir kişi aynı iş temelinde hem patron hem de ücretli işçi konumunda olamaz. Bu da, kapitalizm altındaki ücretli köleliğin sona erdirilmesi anlamına gelir. İşçi devleti tarafından düzenlenen iş değerlendirmesine göre, benzer işi yapan işçilerin, eşit çalışma karşısında eşit karşılık alması ilkesine dayanan bir paylaştırma planı geçerli olabilir. Çalışma saatleri ve çalışma koşullarının düzenlenmesine karar veren bizzat egemen proletarya olursa, ne için ne kadar fedakârlık yapılması gerektiğine karar verecek olan da o olur. İşçinin artık kendi kendisinin patronu olarak düzenleyeceği bir çalışma rejimi, henüz gelecekteki sınıfsız topluma özgü bir ferahlığa sahip olamasa da, proletaryanın kendisine yabancı bir güç tarafından, örneğin egemen bürokrasi tarafından zorlanmasının yaratacağı sorunları yaratmaz. Proletarya diktatörlüğü altında, toplumsal artı-emek, toplumun genel gelişme düzeyinin ilerletilmesini sağlayacak bir plana göre toplumsal kalkınma fonlarına aktarılır. Geçiş döneminin ekonomik işleyişi, sovyetler biçiminde örgütlenmiş proletaryanın aşağıdan yukarıya istemlerini, önerilerini, katılımını yansıtan tarzda merkezileştirilmiş bir planlama aracılığıyla realize edilebilir. Merkezi planlama, yerel sovyetlerin, fabrika komitelerinin inisiyatifine dayanan biçimde oluşturuluyorsa, sonuçlar yine bu temelde değerlendiriliyorsa, işçi devletinin zorunlu koşulu olan demokratik işleyişten söz edilebilir. Aksi halde ancak bürokratik merkeziyetçi bir plandan söz etmek mümkün olur ki, böyle bir durum geçiş döneminin zorunlu koşulu olan işçi demokrasisi ile hiçbir biçimde bağdaşmaz. Dünya ekonomisi çağında gerçek ekonomik verimlilik hesabı (üretici güçlerin çeşitli üretim alanlarına dağılımı, teknoloji seçimi vb.), aslında dünya ölçeğinde yürütülecek bir planlamaya dayanmak durumundadır. İşte proletarya diktatörlüğünün, dünya kapitalist sisteminin işleyişini belirleyen belli başlı kapitalist ülkelerde henüz kurulamadığı bir durumda, görece daha geri bir ülkede ya da ülkelerde kurulacak proletarya diktatörlüğü altında, dünya kapitalizminin ulaştığı ekonomik verimliliği yakalama şansı olmayacaktır. Böyle bir durumda, merkezi planlamada ve sektörler arası girdi-çıktı hesaplamalarında esas olan fiyat sistemi, dünya ekonomisine egemen kapitalist pazarın fiyatlarına kıyasla bir mukayese değeri de taşımayacaktır. Oysa kelimenin gerçek anlamında başarılı bir planlamadan söz edebilmek için, ekonomik verimi dünya ölçeğinde ölçmeye gereksinim vardır. Öte yandan, bu koşullarla sınırlanmış bir proletarya diktatörlüğü altında kaçınılmaz olarak kapitalist dünya ile ticari ilişkiler de sürdürülecektir. Her ne kadar işçi devleti altında dış ticaret devletleştirilmiş olsa da bu her şey demek değildir. İnsanların sonuç olarak tek bir dünyada yaşadıkları ve hangi önlemler alınırsa alınsın yine de birbirlerinden haberli olacakları düşünülürse, tüketici olarak talepleri dünya ölçeğindeki standartlara göre biçimlenecektir. Bu ihtiyaçları karşılayacak mallar dünya pazarından temin edilebiliyorsa, ya işçi devleti bizzat kendisi üretemediklerini ithal yoluna gidecek, ya da işçi devleti altında yasadışı bir piyasanın oluşumu yoluyla mal akışı gerçekleşecektir. Her iki durumda da, işçi devleti altındaki ekonomi, kapitalist dünya pazarının basıncı altında kalacak demektir. Bu durum, ekonomik planlamayı, üstesinden gelemediği nesnel ekonomik zorlamaların etkisiyle bunalıma sürükleyecektir. Şu halde, dünya kapitalizmiyle kuşatılmış bir proletarya diktatörlüğünün bu nesnellikten etkilenmeyeceğini ve sapasağlam ayakta kalabileceğini kurgulamak, Marksizme aykırı bir düşünme tarzıdır. Sonuç olarak, geçiş dönemine ilişkin tüm düzenleme ve dönüşümlerin hızı ve kapsamı, salt siyasal örgütlerin iradi kararlarına değil, son tahlilde işçi devletinin kontrolü altındaki alanın ekonomik gelişme düzeyine bağlıdır. Örneğin, proletarya diktatörlüğünün geri ülkelerde yalıtılması durumunda, sanayileşme gereksiniminin devasa sorunlarından kaçabilmenin yolu yoktur. Kapitalist ambargo koşulları altında ve dünya ekonomisinin sağlayabileceği olanaklardan yararlanmaksızın, salt kendi kaynaklarıyla ve insan gücüne dayanarak sanayileşme atılımı için gerekli “ilksel birikim”in demokratik tarzda yaratabilmesi iradeyle aşılabilecek bir sorun değildir. Büyük bir ülkede bu bir bakıma mümkün gibi görünse de, böyle bir amaçla insan gücünün hoyratça kullanılması, işçi devletinin, işçi demokrasisinin ruhuyla bağdaşmaz. Ama öte yandan ekonomik gelişme sağlanamazsa işçi devleti ayakta duramaz. O halde, böyle büyük açmazlarla yüz yüze gelerek hayata gözlerini açmış bir işçi devletinin yaşatılabilmesi, doğrudan doğruya dünya devriminin ilerletilmesine bağlıdır. Geçiş Dönemi Dünya Devrimiyle Bağlantılıdır Kapitalizmin bir dünya sistemi olması nedeniyle onu tasfiye edecek toplumsal devrimin boyutları da ulusal değil, dünya ölçeklidir. Bu nedenle kapitalizmden komünizme geçiş dönemi gerçek anlamına, siyasal devrimin dünya ölçeğinde başarıya ulaştığı, yani dünya burjuvazisinin siyasal egemenliğine son verildiği bir durumda ulaşabilir. Proletarya diktatörlüğü altında yaşanan geçiş döneminde, yeni toplumsal koşullar aslında yoktan var edilmez. Marx’ın belirttiği gibi, zaten kapitalist gelişmenin üretici güçler düzeyine kazandırmış olduğu toplumsallaşma, ona ayak bağı olan kapitalist üretim ilişkileri engelinden kurtarılarak, daha da ileriye doğru özgürce gelişme olanağına kavuşturulur. İşte bu anlamda “sosyalist inşa”, her ne kadar toplumsal devrim aracılığıyla bizzat kendini de değişikliğe uğratan işçi sınıfının bilinçli eseri olacaksa da, bu son tahlilde bir irade sorunu değil, değişim için gereken maddi önkoşulların var olup olmaması sorunudur. Nitekim Marx’ın şu ünlü açılımında dile getirmek istediği gerçeklik tam da budur: “İçerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal oluşum asla yok olmaz; yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddi varlık koşulları, eski toplumun bağrında çiçek açmadan, asla gelip yerlerini almazlar.” Ve Marx devam eder: Onun içindir ki, insanlık kendi önüne, ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar, çünkü yakından bakıldığında, her zaman görülecektir ki, sorunun kendisi, ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut olduğu ya da gelişmekte bulunduğu yerde ortaya çıkar. Kuşkusuz ki, sosyalizm için gereken maddi önkoşulların olgunlaşıp olgunlaşmadığı sorusu, tek tek ülkeler bazında değil dünya ölçeğinde yanıtlanabilecek bir içeriğe sahiptir. Çünkü kapitalist üretim tarzı, yerel ya da bölgesel düzeylere sıkışıp kalan bir üretim örgütlenmesini değil, bir dünya sisteminin yaratılmasını temsil etmektedir. Bu yaklaşım ne denli doğruysa, tekil ülkeler gerçeğinin bütün bir dünya gerçeğinin yerine ikame edilemeyeceği de o kadar doğrudur. Ve yine aynı şekilde, “mademki dünya devrimi ileri kapitalist ülkelerdeki devrimlerin eşliğinde ilerlemiyor, biz de tek ülke sınırları içinde sosyalizmi nasıl kuracağımızın bir yolunu bulalım” (!) tarzındaki bir mantalitenin ne denli bilimdışı olduğu, Marksist kavrayışa ne denli aykırı olduğu aşikârdır. Herhangi bir ülkede burjuva iktidarının yıkılması ve proletarya iktidarının kurulması, henüz ulusal ölçeğin sınırlılığı ile koşullu olmak kaydıyla, tarihsel açıdan kapitalizmden komünizme geçiş yönünde bir hareketin başlaması anlamını taşır. Ancak bu tarihsel hareketin kısmi bir başarı elde edebilmesi bile devrimin uluslararası ölçekte sürekliliğine bağlıdır. Her başarılı proleter devrimin ilk plandaki görevi olan, üretim araçlarına işçi devleti tarafından el koyma, yani devletleştirme işlemi, ulusal ölçekte başlamış olsa bile, üretim araçlarının mülkiyetinin toplumsallaşması uluslararası ölçekte gerçekleşebilir. Bir başka deyişle, proletarya diktatörlüğü döneminde devlet mülkiyeti, henüz gerçek anlamda toplumsal mülkiyet (yani tüm toplumun mülkiyeti) değildir. Devlet mülkiyeti burada da, tıpkı diğer sınıflı toplumlarda olduğu gibi tüm toplumun değil, egemen sınıfın (proletaryanın) fiili ortak mülkiyeti altındadır. Dolayısıyla, işçi sınıfının egemenliği altında bile olsa devlet mülkiyeti toplumsal mülkiyetle özdeşleştirilemez. Proletaryanın devlet mülkiyeti, toplumsal mülkiyete giden yolda önemli bir adımdır, ama sadece bir adımdır. Üretim araçlarının mülkiyetinin herhangi bir dolayım olmaksızın, doğrudan toplumsallaşması, sınıfsız toplum düzenine ilişkin bir olgudur. Üretim araçlarının toplumsal karakterinin tam olarak kendini ortaya koyması, ancak proletarya diktatörlüğü döneminin tarihsel işlevini dünya ölçeğinde tüketmesiyle gerçekleşebilir. Bir başka deyişle, üretim araçlarının tüm dünya insanlarının hizmetine koşulacağı bir toplumsal düzenleme, ancak ve ancak dünya kapitalist sisteminin kesin olarak son bulduğu, ulusal sınırların ortadan kalktığı bir dünyada mümkün olabilir. “Üretim araçlarının ortak mülkiyetine dayalı bireysel mülkiyetin” gerçekleşmesi, yani topluluğun her bir bireyinin toplumsal mülkiyeti sahiplenmesi, toplum ile birey arasındaki çelişkinin çözümlenmesi anlamına gelecektir. Kişinin kendi emeğine yabancılaşmasına neden olan koşullar böylece tasfiye edildiğinde, yabancılaşma olgusu ortadan kalkacak ve özgür birey, emeğinin sonucuyla derinden ilgili bir duruma girecek, çalışma bir zevk haline gelecektir. Kapitalist mülkiyete son veren proleter devlet mülkiyeti, üretimin sosyalizm doğrultusunda planlanabilmesi için bir dayanak noktası oluştursa bile, son tahlilde her şey dünya kapitalist sisteminin ulaştığı düzeyi aşabilecek bir ekonomik verimliliğin olup olmadığına bağlıdır. Fakat sorun da buradadır. Geri ülkelerde gerçekleşen proleter devrimin, ileri ülkelerin eşliği olmaksızın, kendi başına böyle bir verimliliği yakalayabilmesi olanaksızdır. Bu nedenle de böyle ülkelerde, devrimle birlikte mülkiyette gerçekleştirilen hukuksal değişiklikler (örneğin sanayideki devletleştirmeler, tarımdaki kolektifleştirmeler) eskiye oranla ekonomik bir ilerlemeyi mümkün kılsa bile, bu ilerleme dünya kapitalizminin ulaşmış bulunduğu düzeyin gerisinde kalan ve hatta kendini o düzeyi yakalayabilmekle tanımlayan bir “ilerleme” olacaktır. Oysaki Marksizmin, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete son vermekle sağlanabilecek olan ekonomik gelişmeden kastı bu değildir. Kapitalizmin ulaşmış bulunduğu düzeyin aşılması yönündeki bir ilerlemedir. Bu nedenle, devlet mülkiyetini yeterli bir dayanak noktası olarak kabul edip, sosyalizmin kurulmakta olduğundan söz etmek, hukuksal olanla gerçek olanı birbirine karıştırmak olur. Marx, “hukuk hiçbir zaman maddi temelden üstün olamaz” diyerek, maddi temelden yoksun hukuksal değişikliklerin, ileriye yönelik hareketi geçekleştirmekte aciz kalacağını belirtmekteydi. Şu halde, üretim araçları üzerindeki devlet mülkiyetinin, tek başına, sosyalist üretim ilişkilerinin kuruluşu olarak algılanması, hukuksal kuruntuculuktan öte bir tutum olmayacaktır. Bir kere her şeyden önce, sosyalist üretim ilişkileri kavramı, sosyalizm dönemine ilişkin bir gerçekliğe işaret edebilir ve o düzeyde bir maddi-ekonomik temeli gerektirir. Sosyalist üretim ilişkileri, sınıfsız toplumun ilk evresinde, üretim süreci içindeki özgür üreticiler arasındaki ilişkileri anlatır. Eğer kastedilen, sosyalist üretim ilişkilerinin kurulmasına hazırlık ise, o takdirde de gerçek bir geçiş sürecinin taşıyacağı karakteristikler açısından konuya yaklaşmak gerekirdi. Oysa “tek ülkede sosyalizm” anlayışından hareket edenler, bürokratik diktatörlükler altında ortaya çıkan çarpıklıkları teorize ederek, devlet mülkiyetinin kurulmasını, sosyalist üretim ilişkilerinin kurulması olarak ilân ettiler. Fakat kuşkusuz bu ilânla sorun ortadan kalkmadı ve onlar da bu kez, bu gibi ülkelerin temel çelişkisini, “kurulmuş olan” (!) sosyalist üretim ilişkileri ile üretici güçlerin geriliği arasındaki çelişki olarak niteleyip işin içinden sıyrılmaya çalıştılar. Örneğin, yıllarca bu doğrultuda görüşler ileri sürmüş olan Bettelheim, ya da onun gibilerin görüşlerini taklit edenler, bürokratik diktatörlük gerçeğini sosyalist üretim ilişkilerinin kurulması anlamına gelen bir “çadır”a benzettiler. Onlara göre, zamanla da bu çadırın içi sosyalizm düzeyine uygun üretici güçlerle dolacaktı! Bu anlayışta olanların hareket noktası, Sovyetler Birliği’ndeki üretim ilişkilerinin sorgulanması değil, o ve benzerlerinde var olan devlet mülkiyetinin sosyalizm olarak teorize edilmesiydi. Onlar, devlet mülkiyetini sosyalist üretim ilişkileri ile özdeşleyerek, hukukun maddi temelden üstün olabileceğini söylüyor ve buna benzer “katkı”larıyla Marksizmi katletmiş oluyorlardı. Üretim ilişkileri, ekonomik-maddi temele ilişkin bir kavramdır; mülkiyet biçimiyle ilgili “hukuksal” bir kavram değildir. Üretim ilişkileri, üretici güçlerin gelişmişlik düzeyine bağlıdır. Mevcut üretim ilişkileri, üretici güçlerin gelişmişlik düzeyinin gerisinde kalabilir ama son tahlilde hiçbir zaman onun daha ilerisinde olamaz. Yani, üretim ilişkilerindeki gelişme seyri esasen üretici güçlerin gelişmişlik düzeyiyle koşulludur. Örneğin, nasıl ki feodal üretim ilişkilerinin aşılıp kapitalist üretim ilişkilerine geçilmesi üretici güçlerde niteliksel bir gelişmeye (sanayi devrimine) bağlı olmuşsa, sosyalist üretim ilişkilerinin oluşumu da, üretici güçlerin kapitalizmin dünya ölçeğinde ulaşmış olduğu düzeyi aşan bir sıçrama kaydetmesini şart koşar. Bunun tersini iddia etmek, Marksizmin toplumların gelişimine ilişkin diyalektik materyalist kavrayışını baş aşağı etmek anlamına gelir. Tarihsel bir dönem olarak proletarya diktatörlüğü dönemi, tek bir ülkenin sınırları içinde yaşanacak ve gene tek bir ülkenin sınırları içinde tüketilecek bir dönem değildir. Bu dönem, dünyanın hiç değilse birkaç ileri kapitalist ülkesinden hareketle uluslararası düzeyde gelişerek bir dünya devrimine büyüyecek tarihsel bir dönemdir. Proleter devrimin henüz dünya kapitalist sisteminin egemenliğini kökten sarsacak bir atılım kaydetmediği, kapitalizmin hayati merkezlerine değil, yalnızca çeperlerine darbe indirebildiği bir durumda ise, kurulan işçi iktidarı, bu nesnel durumun ezici ve yıkıcı etkisini taşıyacaktır. Böyle bir durumda, devlet olarak örgütlenmiş proletaryanın üretim süreci üzerindeki egemenliği, dünya kapitalist sisteminin egemenliği ile gölgelenmiş olacaktır. Dünya proleter devriminin kapitalizmin hayati merkezlerinde değil de, siyasal çelişkilerin alabildiğine keskinleştiği çeperlerinden birinde patlaması sonucu iktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesi durumunda, proletarya iktidarını hangi zorlukların bekleyeceğini Engels şöyle örnekliyordu: Eğer … bir savaş bizi zamanından önce iktidara getirirse, teknisyenler baş düşmanımız olacak; her fırsatta bizi aldatacak ve bize ihanet edecekler, onlara karşı terör kullanmak zorunda kalacağız, fakat yine de aldatılmaktan kurtulamayacağız. Engels’in dediği tehlike, proleter devrimin Rusya gibi geri bir ülkeye hapsolmasıyla gerçekleşti. Rusya proletaryası, 1917 Ekim Devrimiyle kaydettiği tarihsel atılımına rağmen, Avrupa devrimi imdadına yetişemediği için, ekonomik ve kültürel gelişmişlik düzeyi bakımından taşıdığı devasa eksikliklerin üstesinden gelemedi. Bu nedenle, proletarya üretim sürecinde yöneten bir güç olabilme fırsatını tam anlamıyla gerçekliğe dönüştüremedi. Örneğin teknisyenleri kendi denetimi altına almayı başaramadı; tersine ve ne yazık ki, geri gelen ve üstelik de güçlenen bir bürokrasinin egemenliği altına girdi. Sovyetler Birliği’ndeki realite, uzun yıllar boyunca “reel sosyalizm” olarak teorize edildi. Marksist geçinenler, bu konuda ciltler dolusu kitaplar yazdılar. Sovyetler Birliği’ndeki ekonomik işleyişi, kapitalizmden komünizme geçişin örneği olarak sundular. Devletin işçi devleti olup olmadığını irdelemeden, Marx’ın geçiş döneminin temel koşulu olarak ifade ettiği işçi demokrasisi koşulunu aramadan yaptılar bunu. Oysa 1917 Ekim Devriminin ürünü olan işçi devleti, daha sonra bürokratik bir karşı-devrimle ortadan kalkmış; “Sovyet” devleti, despotik-bürokratik bir devlete dönüşmüştü. İşte, kapitalizmden komünizme ilerleyebilmenin temel koşulu olan proletarya diktatörlüğünün böylece ortadan kalkması, Sovyetler Birliği’nde geçiş süreci dinamiğinin de son bulmasıyla noktalandı. Stalinizmin mutlak iktidarıyla birlikte, despotik-devletçi üretim tarzına dayanan yeni bir sosyo-ekonomik süreç başladı.
Yalnız Kalan Devrimin Kaderi
1917 Ekim Devrimiyle İşçi Sovyetleri Devletinin Doğuşu
Proletarya diktatörlüğü, sovyetler, konseyler biçiminde örgütlenmiş proletaryanın doğrudan egemenliğine dayanır. Fakat proletaryanın egemenliği elinde tutabilmesi ve onun gereklerini yerine getirebilmesi kendiliğinden gerçekleşecek bir süreç değildir. Bu bakımdan proletarya diktatörlüğü döneminde de, proletaryanın, yol gösterici bir siyasal güce, sınıfın organik bir parçası olan ve parti olarak örgütlenmiş öncü gücüne gereksinimi devam eder. Ancak sovyet egemenliği, partinin egemenliğine indirgenemez. Sovyet egemenliğini tek parti diktatörlüğü olarak kavramak, sovyetlerin tarihsel işlevini ve gerekliliğini hiç kavramamış olmak anlamına gelmektedir. Lenin gerek Ekim Devrimi öncesinde gerekse sonrasında, sovyetlerin proleter devrimindeki tarihsel rolü konusunda Bolşevikleri eğitmeye çalıştı. Bilindiği gibi, sovyetler biçiminde örgütlenmenin öneminin Bolşevikler tarafından yeterince kavranamamasından doğan sorunlar, 1905 devrimi döneminde pek çok tartışmaya neden olmuştu. Bir süre sonra, sovyetlerin devrimci bir iktidarın embriyonu olduğunu kavrayan Lenin, emekçi kitlelerin devrimci uyanışının ürünü olarak doğan bu özyönetim organlarına karşı Bolşeviklerin sergilediği kuşkucu yaklaşımları eleştirmişti. Lenin’in ne denli haklı olduğu 12 yıl sonra anlaşılacaktı. 1917 Ekim Devrimi ile Rusya’nın sömürücü egemen güçleri iktidardan alaşağı edildi. Rusya gibi geri bir ülkede gerçekleşen proleter devrim, taşıdığı tüm eksikliklerine karşın sovyetlerde örgütlü işçi-yoksul köylü yığınlarına dayanan devrimci bir işçi iktidarının doğumunu müjdeledi. Henüz köylülüğün ağır bastığı 1917’ler Rusya’sı tarihsel, ekonomik ve kültürel bakımlardan geçmişle geleceğin muazzam bir çatışma içinde olduğu bir çelişkiler yumağıydı. Genelde gerici ve tutucu ögelerin varlığı çok büyük ölçüde kendisini hissettirirken, öte yandan modern işletmelerde biraraya gelen işçi kitleleri dev bir uyanışın ve kültürel değişimin sancılarını çekmekteydiler. Uzun yıllar boyunca baskılar altında ezilmiş ve eğitimsiz bırakılmış bu kitlelerin bağrından kopup gelen bir öğrenme arzusu devrimci iktidarın ilk dönemine damgasını basıyordu. O günlere tanıklık eden John Reed, ilk altı ay boyunca, Smolni Enstitüsünden kamyonlar dolusu kitap ve yayının dışarıya taşındığına, ülkenin kitaba doyduğuna dikkat çeker: Dağıtılan bu şeyler masal, yalan yanlış tarih, halk için din, ya da insanları dejenere eden ucuz cinsten romanlar değildi. Bunlar sosyal, ekonomik kuramlar üzerine, felsefe üzerine yazılmış kitaplardı. Tolstoy’un, Gogol’ün ve Gorki’nin eserleriydi… Tiyatrolarda, sirklerde, okullarda, kulüplerde, sovyet toplantı salonlarında, sendika binalarında, garnizonlarda, … cephelerdeki siperlerde, köy meydan­larında, fabrikalarda mitingler … Putilovski Zavod’un (Putilov fabrikası) kırk bin işçisinin, Sosyal-demokratları, Sosyalist devrimcileri, Anarşistleri, söylesin de ne olursa olsun söylesin diye dinlemeye koştuklarını görmek korkunç bir şeydi! Petrograd’da olsun, bütün Rusya’da olsun, her sokak başı aylarca birer halk kürsüsü oldu. Trenlerde, tramvaylarda her zaman kendiliğinden bir tartışma ortaya çıkıveriyordu …[1] Ocak 1918 başında Lenin tarafından kaleme alınan ve Sovyet tarihinin ilk temel anayasal bildirgesi mahiyetinde olan Emekçi ve Sömürülen Halkların Hakları Bildirgesi, Rusya’nın, işçi, asker ve köylü temsilcileri Sovyetleri Cumhuriyeti olduğunu ve tüm merkezi ve yerel iktidarın bu Sovyetlere ait bu­lunduğunu ilân ediyordu. Diğer yandan, daha önce gündemde olması nedeniyle Kasım ayında Kurucu Meclis seçimleri yapılmıştı, fakat iktidarın artık Sovyetlerde olduğu koşullarda Kurucu Meclis daha baştan ölü doğmuş gibiydi; dağıtılmasına karar verildi ve böylece 5 (18) Ocak 1918’de toplanan meclisin ömrü bir günlük oldu. O günlerde burjuva kamp ve gericilik öylesine felç olmuş vaziyetteydi ki, Kurucu Meclisin dağıtılması kararı hiçbir zorlukla karşılaşılma­dan yerine getirilmişti. Ama gericilik kendini toparlar toparlamaz, Kurucu Meclis sloganı altında biraraya gelmeye başlayacaktı. Böylece iç savaş yılları boyunca, toprak sahipleri ve kapitalistler, yasallığını emekçi kitlelerin katılımı ve desteğinden alan Sovyetlerin egemenliğine karşı kendi kanlı ve gerici diktatörlük emellerini, sözümona yasal gibi görünen “Kurucu Meclis” paravanının ardına gizleyeceklerdi. Devrimi takiben ekonomik yaşamın düzenlenmesi bağlamında atılmaya ça­lışılan adımlar arasında sanayide devletleştirmeler, tarımda ise büyük çiftliklerin örgütlenmesi gündeme getirildi. Emekçi ve Sömürülen Halkın Hakları Bildirgesi, Ekim Devrimini takiben gerçekleştirilen devletleştirmelerin dayanağını oluşturdu. Çünkü bildirge, tüm fabrikaların, madenlerin ve ulaştırmanın devlet mülkiyetine geçirilmesi ilkesini ilân ediyordu. Bu ilkenin yaşama geçirilmesi, kuşkusuz ki ilerleyen süreç içinde alınacak somut kararlara bağlı olarak gerçekleşecekti. Unutulmaması gereken kural ise, ekonomik bir çöküntüye yol açılmaması için, devletleştirmelerin, işçi devletinin kontrol edebileceği düzeyde ve bir plan dahilinde yürütülmesiydi. İlk dönemlerde pek çok işletme, yerel sovyetlerin, bölge sovyetlerinin kararlarına dayanılarak bizzat işçiler tarafından devletleştirildi. Merkezi karar gereğince, bir sektörün topluca devletleştirilme­sine de tanık olundu. Örneğin, önce tek bir birim halinde örgütlenen ve Ocak 1918’de devletleştirilen ticaret filosu; 1918 Mayısında şeker sanayiinin devletleştirilmesi; Haziran 1918’de petrol sanayiinin devletleş­tirilmesi vb. gibi. Kırsal kesimde büyük ölçekli kolektif üretimin düzenlenmesi doğrultusunda yol alınabilmesi için, “kolhoz”lar (kolektif çiftlik; ortaklaşa çalışma ve yaşama prensibine dayanan tarım komünü) ve “sovhoz”lar (Sovyet iktidarının kontrolü altında işçi çalıştırılan sovyet çiftlikleri) kuruldu. RKP(B)’nin 6-8 Mart 1918’de toplanan 7. Olağanüstü Kongresine sunduğu Merkez Komite politik raporunda Lenin, devrimin başarısında sovyetlerin ikame edilemez nitelikte olan rolünü gözler önüne sermekteydi: Eğer, Rus devriminde, 1905 yılının büyük deneyiminden geçmiş durumdaki halkın yaratıcı gücü ta 1917 Şubatında sovyetleri var etmiş olmasaydı, onlar, Ekimdeki iktidarı hiçbir şekilde alamazlardı, çünkü başarı milyonları kucaklayan bir hareketin önceden-hazır örgütlenme biçimlerinin varlığına bağlıydı yalnızca. ... politik alanda geleceğin o sahip olduğumuz parlak başarılarını, o süre giden zafer yürüyüşünü bize sağlamasının nedeni budur; çünkü yeni politik iktidar biçimi önceden hazırdı ve bize yalnızca birkaç kararname yayınlamak ve Sovyetler iktidarını devrimin ilk aylarındaki embriyon halinden, Rus devleti içersinde yasaca tanınmış biçime –yani Rusya Sovyet Cumhuriyeti haline– dönüştürmek kalıyordu. Cumhuriyet bir vuruşta doğdu çünkü 1917 Şubatında yığınlar, herhangi bir parti daha bu belgiyi atmayı bile başaramadan sovyetleri yaratmışlardı.[2] Sosyalist devrimin ilk adımında başarmak zorunda olduğu tarihsel eylemi gerçekleştiren, eski devlet mekanizmasını kırıp, yerine bürokrasisiz yeni tipten bir devlet aygıtı geçirmeye koyulan Rus proletaryasının başarısını ise Lenin 1918’de şu sözlerle dile getiriyordu: Rusya’da bürokratik mekanizma tamamen yıkılmış, yerle bir edilmiştir. Eski yargıçların hepsi uzaklaştırılmış, burjuva parlamento dağıtılmış, işçi ve köylülere daha kolay temsil etme hakkı verilmiştir. Onların Sovyetleri, bürokratların yerini almış ve yargıç seçme hakkı Sovyetlere verilmiştir.[3] Lenin’in 30 Ekim 1919 tarihli Proletarya Diktatörlüğü Döneminde Ekonomi ve Politika başlıklı makalesinde, Ekim Devriminin attığı ilk adımlar sıralan­maktaydı: Genel olarak hemen başarılabilecek her şeyi, bir devrimci darbede, hemen başardık; örneğin, proletarya diktatörlüğünün ilk gününde, 26 Ekim (8 Kasım) 1917’de toprağın özel mülkiyeti büyük toprak sahiplerine tazminat ödenmeksizin kaldırıldı; büyük toprak sahipleri mülksüzleştirildi. Birkaç ay­lık bir zaman içinde, hemen hemen bütün büyük kapitalistler, fabrika, anonim şirket, banka, demiryolu vb. sahipleri de tazminat ödenmeksizin mülksüzleştirildi. Sanayide büyük üretimin devletçe örgütlenmesi ve fabrikaların ve demiryollarının “işçilerce denetimi”nden, “işçilerce yönetimi”ne geçiş bu da, genellikle daha şimdiden başarılmıştır; ama, tarımla ilgili olarak daha yeni başlamaktadır (“devlet çiftlikleri”, yani devlet malı topraklar üzerinde işçiler tarafından örgütlenen büyük çiftlikler). Gene bunun gibi, küçük meta tarımından komünist tarıma bir geçiş olarak, küçük çiftçilerinin kooperatif topluluklarının çeşitli biçimlerde örgütlenmesine de daha yeni başladık. Özel ticaret yerine ürünlerin devletçe örgütlenmiş dağıtımı, yani tahılın devletçe sağlanarak kentlere ve sanayi ürünlerinin kırlara gönderilmesi için de aynı şey söylenmelidir.[4] Her ne kadar Lenin, sanayide işçi denetiminden işçi yönetimine geçildiğini belirtiyorsa da, gerçekte bunun başarılması yine son tahlilde üretici güçlerin gelişmesine, yani büyük sanayi yatırımlarının ve işçi sınıfının düzeyinin yükseltilmesine bağlıydı. O nedenle de Lenin’in vurguladığı türden bir gelişim aslında tam manasıyla yaşama geçirilemedi. Bir başka deyişle, gerçek durum, ulaşılması arzulanan hedeflerin, ilân edilen kararnamelerin gerisinde kaldı. Bu konuda oldukça gitgelli bir süreç yaşandı. Örneğin, devrimi takiben fabrika komitelerine denetim yetkisi verildi; fakat fiiliyatta bu komiteler salt kendi işyerleriyle sınırlı bir bakış açısıyla yönetimi üstlenmeye başladılar ve bu da Sovyet iktidarını, ekonomiyi bütünsel değerlendirme olanağından yoksun bıraktı. Sanayide dağınıklığa ve karışıklığa yol açan bu durumun önlenebilmesi amacıyla Yüksek Ekonomi Konseyi kuruldu ve sanayide daha bütünsel bir işçi denetiminin, sendikalara daha fazla yetki verilerek çözülmesi yoluna gidildi. Fabrika komiteleri alt birimler olarak sendikalara bağlandı ve ekonominin yönetimi ise daha merkezileştirilerek Yüksek Ekonomi Konseyine verildi. Çözmek zorunda olduğu sorunlar açısından muazzam tarihsel görevleri sırt­lanmış olan Ekim sosyalist devrimini, devrimin ilk günlerindeki kararnamelerle yoluna koyulabilen bir eylem düzeyine indirgeme tehlikesinden korunabilmek için, burada önemli bir noktayı hatırlamak gerekiyor: Ekim Devrimiyle kurulan proletarya diktatörlüğü, Marksizmin kurucularının yıllar önce işaret ettikleri, o ilk büyük görevi yerine getirmekte, büyük ölçekli üretim araçlarını işçi devletinin mülkiyetine geçirme yolunda ilerlemekteydi. Fakat Rusya gibi geri bir ülkede sorun, salt mülkiyetteki hukuksal değişikliklerle çözümlenemezdi. Yoksulluğu ortadan kaldırabilmek, ekonomik ve kültürel geriliğe son verebilmek için devlet mülkiyetindeki büyük üretim araçları temelinden hareketle, hızlı bir sanayileşme hamlesinin gerçekleştirilmesi zorunluydu. Bu ise, devrimci bir iktidarın salt devrimci enerjiyi açığa çıkartarak çözümleyemeyeceği kadar zor ve başarılması için ileri ülkeler üretici güçlerinin eşliğini, yani dünya devriminin ilerleyişini gerektiren devasa bir tarihsel sorundu. Bu nedenle Lenin, her ne kadar devrimin ilk günlerinde, devrimci siyasal iktidarı güçlendirebilmek amacıyla siyasi iradeye aşırı bir yük bindirmişse de, ilerleyen süreçte, nesnel zorluklardan kaçıp kurtulmanın imkânsızlığına dikkat çekmeye koyulmuştur. Öte yandan, köylülüğün ağır bastığı Rusya gibi bir ülkede proletaryanın öncülüğünde gerçekleşen 1917 Ekim Devrimi, çözmek zorunda kaldığı görevlerin kapsamı bakımından kırsal kesim için henüz bir burjuva devrimi niteliğindeydi. Nitekim bu gerçek Lenin’in satırlarında dile getirilmekteydi: Bizim için zafer çok kolay oldu, çünkü Ekim 1917’de biz, köylülük ile, tüm köylülük ile birlikte hareket ettik. Bu anlamda, devrimimiz o zaman burjuva devrimi idi. Bizim proleter hükümetimizin ilk adımı, 26 Ekim (eski takvim) 1917 günü yayımlanan yasada, daha devrimin ertesi günü, tüm köylülüğün, Kerenski hükümeti döneminde köylü sovyet ve meclisleri tarafından formüle edilmiş bulunan eski istemlerini kabul etmek oldu. Bizim gücümüzü oluşturan şey buydu ve biz ezici bir çoğunluğu bu nedenle öylesine kolay bir biçimde kazandık. Kırlar için devrimimiz hâlâ burjuva devrim olmakta devam ediyordu; biz, ancak daha sonra, altı ay geçtikten sonra, devlet örgütü çerçevesinde, kırlarda sınıflar savaşımına girişme, her köyde yoksul köylüler, yarı-proleterler komiteleri kurma ve kırsal burjuvaziye karşı sistemli bir savaşım verme zorunda kaldık. Bizde, Rusya’nın geri niteliği nedeniyle, kaçınılmazdı bu. Batı Avrupa’da, bu işler başka türlü olup bitecektir…[5] İnanılmaz zorluklarla dolu bir dönem daha yeni başlıyordu. Lenin’in Ocak 1918’deki Üçüncü Sovyetler Kongresinde söylediği gibi, yeni bir toplumun inşası pek çok güçlük, özveri ve hata içerecekti; bu, yeni, tarihte eşi görülmemiş olan bir şeydi ve kitaplardan öğrenilemezdi. Bu, şimdiye kadar tarihte görülmüş olan en büyük ve en güç geçişti. İktidarın sovyetler tarafından ele geçirilmesini izleyen dönemde karşılaşılan sorunların en başında, Sovyetler Rusya’sının içinde bulunduğu güç durum nedeniyle, emperyalist güçlerin dayatmasıyla imzalanan Brest-Litovsk barış anlaşması yer aldı. Ekim Devrimini takiben, Alman ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu temsilcileriyle 9 (22) Aralıkta Brest-Litovsk’ta başlatılan barış görüşmeleri, Rusya’nın içinde bulunduğu güç koşullar, savaşacak bir ordusunun bulunmaması gibi nedenlerle eşitsiz koşullar altında gerçekleşti. Bu sorun, Bolşevik Partisi içinde tartışmalara, farklı çözüm önerileri temelinde saflaşmalara neden oldu. Örneğin, o dönemde parti içinde bu sorun etrafında oluşan ve Sol Komünistler olarak adlandırılan muhalefetin temsilcisi Buharin derhal devrimci bir savaşa girişilmesi taktiğini savunurken, Troçki zaman kazanmanın gerekli olduğu düşüncesiyle “ne savaş, ne barış” taktiğini uygun buluyordu. Lenin ise, somut koşulların, kendi istemlerinden bağımsız olarak zaten “derhal barış” taktiğini dayatmış olduğunu düşünüyordu. Ve bu nedenle de vakit kaybetmeksizin barış anlaşmasının imzalanması gerektiği yolunda diğerlerini ikna etmeye çalışıyordu. Bu arada, Lenin’i destekleyen fakat sorunu sağlıklı bir enternasyonalizm anlayışı temelinde ele almayan Zinovyev ve Stalin’in, barış yapılması fikrini, “Batı’daki hareketi zayıflatsa bile yine de ba­rış” anlamına gelecek tarzda savunmaları Lenin’i öfkelendirmişti. Çünkü Lenin barış taktiğini uluslararası devrimin çıkarları temelinde savunuyordu. 11 (24) Ocak 1918 tarihli Merkez Komitesi oturumunun tutanağına geçtiği üzere, barış yapılmasının işçi hareketini zayıflatacağı görüşünde Zinovyev’le hemfikir değildi. Tepkisini şu sözlerle dile getirecekti Lenin: Alman hareketinin, barış görüşmelerinin kesilmesi halinde derhal gelişebileceğine inanırsak, o taktirde kendimizi feda etmemiz gerekir, çünkü Alman devrimi bizimkinden çok daha büyük bir güce sahip olacaktır.[6] Başlangıçta yalnız kalan ve yoğun eleştiriler alan Lenin, 18 Şubat günü Alman askeri harekâtının yeniden başlaması ve hiçbir direnişle karşılaşmaksızın Ukrayna’ya doğru ilerlemesi üzerine Merkez Komitesindeki oylamada çoğunluğu sağlayabildi. Fakat bu arada zaman yitirilmiş ve Almanlar elde ettikleri üstünlük nedeniyle daha da ağır bir barış önerisi dayatmışlardı. Partide yaşanan kriz yine kızıştı. Lenin, başını Buharin’in çektiği yaklaşımın, yani Rusya’daki Sovyet iktidarını feda ederek Alman devrimine yardımcı olma doğrultusundaki sloganların, devrimci duygulardan kaynaklanıyor olsa bile mevcut nesnel koşulları hesaba katmadığı için ne yazık ki içi boş sözlere, devrimci retoriğe dönüştüğünü belirtti. 23 Şubat günü Merkez Komitesi Almanların barış koşullarını tartışmaya başladı. Buna göre Rusya, Baltık topraklarının tümünü ve Beyaz Rusya’nın bir bölümünü kaybedecek; ordusunu derhal terhis edecek; Finlandiya ve Ukrayna’dan çekilecek; Kars, Ardahan, Batum’u Türkiye’ye bırakacaktı. Troçki, parti bölünmüşken devrimci bir savaş yürütülemeyeceğini, Lenin’in argümanları kendisini tam ikna etmiş olmasa da mevcut koşullar nedeniyle artık bir uzlaşmayı tercih ettiğini açıkladı.[7] Sonuçta Lenin’in önerisi kabul edildi ve 3 Martta anlaşma imzalandı. Rus delegasyonu anlaşmayı imzalamadan önce somut koşulları bir bildiriyle kamuoyuna ilân etmekteydi: Mevcut koşullar altında Rusya bir tercihte bulunma özgürlüğüne sahip değildir… Alman proletaryası, henüz (Alman emperyalizminden gelen) saldırıyı durduracak kadar güçlü değildir. Emperyalizmin ve militarizmin uluslararası proleter devrim karşısında kazandığı zaferin kısa ömürlü ve geçici olduğundan kuşku duymuyoruz. Bu aşamada, Alman emperyalizminin silahlı saldırısına karşı direnecek durumda olmayan … Sovyet hükümeti, devrimci Rusya’yı kurtarabilmek için barış koşullarını kabul etmeye zorlanmaktadır.[8] Brest-Litovsk sorunu, Sovyetler içinde de sert tartışmalara neden olmuş ve anlaşma metni 15 Mart 1918 tarihinde toplanan Dördüncü Sovyetler Kongresinde onaylanabilmişti. Bu durum anayasa hazırlıklarını geciktirmiş ve ancak 1 Nisan 1918’de, anayasayı hazırlayacak bir komisyonun oluşturulmasına karar verilmişti. Anayasa taslağı üç ay içinde hazırlandı; parti merkez komitesine ve Beşinci Tüm Rusya Sovyetler Kongresine sunulmak üzere 3 Temmuz 1918’de yayınlandı.[9] Anayasanın belirttiği sovyet yapısının, zaten fiilen oluşmuş sovyetler biçimindeki örgütlenmeye dayandığı vurgulanmaktaydı. Kırda köy topluluğunu, kentte ise fabrikadaki tüm işçileri kapsayan yerel sovyetlerin, sovyet iktidarının kaynağı olduğu kabul ediliyordu. Bu en küçük sovyetlerin, doğrudan demokrasinin örneğini oluşturması hedeflenmekteydi. Daha büyük sovyetler ise, vatandaşların ya da işçilerin kendilerini temsil etmeleri için seçtikleri delegelerden oluşuyorlardı. Sovyet iktidarının ilk dönemlerinde, yerel sovyetlerden ayırt edebilmek amacıyla bunları delegeler Sovyeti diye adlandırdılar. Anayasaya göre “en yüce otorite”, Tüm Rusya Sovyetleri Kongresi idi. Kongreye, şehirlerde her 25.000 seçmen bir delege, kırsal bölgelerde ise her 125.000 seçmen bir delege gönderiyordu.[10] Kongre, kendisinin toplanmadığı zamanlar kongre adına hareket edecek olan 200 kişilik Tüm Rusya Merkez Yürütme Komitesini seçiyordu. Yürütme Komitesi ise, RSFSC’nin işlerinin genel yönetimini sağlamakla yükümlü olan, bu amaçla kararnameler yayınlayan, günlük emirler ve direktifler veren, Halk Komiserleri Konseyini seçmekteydi. Anayasa gereğince oy hakkı sadece “hayatını üretken ya da sosyal bakımdan yararlı bir emek harcayarak kazananlara” ve askerlere, sakatlara tanınmaktaydı. Ücretli işçi kullananlar, rantiyeler, kendi başına ticaret yapanlar, keşişler, papazlar, bürokratlar ve eski polis ajanları bu haktan yoksun bırakılmıştı. Böylece, Paris Komünü’nün ilkelerinden olan genel oy hakkı Marx’ın ele aldığı içeriğe uygun olarak, komünlerde (ya da sovyetlerde) örgütlü emekçi kitleleri kapsayacak tarzda düzenlenmekteydi. İlk Sovyet Anayasası, o dönemde Bolşeviklerin doğru kavrayışını göstermesi bakımından dikkat çekiciydi. Örneğin, anayasanın düzenlenişinde gerek işçi devletinin geçiciliği hususu, gerekse de ilerde varılması hedeflenen komünizmin alt aşaması olan sosyalizmin sınıfsız ve devletsiz bir toplumsal durum olduğu belirtilmekteydi. RSFSC’yi, Dünya Sosyalist Cumhuriyetler Federasyonunun yalnızca ilk unsuru olarak kabul eden bu anayasa, aslında işçi demokrasisinin ruhuna uygun genel bir yaklaşımın ürünü oldu. Fakat ne yazık ki somut koşullar, bu demokrasiyi desteklemek bir yana tam da köstekleyecek tarzda gelişmeye başladı. Örneğin, iç savaş döneminin olağanüstü koşulları nedeniyle, hükümete sovyetlerin üstünde yetki verildi. Bunun için Anayasadaki olağanüstü maddeye başvuruldu; yerel sovyetler gücünü yitirdi vb. Nisan 1918’de Japonların Vladivostok’a çıkartma yapmalarıyla başlayan bir dış müdahale, içerde yeni rejimin düşmanlarını umutlandırmış ve toparlanma­larına vesile olmuştu. Öte yandan, koalisyon hükümetinin ikinci ortağı olan Sol Sosyal Devrimciler, gerek ekonomik gerekse siyasal anlamda zorlaşan koşullar nedeniyle Bolşeviklerin sertleşen uygulamaları karşısında hükümeti terk etmeye hazırlanmaktaydılar. Kısacası, Lenin’in Brest-Litovsk anlaşmasının ardından “artık bir iç savaşın sonuna gelindiğini” ummasına, Sovyet rejiminin bir soluklanma fırsatı elde etmesini arzulamasına karşın, ne yazık ki sonuçları itibarıyla işçi iktidarını perişan duruma sürükleyecek şiddetli bir iç savaş patlak veriyordu. Sol Sosyal Devrimciler Brest-Litovsk anlaşmasının imzalanmasını protesto etmek üzere 19 Mart 1918’de hükümetten çekildiler. İlerleyen günler içinde karışıklık artmaya ve suikastlar birbirini izlemeye başladı. Alman elçisi Mirbach’ın iki Sol Sosyal Devrimci tarafından 6 Temmuz 1918’de öldürülmesi olayların tırmanmasında bir dönüm noktası oldu. Bu arada Petrograd’da Bolşevik Volodarski ve Uritski öldürüldü; Moskova’da Lenin’e suikast düzenlendi ve ağır yaralandı. Bu atmosfer siyasal yaşamda Çeka’nın ağırlığının artmasına neden oldu.[11] Ekim Devrimini takip eden günlerde, henüz yaşama gözlerini açan proletarya iktidarının başarılarından söz eden Lenin, birkaç yıl sonra eksikliklere, hatalara (örneğin, kontrol edebildiklerinden daha fazla üretim aracının devletleştirilmesi gibi) dikkat çekmeye başladı. Kaynakları yeterli verimlilikte kullanamadıklarını, henüz üstesinden gelmeyi başaramadıkları ekonomik ve kültürel gerilikten kurtulabilmek için çok uzun yıllara gereksinim olduğunu ısrarla gündeme getirdi. Öte yandan, Ekim Devriminin hemen sonrasında, eski bürokratik mekanizmanın tamamen yıkıldığından, yerle bir edildiğinden söz eden Lenin’in, çok kısa bir süre sonra işçi sovyetleri devletinin bürokratlaşması tehlikesine dikkatleri çektiği de bilinir. Şurası bir gerçek ki, işçi sovyetleri iktidarı, içinde doğduğu nesnel koşulların bir ürünü olarak, üstesinden kolay kolay gelemeyeceği zayıflıklarla dünyaya gözlerini açmıştı. Dolayısıyla, Ekim Devrimi deneyiminden ders çıkarabilmek için, Sovyet işçi devletine ilişkin övgü dolu sözlerden çok, kısa bir süre sonra onu içten yemeye, çürütmeye koyulan nedenlere dikkat çeken çözümlemelere ihtiyaç vardır. 1918-1921: Sovyetik İşçi İktidarının Yaşam Savaşı Savaş Komünizmi Ekim Devrimini takiben devrimci proletarya, iktidarını gerek dıştan emperyalizmin, gerekse içten burjuvazi-toprak ağalarının saldırılarına karşı korumak amacıyla çetin bir savaş dönemi yaşadı. Sovyetlerde örgütlü işçi ve yoksul köylü yığınları, devrimin silahlı gücü olan Kızıl Ordu saflarında, 1918-1921 yılları arasında iç savaşla sürdürülen keskin politik mücadeleye aktif katıldılar.14 Mart 1918’de Troçki Savaş Komiserliğine getirildi ve Yüksek Savaş Konseyi Başkanı oldu.[12] İlk dönemde Kızıl Muhafızlar gönüllülerden oluşturuldu. 1918 Nisanına dek yüz bin kişi gönüllü olarak Kızıl Ordu saflarına katıldı. Fakat bir süre sonra, iç savaşın şiddetlenmesi nedeniyle Kızıl Ordunun mevcudunu arttırmak zorunlu hale geldi. Böylece zorunlu askerliğe geri dönüldü ve ordunun mevcudu 1919 yılının genel seferberliği sırasında beş milyona kadar çıkartıldı. Ancak, köylü kökenli askerlerin büyük sayılar halinde askerden kaçmalarına karşı getirilen sert cezalar, zorunlu disiplin önlemleri, eski Çarlık subaylarının uzman olarak Kızıl Orduya alınması vb. derken, ne yazık ki, devrimi takiben “ordunun demokratikleştirilmesi” bağlamında hedeflenen dönü­şüm­ler arzulandığı şekilde yaşama geçirilemedi.[13] Fakat, o dönemdeki gelişme­leri aktaran askeri tarihçilerin de işaret ettiği gibi, ağırlıklı olarak komünist işçilerden oluşan birlikler, devrimi savunmak amacıyla ölümüne savaştılar ve moral açıdan örnek oluşturdular. Tarihi kaynaklar, iç savaşta ölen komünistlerin sayısının iki yüz bin civarında olduğunu belirtmektedir. İç savaş süresince Sovyet devleti, savaş komünizmi olarak adlandırılan ekonomik önlemlere başvurdu. İç savaş döneminin yarattığı açlık, kıtlık, üretim ve dağıtımdaki karmaşa ve sabotajlar yüzünden, Kızıl Ordunun ve sanayi kentlerinin tüketim ihtiyaçlarını karşılayabilmek en temel problemdi. Bu nedenle ekonominin düzenlenmesi bu dönem boyunca, üretici güçleri arttırmaya yönelik bir planlamaya değil, zorunlu tüketim ihtiyacının, ürünlere devlet tarafından el konulmasıyla karşılanmasına dayandı. Troçki’nin deyişiyle, savaş komünizmi, özünde kuşatma altındaki bir kalede tüketimin sistematik olarak düzenlenmesiydi.[14] Bu dönem boyunca ücretler ayni olarak ödendi; yiyecek karneye bağlandı ve silahlı işçi birlikleri şehirlere gerekli besin maddelerini, tarım ürününe zorla el koyarak sağlamaya çalıştılar. İçinde bulunulan koşullar, sanayi kesiminde daha önce düşünülmeyen ölçekte devletleştirmeleri gündeme getirdi. 1920 Kasım kararnamesi, makine kullanan ve beş kişiden fazla işçi istihdam eden fabrikalarla, bütünüyle kol gücüne dayansa bile on kişiden fazla işçi çalıştıran tüm imalathanelerin devletleştirme kapsamına alınmasını öngörmekteydi. Böylece, ekonomik verimlilik hesaplarına ve bir plana dayanarak değil de, savaş komünizmi döneminin dayatmalarına bağlı olarak devletleştirilen, fakat kontrol edilemediği için üretimde tam bir çöküntünün yaşandığı pek çok işletme vardı. Kırsal kesimde “savaş komünizmi” uygulamalarının başlatılması, köylüler ara­sında örgütlü Sol Sosyal Devrimcilerin sert muhalefetine yol açtı. Örne­ğin, Temmuz 1918’de Beşinci Tüm Rusya Sovyetleri Kongresi oturumunda tarım sorunu tartışılırken, Sol Sosyal Devrimcilerin lideri Spiridonova, kendisinin artık Bolşevik Partisinin bir düşmanı olduğunu ilân ediyordu. Ancak iç savaşın hızla yayılışı, kentlerin ve ordunun tahıl ihtiyacının karşılanmasını gerçekten de bir tercih sorunu olmaktan çıkartıp, bir ölüm kalım sorunu haline getirmişti. Bu nedenle, gerek kentlerin işçi müfrezeleri gerekse de Bolşeviklerin kırsal kesimde örgütlediği yoksul köylü komiteleri aracılığıyla, köylülerin ürettiği mallara el koyulmaya başlandı. Oysa hatırlanacak olursa, Lenin’in Ekim Devrimi döneminde savunduğu hedef, “küçük köylüye yardım edilmesi, orta köylüye zarar verilmemesi ve zengin köylünün önünün kesilmesi” şeklindeydi. Dolayısıyla kırsal kesimdeki “savaş komünizmi” siyaseti, Lenin’in arzuladığı ya da programatik olarak hedeflediği bir şey değil, zorunlulukların bir sonucuydu. Öte yandan, iç savaş döneminde dış ticaret neredeyse sıfırlandı, Sovyet Rusya ekonomik bakımdan içe kapandı. Ve bu koşullar Sovyet mali sistemini de çöküntüye sürükledi. İç savaşın finansmanı muazzam bir kaynak sorunu yaratmış ve çaresizlik sonucu banknot basımı plansız bir şekilde arttırılmıştı. Sonuçta rublenin satın alma gücü alabildiğine düştü ve serbest piyasada fiyatlar, rublenin değerindeki düşüşe koşut olarak yükselirken, resmi piyasada aynı düzeyde yükselmediği için artık hiçbir şey ifade etmez oldu. İşte, savaş komünizmi döneminde bir süre paranın bir kenara atılması ve değişimde ayni ödeme sisteminin getirilmesi gibi uygulamalar, bilinçli ve olması gereken bir planlamanın değil, tam tersine çaresizliğe ayak uydurma çabasının bir sonucuydu. Ama ne yazık ki, bu türden bir açmazı, olması gereken bir uygulama şeklinde yansıtan Bolşevikler de oldu. Parti programı, ancak ileriye yönelik olarak paranın rolüne ihtiyaç duyulmayacağı bir dönemden söz etmekteydi. Fakat bazı Sovyet yetkilileri, iç savaş nedeniyle rublenin çöküşünü, parasız bir ekonomiye geçişin işareti biçiminde yorumlayabildiler. Örneğin Buharin, “savaş komünizmi” uygulama­larını komünizm doğrultusunda atılması gereken bir adım olarak değerlendirenler arasında başta geliyordu. O, para olarak ödenen ücret yerine karnelerle ayni ödeme yapılmak zorunda kalınmasını, ücretli emeğin ortadan kaldırılması olarak ele almaktaydı. Oysa savaş komünizmi yılları, bir bakıma açlığın kol gezdiği ve zorunlulukların dayatmaları dışında daha iyi seçenekleri seçmek gibi bir lüksün olmadığı koşullarda, Sovyet iktidarını ayakta tutabilme çırpınışının bir ifadesidir. Kuşkusuz ki böyle bir durum, Lenin de dahil pek çok Bolşeviği, daha önceki yıllarda dile getirmiş oldukları doğru değerlendirmelerden tamamen farklı noktalara savurabilmiştir. O ağır iç savaş yılları boyunca, açlığa bir çare bulabilme çabası içinde Lenin’in, Troçki’nin, örneğin iş disiplininin ve emek üretkenliğinin arttırılmasına yönelik önerileri bu türden bir içeriğe sahiptir. Aslında daha iç savaşın patlak vermesinden önce, 1918 Nisanında üretimi arttırmak amacıyla gündeme getirilen, tartışılan ve kararlaştırılan bazı önlemler olmuştur. Örnekse, daha yüksek ücretler vererek burjuva uzmanlardan yararla­nılması; daha önce eleştirilen Taylorizm[15] sisteminin bazı yönlerinin uygula­maya konulmak istenmesi; parça başı ücret uygulamasının geri getirilmesi gibi. Buna benzer düzenlemelerin, sendikalarla bir uzlaşmaya varılıp daha tedrici bir biçimde uygulanması düşünülürken patlak veren iç savaş planları altüst etti; bunlar düşünüldüğü şekilde dengelenerek uygulanamadı ve tempo hızlandırıldı. Daha sonra, koşulların daha da kötüleşmesiyle birlikte iş yaşamına ilişkin yeni öneriler gündeme getirildi. 1920 yılında ele alınan tek kişi yönetimi, emeğin askerileştirilmesi konuları bu bağlamda tipik birer örnekti. Ve çalışma koşullarının yeniden düzenlenmesine yönelik bu tür teklifleri tartışmaya açan kişiler Lenin’di, Troçki’ydi. Örneğin Lenin, bu sorunlar temelinde partide oluşan muhalefetin eleştirilerine karşılık şu zorunluluklara dikkat çekiyordu: Ekonomik kalkınmanın ikinci koşulu, emekçilerin disiplininin, çalışma gücünün, becerisinin, çalışma yoğunluğunun arttırılması ve çalışmanın daha iyi örgütlenmesidir. Rus proletaryasının en sınıf bilinçli öncüsü, çalışma disiplininin arttırılması görevini önüne koymuş bulunmaktadır. … Bu çalışmayı desteklemeli ve var gücümüzle ilerletmeliyiz. Parça başı ücreti, Taylor sisteminde mevcut olan birçok bilimsel ve ileri yanın uygulanmasını, kazancı üretim veriminin genel sonuçlarına ya da demiryollarından, deniz taşımacılığından yararlanmanın sonuçlarına göre ayarlamayı vs. gündeme sokmak, fiilen uygulamak ve sınamak gerekir.[16] Fakat öneriyi getiren her kim olursa olsun, bu türden uygulamaların işçilerin hoşnutsuzluğunu arttırması, sendikaların muhalefetini doğurması kaçınılmazdı. Bu temelde gerek Bolşevik Partisi içinde, gerekse sovyetlerde ve sendikalarda farklı eğilimler, muhalif görüşler, gruplar oluştu. Böyle bir dönemi değer­lendirirken büyük bir hataya düşmemek için bizce göz ardı edilmemesi gereken husus şudur: Lenin ya da Troçki gibi liderlerin, bizzat kendilerinin savunmuş oldukları hedeflerle ters düşmek pahasına gündeme getirmiş oldukları pratik önlemler, onları istemleri dışında böylesi çelişkilere sürükleyen somut koşulların basıncından bağımsız olarak irdelenemez. Ama öte yandan, eğer ki yaşanan olaylar bir şeylerin yanlışlığını daha sonra ortaya koymuşsa bunları görmezden gelmeye çalışmak da devrimci bir tutum olmayacaktır. Kaldı ki, devrimci liderlerin örnek alınacak yönleri, hiç hata yapmamaları değil, hatalarını gördüklerinde gerçeği itiraf edebilmeleri ve kitleleri yalanlarla kandırmamayı ilke edinmeleridir. Sosyalizm hedefinin ruhuyla uyuşmayan ters bir uygulama söz konusu olduğunda açıkça söylenmelidir. Lenin’in verdiği örnekte olduğu gibi: Son derece yüksek ücretler vererek burjuva uzmanların yardımından yararlanılmasıyla Paris Komünü’nün ilkelerinden geri dönüldüğü gerçeğinin halktan gizlenmesi, burjuva siyasetçilerin düzeyine inmek ve halkı aldatmak olurdu.[17] 1919 Nisanında, iç savaşın alabildiğine şiddetlenmesi nedeniyle genel seferberlik ilân edildi. Sendikalar üyelerinin neredeyse %50’sini cepheye gön­derdiler. Sanayinin içine düştüğü çöküntü zorunlu çalışmayı gündeme getirmişti. 1920 yılının başlarında Kolçak ve Denikin yenilgiye uğratıldı ve bu kez, işçilerden oluşan askeri birliklerin, felâkete uğramış sanayi işletmelerine sevk edilmesi düşünülmeye başlandı. Yani, daha önce Kızıl Orduya seferber edilmiş işçi birliklerinden bu kez emek orduları oluşturulması tartışılıyordu. Ocak 1920’de toplanan Üçüncü Tüm Rusya Milli Ekonomi Konseyleri Kongresindeki konuşmasında Troçki, çalışma disiplinin önemi üzerinde durdu. Urallar’daki üçüncü orduyu, devrimci bir emek ordusuna dönüştüren kararname yayınlandı ve Troçki, ilk “emek ordusu”nun böylece “Kızıl Ordunun girişimiyle” kurul­duğunu açıkladı. İşte, Mart 1920’de toplanan 9. Parti Kongresinde ele alınan sorunlardan biri de buydu. Troçki’ye göre, sanayileşmenin sorunlarının çözümü için iç savaşın kazanılmasını mümkün kılan faktör, yani disiplinli, coşkulu, fedakâr emek ordularının örgütlenmesi gereği unutulmamalıydı. Şöyle diyordu Troçki: İşçi sendikalarını sendikalar olarak askerileştirmeden ve her işçinin kendini bir emek neferi gibi hissedeceği, kendi emeğini özgürce tasarruf edemeyeceği bir rejim kurulmadan, herhangi bir askerileştirme düşünülemez; işçinin başka yere gönderilmesi emredildiği takdirde bu emre uyması gerekecektir, uymadığı takdirde kaçak işlemi görecek ve cezalandırılacaktır. Kim ilgilenecektir onunla? Sendika. Yeni rejimi yaratan odur. İşçi sınıfının askerileştirilmesi budur işte.[18] Kongre bununla ilgili tasarıyı onayladı. Gerçekte bu durum, yaşanan ekonomik çöküntünün devrimin liderlerine çıkarttığı kötü bir faturaydı. Fakat 1920 yılının sonuna doğru Wrangel’in orduları da yenilgiye uğratılıp iç savaş sona erdirildiğinde, işçilerin düşünceleri değişikliğe uğramaya başladı. İç savaş yıllarında bir dereceye kadar haklılık kazanan uygulamalar, savaşın sona ermesiyle birlikte artık farklı algılanıyordu. Bu nedenle “emeğin askerileştirilmesi” tartışması sendikaların tepkisini çekti. Ve bizce Troçki’nin artık bu dönemde sendikalara bu tarz bir yaklaşımı doğru değildi. Fakat önemli bir noktayı da atlamamak gerekir; iç savaşın bir sonucu olarak çöken sanayinin ayağa kaldırılması bağlamında gündeme getirilmiş olan bu öneri çerçevesinde öne çıkan isim Troçki olsa da, aynı öneri daha ihtiyatlı bir biçim altında Lenin tarafından da desteklenmişti. Örneğin, aşağıdaki satırlarda olduğu gibi: Elimizdeki aygıttan mümkün olduğunca süratle yararlanabilmek için bir emek ordusu yaratmalıyız. … Bu sloganı ileri sürmekle, işçilerin ve köylülerin bütün dinamik gücünü sonuna kadar zorlamak, bu konuda bize her türden yardımda bulunmalarını talep etmek zorunda olduğumuzu ilân etmiş oluyoruz. Ve böylece, bir emek ordusu yaratıp, işçilerin ve köylülerin bütün gücünü kullanarak, başta gelen görevimizi yerine getireceğiz.[19] Kısacası, ortada ekonomik çöküntünün basıncıyla oluşmuş bir hata varsa, dereceleri farklı olsa bile Troçki de, Lenin de bir dönem bunu paylaşmışlardır. Bu sorun etrafında yürüyen tartışmaların büyümesi üzerine sorun Merkez Ko­mitesine getirilmiş; Lenin “sendikalar üzerinde aşağılık bir vesayete dönüşecek olan merkeziyetçilik ve işgücünün askerileştirilmiş şekilleri” ile “işgücünün askerileştirilmesinin sağlıklı şekilleri” gibi bir ayrım yaparak ikinci formülas­yonu savunmuştur. Bu ve benzeri sorunlar çerçevesinde gelişen tartışmalar, 1921 Martındaki Parti Kongresinde savaş komünizmi çizgisinin tamamen terk edilmesine dek devam etmiş ve parti literatüründe önemli bir yer tutmuştur. Bu dönemin genel bir değerlendirmesini yapacak olursak şunu söylemek gerekir ki, o günün koşulları çerçevesinde “savaş komünizmi” uygulamasının, sosyalizme geçiş yönünde ekonominin planlanmasının hareket noktasını oluşturabileceği de düşünülmüştü. Fakat iç savaşın sona ermesiyle birlikte buna benzer düzenlemeleri sürdürmenin artık yanlış olacağı belirginleşmeye başla­yınca yaklaşımlar da değişmeye başladı. Örneğin Lenin, 1921 Nisanında NEP’e geçiş zorunluluğunu gündeme getirirken, geçmişin muhasebesini şu sözlerle yapacaktı: “«Savaş komünizmi»ni savaş ve yıkım dayattı. O proletaryanın ekonomik görevlerine uygun bir politika değildi ve olamazdı da. O geçici bir önlemdi.”[20] Nitekim, ürünlerin bölüşümünün ticari yöntemlerle değil de devlet eliyle yapılması, köylülerin direnciyle karşılaşmış ve tarımda muazzam üretim düşüşüne neden olmuş, kentlerde açlık başlamıştı. Diğer yandan, iç savaşın işçi devletine çıkarmış olduğu fatura da onu tehdit eden bir sonuca işaret etmekteydi. Troçki, üretici güçlerin gelişmesinin komünizmin kesinlikle zorunlu pratik temeli olduğu ve yokluğun genelleşmesi halinde eski pisliğe geri dönüleceği yolunda Marx’ın o ünlü satırlarını hatırlatarak, Marx’ın bu düşüncesini geliştirmeye gerek duymadığını, çünkü geri bir ülkede proleter devrimin gerçekleşeceğini hiçbir zaman tahmin etmediğini belirtir. Fakat Marx’ın bu açılımı Sovyet rejiminin somut sıkıntılarına ve hastalıklarına vazgeçilmez bir anahtar sunmaktadır. O nedenle Troçki şöyle devam eder: Emperyalist ve iç savaş yıkıntılarıyla körüklenen yoksulluğun tarihsel temeli üzerinde, “bireysel varoluş kavgası”, burjuvazinin devrilmesinden hemen sonraki gün ortadan kalkmamak bir yana, bu olayı izleyen yıllarda da azalmamış, fakat tam tersine zaman zaman duyulmadık canavarlıklara bürünmüştür. Ülkenin belli kesimlerinde iki kez yamyamlık noktasına varıldığını hatırlatmamıza bilmem gerek var mıdır?[21] Bürokratikleşme İç savaş süresince sendikalı işçilerin yarıdan çoğu Kızıl Orduya katılmış, 1913 yılında üç buçuk milyon olarak tahmin edilen sanayi işçisi sayısı yaklaşık bir milyona inmişti. Kent nüfusu iç savaştaki kayıpların yanı sıra, açlıktan köylere göçün başlaması nedeniyle de çok büyük ölçüde azalmıştı. Tüm kentlerdeki nüfus %35 civarında düşerken, proleter devrimin kalbi, Bolşevik örgütlenmesinin ana yatağı Moskova ve Petrograd kentlerinin nüfusu çok daha fazlasıyla azalmıştı. Örneğin, 1917’de iki buçuk milyon civarında olan Petrograd’ın nüfusu, iç savaş sonunda beş yüz bin civarına düşmüş bulunuyordu. Proleter sosyalist devrimin başını çeken deneyimli sanayi proletaryası, bir yandan iç savaşta uğradığı kayıplar, diğer yandan kentlerdeki açlık nedeniyle köylere göç etme sonucunda zayıflamıştı. Kentlerde yaşamını sürdüren işçilerin pek çoğu da, karaborsadan, ticaretten kazanç elde etmeye yöneliş vb. gibi nedenlerle, erimekte, dağılmakta ve atomize olmaktaydı. Bu durumda fabrikaları, köyden yeni gelen, denetimsiz yarı işçi-yarı köylü unsurlar doldurmaktaydı. Bu yeni işçiler, büyük sanayi merkezlerinde 1903’lerden 1917’lere uzanan devrimci mücadele döneminin ateşinde pişmemiş, devrimci sınıf bilinci edinmemiş kafalarıyla ve guruldayan boş mideleriyle, Rus despotizminin ataerkil mirasının ürünü bürokratik otoriteye itaatkârlıklarıyla, bürokratik liderlerin yükselişine elverişli bir zemini oluşturmaktaydılar. Diğer yandan sanayi ve tarım üretimindeki muazzam düşüş ve açlık koşulları, yaşayabilmek için bireysel varoluş kavgasını körüklemekteydi. Bu durumda kaosun önlenebilmesi, ekonomi ve siyasette aşırı bir merkezileşmeyi zorlarken, üretimi arttırıcı önlemlerin alınmasını en acil sorun olarak gündeme getirmekteydi. Bu koşulların bir sonucu olarak, sovyet iktidarının can damarları olan yerel sovyetler işlevlerini yitirmeye başladılar. Öte yandan, iç savaşın sonuna doğru Bolşeviklerin kazanacağının belli olmasıyla birlikte, iktidardaki partinin yaratacağı avantajlardan yararlanma güdüsüyle, kızıl gömlekleri kuşanan çıkarcılar, partinin ve sovyetlerin yönetim kademelerine doluşuyorlardı. Tüm bu faktörlere bağlı olarak, Bolşevik Partisinin üye yapısı kökten bir değişime uğramaktaydı. Olumsuzluklarla yüklü bu tablo göz önünde bulundurulmaksızın, 1917 Ekim Devrimiyle doğan devrimci iktidarı korumak üzere yürütülen iç savaşın gerçek sonucu da doğru değerlendirilemez. Sovyet iktidarı iç savaştan yıkılmadan çıkmış gibi görünür. Avrupa’da beklenen proleter devrimin imdada yetişmemesi nedeniyle yalnız kalan Sovyet kalesinin, emperyalist kuşatmaya ve içteki burjuva-toprak ağası saldırılarına karşı korunması başarılmıştır. Fakat bu ne pahasına bir zaferdir? İç savaşın yarattığı yıkım ortamında, koskoca dünyanın ortasında bir başına kalakalmış Sovyet kalesini ayakta tutabilmek için başvurulacak önlemler, devrimci toplumsal dönüşümlerin ruhuyla ne derece uygunluk içinde olabilecektir? İç savaşın sonunda atomize olmuş bir işçi sınıfı, işgalci orduları topraklarından kovalar kovalamaz kendi küçük topraklarının mülkiyet derdine düşen yoksul köylüler ve açlığın yarattığı kaosla baş başa bulunan Bolşevik Partisi. Gerçeklik budur ve parti devrimi ilerletecek sosyal temellerinden yoksun kalmış, çaresizlik içindeki bir öncü güç durumundadır. Böyle bir ortamda devrimi korumak için çırpınan öncü –liderlerin iradelerinden ve niyetlerinden bağımsız olarak– istese de istemese de, kendini devrimci sınıfın vasisi konumunda buluvermiştir. Devrimci proleter kitlelerin savaş ve açlık koşulları altında kırıldığı, yorulduğu, dağıldığı bir ortamda, hiç değilse dünya devrimi yardıma yetişene dek Ekim Devrimini korumayı başarmak sorumluluğuyla harekete geçen Lenin, Troçki gibi devrimci önderler ve Bolşevik devrimciler, bir anlamda proleter sınıfın öncü kesiminin yerine kendilerini ikame etmiş gibidirler. Onların zorunluluklar nedeniyle başvuracakları önlemler, her ne kadar içinde bulunulan koşullarda onları suçlamayı mümkünsüz kılıyorsa da, bu durum sosyalist devrimin ilerlemesine uygun bir tarihsel örneği de asla oluşturmamaktadır. Yüz yüze bulunulan son derece elverişsiz koşullarda, en başta kitleleri içine düştükleri dayanılmaz açlık ve sefaletten kurtarmaya çabalayan Lenin, Troçki ve diğer Bolşevik savaşçıların çabası, kendi iradeleriyle değiştirmeye muktedir olmadıkları nesnellikler nedeniyle, tarihsel açıdan çelişkilerle yüklüdür. İşte bu nedenle, Lenin önderliğindeki Bolşevik devrimciler, bir yandan üretimi arttırıcı önlemlere başvururlarken (sanayide tek kişi yönetimi, fabrika komitelerinin azalan rolü, burjuva uzmanların, teknik elemanların yüksek ücretlerle geri çağrılması, Taylorizm gibi üretimi arttırıcı kapitalist üretim tekniklerinin kullanılması), diğer yandan büyüyen bürokratlaşma belâsını endişe içinde izlemektedirler. Bu durumda, Rus proletaryasının iç savaşta kazandığı zafer, yeni efendilerin (Sovyet bürokrasisi) yükselişinin önlenememesi ile karşılaştırıldığında, bir Pirus zaferi niteliğine bürünmektedir. Böylesi durumlar, tarihsel deneyimin değerlendirilmesinde son derece uyanık olmayı gerektirmektedir. Devrimci önderlerin hatalarının nesnel nedenlerini anlamaya çalışmak yerine, aşılması o anki verili tarihsel koşullarda neredeyse olanaksız olan zorlukların faturasını tümüyle onlara çıkarmaya çalışmak, küçük-burjuva nihilist bir yaklaşım olur. Nitekim, Sovyet deneyimini değerlendirirken anarşistlerin takındığı tutum, bu türden bir nihilizmi yansıtmaktadır. Zorunluluklar nedeniyle başvurulan yöntemler ve Bolşeviklerin bazı pratik önlemlerde kaçınamadıkları hatalı tutumları, anarşistler tarafından, Leninist dü­şüncenin doğasında var olan bürokratizm eğilimi olarak sunulmaktadır. Anarşist düşünce, Leninizm ile Stalinizm arasında hiçbir ayrım gözetmemekte, ikincisini birincisinin doğal uzantısı kabul etmektedir. Bu nedenle de anarşist yazarlar, 1917-1921 arasını bizzat Lenin’in önderliğinde bürokratik karşı-devrimin yürü­tüldüğü yıllar olarak değerlendirmektedirler. Ama bu düpedüz bir sahtekârlıktır. Marksizmin sadık bir takipçisi olan Lenin’in, proleter demokrasi­sine olan bağlılığını ve bürokratizme olan düşmanlığını, devrimin kuşatma altında bulun­duğu o zorlu yıllarda bizzat Lenin’in pratikteki mücadelesi kanıtlamaktadır. 1917 Ekim Devrimiyle yaşama gözlerini açmış bulunan işçi devleti, Avrupa devriminin imdada yetişmemesi halinde doğabilecek tehlikelere değinmiş olan devrimci önderlerin sözlerini doğrular biçimde büyük bir tehdit altındadır. Lenin’in konuşmalarında ve yazılarında dile getirmekte olduğu bürokratikleşme olgusu, içinde bulunulan ekonomik ve kültürel gerilik koşullarında, ölümcül bir hastalık gibi tüm bünyeyi sarmaktadır. Devrimin ilk döneminin olağanüstü zorluklarıyla boğuşulduğu günlerde, siyasal iktidarı elde tutmak amacıyla yapılmış olan “başarı” vurguları bir yana bırakılacak olursa, Sovyet Devleti’nin zayıflığının daha devrimden bir iki yıl sonra bizzat Lenin tarafından dile getirilmekte olduğu görülecektir. Lenin’in bürokratizme karşı uyarıları, bürokratik bir egemenliğin yükselmesine elverişli koşulların oluşmakta bulunduğuna işaret etmektedir. Sovyetlerin başına musallat olan bürokratlaşma belâsı, Lenin’in ölümüyle birlikte parti ve devlet örgütlenmesinde iplerin Stalin’in eline geçmesiyle birden bire zuhur etmedi. Tersine, Stalin tipi liderlerin yükselmesine zemin hazırlayan bürokratlaşma olgusu, Rus Devriminin tek ülkede tecrit olması, yalnız kalması nedeniyle çok daha önceden boy vermeye başlamıştı bile. 1919 Martında Petro­grad Sovyetinde yaptığı konuşmada, Lenin, kitlelere bir gerçeği itiraf ediyordu: … Eski bürokratları kovduk, fakat geri geldiler. … Yakalarında kırmızı kurdelalar taşıyorlar ve sıcak köşelere yerleşiyorlar. Ne yapabiliriz? Bu pisliğe karşı tekrar tekrar mücadele etmeliyiz, şayet bu pislik geri gelirse onu tekrar tekrar temizlemeliyiz.[22] Yine aynı yıl toplanan 8. Parti Kongresinde ise, partiye şu sözlerle seslenmekteydi Lenin: Çarlık bürokratları sovyet kurumlarına katılmaya ve kendi bürokratik yöntemlerini uygulamaya başladılar. Komünistlerin renklerine bürünmeye, daha üst mevkilere gelmeye, Rus Komünist Partisi üyelik kartı edinmeye başladılar. Kapıdan kovulan bu unsurlar, böylece pencereden girdiler. … Burada kendini en çok hissettiren sorun kültürlü güçlerin yokluğudur.[23] Lenin’in vurguyu yaptığı kültürel gelişmişlik düzeyi, yeni tipte “bürokrasisiz devlet”i inşa edebilmek için çabalayacak olan proleter devrimin üzerinden atlayıp kurtulamayacağı temel problemdir. Bu nedenle devrimin geri ülkelerde tecrit olması durumunda, devrimci güçlerin tüm çabalarına karşı, eski yeniye boyun eğdirebilir; onu yolundan saptırabilir. Peki, parti bu durumda ne yapmalıdır ya da ne yapabilir? Böyle bir durumda, partinin evrimin tek etkeni olamayacağını düşünmekle işe başlamak doğru olacaktır. Yeri gelmişken, birkaç yıl ileriye atlayarak Lenin’in 1922 yılında 11. Parti Kongresinde yaptığı ve partiye son seslenişi olan konuşmasına bakalım. Lenin, liberal bir profesör olan Ustrialov’un, Sovyetlerin burjuvalaşması nedeniyle desteklenmesi gerektiği yolundaki sözleri üzerine, düşmanın bu pervasız sözlerini “komünistlerin kaypak yağcılığına” tercih ettiğini belirterek durumu şöyle değerlendirir: Ustrialov’un sözünü ettiği şeyler olanaklıdır, bunu açıkça ifade etmek gerekir. Tarih çok çeşitli türlerden metamorfozlar bilir; inanç bağlılığına, özveriye ve daha başka mükemmel manevi niteliklere güvenmek politikada hiçbir şekilde ciddiye alınamayacak bir şeydir. Mükemmel manevi nitelikler az sayıda insanda vardır, buna karşılık tarihsel sonuç, işlerine gelmediğinde bazen bu az sayıda insana pek kibar davranmayan dev kitleler tarafından belirlenir. Konuşmasını şöyle sürdürür Lenin: Bir halkın bir başka halkı fethettiği durumda, fetheden halk fatih, fethedilen halk ise yenilen halktır. Bu çok basittir ve herkes tarafından anlaşılabilir. Peki bu halkların kültürlerine ne oluyor? Burada iş o kadar basit değildir. Eğer fetheden halk yenilen halktan daha gelişmiş bir kültüre sahipse, bu halka kendi kültürünü dayatır, fakat tersi bir durum söz konusuysa, yenilen halkın fetheden halka kendi kültürünü dayatması söz konusudur. RSFSC’nin başkentinde de benzer bir durum ortaya çıkmadı mı ve burada 4700 komünist (neredeyse bir tümen, hepsi de en iyileri) yabancı bir kültür tarafından boyunduruk altına alınmadı mı?[24] Farklı kültür düzeyindeki uluslar arasındaki savaşlarda olduğu kadar, eski ile yeni güçler arasındaki mücadelede de geçerli olan “üstünlük” kuralı, 1917 Ekim Devrimi sonrasında da hükmünü icra etti. Lenin’in, “4700 komünistin yabancı bir kültüre boyun eğmesi” benzetmesiyle anlatmak istediği durum buydu. Ekonomik zorluklar nedeniyle yeniden göreve çağrılan eski burjuva uzmanların ve Çarlık bürokratlarının doğuracağı bürokratlaşma tehlikesinin önüne, onların başına Bolşevik komiserlerin dikilmesiyle geçilebileceği düşünülmüştü. Ne var ki sonuç, umulanın tam tersi oldu. Bolşevik komiserler, burjuva uzmanları ve Çarlık bürokratlarını yeni rejimin ideallerine uyduracak yerde, bu uzman ve bürokratlar, onları kendilerine uydurmuşlardı. O döneme ilişkin yazından da anlaşılacağı gibi, Ekim Devriminin galibi komünistler, eski devletin memur ordusunun büyük direnci ile boğuşmak zorunda kalmışlardı. Ve bu memurların, uzmanların vb. direncinin kırıldığı sanıldığı bir noktada, gerçekte eskinin nasıl yeninin içine uzandığı, onu etkisi altına aldığı da bilinmektedir. Sovyet Hükümetinin yüz binlerce büro memuru çalıştırdığını ve bunların Sovyet Hükümetine hiçbir inançlarının olmadığını söyleyen Lenin’dir. (Rakamlar, 1920 yılında Sovyetler Birliği’nde 5 milyon 880 bin devlet memuruna karşı, yaklaşık 2 milyon sanayi işçisi olduğunu söylüyor.) Kısacası Ekim Devriminde elde ettiği başarıya rağmen, Sovyet işçi sınıfı, çözümü uzun yılları gerektiren nesnel zorluklarla baş edebilmek için ileri ülkeler proletaryasının fiili desteğine muhtaçtı. Ve öte yandan Sovyet işçisi, kendini bürokratlaşan devletine karşı da korumak durumuyla yüz yüze bulunuyordu. 1920 Aralığında Lenin tarafından ifade edildiği gibi: Parti programımız … devletimizin bürokratik çarpılmaya uğramış bir işçi devleti olduğunu gösteriyor. … Şu an öyle bir devletimiz var ki, bir yandan kitlesel olarak örgütlenmiş proletaryanın kendisini ondan koruması gerekiyor, öte yandan, bizler, kendi payımıza, bu işçi örgütlerini, işçileri kendi devletlerinden korumak ve onların devletimizi korumasını sağlamak için kullanmak zorundayız.[25] Bu ifadenin işaret ettiği gerçeklik ne olabilir? Eğer ki Sovyet devleti, bizzat egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryaya denk düşmüş olsaydı, “işçi örgütlerini, işçileri kendi devletlerinden korumak” amacıyla kullanmaya gerek duyulur muydu? Kuşkusuz hayır. Lenin “bürokratik çarpılma” vurgusuyla bir gerçekliğe parmak basmakta, Sovyet devletinin artık bir işçi devletinin taşıması gereken niteliği yitirmekte olduğuna dikkat çekmektedir. Lenin’in, işçilerin sendikaları aracılığıyla kendilerini Sovyet devletine karşı korumaları gerektiği düşüncesine sıkı sıkıya sarılmasının nedeni var olan bu gerçekliktir. 1921-1924: Devletin ve Partinin Bürokratik Yozlaşması Kronştad Ayaklanması İç savaş gündeme devasa sorunları getirerek sona erdi. Bu duruma bağlı olarak Bolşevik Partisi içinde yaşanan huzursuzluk, devrimden beri ortaya çıkan en büyük muhalefet grubu olan “İşçi Muhalefeti” grubunun oluşumuyla sonuçlandı. Bu grubun liderleri, eski metal işçisi Şlyapnikov ve ilk Sovyet hükümetinde Çalışma Halk Komiseri olan Kollontay idi. Muhalefetin bütünsel bir programı yoktu; dile getirilen görüşler daha ziyade, ekonomik ve siyasal yaşamda artan merkeziyetçiliğe duyulan tepkiyi dile getiriyordu. Kentlerde kol gezen açlık ve köylünün içinde bulunduğu kötü koşullar, tarımsal üretimi arttırmak amacıyla yeni önlemlerin yürürlüğe konmasını zorlamaktaydı. Savaş komünizmi uygulamalarını sona erdirerek özel ticaretin canlanmasına ve köylüye ürününün bir kısmını pazarda satmasına izin veren yeni bir ekonomik politika (NEP) biçimlendirilmekteydi. Lenin ve Bolşevik Partisi böyle bir ortamda 10. Kongreye hazırlanmaktaydı. Fakat Kongre öncesinde, uluslararası sermaye çevrelerinin ve karşı-devrimci güçlerin perde arkasında olduğu bir ayaklanma patlak verdi. Ancak bu ayaklanma, genelde huzursuz kitleleri kışkırtan ve “Bolşeviksiz Sovyetler” sloganıyla yürütülen karşı-devrimci bir kampanya döneminde meydana geldiği için yarattığı etki büyük olacaktı. Troçki bu olayı, “Kronştad ayaklanmasının Polonya ile barış anlaşması ve İngiltere ile bir ticari sözleşme imzalanmasının hemen eşiğinde patlak vermesi kuşkusuz ki rastlantı eseri değildir” diye değerlendirecekti.[26] Denizin ortasında, buz ve karla kaplı bir donanma üssü olan Kronştad’da bulunan askerler 1921 Martında iktidara karşı başkaldırdılar. İsyanı bastırmak için sürdürülen görüşmeler ve çağrılar sonuç vermedi. Ve ne yazık ki, 17 Mart günü 10. Kongre tartışmaları sürerken, ayaklanma ancak çarpışmalar sonucunda bastırılabildi. Karşı-devrimci sermaye güçlerinin, sinsice davranıp sovyetlere açıktan karşı çıkmadığını ve “partisiz sovyetler” sloganını kullandığını belirten Troçki, önemli bir gerçeği vurguluyordu: “Denizcilerin bir bölümü bu oltaya takıldı. Bizim kör denizci yoldaşlarımız başkaldırmanın onları nereye sürüklediğini kendi gözleriyle görsünler diye, bekleyebildiğimiz kadar bekledik.”[27] İsyan, son derece olumsuz koşullar altında geçen yılların bir ürünüydü. Ayaklanan bahriyeliler, “sovyetlerin özgür seçimlerle seçilmesi” gibi doğru görünen taleplerle işçi kitlelerinin nezdinde de meşruiyet kazanmaya çalıştılar. Fakat isyan ağırlıklı olarak, köylülerin hoşnutsuzluğunun anarşist liderler tarafından Bolşeviklere karşı kullanılmasına dayanmaktaydı. Kuşkusuz ki, tarihte buna benzer tüm olaylarda görüldüğü üzere, ayaklanmaya katılan askerler ya da onu destekleyen emekçiler genelde işin nereye varacağını ya da hangi güçler tarafından provoke edildiğini, yönetildiğini bilmeden, kendilerine son derece haklı görünen nedenlerle isyan etmişlerdi. Nitekim Lenin de olayın bu yönünü, ayaklanmayı kendi çıkarları doğrultusunda kullanan karşı-devrimcilerin niyetinden ayırt edecekti: Yorgunluk ve tükeniş belirli bir ruh hali yaratır ve bazen çaresizlik doğurur. Her zamanki gibi bu eğilim devrimci unsurlar arasında anarşizmi besler. … Küçük-burjuvazi, son birkaç yılın çok ağır geçmesi nedeniyle kriz içinde debeleniyor … Küçük-burjuvazideki karışıklık ve kararsızlığın buradan kaynaklandığını bilen kapitalist düşman, bu yüzden, “Bütün gereken birazcık itmek, sonrası bir çığ gibi büyüyecek” demektedir.[28] Böylece, Bolşevikler açısından son derece sıkıntı yaratan ve tarihi değerlendirirken kimilerinin onları ağır bir şekilde suçlamasına neden olan, kısacası her türlü istismara açık hassas bir olay patlak vermiş oldu. Kronştad ayaklanmasını değerlendirirken takındıkları tutum anarşistlerin siyasal meşrebini ortaya koymaktadır. Kitlelerin kendiliğinden eylemine tek yanlı vurgu yapan, her türlü otoriteyi görünürde ilkesel olarak reddeden ve kendiliğindenlik ile anti-otoriterizmi yücelten anarşistler, Kronştad ayaklanmasındaki rollerini işlerine geldiği şekilde gizlerler.[29] Anarşistler bu ayaklanmayı, iç savaş boyunca Kronştad bahriyelerinin değişen sınıf kompozisyonunu hiç hatırlatmaksızın değerlendirirler. Oysaki 1917 bahriyelilerinin proleter devrimi destekleyen ileri işçi unsurlarının iç savaşta kırılması sonucunda, 1921 Kronştad bahriyelilerinin çoğunluğunu köylü kökenli ve daha geri askerler oluşturmaktadır. Bu nedenle, ayaklanma, sanayi proletaryasının sosyalist istemlerini yükselten bir eylemlilik olarak patlak vermemiştir. Tersine, Kronştad ayaklanması Bolşeviklerin sosyalist hedeflerine köylülerin tepkisini dile getirmiş ve 1921’in bahriyelileri, “Bolşeviklerin sovyetlerden çıkartılması; tarımda serbest pazar yaratılması” gibi köylü istemleriyle hareket etmişlerdir. Bu gerçek nedeniyle Bolşevik Partisi içindeki hiçbir muhalefet grubu ayaklanmanın bastırılması gereğine karşı çıkmamıştır. Kronştad ayaklanmasının bastırılmasını tamamen haksız gösterebilmek amacıyla, ayaklanmada bizzat bazı muhalif Bolşeviklerin yer almış olduğunu iddia eden, ya da ayaklanan denizcilerin istemleri ile İşçi Muhalefetinin platformu arasında paralellik kurmak isteyen yazarlar da vardır. Fakat bunu kanıtlayacak bir belge olmadığı gibi, söz konusu istemlerle İşçi Muhalefetinin talepleri arasında paralellik de yoktur. Sendikalar sorunu O dönemde İşçi Muhalefeti grubu, sendikaların sanayi ve üretim üzerinde üstün haklara sahip olması gerektiği görüşüne dayanan bir eğilimin sözcülüğünü yapmaktaydı. 1920–1921 kış ayları boyunca sendikalar sorunu etrafında sürdürülen tartışmalar, Kollontay’ın grubun görüşlerini açıklayan İşçi Muhalefeti adlı bir kitap yayınlamasıyla birlikte, 1921 Martında toplanan 10. Parti Kongresinin gündemine girdi. Troçki o dönemde, sendikaların devlete tâbi olmasını savunmaktaydı. Lenin ise hem İşçi Muhalefetinden hem de Troçki’den farklı bir pozisyonu temsil ederek, sendikaların devletten bağımsızlığı görüşü temelinde kongreyi etkilemeye çalışmaktaydı. Bolşevik Partisi bu farklı görüşlerin tartışılmasını sağlamak amacıyla iki sayılık iç tartışma bülteni yayınladı. Ne var ki, Kronştad ayaklanması gibi bir krizin ardından patlak veren bu durum Lenin’i endişeye sürükledi ve Troçki’nin savunduğu görüşü de eleştirmekle birlikte, asıl mücadelesini Kollontay grubuna karşı verdi. Lenin’e göre parti içinde farklı görüşleri tartışmak doğaldı; fakat bir komünist partisinin üyelerinin, eleştirilerini sendikalizm gibi komünizme yabancı bir siyasal akım çerçevesinde yükseltmeleri de onaylanabilir bir durum değildi. İşçi Muhalefeti grubu ise, görüşlerinin sendikalizmle suçlanamayacağını belirtmekteydi. Muhalefet, tezlerinde, “İşçi sendikaları, bugün olduğu gibi devlet idare kademelerine edilgen bir destek sunmakla sınırlandırılmak yerine, ulusal ekonominin bütününün yönetimine bire bir ve etkin bir biçimde katılmaya çağ­rılmalıdır”[30] görüşünü dile getiriyor ve “Bu sendikalizm midir? Bu partimizin programının gerçekleştirilmesi değil midir?”[31] diye soruyordu. Lenin kongrede çoğunluğu kendi görüşlerine kazanarak tartışmayı sona erdirdi ve içinde bulunulan güç koşullar nedeniyle parti birliğinin zorunluluğunu belirten konuşmalar yaptı. Konuşmalarının ana teması şuydu: Yoldaşlar, olağanüstü bir yıl geçirdik, parti içi tartışmalar ve mücadelelerle boşa zaman geçirme lüksünü kendimize tanıdık. Bütün kapitalist dünyayı birleştiren güçlü ve kudretli düşmanlarla kuşatılmış bir parti için, omuzlarında inanılmayacak kadar ağır bir yük taşıyan bir parti için bu durum şaşırtıcı bir lüks idi. Bugün bu konuda ne düşündüğünüzü bilmiyorum. Sizce bu lüks, maddi ve manevi kaynaklarımızla bağdaşmakta mıydı?[32] Kongre, Lenin’in partinin birliğinin kaçınılmazlığı doğrultusundaki tezleri üzerine bu konuda iki karar aldı. Birincisi, partideki sendikalist ve anarşist sapma üzerine; diğeri ise, İşçi Muhalefetinin görüşlerini yaymanın parti üyeliğiyle bağdaşmazlığı üzerine idi. İşçi Muhalefetine bağlı üyeler yeniden Merkez Komitesine seçilmeleri üzerine istifalarını verdiler, ama kongre bunu kabul etmeyerek onları partide kalmaya ve parti disiplinine uymaya davet etti. Aslında, farklı görüşleri olanların farklılıklarını savunmaları ya da istifa etmeleri siyasal mücadelede son derece olağan bir tepki olsa bile, yüz yüze bulunulan zorluklar ne yazık ki Lenin’i çubuğu başka taraflara bükmek zorunda bırakıyordu. Fakat, İşçi Muhalefetinin amacının işçi demokrasisini yaşatmak olduğu düşünülürse, onlara karşı takınılan tutum pek de doğru değildi. Ancak kuşkusuz ki, ilerleyen yıllarda Stalinizmin egemenliği döneminde karşılaşılan uygulamalardan tamamen farklı olarak, muhalefetin üyeleri sürgüne ya da ölüme gönderilmiyor, onlardan partide kalmaları isteniyordu! Kongre bu konuyla ilgili kararına, yalnızca olağanüstü koşullarda geçerli olması ve sonra kaldırılması düşüncesiyle gizli tutulmasını tercih ettiği bir paragraf ekledi. Buna göre, parti birliğine uymayanların, Merkez Komite üyesi dahi olsalar partiden atılmaları talep edilecekti. Fakat söz konusu olan henüz Lenin’in dönemiydi. O nedenle de, bu talep yine de Stalin döneminde olduğu gibi tek kişinin keyfine terk edilmemiş, bir kurala bağlanmıştı. İlgili paragrafta şu koşul yer alıyordu: MK üyelerine, MK adaylarına ve Kontrol Komisyonu üyelerine karşı böyle bir uç önlemin uygulanmasının şartı, tüm MK adaylarıyla tüm Kontrol Komisyonu üyelerinin de katılımıyla bir MK Plenumunun toplantıya çağrılması olmalıdır. Partinin en önemli önde gelen fonksiyonerlerinin böyle bir ortak toplantısı, üçte iki çoğunlukla, bir MK üyesinin adaylık konumuna indirilmesini ya da partiden ihracını gerekli görürse, bu ceza derhal uygulanır.[33] Fakat Lenin’in ölümünü takip eden dönemde, parti birliğine yönelik bu tür hükümlerin nasıl istismar edilmeye başlandığı hatırlanacak olursa, bu karar yine de parti yaşamında eskiye oranla olumsuz bir değişiklik anlamına gelmektedir. Aslında, iç savaşın sona ermesiyle birlikte ortaya çıkan muazzam çöküntü, partinin iç yaşamını da etkilemiş ve Lenin de dahil parti liderliğini pek çok çelişkiye sürüklemiştir. Örneğin, ekonomi ve siyasette aşırı merkezileşmenin, aslında iç savaş koşullarının dayattığı “savaş komünizmi” uygulamalarının sonucu olduğunu ve savaşın sona ermesiyle artık işçi demokrasisinin geliştirilmesine ihtiyaç olduğunu vurgulayan kişi bizzat Lenin’di. Ama öte yandan, gerçekte zorlukların henüz hiç de aşılmamış olması nedeniyle parti içinde söz konusu önlemleri gündeme getirebilmişti. Oysaki, İşçi Muhalefeti grubu da parti içinde demokratik ruhun yeniden canlanmasını istiyordu. Bununla ilgili kampanyasında, İşçi Muhalefeti, şu üç temel ilkeden hareket ettiğini belirtmekteydi: 1) Her kademede seçim; atama sisteminin ortadan kaldırılması ve delegelerin taban karşısındaki sorumluluğunun ağırlaştırılması. 2) Parti içinde açıklık … 3) Tüm parti kademelerinin işçileştirilmesi; parti ve devletin yönetim kademelerindeki yığılmanın önlenmesi ve asgari düzeye indirilmesi.[34] Belki de işçi demokrasisini güçlendirme yolunda o dönemde doğru ve ileri önlemler sunan İşçi Muhalefeti grubunun yanılgısı, sınıfın öz örgütlenmesinin gerekliliği fikrine sımsıkı sarılmakla sorunların üstesinden gelinebileceğini ummasıydı. Fakat ne yazık ki, katı gerçeklik bu güzel düşüncenin yaşama geçirilebileceği yolları tıkamaktaydı; proletarya iç savaşta deklase olmuş ve işçi demokrasisini güçlendirebilecek güçten yoksun düşmüştü. 1921 yılı, işçi devleti açısından pek çok olumsuz sonuçlarla yüklü yeni bir dönemeç noktasıdır. Bu gerçeklik hatırda tutulacak olursa, sorunları, örneğin sendikalarda ya da sovyetlerde örgütlü devrimci proletaryanın çözmesi gerektiği biçimindeki bir dileğin biraz havada kalacağı anlaşılır. Gerçekte, devrimci önderlerin arzusu da, kuşkusuz bunun mümkün olması idi. Nitekim, Lenin’in son yazılarında, işçi devletindeki ve partideki muazzam deformasyon karşısında işçi kitlelerinin denetiminden medet umduğu, yüzlerce sıradan işçiden oluşan bir Merkez Komitesi düşündüğü hatırlanacaktır. Fakat ne yazık ki, mevcut koşullar altında patlak veren birçok toplumsal huzursuzluk, partiyi ve kuşkusuz somutta onun önderlerini, Lenin’i, Troçki’yi, işçi devletini bir yıkımdan kurtarabilme umu­duyla sert tedbirler almaya yöneltmiştir. Muhalefet partilerinin yasaklan­ması, Bolşevik Partisi içinde muhalefet hakkının askıya alınması vb. 1921 dönemecinin, olumsuzluklarla yüklü bazı sonuçlarına örnektir. Bu önlemler o an için Sovyet hükümetinin ayakta kalmasını sağlamış olsa bile, devrimi diren önlemler değildir; tersine onun içinde bulunduğu yalnızlığın, güçsüzlüğün ifadesidir. O nedenle de bu önlemler, bürokratik deformasyonu yaratan nesnel koşulları ortadan kaldırmamakta, tersine bu koşullar orta ve uzun vadede bürokratik deformasyonun çığ gibi büyümesine neden olmaktadır. İşte bu nedenle 1921 dönemeci, devrimci önderlerin istemlerine, iradelerine rağmen bürokratik deformasyonun önlenemediği, tersine bürokratik yozlaşmaya doğru büyüdüğü bir dönemeçtir. 1921 yılında devrimi tehdit eden temel faktörleri Lenin şu sözleriyle sıralar: “Biz, barbarlığa ve rüşvetçilik gibi hastalıklara karşı propaganda yürütüyoruz … [Komünist siyasi eğiticilerin] karşı karşıya olduğu üç ana düşman şunlardır: birincisi komünist kibir, ikincisi cehalet, üçüncüsü rüşvettir.”[35] Doğru çözüm yolunun ne olması gerektiği noktasından bakıldığında, işçi devletinin bürokratik deformasyonuyla mücadelede temel kaldıraç noktası, sovyetlerde, fabrika komitelerinde ve sendikalarda örgütlü proletaryanın aktif müdahaleleri olabilirdi. Partide, Lenin ve Troçki gibi devrimci önderlerin etkinliğini sürdürebilmelerinin garantisi de buna bağlıydı. Bir başka deyişle, Bolşevik Partisi, içinde yaşanılan toplumsal koşullardan, hastalıklardan, bürokratik deformasyondan etkilenmeyen soyut bir varlık değil, tersine, bu koşullardan etkilenen ve doğru bir yolda ilerleyebilmesinin garantisini de, son tahlilde ancak devrimci bir proletaryanın varlık ve uyanıklık koşullarında bulabilen somut bir toplumsal olguydu. Oysa Lenin’in dile getirmiş olduğu şu bir tek cümle bile, yüz yüze bulunulan durumun vahametini göstermektedir: … sanayi proletaryası, savaş, kahredici yoksulluk ve yıkım yüzünden deklase olmuştur, yani sınıfsal rayından çıkmış ve proletarya olarak varlığı sona ermiştir.[36] NEP 1921 yılı, uygulanan ekonomik politikadaki değişim açısından da önemli bir dönemeç noktası oldu. Lenin tarafından 10. Kongreye sunulan ve köylülere yönelik bazı ayrıcalıklar getiren ekonomik önlemler paketi kongrede kabul edildi. Böylece, iç savaş dönemine özgü “savaş komünizmi” politikasına son verildi ve yüz yüze bulunulan ekonomik zorlukları aşabilmek amacıyla ekonomik işleyişte yeni bir dönem başlatıldı. NEP olarak adlandırılan bu Yeni Ekonomik Politika, kırsal kesimde ekonomik ilişkileri düzelterek açlık ve ekonomik yıkım tehlikesinin önüne geçmeyi amaçlıyordu. Diğer ülkelerde devrim gerçekleşmezse Rusya’daki sosyal devrimi ancak köylülükle anlaşmanın kurtarabileceğini belirten Lenin, küçük üretimin ve köylülüğün acele bir şekilde dönüştürülmesi çabalarının olanaksızlığına ve tehlikesine değinmekteydi. Kaldı ki bu husus, zaten Marksizmin kurucuları tarafından da programatik bir uyarı olarak ortaya konmuş bulunmaktaydı. Engels, Fransa’da ve Almanya’da Köylü Sorunu adlı yazısında, komünistlerin küçük köylüye yönelik programatik görüşleriyle ilgili olarak şunları belirtiyordu: … iktidara geçtiğimizde, büyük toprak sahipleri için yapmak zorunda kalacağımız gibi, küçük köylüler için (karşılığını ister ödeyerek, ister ödemeyerek) zorla kamulaştırmayı aklımızdan bile geçiremeyeceğimiz de bir o kadar açık. Küçük köylü karşısındaki ödevimiz ilkin, onu buna zorlayarak değil, ama örnekler aracıyla buna götürerek, ve toplumun yardımını onun buyruğu altına koyarak, onun bireysel mülkiyetini ve işletmesini, kooperatif işletmeye dönüştürmektir. Ve bu konuda, daha bu günden gözlerine çarpacak üstünlükleri, küçük köylüye belli belirsiz de olsa gösterme araçlarımız eksik değil. Ve biz kesinlikle küçük köylüden yana olacağız; yazgısını daha katlanılabilir kılmak, eğer aklı yatmışsa kooperatife geçişini kolaylaştırmak, ve hatta eğer aklı yatmamışsa ona kendi küçücük toprak parçasının sahibi olarak düşünme zamanını bırakmak için, elden gelen her şeyi yapacağız.[37] Stalinist bürokratik egemenlik kurulmazdan ve dünya komünist hareketinin görüş ve uygulamalarına Stalinizm tarafından tahrif edilmiş bir “Marksizm” biçim vermezden önce, komünistler sosyalizmin tepeden buyruklarla, emekçi kitlelerin baskı altına alınmasıyla kurulamayacağını savunur ve kendilerini her türden küçük-burjuva sosyalizm akımından ayırt ederlerdi. Oysaki, Stalin döneminde gerçekleşen “hızlı kolektifleştirme” temelinde küçük köylüye yöneltilen baskı ve zorlamalar, Marksizmin bu konudaki ilkesel yaklaşımına oranla arada aşılmaz uçurumlar yarattı. Lenin’in şu sözleri, kendilerini uzun yıllar boyunca baskı altında tutan bürokratik diktatörlüklere karşı emekçi kitlelerin duydukları tepkinin tarihsel nedenini sergiler gibiydi: Yığınların yaratıcı faaliyeti, yeni kamusal hayatın temel faktörüdür. … Sosyalizm, yukarıdan kararnameyle indirilemez. Onun ruhu, mekanik bürokratik yaklaşımı reddeder; canlı, yaratıcı sosyalizm bizzat kitlelerin eseridir.[38] NEP döneminin başlamasıyla birlikte gerçekten de köylüye bazı haklar tanındı. Örneğin, ürününün belirli bir bölümünü devlete vermesi koşuluyla, geri kalan kısmını artık pazarda satabilirdi. 1921 yılındaki tarımsal üretimin doğal afetler nedeniyle düşük olması, açlık tehlikesinin ve zorlukların devamına sebep olsa da, 1922 ve 1923 yıllarında iyi bir hasat alındı ve bu beraberinde bir rahatlama getirdi. Fakat kırsal kesimdeki toplumsal farklılıkların büyümesi pahasına sağlanan bir ferahlama söz konusuydu. Çünkü, pazar için üretimin serbest bırakılmasıyla birlikte kulak (zengin köylü) palazlanmaya başladı. Ekim Devrimini takip eden günlerde ilkesel olarak yasaklanmış bulunan “toprak kira­lama ve işçi çalıştırma hakkı” 1922 tarihinde getirilen yeni yasal düzenlemelerle belirli ölçülerde serbest bırakıldı. NEP, kırsal kesimde işçi devletinin kontrolünde kapitalist ilişkilere bir geri dönüştü. Lenin, kapitalist ilişkilerin işçi devleti tarafından kontrol edilmesini ve düzenlenmesini anlatmak amacıyla “devlet kapitalizmi” kavramını kullandı. Şöyle diyordu: … coşkuya doğrudan bel bağlayarak değil, ama büyük devrimin yarattığı coşkunun da yardımıyla ve kişisel çıkar, kişisel güdü ve ticaret ilkeleri temelinde, bu küçük köylü ülkesinde ilkin devlet kapitalizmi yoluyla sosyalizme giden sağlam geçitler inşa etmeye koyulmalıyız.[39] “Savaş komünizmi” uygulamalarından sonra çıkardığı dersler doğrultusunda, Lenin, uzun bir geçiş döneminin ve kırsal kesimde işçi devletinin kontrolü altında kapitalizmin geliştirilmesinin zorunluluğunu gündeme getirmek zorunda kalmıştı. Yani NEP’i, sosyalizm doğrultusunda atılması gereken olağan bir ileri adım olarak değil, proleter devrimin geri ülkede yalıtılmasının sonucu ortaya çıkan ve kaçıp kurtulmanın mümkün olmadığı bir zorunluluk olarak ifade etmekteydi. Son yazılarında ise Lenin, NEP’in gerekliliğine tek yanlı olarak vurgu yapmalarının bir hata olduğunu belirtecekti. Bu uygulamanın zararlarının, köyde kooperatifleşme atılımını başlatmakla ve bir kültür devrimi uygulamakla dengelenebileceğine partinin dikkatini çekecekti. Troçki’nin ifadesiyle Lenin, NEP ile pazarın yeniden işler hale getirilmesinin gereğini, ülkedeki milyonlarca köylü girişiminin varlığına ve bunların dış dünya ile ilişkilerini ifade edecek tek yolun ticaret olması gerçeğine bağlamıştı. Diğer yandan, Sovyetler Birliği’nin ticari açıdan yalıtılmışlığına bir son verebilmek de çok önemliydi. Nitekim belirli bir süre boyunca İngiliz Hükümeti ve bazı firma temsilcileriyle sürdürülen temaslar sonucunda, Londra’da 16 Mart 1921’de İngiliz-Sovyet ticaret anlaşması imzalanabilmişti. İngilizlerin anlaşmada kabul ettirdikleri en önemli husus, sömürgelerde Komintern’in İngiliz karşıtı propagandaya son vermesiydi. Bunun en gözle görülür sonuçlarından birisi, Doğu Halkları Kurultayının ilk kongreden sonra bir daha toplanmaması oldu. NEP ile aynı döneme denk düşen bu politika değişikliği, Sovyetler’in Doğu ülkeleriyle olan ilişkilerine de yansımaktaydı. Örneğin, İngiliz-Sovyet anlaşmasıyla aynı tarihte, Türkiye ile de “emperyalizme karşı savaşta” iki ülkenin dayanışmasını ilân eden bir anlaşma imzalanıyordu.[40] Keza benzer ilişkiler Almanlarla da sürdürülüyordu. NEP dönemiyle birlikte, sanayi kesimindeki kamulaştırmalar durdurulmuştu. Büyük işletmelerin çoğunluğu zaten devletin elindeydi, ama şimdi daha önce el konulmuş büyük işletmelerin çalıştırılabilmesi için, bunların bireysel girişimcilere ya da eski sahiplerine kiralanmasına izin verilmişti. Öte yandan, yirmi işçiden daha az işçi çalıştıran işletmeler ise artık genellikle kamulaştırma kapsamına dahil değildi. Tıpkı tarım kesiminde olduğu gibi sanayi kesiminde de bireysel girişimcilere, devlete vergilerini ödemeleri koşuluyla, üretilen malı piyasada satma hakkı tanınmıştı. Tüm bu yenilikler üretimde artış sağlamış, belirli bir iyileşme atmosferi yaratmış ama öte yandan bazı önemli tehlikelere kapı açmıştı. Bolşevik Partisinin 10. Kongresinde Lenin’in dikkatleri çektiği gibi, bu önlemler hem zorunluydu hem de “ticaret özgürlüğü” kapitalizmin güçlenmesinden başka ne anlama gelebilirdi ki? Nitekim, 1922’de toplanan 11. Parti Kongresine sunduğu raporunda Lenin, NEP’i bir “geri çekilme” olarak tanımlayacak ve böylesi bir dönemde disiplinin yüz kat daha gerekli olduğunu vurgulayacaktı. Ticaret üzerinde denetim sağlamak gereğiyle 1922’de Moskova’da Ticaret Borsası kuruldu. Kentin yeni zenginleri olan tüccarlar (Nepmen), ticari faaliyetlerinin boyutlarını büyütmekteydiler. NEP politikasının düzeltici eklentisi olarak düşünülen kooperatifler hiç de yeterli değildi; dolayısıyla perakende ticareti, tüketici kooperatifleri değil Nepmen kontrol etmekteydi. Diğer taraftan, yüz yüze gelinen en önemli sorunlardan biri de yaşanmakta olan fiyat krizi idi. Savaş komünizmi döneminde uygulanan fiyat kontrolünün yerini NEP döneminin piyasa dalgalanmalarının almasıyla birlikte, tarım ve sanayi arasındaki dengesizlik, fiyatların çıldırmasına neden oluyordu. Diğer yandan bireysel girişimcilere tanınan haklar, işçi sınıfını kapitalizm altındakine benzer sorunlarla (yetersiz ücretler, işsizlik tehdidi gibi) yüz yüze getirmekteydi. Bu arada işçilerin hoşnutsuzluğunu arttıran yeni bir durum da, daha önce düşünülen fakat savaş komünizmi nedeniyle pek de uygulanamayan bir önlemin yürürlüğe konması oldu; eski fabrika yöneticileri ve burjuva uzmanlar işletmelerde yüksek ücretlerle çalıştırılmaya başlandı. Kısacası, NEP nedeniyle kırsal kesimde bir rahatlama hissedilse bile, sanayi kesiminde işler henüz yoluna konulamamış, ekonomik dengesizlikler mali sistemde önemli krizlerle, rublenin dengesizliğiyle kendini açığa vurmuştu ve bu tür sorunlar giderilemiyordu. 1924 yılında ekonomide geçici bir iyileşme belirtisi görülse de henüz durum vahametini koruyordu. “Gosplan rakamlarına göre 1 Ocak 1924’te biten yılın toplam endüstriyel üretimi 1920’deki üretimin 2,5 katı olmasına rağmen savaş öncesi düzeyinin %40’ına, metal endüstrisinde ise %28,7’sine ancak ulaşabiliyordu.”[41] Bu yüzden, belirli bir süre sorunları hafiflettiği sanılarak olumlu bakılan NEP uygulamalarına karşı artık muhalif sesler yükseliyordu. Lenin’in son dönemi Bu dönemdeki siyasal yaşama bakacak olursak, öncelikle şu gerçeği vurgulamalıyız: Politik rejimin artık tek partiye, Bolşevik Partisine dayandığı koşullar altında, devletle partinin iç içe geçmesi ve sovyetlerin rolünün giderek sönmesi gerçeği, işçi devletinin varlığını tehdit eden tehlikenin boyutlarını sergilemiştir. Lenin Mart 1922’de 11. Parti Kongresinde yaptığı konuşmada (partiye son konuşması) parti ve devletin karşılıklı hak ve görevlerinin yeniden düzenlenmesi önerisini getirir. Genel gidişattan duyduğu endişeyi, “aygıt kendisini yöneten ellere itaat etmeyi reddetti. Tıpkı şoförünün değil de başkasının arzu ettiği yönde giden bir araba gibi” sözleriyle ifade etmektedir.[42] 1922 Kasımında Komin­tern’in 4. Kongresinde yaptığı yaşamının son konuşma­sında ise şöyle der: “Eski devlet aygıtını devraldık, bu bizim şanssızlığı­mızdı.”[43] Son dönem yazılarında ve ünlü vasiyetinde Lenin, Stalinist bürokratik aygıtın can sıkıcı sonuçlarına değinmekte, partiyi ve devleti bu aygıtın elinden kurtarmak gerektiği konusunda, son görevlerini yerine getirmek isteyen bir devrimcinin duyduğu endişe ile adeta haykırmaktaydı. Mayıs 1922’de Lenin, haftalar boyunca çalışmasını engelleyen bir felç geçirdi. Sonbaharda yeniden çalışmaya başlayabildi ve birkaç konuşma yaptı. İlk felçten sonra çalışmaya başladığında, Stalin’in bürosunun ve personelinin ele geçirdiği güç ve otorite nedeniyle Lenin’in açıkça dehşete kapıldığı görülüyordu. Aralık ayında Lenin yeni bir felç geçirdi ve takip eden üç ay boyunca parti sorunları üzerine bazı notlar ve makaleler dikte ettirdi. 24 Aralık 1923’te, daha sonra 4 Ocak tarihli notunu da eklediği ünlü vasiyetini yazdırdı. Bu ekte Lenin’in belirttiğine göre, Stalin “çok kaba”ydı. Onun genel sekreterlikten alınarak yerine, “daha hoşgörülü, daha sadık, daha nazik ve yoldaşlarına karşı daha dikkatli, daha az kaprisli vs.” bir başkasının getirilmesi daha uygundu. Ayrıca, Stalin’in Krupskaya’ya hakaret etmesi üzerine Lenin 5 Martta dikte ettirip gönderdiği bir mektupla, Stalin’le “yoldaşça ilişkilerini” kesti. 9 Mart 1923’te gelen üçüncü felçten sonra Lenin bir daha konuşamadı ve bu durumda 10 ay daha yaşamış olsa da artık tüm çalışması sona ermişti. Sovyet Cumhuriyetlerinin birleşik devlet cihazının (SSCB’nin) tam eşitlik ilkesine göre kurulması gerektiğini savunan Lenin, Rus şovenizmine başvuran Stalin hizbinin Gürcistan komünistlerine yönelttiği kaba ve saldırgan tutum karşısında da büyük bir öfke duymuştur. Lenin bu nedenle, Stalin, Cerjinski ve Orjonikidze’yi ismen şiddetle kınar. 1922 Aralık sonunda kaleme aldırttığı Ulusal Azınlıklar ya da “Otonomi” Sorunu Üzerine başlıklı yazısında Stalin hizbi ile açık bir mücadeleyi başlatır. Stalinist hizip, büyük ulus şovenizmini ve bürokratik saldırganlığını “aparatın birliğine gerek var” bahanesinin ardına saklamaya çalışmaktadır. Lenin’in bu tutuma yanıtı, vasiyetinde de olduğu gibi, Stalin’i partinin başından defetme isteğinin ne denli haklı bir istek olduğunu göstermektedir. Şöyle der Lenin: Aparatın birliğine gerek vardı diyorlar. Ama bu iddiaları kim öne sürüyor? Bunları öne süren tam da geçen gün notlarımda belirttiğim, çarlıktan miras olarak devraldığımız ve sovyet dünyasının birazcık üstüne yeni boya çektiği Rusya aparatı değil mi?… Bu durumda kendimizi haklı göstermek için öne sürdüğümüz, “özgür iradeyle birlikten ayrılma hakkı” kâğıt üzerinde kalmaya mahkûmdur. Bu, başka ulustan olan Rusya vatandaşlarını, yedi nesil Ruslar, şovenist büyük-Ruslar, yani işin özünde, gerektiğinde güç kullanan alçak, tipik Rus bürokratının saldırısı karşısında korumaya yetmeyecektir. Şurası da bir gerçek ki, Sovyet üyesi olan ve sovyetleşmiş işçiler, oranları oldukça az olduğundan, bu büyük-Rus pisliğinin denizinde iğnenin samanda yittiği gibi, kaybolup gideceklerdir.[44] Lenin bu yazısında, Rus asıllı olmayanların dikkatini, Rusların zorbalığına karşı kendilerini gerçekten savunabilecekleri tedbirleri almaları gerektiğine çeker. Başka ulustan olup da Ruslaşanların, “Ruslara göre daha çok Rusçu” olduklarını ifade ederek, ezilen ulus komünistlerine karşı kaba ve saldırgan tutumların, Stalin tipi bürokratlardan kaynaklandığını gösterir. Ve açık isim vermeden Stalin hakkında şu önemli uyarıda bulunur partiye: ... (kendisi gerçek bir “nasyonalist-sosyalist”, hatta kaba bir Büyük Rus zorbası olduğu halde) “nasyonalist-sosyalizm” konusunda ileri geri suçlamalarda bulunan bir Gürcü, temelde proleter sınıf dayanışmasının çıkarlarını zedelemektedir. … Çünkü, proleter sınıf dayanışmasının gelişmesini ve gücünü, ulusal haksızlık kadar hiçbir şey engelleyemez.[45] Ve nihayet, Lenin’in bürokratik yozlaşmaya karşı dile getirmiş olduğu uyarıların en çarpıcısı olması ve bu türden bir belâ karşısında kendisini de dışında bırakmaksızın yaşanan süreci sorgulaması bakımından asla unutulmaması gereken şu satırlar ibret vericidir: Rezil bürokrasiye karşı kamusal bir mücadeleyi nasıl yürütebileceğimizi bilmiyoruz: Bu yüzden, başta özellikle Adalet Halk Komiserliği olmak üzere hepimiz iğrenç kokulu halatların ucunda sallandırılmayı hak ettik. Bir gün bu yüzden ipe çekileceğimize ilişkin umudumu bütünüyle yitirmedim ve gerçekten de böyle bir sonu hak ediyoruz.[46] Öznel öge bu olumsuz nesnellik karşısında ne derece etkili olabilirdi? Soyut bir tartışma yürütmekten kaçınmak için, öznel ögeyi partiyle özdeşleştirmekten ve partiyi de soyut bir varlıkmış gibi ele almaktan kaçınmak gerekir. Son derece güç koşullar, devasa problemlerle yüz yüze bulunulan bir noktada, en has devrimci önderlerin bile sayısız hata yapabileceği gerçeğini bir yana bırakacak olursak, bakılması gereken asıl yer şudur: Partideki devrimci önderliğin varlığını da garanti altına alabilecek düzeyde güçlü, bilinçli, örgütlü bir devrimci proleter gövde var mıdır? Bu yoksa, “şunlar yapılmalıydı” temennisi havada kalacak ve hatta bunların bir kısmını olsun yapabilecek devrimci önderliğin, yaşamını sürdürüp sürdüremeyeceği sorun olacaktır. 1917’de barikatların ardında devrimci bir coşkuyla kaynaşmış sanayi proletaryasının, birkaç yıl sonra deklase olması ne anlama gelmektedir? Bu durumun, Ekim Devrimiyle doğan sovyetik işçi devletinin, artık sosyal temelinden yoksun kaldığına işaret ettiği tartışma götürmez. Böylesi bir anda, kendi varlığını sınıfın öz örgütlülüğünün yerine ikame ederek devrimi kurtarmaya çalışan devrimci liderlerin, sovyet egemenliğini tek parti diktatörlüğü ile yaşatmaya çalışması, öncü açısından çok elverişsiz ve şanssız bir durum oluşturmaktadır. Fakat ne yazık ki, tarihsel bağlamda kötü bir açmazdan başka bir şey olmayan böyle bir durumu, sanki arzulanması gereken bir hedefmiş gibi algılayan mantalite dün de vardı, bugün de vardır. Örneğin, Lenin’in artık katılamadığı 12. Parti Kongresinde (Nisan 1923), parti diktatörlüğünün aslında olumsuz bir durum olduğunu anlatmaya çalışan bazı Bolşeviklere karşı, neredeyse Merkez Komitesinin diktatörlüğünü öven Zinovyev’in satırları ibret vericidir: Her şeyin lideri olan tek, güçlü ve iktidar sahibi bir Merkez Komitesine ihtiyacımız var… Merkez Komitesi demek Merkez Komitesi demektir, çünkü bu, hem sovyetlerin, hem sendikaların, hem kooperatiflerin ve hem de taşra yürütme komitelerinin ve bütün bir işçi sınıfının Merkez Komitesidir. Liderlik rolü buradadır ve parti diktatörlüğünün anlamını bulduğu yer de burasıdır.[47] Acaba Zinovyev ve onun gibi düşünen Bolşevikler, o her şeyin sahibi olan Stalinist Merkez Komitesinin emriyle öldürülürlerken, bu ve buna benzer açıklamalarını hatırladılar mı? Peki, ya tarihin acılarla dolu bu sayfalarının üzerinden yıllar geçtikten sonra, sosyalizm adına tek parti diktatörlüğünü kutsayanlara ve Stalin’in yolundan yürümekte ayak direyenlere ne demeli?! Aslında, Bolşevik Partisi içinde devrimi geriletici öznel faktörlerle, ilerletmekten yana olanlar kesin bir çatışma içindeydi. Geriletici öznel faktörler, Rus proletaryasının Bolşevik öncü birikiminin iç savaşta çok büyük bir kırıma uğraması nedeniyle partinin iç yapısının değişmesinde, eski deneyimli işçilerden boşalan yerleri deneyimsiz, genç köylülerden gelme yeni bir işçi kuşağının doldurmasında, artık iktidarı temsil eden bir partide iktidarın nimetlerinden yararlanmayı düşleyen bürokratik eğilimlerin boy vermesinde, partiye iktidarın ganimetlerinden yararlanmak isteyen küçük-burjuva unsurların doluşmasında ve tüm bu geriliğin üzerinde yükselen Stalin tipi liderlerin öne çıkmaya başlamasında somutlanabilir. İlerletici öznel faktörler ise, geri bir ülkede, dünya devriminin çıkarlarına bağlı Lenin, Troçki gibi devrimci önderlerle ve sayıları azalmış bile olsa devrimi yaşatmak için çırpınan deneyimli Bolşevik savaşçılarla sınırlanmaktadır. Kısacası, tablo birinciden yana ağır basmaktadır. Bolşevik Partisindeki bürokratik yozlaşma olgusunu, partinin değişen yapısını sergileyen rakamlardan da izlemek mümkündür. 1917 sürecinde devrime katılmış olan Bolşevik Parti üyeleri 1919’da partinin onda birini oluştururken, 1922’de bu oran kırkta bire düşmüştür. İşçi sınıfının üretim sürecindeki konumu, yükselen yeni bürokratların, yönetici ve müdürlerin lehine alabildiğine kötüleşmiştir. Örneğin 1922’de idari personelin %65’ini işçiler, %35’ini işçi olmayanlar oluştururken, 1923’te bu yüzdeler tersine dönmüştür; idari personel toplamı içinde işçilerin yüzdesi 26’ya düşerken, diğerleri 64’e yükselmiştir. Bu noktada bakılması gereken yer, ulusal ölçekte devrimin korunması için partinin neyi yapıp neyi yapmadığından çok, proleter devrimin dünya devrimi kapsamında ilerleyemediği koşullarda, bürokratikleşme belâsının önlenmeye muktedir olunamayacağı gerçeğidir. Bu gerçeğin göz ardı edilmesi ve tüm dikkatin ulusal ölçekle sınırlı bir devrim koruyuculuğuna çevrilmesi, dünya devrimi anlayışından verilmiş affedilmez bir ödün olur. Bu durumu somut bir örnekle vurgulamak gerekirse, iç savaş içinde ekonomik çöküntü ile yüz yüze gelen devrimci önderlerin, üretimi arttırmak için başvurdukları ve son tahlilde bürokratlaşmayı büsbütün kışkırtan önlemler hatırlanmalıdır. Rusya gibi geri bir ülkede yalıtılmış devrimin önderleri, burjuva uzmanları geri çağırmak zorunda kaldılar. Peki ama bu önderler, geri bir ülkede proleter devrimin ancak ileri ülkeler proletaryasının devrimci atılımı eşliğinde ilerleyebileceği gerçeğini unutmuşlar mıydı? Kuşkusuz hayır. Fakat, dünya proletaryasının enternasyonalist devrimci müfrezelerinin örgütlenmesini mümkün kılacak, çeşitli ülkelerdeki komünistleri Rusya’daki devrimin pratik sorunlarını (üretimin örgütlenmesi, proleterlerin eğitilmesi ve yönetim görevine hazırlanması gibi) çözümlemek için seferber edecek bir enternasyonalist atılımın olmadığı koşullarda, Ekim Devriminin önderleri –herhalde ki ilkeleriyle uyuşmazlığın derin acısını da duyarak– burjuva uzmanları yüksek ücretlerle geri çağırmak zorunda kaldılar. Dünya devriminin ilerletilemediği koşullarda, tüm suçu Rus proletaryasının güçsüzlüğüne ve onun devrimci önderlerinin sırtına yükleyenler karşısında duyduğu devrimci öfkeyi dile getiren Rosa Luxemburg’un, Alman proletaryasına serzenişleri haksız değildir. Bu bağlamda, bir yandan “Alman yığınların ölü hareketsizliğini” sözünü sakınmaksızın vurgulayan Rosa, diğer yandan devrimci liderleri kuşatan tuzaklar nedeniyle eleştirel bakışa duyulan ihtiyacı dile getirmektedir: Hiç kuşku yok ki Rus ihtilalinin beyinleri olan Lenin ve Troçki, her yandan tuzaklarla çevrili dikenli yolları üzerinde, ancak büyük kuşkularla, bazen de istemeye istemeye adımlar attılar; giderek mayalanan olayların gürültüsü içinde, en zorlu itiş ve karşı koymaların baskısı altında, yapmak ya da yapmamak zorunda oldukları her şeyi, Enternasyonal’in, yalnızca eleştirisiz bir hayranlık ve ateşli bir savunuculukla karşılayıp üstün bir sosyalist politika modeli olarak onayladığını görmek akıllarının ucundan bile geçmezdi. Alman yığınların ölü hareketsizliğini yenebilecek tek etmen olarak ortaya çıkan Rus proleterlerinin göz kamaştırıcı örneği ve prestiji tehlikeli bir şekilde sarsılır korkusuyla, Rus ihtilalince izlenen yolların eleştirel analizinden kaçınmak çok yanlıştır.[48] Buradan çıkan sonuç şudur: Dünya ölçeğinde nesnel koşulların olgunlaşmış olması durumunda, proleter devrimi yaşatabilmenin ve koruyabilmenin son tahlilde yegâne garantisi, dünya proletaryasının devrimci enternasyonalist bilinci ve devrimci hazırlık düzeyidir. Ama bu da, devrim patlak verdikten sonra değil, öncesinde yürütülmesi gereken örgütlü bir mücadeleye bağlıdır. Bu görev ancak, dünya devrimini hedefleyen ve proleter yığınları bu perspektifle eğiten bir devrimci enternasyonalist önderlik varsa başarılabilir. Ekim Devrimi başladığında ise böyle bir önderlik yoktu. Ortada, çürümüş bir ceset olarak duran II. Enternasyonal vardı ve o da emperyalist burjuvaziyle el ele, Avrupa’da devrimi boğmakla meşguldü. Yeni ve devrimci bir Enternasyonal önderliğin inşasına ise, Ekim Devriminden tam iki yıl ve Alman devriminin boğazlanmasından bir yıl sonra girişilebilmiştir. Yani çok geç kalınmıştır. II. Enternasyonal, Rosa’nın da tanımladığı gibi “çürümüş bir ceset”ti. III. Enternasyonal’in kuruluşuna kadar geçen uzun yıllar boyunca, uluslararası proleter hareket, dünya devrimi anlayışına bağlı, ihtilalci bir enternasyonal önderlikten yoksun kaldı. Tüm bu faktörler, Avrupa proletaryasının, Ekim Devrimiyle başlayan süreçteki pasif durumunun nedenlerini açıklamaktadır. Sovyetlerde 1921’den 1924’e ilerleyen süreçte, Lenin’in önderliğindeki Bolşevik Partisinin kendini proletaryanın vasisi durumunda bulması ve Sovyet iktidarını kurtarmaya çabalaması, gerçekliğin bir yüzünü oluşturur. Diğer tarafta ise, artık iktidarda olan tek partinin bürokratik yozlaşma belâsına karşı savaşacak sosyal temelinden yoksun bulunması gerçeği yer alır. Bu durum nedeniyle, tüm siyasal mücadele ve iktidar kavgası, o tek partinin bünyesine hapsolmuş biçimde yürüyecektir. Lenin döneminde nesnel zorunlulukların dayatmasıyla ortaya çıkmış olan bu gerçeklik, Stalin tipi liderlerin elinde, yükselen bürokrasinin egemenliğini garantileyen fırsata dönüştürülecektir. 1921’den 1924’e ilerleyen yıllarda Bolşevik Partisinin bürokratik yozlaşması, Sovyet devletinin giderek işçi devleti olmaktan çıkıp bürokratik bir karşı-devrime açık hale geliyor oluşuna işaret edecektir. Böyle bir durumda, Ekim Devriminin kazanımları henüz tamamen elden gitmemiş olsa bile, artık çok yıkıcı bir tehdit altındadır. Bolşevik Partisinin yozlaşması, verili koşullarda proletaryanın tarihsel çıkarları uğrunda kavgayı yürütmenin tek güvencesi olarak kalan faktörü de ortadan kaldırmaktadır. Sovyetlerin iktidarda oynaması gereken rolün artık fiilen son bulduğu koşullarda, partide ve devlette palazlanan bürokratik oligarşi ile işçi sınıfının devrimci öncüleri arasındaki mücadele, sonucu belirleyici etken olarak ortaya çıkmıştır. Rusya gibi, ekonomik ve kültürel gerilik temelinde yalnızlaşan bir devrimci kalede, devrimci iktidarın korunması zorunluluğundan doğmuş olsa bile, işçi sovyetleri iktidarının giderek tek parti iktidarına dönüşmesi, partinin yönetiminin kimlerin elinde olduğu ve olacağı sorununu yaşamsal bir sorun haline getirmektedir. Nitekim 1924’lere ilerlendikçe, Lenin ve onun gibi düşünen önderlerin tüm çabasına rağmen, parti örgütlenmesinde iplerin yükselen bürokrasinin eline geçtiği ve bu nedenle de Sovyet kurumlarının bürokrasinin egemenlik aygıtına dönüşmekte olduğu gözlenecektir. Lenin’in hastalığı ile birlikte parti yönetiminin Stalin, Zinovyev, Kamenev’den oluşan üçlünün eline geçmesi, Bolşevik Partisi içindeki bürokrasinin ve Stalin’in önünü açan tarihsel fırsatı oluşturmaktan başka bir işe yaramamıştır. Böyle bir durumda, Bolşevik Partisi içindeki kimi muhalefet gruplarının (İşçi Muhalefeti gibi, Demokratik Merkeziyetçiler grubu gibi) çözümlemelerinde eksiklikler ve hatalar olsa bile, işçi devletinin artık son bulduğuna ilişkin haykırışlarının anlaşılır bir nedeni vardır. 1923 yılının yaz ve sonbahar aylarında ekonomik kriz büyüdü. Aslında, 1922 Eylülünden beri sanayi ürünleri fiyatları, tarım ürünleri fiyatları aleyhine sürekli yükselmekteydi. Nitekim Troçki, Nisan 1923’te toplanan 12. Parti Kongresine bu önemli sorunu getirmiş ve sanayi ürünleri fiyatlarıyla tarım ürünleri fiyatları­nın arasının iyice açılması nedeniyle makas bunalımı olarak adlandırılan bu fiyat dengesizliğine dikkat çekmişti. Durum gerçekten ciddiydi ve Troçki 8 Ekimde Merkez Komiteye gönderdiği eleştirel mektubunda, savaş komünizmi döneminde olduğu gibi fiyatlara komuta etmeye çalışarak bu bunalımın aşılamayacağını belirtiyordu. Ona göre, devletin büyük sanayi işletmelerinin reorganize edilmesi, işlerin artık bir plana göre yürütülmesi gibi önlemlere acilen ihtiyaç vardı. Troçki’nin mektubundan bir hafta sonra, gerek Troçki’yi destekleyen gerekse de çeşitli muhalif unsurları içeren 46 parti üyesinin imzaladığı 46’lar Platformu bildirgesi yayınlandı. Bildirgede ekonomik krize dikkat çekiliyor, ekonominin yanlış yönetimi ve parti içinde yaratılan baskıcı rejim eleştiriliyordu. Muhalefet bu önemli sorunların ele alınacağı geniş bir parti konferansının toplanmasını talep etmiş olsa da, parti liderliği onlara yalnızca görüşlerini Pravda’nın sütunlarında tartışma iznini verdi. Gerçekte bu kadarlık bir taviz bile artık bir son örnekti ve bir daha muhalefete böyle bir hak tanınmayacaktı. Kaldı ki 25 Ekimde Merkez Komite toplanarak hem Troçki’nin 8 Ekim tarihli mektubunu hem de 46’lar Platformunu mahkûm etti. Stalin, Zinovyev ve Kamenev’den oluşan triumvira (üçlü yönetim) artık açıkça Troçki’ye saldırmak üzere kılıçlarını kuşanıyordu. 15 Aralıkta Stalin Pravda’da Troçki aleyhinde bir makale yayınlayarak yeni bir dönemi başlattı. Stalin’in, Zinovyev ve Kamenev’le bir olup Troçki’den kurtulabilmek amacıyla türlü yalanlara ve entrikalara başvuracağı bu dönem boyunca, Troçki’ye yöneltilen hakaretler aslında Zinovyev ve Kamenev’in icadı olan bir “Troçkizm” suçlaması altında yürütüldü. Ve Ocak 1924’te Lenin ölüm döşeğindeyken, Stalin, triumviranın marifetiyle parti kongresinde muhalefeti mahkûm ediyor, parti liderliğine karşı muhalefetten Troçki’yi kişisel olarak sorumlu tutuyordu. Bu sonuç, vasiyetinde Stalin konusunda dile getirmiş olduğu kuşkularında Lenin’in ne kadar haklı olduğunun ve öte yandan triumviranın bu vasiyeti ne kadar ciddiye aldığının (!) aşikâr bir kanıtı değil miydi? 1924-1928: Bürokratik Karşı-Devrim Süreci Alman devriminin yenilgisi ve Avrupa’da devrimci dalganın geri çekilmesi nedeniyle Sovyetler’in yalnızlığının kesinleştiği koşullarda, Lenin’in de ölümüyle birlikte Bolşevik Partisinde gruplar arası çatışma keskinleşti. Artık bu çatışma, yükselen bürokrasiyle, işçi sınıfının tarihsel çıkarlarının savunuculuğunu sürdüren Bolşevik-Leninistler (Sol Muhalefet) arasında yürümekteydi. 1924-1928 arasında yaşanan bu çatışmalı süreç, bürokratik yozlaşma sonucunda işlevsizleşen işçi iktidarının, bürokrasi tarafından doğrudan doğruya tasfiyeye girişildiği bürokratik bir karşı-devrim süreci olacaktı. Bu sürecin özgünlüğü şuradadır: Yalnızca eskinin artığı bürokratlardan değil, daha da önemlisi, Sovyetlerin ve partinin içinde palazlanan yeni efendilerden oluşan bir bürokrasi artık mutlak egemenliğini kurmak üzere ilerlemektedir. Bu, olası bir burjuva karşı-devriminden farklı olarak, dıştan değil içten yürüyen bir karşı-devrim sürecidir. Yani bu süreçte proletarya, eski sınıf düşmanının (burju­vazinin) açık bir saldırısıyla değil, Bolşevik Partisinde ve sovyet kurumlarında konumunu güçlendiren bürokrasinin marifetiyle siyasal iktidardan uzaklaştırıl­maktadır. Görünürde parti örgütleri ve sovyet kurumları şeklen varlığını muhafaza etmekte, fakat gerçekte bu organlar işçi iktidarının yaşam göstergesi olmaktan çıkmaktadır. Sovyet kurumlarının ve Bolşevik Partisinin içini bürokrasinin egemenliği doldurmakta, işçi devleti böylece tasfiye olmaktadır. Kuşkusuz böyle bir süreç tamamlandığında, bürokrasi sovyetlerin biçimsel varlığını muhafaza etmeye devam etmiş bile olsa, artık bir işçi devletinin olmazsa olmaz koşulu olan sovyetik devlet yapılanmasından (bürokrasisiz devlet, bir işçi demokrasisi olarak devlet) söz etmek mümkün olmayacaktır. Kısacası, yükselen bürokrasinin partide ve sovyetlerde mutlak hakimiyetini kurmasıyla, işçi devleti kesin olarak son bulmuş olacaktır. İşte, Lenin’in ölümüyle Bolşevik Partisi içinde Stalin hizbinin artık pervasızca yürüttüğü iktidar kavgası, proletaryaya karşı yeni bir sınıf olarak yükselen bürokrasinin verdiği egemenlik mücadelesidir. Diğer partilerin ortadan kaldırıldığı, Bolşevik Partisiyle devletin iç içe geçtiği ve sınıfın deklase halde bulunduğu koşullarda, bürokrasinin iktidar kavgası, proletaryanın tarihsel çıkarlarını savunan Bolşevik-Leninistlere karşı yürütülen parti içi entrikalarda ve tasfiyelerde somutlanmaktadır. Bu durum bürokratik karşı-devrim sürecinin özgünlüğünün dışavurumunu oluşturmaktadır. Lenin’in ölümüyle birlikte, Bolşevik Partisi içinde devrimci unsurları birleştirecek bir otorite boşluğu doğmuştur. Parti içi demokrasinin artık hiçbir biçimde işlemediği, iplerin tepede genel sekreter Stalin’in eline geçmiş bulunduğu koşullar nedeniyle, Bolşevik Partisi içindeki Sol Muhalefet başarılı bir kavga yürütememiştir. Daha sonra Stalin’e karşı çıkan Zinovyev, Kamenev gibi eski Bolşevik liderlerse, siyasal birlik oluşturamamalarının yanı sıra, birbirlerine karşı yürüttükleri üstünlük kavgasında Stalin’le uzlaşmalara da yer verdiklerinden, bir yerde kendi sonlarını kendi elleriyle hazırlamışlardır. Bu faktörler, siyasal iktidar kavgasının bütünüyle iktidardaki tek parti içinde cereyan ettiği özgün koşullar nedeniyle, mücadelenin farklı siyasal partiler arasında yürüdüğü bir ortamla kıyas edilemeyecek derecede önem taşımaktadır. Sol Muhalefet O dönemde içinde bulunulan ekonomik zorluklar nedeniyle, sanayileşme atılımının gerçekleştirilmesine ilişkin farklı görüşler parti içindeki grup­laşmaların odak noktasını oluşturmaktadır. Sanayi-tarım ilişkisi çerçevesinde parti içinde başlıca üç grup ortaya çıkmıştır. Troçki’nin içinde bulunduğu Sol Muhalefet grubu, planlı ve hızlı bir sanayileşmeyi savunmaktadır. Öte yandan Troçki, Lenin’in bürokratizme karşı başlattığı mücadeleyi sürdürmekte, partiyi Stalinist hizbin entrikalarına karşı uyanık tutum almaya davet etmektedir. Troçki, Yeni Yol adlı broşüründe yer alan ve bürokratizmi eleştiren 8 Aralık 1923 tarihli Parti Toplantısına Mektup’ta şöyle demektedir: Aygıtın bürokratlaşması, hizipleşmenin başlıca kaynağıdır. O, eleştiriyi insafsızca yasaklıyor ve hoşnutsuzluğu örgütün derinlerine yayıyor. Herhangi bir eleştiri ve uyarıyı hizipçilikle damgalamaya çalışıyor. Mekanik merkeziyetçilik, zorunlu olarak, demokrasinin kötü niyetli bir karikatürü ve potansiyel bir politik tehlike olan hizipçilik ile tamamlanmaktadır.[49] Sol Muhalefet “hızlı sanayileşme” önerisiyle, ağır sanayinin teşvik edilmesini, makine fiyatlarının gerçek değerlerinin üzerinde belirlenmesini, böylece sanayiye kaynak aktarımını ve kulakların makineleşmeye ekonomik faktörler aracılığıyla zorlanmasını talep etmekteydi. Aslında o dönemde Rusya’nın temel sorunu, gerçekten de ekonomik durumda bir iyileşme sağlanabilmesinin koşulu olan sanayileşmeyi gerçekleştirebilmesiydi. Ne var ki bunun başarılabilmesi için kaynak gerekmekteydi. Yabancı sermaye, dış borç ve kredi akışı açısından neredeyse yalıtılmış durumda bulunan Sovyet iktidarının, Preobrajenski gibi önde gelen iktisatçılarının gözlerini iç kaynaklara dikmelerinin temelinde böylesi bir nesnellik yatıyordu. 1924 Temmuzunda Preobrajenski, Sosyalist Birikimin Temel Yasası adlı çalışmasını Komünist Akademiye sundu. Preobrajenski, devletin denetimindeki sanayi sisteminin dışından elde edilen maddi kaynakların devlet elinde birikimini savunmaktaydı. O, bu birikimin geri kalmış bir tarım ülkesinde kaçınılmaz olarak devasa bir rol oynayacağını ve sanayileşme döneminde egemen olacağını düşünerek, bütün bu aşamayı ilkel ya da ön sosyalist birikim olarak adlandırmayı önerdi. Fakat parti liderliği bu görüşleri o dönemin resmi çizgisiyle bağdaşmaz bulduğundan, Preobrajenski’nin çalışmasını “Troçkizm” olarak suçladı. Preobrajenski aslında Marx’ın kapitalist ilk birikime ilişkin değerlendirmelerinden yola çıkmıştı. Nasıl ki bu birikim üreticilerin üretim araçlarından kopuşunu gerekli kılmışsa, “sosyalist birikim”in de bundan ilham alması gerektiğini düşünmekteydi. Yani ona göre Rusya’da bir “sosyalist birikim” sorunu vardı ve küçük ölçekli üretim sömürülmeden, tarımdan sanayiye kaynak aktarımı sağlanmadan bu sorun çözümlenemezdi. Buharin’in görüşleriyle biçimlenen sağ kanat ise bu öneriye işçi-köylü ittifakını bozacağı gerekçesiyle karşı çıkmakta, tarım kesiminin desteklenmesine ağırlık verilmesini istemekteydi. Buharin, planlı sanayileşme fikriyle dalga geçmekte, “kaplumbağa hızı”yla sanayileşmeyi, kırsal kesimde burjuva unsurlara tavizler verilmesini savunmaktaydı. Sağ kanadın köylüye yönelik tutumu “zenginleşin” sloganında dile getiriliyordu. Parti içindeki üçüncü grubu oluşturan ve Stalin’in içinde yer aldığı Merkez grup ise, her iki görüş arasında duruyor gibi görünmekteydi. Tüm dikkatini, parti içindeki Sol Muhalefeti ezmek üzere sağ kanadı kullanabileceği taktikleri, entrikaları geliştirmeye vermişti. Bu nedenle Stalinist merkez, Buharincilerin tezini desteklemekte ve uygulamakta, Troçki’yi ve Sol Muhalefeti ise maceracılıkla suçlamaktaydı. Bu arada, 13. Parti Kongresinden önce Mayıs 1924’te, yalnızca önde gelen parti üyelerinin katıldığı bir toplantıda Zinovyev, Lenin’in vasiyetini gündeme getirmişti. Stalin’in görevden alınması konusunda Lenin’in uyarısının pek de haklı olmadığı anlamına gelecek bir tutum sergilemiş ve Kamenev tarafından da desteklenmişti. Anlaşıldığı kadarıyla Troçki’nin sessiz kalmayı tercih ettiği tartışmalar sırasında Krupskaya, Lenin’in vasiyetinin kongreye okunması konusunda ısrar edecekti. Fakat kongrede alınan karar, vasiyet konusunda yalnızca bazı delegelerin gizlice bilgilendirilmesi doğrultusundaydı. Öte yandan, Lenin’in partiyi açıkça uyarmak amacıyla kaleme aldırdığı ama triumviranın hesaplarına denk düşmediği için gizlenen vasiyet sorunu ve dolayısıyla 1925 yılı, Troçki’nin siyasal yaşamı bakımından tehlikeli bir dönemeç noktası oldu. Çünkü o sıralarda, Troçki yanlısı olarak bilinen Amerikan komünisti M. Eastman, Lenin’in yaşamının son dönemlerini anlatan ve New York’ta basılan bir kitapta Lenin’in vasiyetinden alıntılar yapmıştı. Oysaki vasiyet Stalinist klik tarafından gizli tutulduğundan, bu olay Troçki’nin siyasal açıdan yıpratılması için bir bahane olarak kullanıldı. Troçki, ancak aradan bir süre geçtikten sonra bizzat kabul ettiği üzere, 1925 Ocağında “vasiyetin var olmadığı” doğrultusunda bir açıklamada bulunmuştu. Fakat yine de bu tutumu, Ocak 1925’teki Merkez Komitesi toplantısı sonucunda onun Devrimci Askeri Komite başkanlığından ve Savaş Halk Komiserliği görevlerinden alınmasını engelleyememişti. Artık bürokrasinin çarkı Stalin’in egemenliği altında dönmekteydi ve şimdi de sıra Zinovyev’e ve Kamenev’e gelmişti. 1925 sonlarında toplanan 14. Kongrede triumvira çözülüyor ve Stalin bu kez Zinovyev ve Kamenev’den de kurtulmanın yolunu döşüyordu. Bu gelişme karşısında Zinovyev ve Kamenev ikilisi bu kez görüşlerini değiştirip, sanayileşmeye hız verilmesini savunan safa geçtiler. Böylece, 1926 yazında Troçki, Zinovyev, Kamenev ve onların izleyicileri Birleşik Muhalefeti oluşturdular. Ayrıca Sapronov’un önderliğindeki küçük fakat radikal bir grup olan Demokratik Merkeziyetçiler grubundan bazı kişiler de Birleşik Muhalefette yer almıştı. Muhalefet Temmuz ayında yapılan Merkez Komitesi toplantısına katıldı; bu toplantıda Zinovyev politbürodan, Kamenev ise hükümetten atıldı. 1927 başlarında yeni bir bunalım patlak verdi. Bu bunalımın temelinde yatan önemli bir faktör Sovyetler Birliği’nin dış ilişkilerinin bozulmasıydı. Almanya kendi çıkarları nedeniyle Sovyetlerle ticari ilişkilerini sürdürmekten yanaydı; fakat Sovyetler Birliği’nin o dönemde en büyük ticari ortağı olan İngiltere ilişkilerini kesti.[50] Ayrıca, Pilsudski önderliğindeki Polonya’nın, Baltık bölgesine yönelik müdahalede bulunacağı yolundaki endişeler de Sovyet liderliğini bir savaş beklentisi gerginliğine sürüklemişti. Bu gerilimli sürecin kaçınılmaz sonucu olarak, liderlik içindeki çekişmeler de alabildiğine tırmandı. Fakat aynı dönemde Sovyet diplomasisi, uluslararası arenada yalıtılmışlıktan kurtulmak amacıyla girişimlerini sürdürmekteydi. 1927 Mayıs ayında bir Sovyet delegasyonu, Dünya Ekonomik Konferansına katılmak üzere Cenevre’ye gitti. Delegeler genel anlamda kapitalistleri eleştirmek ve dış ticaret tekelini savunmakla birlikte, “iki ekonomik sistemin barış içinde bir arada yaşaması” çağrısını yükselttiler. Bu süreçte Sovyetler Birliği’nde muhalefete yönelik baskılar arttırıldı; Troçki ve Zinovyev’in partiden atılması için bahaneler aranıyor, kampanyalar yürütülüyordu. Troçki Merkez Kontrol Komisyonunda dinlendi. Ve Prezidyum üyesi Aron Solts’un oturum sırasında Fransız Devrim tarihinden, giyotinden söz etmeye başlaması üzerine, Troçki bu tehdide, Stalinist liderliğin “Termidorvari yozlaşması”ndan söz eden ünlü cümlesiyle karşılık verdi. Bu olayı belgelere dayanarak aktaran M. Reiman, Troçki’nin daha sonra Merkez Kontrol Komisyonu başkanı Orjonikidze’ye gönderdiği bir mektupta, savaş tehlikesinin eleştiri ihtiyacını yok etmediğini ve önderliğin değiştirilmesinin zafer için gerçekten bir önkoşul oluşturabileceğini söylediğini belirtmektedir.[51] Muhalefetin görüşlerinden vazgeçmesi yönünde bindirilen basınç etkili olmadı. Bunun üzerine, 29 Haziran 1927’de Merkez Komite ve Merkez Kontrol Komisyonunun ortak plenumunda, Troçki ve Zinovyev’in gıyabında, onların Merkez Komiteden atılmaları yolunda bir tavsiye kararı alındı. Stalinist liderlik, salt parti içi bürokratik manevralarla muhalefetin sesini kesemeyince, muhalefete karşı siyasi tertiplerin odağı haline gelen OGPU’nun siyasi yaşamdaki rolü de gün geçtikçe artmaya başladı. 1927 Eylül başlarında Birleşik Muhalefet, daha önce hazırlamış olduğu programatik bir belge niteliğinde olan platformu (83’ler bildirgesi) parti liderliğine sundu. Platform, Sovyet ekonomisinde yapısal bir iyileşmenin sağlanmasını, sanayi işçilerinin ve kırlardaki yoksulların toplumsal koşullarının hızla iyileştirilmesini, parti, sovyetler ve kamu örgütleri içindeki hayati çekirdeğin güçlendirilmesini, ulusal baskılara son verilmesini vb. talep etmekteydi. Platform, 8 Eylül 1927’de Politbüro tarafından yasaklandı. Artık bu tarihten sonra Stalin’in muhalefete karşı atakları peşpeşe gelecekti. 1927 yılı ayrıca Çin Devriminin yenilgisi ve Troçki’nin, Stalinist liderliğin Çin politikasını eleştirisi temelinde gelişen gerginliklerle de yüklüydü. Komintern Yürütme Komitesi toplantısında Stalin’in politikalarını eleştiren Troçki, 27 Eylülde Komintern’in Yürütme Komitesinden ihraç edildi. Aradan bir ay geçtikten sonra toplanan parti Merkez Komite toplantısında ise Troçki ve Zinovyev Merkez Komiteden ihraç edildiler. Ekim Devriminin onuncu yılı nedeniyle düzenlenen kutlamalar sırasında muhalefet liderlerinin Moskova’da ve Leningrad’da halk arasında dolaşıp muhalefet yaptıkları gerekçesiyle düzenlenen polisiye kampanyalar sonucunda sıra artık doğrudan partiden ihraçlara gelmişti. Troçki ve Zinovyev partiden atıldılar; Kamenev ve diğer bazı muhalifler Merkez Komiteden ihraç edildiler. Böylece Stalinist liderlik Aralık ayında toplanacak olan 15. Parti Kongresine, o dönemde Sovyet ekonomisinin içinde bulunduğu sorunlara bir çözüm aramak amacıyla değil de, asıl kendi iktidarını garantilemenin taktikleri üzerinde yoğunlaşarak hazırlanmaktaydı. Nitekim muhalefete karşı yürütülen kampanya kongrede doruğa tırmandı ve ardından kitlesel ihraçlar ve sürgünler gündeme geldi. Kamenev ve Zinovyev, Moskova’dan birkaç yüz mil uzakta bulunan Kaluga’ya sürülürken, Stalin’in tehlikenin asıl kaynağı olarak kabul ettiği Troçki 1928’de, Orta Asya topraklarının en uzak sınır şehirlerinden biri olan Alma-Ata’ya sürgüne gönderildi. 1928 Martında ise, Cezalandırma Politikası ve Hapis Yerleri Rejimi Üzerine başlığıyla yayınlanan bir talimatla, o döneme dek sınırlı ölçüde bulunan toplama kamplarının genişletilmesine ve muhaliflere, sabıkalılara karşı en sert baskı tedbirlerinin uygulanması için OGPU yönetimine daha geniş yetkiler verilmesine karar verildi. Her ne kadar Sol Muhalefet, Stalinist liderliğin açık baskıları sonucunda gücünü yitirmekte ise de henüz yine de bir realiteydi. Oysa Stalin böyle bir muhalefetten tamamen kurtulmayı arzulamaktaydı. Stalin, parti örgütlerine gönderdiği gizli bir mektupla, muhalefete karşı gösterilecek her türlü “liberalizm”in hoşgörülemez olduğunu, “Troçkistler”in evrimlerini “Sovyet karşıtı bir yeraltı örgütü”ne dönüşerek tamamladıklarını bildirdi.[52] Fakat öte yandan tarihin bu kesiti, bir zamanlar Bolşevik Partisi içinde lider pozisyonunda bulunan pek çok kişinin, daha sonra Stalin’in verdiği ölüm emriyle yüz yüze geldiklerinde kendilerinin de acıyla kavrayacakları üzere, çeşitli yanılsamalara kapıldıkları, tövbe ederek partiye döndükleri bir dönemdi. Örneğin Haziran 1928’de Kamenev, Zinovyev ve diğer bazı muhalifler bu yolla yeniden partiye kabul edildiler. Diğer yandan Troçki’nin yandaşı olarak bilinen Preobrajenski ve Radek, artık Troçki’nin görüşlerine katılmadıklarını bildirerek Stalin’e yanaştılar. Tüm bu acı olaylar yaşanmaktayken, Troçki Alma-Ata’da, 1928 Kongresinde ele alınacak olan Komintern program taslağının eleştirisini kaleme alıyor ve bu eleştiriyi kongre delegelerine ulaştırıyordu. Eleştiri, bürokratik devletin kuruluşunun ideolojik dayanağı kılınan “Tek Ülkede Sosyalizm” doktrinine kapsamlı ve şiddetli bir darbe indirmekteydi.[53] Aralık 1928’de Stalin politbüroya, Troçki’nin SSCB’den sürülmesi önerisini getirdi. Amacı sol muhalefeti önderinden yoksun bırakıp tam manasıyla çökertmekti. Ocak 1929’da Stalin, (Rikov, Buharin ve Tomski’nin itirazlarına rağmen) politbürodan bu kararı çıkarttı. Troçki Odessa’dan İstanbul’a giden bir gemiye bindirilerek zorla Türkiye’ye sürüldü. Böylece Stalin, Bolşevik Partisi içinde amaçladığı despotik-bürokratik diktatörlüğünü kurmuş ve parti Lenin’in takipçisi Bolşevik-Leninistlerden temizlenmişti. Bolşevik Partisinin artık eski parti ile özde hiçbir benzerliği kalmamıştı. Bolşevik Partisi içinde, enternasyonalist devrimci unsurların mücadelesine, Lenin ve Troçki gibi saygın önderlerin varlığına rağmen, Stalin tipi milliyetçi, büyük Rus şovenizminin takipçisi bürokratların yükselişi engellenememişse, bu durumun ortaya koyduğu bir ders olmalıdır: Toplumun ekonomik-kültürel geriliği, iç savaş sürecinde sanayi proletaryasının gücünün kırılması ve en önemlisi devrimin tek ülkede yalıtılmış bulunması, bürokratik bir egemenliğin yükselişini olanaklı kılmışsa, böyle bir durum, devrimin öncüsü olan partinin yapısında ve konumunda da muazzam bir değişikliğe neden olacaktır. Bir zamanlar proletaryanın devrimci öncülerini içeren partinin, bürokrasinin egemenlik aygıtına dönüşmesi, nesnel durumun öznel ögenin gelişimi üzerinde de nasıl yıkıcı etkiler yaratabileceğini açıklar. 1924-1928 arasında yürüyen bürokratik karşı-devrim sürecinde bürokrasi, Bolşevik Partisini kendi egemenlik aygıtı olarak yeniden örgütlemiştir. Lenin döneminde, bürokratik yozlaşmayla mücadele etmek amacıyla, partiye iktidarın nimetlerinden yararlanmak için üşüşen ikbal avcılarına karşı çeşitli temizlik kampanyaları yürütülürdü. Oysa onun ölümüyle birlikte Stalin partinin kapılarını bu türden unsurlara açmıştır. Lenin’in mücadele arkadaşı eski Bolşevikleri partiden tasfiyeyle uğraşan Stalin, bu iş için gereken desteği, proletaryanın bilinçsiz geri kesimlerinden, eski Menşevik unsurlardan, köylülerden ve yükselen bürokrasiden almıştır. Cliff’in, “eski pisliğin geri gelmesi” bağlamında ortaya çıkan bürokrat tipine ilişkin olarak Boris Pilnyak’ın öyküsünden aktardığı satırlar tam da o zamanki durumu resmetmektedir: “Odasında, telefonun yanında bir koltuk duruyordu; emrindekilerle konuşurken koltuğunda gösterişli bir şekilde kasılıp ayaklarını açarak ileri uzatır, kendi eşitleriyle konuşurken olağan bir oturuş durumuna geçer ve kendinden yüksek mevkide olanlarla konuşurken yerinde toparlanıp dikkat kesilirdi: Bu üç ayrı durumda üç ayrı ses tonu işitilirdi.”[54] Sağlıklı bir işçi demokrasisinde asla yönetici pozisyonunda olmaması gereken bu geri fakat kendi çıkarlarını kollamada uyanık ve çıkarcı tipin, işçi sınıfının devrimi uğrunda yaşamlarını bile esirgemeyen kahraman öncülerle arasında uçurumlar vardı. Bu bakımdan, bu büyük devrimin lideri durumunda olan Lenin’in, komünist bir insan olarak oluşturduğu olumlu örnek, o sadelik unutulmamalıdır. Bolşevik Partisinin üye sayısı 1924-1928 yılları arasında 472 binden 1 milyon 304 bine yükselmiş ve Parti bu süreçte yürütülen tasfiyelerle eski Bolşevik üyelerden temizlenmiştir. Partinin üye bileşiminin artık kesinlikle yeni efendilerden (Sovyet bürokrasisinden) yana ağır basması, Bolşevik Partisinin bürokrasinin ayrıcalıklarını simgeleyen bir organa (tapınağa) dönüştüğünün ifadesidir. Sanayi kentlerinde burjuvazinin siyasal ve ekonomik varlığının ezildiği, fakat işçi sınıfının egemenliğinin de son bulduğu koşullarda, parti ve devlet kademelerinde egemenliğini kuran Sovyet bürokrasisi, bir bürokratik kast oluşturmanın ötesine geçerek, yükselen yeni bir sınıf oldu. Devletleştirilmiş üretim araçları üzerinde kolektif olarak tasarruf hakkına sahip olan ve dış ticaretteki devlet tekelini yöneten Sovyet bürokrasisi, işte bu maddi temele dayanarak egemen bir sınıf niteliğine yükseldi. Siyasal iktidar mücadelesinin parti içindeki çatışmalı süreçte somutlandığı bir durumda, partiyi tümüyle ele geçiren Stalinist Sovyet bürokrasisi, böylece bürokratik karşı-devrimi işçi sınıfına karşı kazandı. Bu sonuç bürokrasi açısından, karşı-devrimci uygulamalarını uluslararası ölçekte de yaygınlaştırabileceği çok önemli bir mevziyi ele geçirmesi anlamına gelmekteydi. Çünkü iktidardaki tek parti egemenliğine ve artık bürokrasinin çıkarlarını koruyacak nitelikte örgütlenmiş Sovyet devletine dayanan Sovyet bürokrasisi, kendini “devrimci merkez” ilân ederek dünya komünist hareketi üzerinde de hegemonya kurabilecekti. Stalinist bürokrasi, içte kazandığı zaferi dünya ölçeğinde de garanti altına almanın yolunu tuttu. Egemenliğini koruyabilmesi ve pekiştirebilmesi için bunu yapmak zorundaydı. İşçi Sovyetleri Devletini tasfiye ederek kendini egemen kılan Sovyet bürokrasisi, dünya devriminin ilerleyişi “tehlike”sinden kendini korumak sayesinde varlığını sürdürebilirdi. Çünkü uluslararası proletaryanın kazanacağı yeni sovyetik mevziler, Sovyetler Birliği’nde egemen bürokrasinin iktidarının tepesinde sallanan bir Demokles kılıcı olabilirdi ancak. Bu nedenle, nasıl ki proleter devrim ancak bir dünya devrimi olarak ilerleme şansına sahipse, bürokratik karşı-devrim de uluslararası düzeyde dayanaklarını döşemek için dünya devrimini engellemek ve böylece bürokrasinin egemenliğini garanti altına almakla yükümlüydü. Sovyet bürokrasisinin dünya devrimine duyduğu tepki, onun kendi devletini tıpkı burjuva devletin yapılanmasında olduğu gibi, ulus-devletin çıkarlarını savunma temelinde yapılandırmasında somutlandı. Proletaryanın tarihsel çıkar­larını dile getiren hedef devrimin sürekliliği iken, bürokrasinin çıkarlarını dile getiren hedef, uluslararası istikrar ve ulus-devletin güvenliğinin en başa alın­masıydı. Sovyet bürokrasisi, bu temelde bir statükonun kurulup, bunun dün­ya ölçeğinde korunmasına çalışmak üzere kendi resmi devlet ideolojisini yarattı. Stalinizmin teorik düzeydeki çapsızlığı yadsınamaz. Kendisini sözümona sosyalist olarak göstermeye çalışırken mevcut küçük-burjuva sosyalizm anlayışlarına sahip çıktığı, bağımsız bir teori yaratamadığı da doğrudur. Fakat tüm bu olgular, egemen bürokrasinin bir ideolojisinin olmadığı anlamına gelmez. Hatırlanacağı üzere, kendini devlet olarak örgütleyen bürokrasi, bir kez toplumun karşısında bağımsız bir güç haline geldi mi, kendisi de artık yeni bir ideoloji yaratır. “Tek ülkede sosyalizm” efsanesi, dünya proletaryasının tarihsel çıkarlarının yerine, Sovyet bürokrasisinin kendi bencil ulusal çıkarlarını geçirebilmek amacıyla dört elle sarıldığı bir “ideoloji”dir. Bu ideoloji, Sovyet bürokrasisi için dünya devrimi fikrinden uzak durmanın, onun sorumluluğundan kaçmanın bahanesiydi. Lenin’in ölümüne dek, dünya devrimi anlayışına bağlı görünen Stalin, Lenin’in ölümüyle doğan otorite boşluğundan yararlanarak Bolşevik Partisinde ipleri ele geçirdikçe ve artık kendini yükselen bürokrasinin lideri, “büyük Rus şovenisti” bir despot olarak açıkça ortaya koydukça, tek ülkede sosyalizm anlayışı da resmi devlet ideolojisi olarak biçimlenmeye başladı. Stalin’in, dünya devrimi anlayışının savunucusu olan Sol Muhalefeti ve özellikle onun önderlerinden Troçki’yi maceracılıkla suçlamaya başlaması ve Bolşevik Partisini bu “tehlikeli” dünya devrimi fikrinden temizlemeye koyulması, bürokratik karşı-devrimin yükselişinin somut bir göstergesidir. Bu olgu aynı zamanda, Stalinist karşı-devrimin dünya proletaryası açısından uluslararası boyutunu da sergilemektedir. Bürokratik karşı-devrim, doğası gereği, uluslararası komünist hareket içinde de karşı-devrimci bir saldırı olarak örgütlenmiş ve yürütülmüştür. Bu nedenle, Stalin’in Bolşevik-Leninistleri, Troçki’yi partiden tasfiyesi (1927) bürokratik karşı-devrimin Sovyetler Birliği’ndeki zaferini simgelerken; “tek ülkede sosyalizm” anlayışının Kominternce kabul edilmesi (1928) de bu zaferin dünya komünist hareketindeki yansımasıdır. O halde, 1928 yılı Sovyet bürokrasisinin bürokratik karşı-devrimi kazandığını ve Sovyet devletinin artık bürokrasinin devletine dönüştüğünü açığa vuran tarihsel bir dönemeç noktasıdır. Bundan sonra gelişen süreç ise, kurulmuş bulunan bürokratik diktatörlüğün kendini pekiştirmek üzere fiili duruma denk düşen hukuksal düzenlemelere girişeceği bir süreç olacaktır. Egemen bürokrasinin devleti bu süreçte, Ekim Devriminden arta kalan ne varsa bunları da işçi sınıfının elinden çekip almaya, tasfiyeyi tamamlamaya koyulacaktır. Bu nedenle, 1928’lerden 1936 Anayasasının kabulüne ve “Sovyetler Birliği’nde artık sosyalizmin kurulmuş bulunduğu”nun ilânına dek geçen süreç, totaliter rejimin kurumlaşması ve stabilizasyonu özelliğiyle sivrilecektir. 1928-1936: Bürokratik Diktatörlüğün Pekişmesi Stalinci merkez, sanayileşme sorununda 1928 dönemecine dek sağ kanadın görüşlerini savunmaya devam etti. 1928 yılına kadar Stalin’in savunmuş olduğu tez şuydu: “Sanayileşmede acele etmemek, mujikle kavgaya girişmemek, dünya devrimine bel bağlamamak ve hepsinin ötesinde parti bürokrasisinin gücünü eleştiriden korumak!”[55] Fakat artık Sol Muhalefetin parti içindeki basıncından kurtulmuş bulunan Stalin, bu kez de iktidar ortağından kurtulmanın planlarını yapıyor; Buharinci sağ kanadı tasfiyeye girişiyordu. “Buharin vakası”, politik taktiklerini Asyatik entrikacılık üzerine inşa eden Stalin’in meşrebini sergileyen tipik bir örnektir. Çünkü, bir zamanlar Troçki’yi ve Sol Muhalefeti ezmek için Buharin’i, Tomski’yi vb. kullanan Stalin, artık onlara ihtiyacı kalmadığında, daha 1925 yılında bu kişiler hakkında söylediği şu sözleri unutuverecektir: “Ne isteniyor Buharin’den? … Buharin kurban edilsin mi istiyorsunuz? Onu kurban etmeyeceğiz, bu böyle biline.… Sizin oluşturduğunuz platformun anlamı nedir? Bu işin sonu nereye varır? Bu iş, eninde sonunda partiyi Rikov, Kalinin, Tomski, Molotov ve Buharin olmadan yönetmeye kadar gider… ama yoldaşlar şimdi adını saydığım yoldaşlar olmadan bu parti yönetilmez.”[56] Stalin’in bu girişimini fark ettiğinde, Buharin’in Kamenev’le görüşerek Stalin’e karşı bir ittifak oluşturmayı önermesi ve Stalin’i, “birbirimize düşmeye başladığımız an boğazımızı kesmek için bekleyen bir Cengiz Han” olarak tanımlaması[57] sanki tarihin bir ironisidir. Stalinist egemenliğin ideolojik simgesi olan “tek ülkede sosyalizm”in mimarlarından biri olan Buharin’in bu itirafı artık olayların akışını değiştirmeyecektir. Önce 1929 Kasımında Merkez Komite toplantısında Buharin, Tomski ve Rikov’a görüşlerinden vazgeçtiklerine ilişkin belge imzalatıldı ve Pravda’da yayınlandı. Ardından da Buharin Politbürodan çıkartıldı; Tomski ve Rikov’a ise kınama cezası verildi. 21 Aralık 1929’da Stalin 50. yaşgününü artık partiyi tamamen kendi egemenlik aygıtına dönüştürdüğü ve muhaliflerini susturduğu bir ortamda kutlamaktaydı. Tam da bu noktada E. H. Carr’ın değerlendirmesi yerindedir: Ellinci yaşgününde Stalin’in ihtirası en yüksek noktasındaydı. İktidarını kaba ve keyfi biçimde kullanacağına ilişkin Lenin’in endişelerini doğrulayacak yeterli olay olmuştu. Amaçlarını zorla gerçekleştirmede olağanüstü bir acımasızlık sergilemiş, tüm muhalefeti ezmişti. Ama diktatörlüğünün niteliğinin tam anlamıyla açığa çıkması için biraz daha zaman geçmesi gerekecekti. Kolektifleştirme sürecinin, toplama kamplarının, büyük gösterilere dönüşen mahkemelerin ve yalnızca geçmişte kendisine karşı gelmiş olanların değil, iktidara yükselmesinde yardım etmiş olanların da yargılanarak, ya da yargılanmaksızın ayrım gözetilmeden öldürülmelerinin dehşetiyle birlikte basına, sanata, edebiyata, tarihe ve bilime katı ve teksesli bir ortodoksluğun dayatılması ve her türlü eleştirel düşüncenin baskıyla susturulması, savaş başarısının ya da elde edilen sonuçların silemeyeceği bir leke bıraktı.[58] 1929 sonu, kolektifleştirmenin nasıl yürütüleceğine ilişkin çeşitli toplantılar, tartışmalar ve oluşturulan komisyonların taslak hazırlıkları ile geçmekteydi. Politbüro henüz komisyon raporunu görüşmeden önce, Moskova’da Marksist Tarımcılar Konferansı düzenlenmişti. Bu fırsatı değerlendirerek aylardır ilk kez kalabalığa konuşan Stalin, “bir sınıf olarak kulakların tasfiyesi, tüm politikamızın en keskin yönelimidir” demekteydi.[59] Ardından politbüronun 5 Ocak 1930’da aldığı karar bu doğrultudaydı ve büyük çaplı kolektifleştirmeye girişildi. Buna direnen tüm köylülerin kulak olduğu ya da kulaklarla işbirliği içinde olduğu düşünülerek cezalandırılması yoluna gidildi. Zorla yapılacak bir kolektifleştirmenin, işçi-köylü bağlaşıklığını bozarak toplumsal devrimi bütünüyle tehlikeye atacağını düşünen Troçki’nin kaygısı gerçekliğe dönüşüyordu. Stalinist liderlik köylüler hakkında yeni bir kitlesel baskı planı geliştirdi. “On binlerce kulak evlerinden ve topraklarından çıkartılıyor, uzak bölgelere sürülüyor, hayvanları, araçları ve makineleri ise kolhozlara devrediliyordu. Her kategoriden köylülerin çok küçük bir kısmı gönüllü olarak kolhoza giriyordu. Köylülerin en çok gücendikleri konu, hayvanlarının istenmesiydi. Çoğu köylü hayvanlarını teslim etmektense kesmeyi tercih ediyordu. Kampanya boyunca ikna ve zor kullanma arasındaki çizgi çok incelmişti.”[60] Tahıl teslimat kampanyalarında OGPU’nun müdahalesi arttırıldı ve köylere askeri birliklerin yerleştirilmesi için hazırlıklar yapıldı. Baskıcı bir propaganda kampanyası eşliğinde köylüler kolhozlara girmeye zorlandılar. Bu uygulamaların sonucunda köylerdeki huzursuzluk büyüdü. Köylüler, devlet baskısına bir tepki olarak topraklarını ekmemeye, kendi hayvan sürülerini katletmeye ve bazı yerlerde ayaklanmaya başladılar. “Bunu birkaç gün sonra yeni bir emir izledi.… Suçlular hemen, sorgusuz sualsiz ölüme mahkûm edileceklerdi; temyiz yoktu ve cezalar yasa tarafından öngörülen dönem içinde infaz edilecekti. Bu bir bakıma, Stalin tarafından 1 Aralık 1934’te, Kirov’un öldürülmesinden sonra çıkartılan «teröristler»le ilgili ünlü kararnamenin bir prototipiydi.”[61] Arada köylülerin ekim yapmasını sağlamak amacıyla, kolektifleştirme uygulaması ve baskılar gevşetilse de, sonuçta köylülerin direnişleri kırılarak hız yine arttırılmış ve nihayetinde 1931 yılının ortalarında, başlıca tahıl üretim bölgelerindeki işletmelerin üçte ikisi kolhozlarda birleştirilmiştir. Takip eden birkaç yıl içinde de diğerleri kolhozlara katılmıştır. Bu uygulamalar sırasında köylünün çektiği açlığın, iç savaştan beri yaşanan en kötü olay olduğu ve birkaç milyon insanın açlıktan öldüğü belirtilmektedir. Kaynaklar, 1931 yılına gelindiğinde, ekonomideki kapitalist sektörün tam bir enkaz yığınına dönüştüğünü ve öte yandan bu hızlı operasyon sonucunda tarımın tam bir kaosa sürüklendiğini belirtmektedir. Bu süreçte Stalin asıl olarak bürokrasinin diktatörlüğünü pekiştirecek sonuçlar üzerinde kafa yormuş ve kırsal kesimde gelişecek kulak tehlikesinin kendi diktatörlüğünü tehdit edebileceğini hesaba katmıştır. Stalin’i böyle bir yol tutmaya yönelten temel faktör rasyonel ekonomik hesaplamalar olmayıp, politiktir. Kolektifleştirmeyle güdülen başlıca amaç, değer yasasının etkisine son vermek ve böylece politik kontrolü mutlak olarak ele geçirmektir. Kısacası Stalin’in kaygısı, artık zaten var olmayan bir işçi devletini muhtemel bir burjuva karşı-devriminden korumak değildir. O, işçi sınıfının elinden iktidarı gasp eden egemen bürokrasinin temsilcisi olarak, burjuva karşı-devrim olasılığına karşı düpedüz kendi bürokratik egemenliğini koruyabilmenin yolları üzerine odaklaşmıştır. Stalin bu nedenle, 1929 dönemecinde ani bir dönüşle aşırı zorlanmış bir kolektifleştirmeye yönelmiş ve böylece kendi iktidarını tehdit edecek kulak tehlikesinin önünü kesmeyi başarmıştır. Önce kırsal kesimde küçük-burjuva kitlelerin desteğini alarak proletaryayı ezen Stalinist bürokrasi, bunu başardıktan sonra köylüyü de ezerek kendi bürokratik diktatörlüğünü pekiştirmiştir. Dolayısıyla, hızlı sanayileşme gereği nedeniyle, Troçki’nin sanayileşme planıyla Stalin’in 1929 dönemecindeki uygulamaları arasında özdeşlik kurmaya çalışmak, bilimsel temelden yoksun bir iddia olacaktır. Kaldı ki, bizzat Troçki’nin kendisi de, Stalin’in kolektifleştirme operasyonunu büyük bir macera, sonuçları itibarıyla bir yıkım olarak değerlendirmektedir: Tarihte sık sık rastlandığı gibi oportünizm kendi karşıtına, maceracılığa dönüşmüştü. 1923-1928 yılları arasında Buharin’in “kaplumbağa temposu” felsefesini benimsemeye hazır olan Politbüro, şimdi büyük bir çeviklikle yıllık yüzde 20’den yüzde 30 büyüme hızına sıçrıyor, her kısmi ve geçici kazanımı bir norm haline dönüştürmeye çalışıyor ve değişik sanayi kollarının koşullandırıcı ilişkilerini gözden kaybediyordu.[62] Kolektifleştirmenin gerçek olanaklarının, sanayinin tarıma büyük çapta makine sağlamasına bağlı olduğunu belirten Troçki, 1923’ten beri Sol Muhalefetin sanayileşme önerilerine sırt çeviren Stalin’in, 1929’da tamamen hazırlıksız ve son derece aceleci biçimde ve de zorla kolektifleştirmeye giriştiğini söyler. Sonuç nedir? Troçki’nin deyimiyle: Açlık, soğuk, salgın hastalık ve baskı önlemleri ile yitirilen insanların sayısı, katledilen hayvanlarınkine göre maalesef daha dikkatsizce kayıtlara geçmiştir ama bu da milyonlarla ölçülmektedir. Bu kurbanların günahı kolektifleştirmenin değil, kolektifleştirmenin gerçekleştirildiği gözü kapalı, zorba ve kumarbazca yöntemlerin boynunadır.[63] Troçki’nin bu satırları, Stalin’in uygulamalarının Sol Muhalefetin sanayileşme planıyla uyuşmazlığını sergilemektedir. Fakat ne yazık ki, Troçki’nin, Stalin’in politik çapsızlığını kanıtlamak maksadıyla, onun sonuçta Sol Muhalefetin yıllardır işaret ettiği noktaya geldiğini vurgulayan bazı yanlış değerlendirmeleri de vardır.[64] İlerleyen yıllar içinde, Troçki bu yanlış tutumunu düzeltmiş olmasına rağmen, genelde pek çok Troçkist çevre bu gibi hususları sorgulamak yerine neredeyse iki plan arasında özdeşlik kurmaya devam etmiştir. Ve belirtmek gerekir ki, bu konuda yanılgıları besleyen asıl kaynak, Stalin’in yanına çekmeyi başardığı bazı dönek Sol Muhaliflerdir. Nitekim tarihi belgelere dayanarak o döneme ilişkin değerlendirmeler yapan kimi yazarlar bu hususu ifade etmektedirler. Örneğin M. Reiman, “Zinovyevistler bir tarafa, Antonov-Ovseenko ve Piyatakov gibi önde gelen Troçkist kanat önderleri dahil kimi muhalifler muhalefetle kopuşlarını haklı göstermek için Stalin’in «sola dönüş»ünü kullandılar” demektedir.[65] Gerçi genelde söz konusu Sol Muhalifler de Stalin’in ölüm makinesinden kendilerini kurtaramamışlardır; fakat Stalin’in entrikalarına kanarak ona destek verebilmişler, Stalinist kolektifleştirmeyi Sol Muhalefetin planlarının yürürlüğe konması biçiminde değerlendirmişlerdir. Oysa, kırsal kesimde girişilen kolektifleştirmeyi, “sosyalist devletin temellerinin sağlamlaştırılması”, “kırda sosyalist mülkiyet ilişkilerinin kurulması” biçiminde lanse eden resmi Sovyet görüşünün palavralarını, bizzat Troçki’nin 1936’lardaki şu sözleri deşifre etmektedir: Resmi teoriye göre kolektif çiftlik mülkiyeti sosyalist mülkiyetin özel bir biçimidir. … Gerçekte kolektif çiftlikler, bireysel ve devlet ekonomisi arasında yarı yolda bir yerdedir ve onların içindeki küçük-burjuva eğilimler hızla büyüyen özel tahsisler ya da üyelerince yürütülen kişisel ekonomiler sayesinde çok güzel gelişmektedir.… … Ne olursa olsun kolektifler şimdiye dek ülkedeki ekonomik ilişkilerin ancak hukuksal biçimlerini dönüştürmeyi başarmış –özellikle gelir dağıtımı yöntemlerini– ama eski kulübe ve sebze bahçesine, ahırdaki ağır pis işlere, mujik emeğinin tüm ağır temposuna dokunmamış, bunları hemen hiç değiştirmeden bırakmıştır.[66] Sovyetler Birliği’nde kırsal kesimdeki kolektifleştirme gereksinimine ilişkin olarak bir noktanın altını çizelim: Sanayileşme planı ile uyumlu, işçi-köylü bağlaşıklığını kollayan dengeli bir kolektifleştirme, kırda modernleşmeyi, tarımdan sanayiye kaynak aktarımını sağlayabilmek için gerekli idi. Ancak, kolektifleştirmenin bürokratik egemenlik koşulları altında yapılmış olması ve dolayısıyla işçi-köylü bağlaşıklığını da yerle bir eden bir yol izlenmesi, sonuçları günümüze kadar uzanıp gelen sorunları yarattı. Eğer sanayileşme hamlesi, işçi devletinin varlığını sürdürdüğü, kırsal kesimde zengin köylü hariç, yoksul ve orta köylünün proletaryanın yanına çekilmesi amacıyla özendirici ekonomik önlemlerin uygulandığı ve yeni bir işe girişirken kaçınılmaz olan yanılgıların en masrafsız biçimde düzeltilebilmesi için toplumda ve partide eleştiri-öneri serbestisinin bulunduğu koşullarda gerçekleşmiş olsaydı, Sovyetler Birliği’nin alnına kara bir leke olarak sürülen o katliamlara kapı açılmamış olurdu. Oysa Stalinist bürokrasinin kendi egemenliğinin temellerini güçlendirmek için giriştiği hızlı kolektifleştirme, yoksul ve küçük köylüyü sosyalizm hedefine düşman etmekten başka bir sonuç getiremezdi; nitekim de öyle oldu. Ve bu süreç, Rusya’nın uçsuz bucaksız kırsal alanlarında geleceğin milliyetçi öfkesinin temellerini attı. Stalinizmden kopmamakta ayak direyenler, yaşananların içyüzünü anlamaya zahmet etmeksizin, Stalinist bürokrasinin uygulamalarına çeşitli özürler bulmaya çalışıyorlar. Örneğin, Stalinist kolektifleştirmenin yarattığı yıkıcı sonuçlar, “devrimin gerektirdiği zorunluluklar” bahanesiyle aklanmak isteniyor. Oysa bakılması gereken yer, Stalinizmin Marksizme yabancı karakteridir. 1929 dönemecine gelindiğinde, zaten tek kişi egemenliğine uyarlanmış iktidar aygıtı, tarihe büyük Petro gibi atılımlar yaparak geçmek uğruna her şeyi göze alabilecek Stalin’in emirlerini uygulamaya hazırdı. Ama yığınlar Stalin’in maceralarına gönüllü girişmeyecekleri için, baskı ve şiddet, bürokratik rejimin vazgeçilmez ögesi haline getirilip kurumlaştırıldı. Böylece, sosyalizmin tepeden buyruklarla kurulamayacağını ısrarla vurgulayan Marksizmin, Stalin tarafından nasıl da fırlatılıp bir kenara atıldığı bu gelişmelerle de kanıtlanıyordu. Sanayileşme hamlesi bahsinde üzerinde durulması gereken diğer bir konu da merkezi plandır. 1929 yılında kabul edilen ilk beş yıllık planın hedefi, “ülkenin sanayileşmesinin temeli olarak üretim araçları üretiminin maksimum gelişmesinin sağlanması” diye ifade edilmişti. O dönemde Sol Muhalefet saflarını terk eden Piyatakov, Devlet Bankası başkanlığına getirildi. Dolaylı ve dolaysız vergilerin arttırılması, devlet tahvillerinin satışa sunulması vb. gibi mali önlemlerle “denk bütçe” prensibi yürürlüğe kondu. Fakat uygulanan kolek­tifleştirmeyle de birlikte, artık üretim araçları üzerinde ağırlıklı olarak devlet mülkiyetinin geçerli olduğu komuta ekonomisi altında, mali önlemlerin serbest piyasa ekonomisindekine benzer düzenleyici fonksiyonundan söz edilemezdi. Bu nedenle, örneğin Carr da o günlerin realitesini şöyle değerlendirmektedir: “Devlet Bankası ekonomiye sürekli yeni kredi pompalıyordu. Aşama aşama para basit bir değiş tokuş aracı ve muhasebe birimi haline dönüşmüştü, paranın tamamen ortadan kalkacağı gelecekteki komünist toplumun tadına şimdiden bakılıyordu.”[67] Dolayısıyla, NEP’in yürürlükten kaldırıldığı resmen ilân edilmiş olmasa da artık devlet mülkiyetine dayanan bu komuta ekonomisi, kapitalizmin bürokrasinin egemenliği altında tasfiye edilişiyle biçimlenen ve bürokratik merkezi planlamaya dayanan bir işleyişe sahipti. Kapitalist ülkelerin 1929 Büyük Depresyonunun pençesinde kıvrandığı bir dönemde, ekonominin kaderini piyasanın kendi başına buyruk yasalarına terk etmeyen SSCB’nin bürokratik “planlı” ekonomisi, bu nedenle bir prestij kazanacak ve bu özelliği nedeniyle birkaç kuşak boyunca nice insanın sosyalizm kavrayışını bulandıracaktı. İşçi sınıfının durumu Stalinist diktatörlük bir yandan despotik-bürokratik devletin iktisadi temellerini pekiştirirken, öte yandan işçi sınıfının Ekim Devrimiyle elde ettiği kazanımları tamamen tasfiye ederek, işçi sınıfı karşısındaki yönetici-egemen pozisyonunu pekiştirdi. Stalinist bürokrasi 1928 yılında Troyka’yı[68] resmen sona erdirmeyi amaçlayan bir karar almıştı. 1929 Eylülünde ise fabrika komitelerinin artık yönetime müdahale edemeyeceklerini kararlaştırdı. Lenin döneminde iç savaşın yarattığı ekonomik yıkım nedeniyle bazı demokratik haklar sınırlandırıldığında, bunun çaresizlikten kaynaklanan olumsuz bir durum olduğu açıklanırken, bürokrasinin egemenliği altında artık bu türden sınırlamalar katı biçimde yasalaştırıldı ve rejimin fazileti olarak sunulmaya başlandı. Örneğin, Sovyet ekonomik yasaları üzerine 1935’te yayınlanan bir ders kitabında, “tek kişilik yönetim sosyalist ekonominin örgütlenmesindeki en önemli ilkedir” denilmekteydi.[69] İşçi sınıfı aleyhindeki yasal değişiklikler, iş yasalarında da gerçekleştirildi. Daha önceden, 1922 yılında çıkarılmış İş Yasası gereğince, işçiler işyerlerini değiştirmekte özgürken ve bir işçinin işyerinin değiştirilmesi, o işyeri taşındığında dahi işçinin onayına tâbiyken, bürokratik diktatörlük altında buna son verildi. 27 Aralık 1932’den itibaren Rusya’nın her tarafında geçerli olmak üzere, partinin özel izni olmaksızın işçinin iş yerini terk ederek başka bir iş yerine veya başka bir kente geçişini yasaklayan bir uygulama (iç pasaport yasası) başlatıldı. Bunun yanı sıra, önce sanayi ve ulaşım işçilerini ilgilendiren fakat daha sonra tüm işçileri kapsar hale getirilen “iş karnesi” sistemi getirildi. İşçilerle ilgili her türlü bilginin işyeri yöneticisi tarafından işlendiği bu karnelerin, işçi yeni bir işe girmek istediğinde gösterilmesi zorunluydu. 15 Kasım 1932 yılında çıkartılan bir yasa ile, geçerli bir neden göstermeksizin işini aksatan işçiye işten ve oturduğu evden atılma tehdidi getirildi. Aralık 1938 tarihli bir yasa ise, işe geç gelenleri ya da öğlen molasını biraz uzatanları, sonunda işten atmaya varana kadar çeşitli cezalara çarptırmayı mümkün hale getiriyordu. Ve nihayet, iş cezalarından çok siyasi ceza yöntemi olarak başvurulan zorunlu çalıştırmadan (angarya) tutun da 1930’larda Stalin’in temizlik kampanyaları sırasında 10 milyona yakın mahkûmun kapatıldığı çalışma kamplarına varıncaya dek totaliter bir rejimin tüm taşları döşenmiş oldu. Keza kadın işçilerin bürokratik diktatörlük altında uğradığı hak kayıpları, bürokrasinin Ekim Devriminin kazanımlarına ne büyük bir saldırı yürütmüş olduğunun göstergesidir. Kadın ve çocukların ağır işlerde, sağlıksız koşullarda ve maden ocaklarında vb. çalıştırılması 1922 İş Yasası ile yasaklanmıştı. Bürokratik diktatörlüğün işçilerin kazanımlarına saldırılarından kadın işçiler de fazlasıyla nasiplerini aldılar. Örneğin, kadınların kömür madenlerinde çalışmalarının onların sağlık koşulları bakımından bir sakıncasının olmadığı yolunda düzenlenen “bilimsel” araştırmalar (!), kadın işçilerin en ağır işlerde çalıştırılmasının yolunu açtı ve giderek bunlar yaygın bir uygulama haline geldi. Sendikaların bağımsızlığı ortadan kaldırıldı; toplu sözleşme hakkına son verildi; grevler yasaklandı; grevci işçilere ölüm cezası getirildi. Bir zamanlar sendikalar, yaşanan bürokratik deformasyon nedeniyle “işçilerin kendilerini kendi devletlerine karşı korumaları gereken” işçi örgütleri olarak savunulurken, bürokratik devletin artık bu türden “koruma” önlemlerine tahammülünün olamayacağı açıktı. Nitekim, sendikalar işçi haklarını düzenleyen ve koruyan örgütler olmaktan çıkartılıp sözde kurumlara dönüştürüldüler. Örneğin, 1932-1949 yılları arasında İşçi Sendikaları Kongresi toplanmadı ve bu süre boyunca, yasal işgünü süresini yedi saat olarak belirleyen yasa iptal edildi. Karşılığı ödenmeyen zorunlu fazla mesailer gibi, iş koşullarını ağırlaştıran yeni düzenlemeler getirildi. Bürokrasinin komuta ekonomisi altında ücretlerin devlet tarafından belirlenmesi hususu, Sendikalar Merkez Konseyi başkanının şu sözlerinde açıkça dile getirilmekteydi: Planın ekonomik kalkınmanın belirleyici unsuru haline gelmesinden sonra ücretlerin bundan bağımsız olarak kararlaştırılması söz konusu olamaz. Böylece toplu sözleşmeler, ücretleri tayin etme biçimi olarak yararlılığını yitirmiştir.[70] Lenin döneminde açlık felâketi nedeniyle gündeme getirilen kapitalist üretim tekniklerinden yararlanma uygulaması, Stalinizm tarafından kutsandı. Bu tür uygulamalar, zorunluluklar nedeniyle başvurulan bir olumsuzluk olarak değil, tersine, sosyalizm ile tam uyuşan yöntemler olarak savunulmaya başlandı. Stalinizm, benzer işlerde eşit ücret uygulanması istemini, küçük-burjuva eşitlik anlayışı olarak damgalayıp rafa kaldırdı. “Sosyalist yarışma” adı altında işçi sınıfı içinde ayrılıkçı ve rekabetçi eğilimler körüklendi. Bilinçli bir yöntemle işçi sınıfı bölündü ve işçiler birbirine düşman edildi; Stahanovculuk bu uygulamanın resmi adıdır. 1928 ile 1936 arasında emek üretkenliği üç kattan daha fazla artarken, gerçek ücretler yarıdan fazla azaldı. Parti üyelerinin gelirini kısıtlayan kural kaldırıldı; bürokrasinin geliriyle işçi ücretleri arasında uçurumlar açıldı. Peki tüm bu yasal düzenlemelerle, verimli ve disiplinli bir şekilde çalışan ve yeni iş koşullarını önemli bir kazanım olarak değerlendiren bir işçi sınıfı mı yaratıldı? Hayır, tam tersine! Devletin tek karar sahibi olduğu ve kararların son tahlilde yerel yöneticilerin keyfine kaldığı bu bürokratik sistemde, söz konusu yasal düzenlemeler aslında, istenmeyen, muhalif işçilerin işten atılmasının, onların ve ailelerinin kaderinin bürokratların “insafına” terk edilmesinin zeminini oluşturdu. Eğer bürokratik rejime karşı çıkmaya ve örgütlenmeye teşebbüs edersen geleceğin daha baştan belirlenmişti! Yok şayet yöneticilerin suyuna gidersen, mevcut sistem içinde ufak bir ayrıcalık koparmak için (küçük çapta bir karaborsacılık gibi) senin de bir şansın olabilirdi! Ve böylece, bir yandan ağır baskı ve tehdit, öte yandan göz yumma ve rüşvet sonucunda, işçiler daha iyi bir gelecek olabileceği yolundaki umutlarını giderek tamamen yitirdiler; kendilerini uyuşturma ihtiyacı içinde alkolizmin batağına battılar. İşte Stalinizmin “yaşayan sosyalizm”inde (!) işçilerin kaderi bu oldu. Tüm bu gelişmeler neye işaret etmektedir? Sovyet işçi sınıfının artık kesinlikle egemen bir sınıf olmadığını göstermektedir. Ekim Devrimiyle işçi sınıfının elde ettiği tarihsel bir kazanım olan iş güvencesinin içinin bürokratik diktatörlük tarafından tamamen boşaltıldığı açık bir gerçektir. İşçi sınıfının politik iktidarının gasp edildiği, üretim sürecindeki yönetici pozisyonuna son verildiği, çalışma rejiminin işçinin özgür iradesine dayanmak yerine devletin bürokratik komuta sistemine dönüştürüldüğü bir durumda, sovyet proletaryasının tarihsel kazanım­larını koruduğundan söz etmek olanaksızdır. Diğer yandan, yönetici sınıf konumunu tamamen yitiren proletaryadan boşalan yeri mutlaka bir başkası doldurmuş olacaktır. Bu bir başkası, sovyetlerin içinden yükselerek devleti mülk edinen yeni efendilerdir, bürokrasidir. Sovyet bürokrasisi, bu koşullarda artık oluşumunu tamamlamış egemen bir sınıftır. Bürokratik diktatörlüğün pekişmesinin ifadelerinden biri de, Kızıl Ordunun, burjuva profesyonel ordularında olduğu gibi düzenli ordu haline getirilmesi ve hiyerarşik rütbe sistemine dönüşün gerçekleştirilmesidir. Bu dönüşümü Troçki şu sözlerle dile getirmektedir: Ekim Devrimine daha da ölümcül bir darbe, tüm burjuva ihtişamıyla subaylığı geri getiren kararname ile indirildi. 1935 yılı Eylülünde uygar insanlık, dostlar ve düşmanlar şaşkınlıkla öğrendiler ki Kızıl Ordu artık teğmenle başlayıp Mareşalle bitecek olan bir subaylık hiyerarşisi ile taçlanıyordu.[71] Oysaki, eski düzenli ordunun dağıtılması ve yerine halk milislerinin geçirilmesi doğrultusundaki programatik hedef, Ekim Devrimini takiben yayınlanan kararnamelerle yaşama geçirilmek istenmişti. Ne var ki, devrimin karşı karşıya bulunduğu sorunlar arasında en büyük engeli yaratan nesnel gerçeklik, yani devrimin ileri ülkelerde gerçekleşmemesi ve geri bir ülkenin koşulları içine hapsolması, o kararnamelerin pek çok devrimci maddesinin istenildiği düzeyde yaşama geçirilememesi sonucunu doğurmuştu. Hele bir de var olan bu nesnel engellere iç savaş faktörü eklenince, Lenin, Troçki gibi devrimci liderler bile, yeniden düzenli bir ordunun oluşturulması yoluna gitmişlerdi. Fakat aşılamayan zorunluluklar nedeniyle bir düzenlemeyi istemeye istemeye yapmak zorunda kalan devrimci liderlerin tutumuyla, artık iktidarın yapısı değiştiği için aynı şeyi kendi sınıf egemenliğini sürdürmek için yapan bürokrasinin tutumu arasındaki fark, basit bir fark değildir. Arada kahrolasıca bir bürokratik karşı-devrim yer almaktadır. Unutulmasın, bir zamanlar Bolşevikler, düzenli orduya geri dönüşü kalıcı kılmak isteyenlere karşı, halk milisi sistemini savunan sert cevaplar verirlerdi. Örneğin, mecburiyet nedeniyle yeniden göreve çağrılan bir generalin, ordunun artık eski kışla sistemine dayanması gerektiğini söylemesi üzerine Troçki’nin verdiği yanıt şuydu: “Komünist Partisi üç renkli kışlanın yerine kızıl kışlanın konulması için iktidara gelmedi.”[72] 1936 Anayasası ve Bolşevik kadroların tasfiyesi SBKP’nin 1934 yılında yapılan 17. Kongresi, bürokrasi tarafından “muzafferler kongresi” olarak ilân edilmişti. Resmi açıklamalar Sovyetler Birliği’nde artık sosyalizmin kurulduğunu, tek ülkede sosyalizmin muzaffer olduğunu vurguluyordu. Stalin, Sovyetler Birliği’nde eski sınıfların ortadan kalktığını, eski sınıf çelişkilerinin son bulduğunu, artık sosyalizme özgü yeni sınıfların var olduğunu ve bunlar arasında da uzlaşmaz çelişkilerin bulunmadığını söylüyordu. Dolayısıyla devletin de artık proletarya diktatörlüğü olmaktan çıkıp, “tüm halkın devleti” haline geldiğini açıklıyordu. Bütün bu safsatalar, proletarya diktatörlüğünün Stalinist bürokrasi tarafından tasfiye edildiğinin üstünü örtmek için bürokrasinin kullandığı yeni argümanlardı. Bir zamanlar Stalin, sosyalist toplumun sınıfsız ve devletsiz bir toplum olduğunu söylerdi. Fakat bürokrasinin egemenliği kurulduktan sonra, egemen bürokrasinin artık kendi devletini kutsamaya ihtiyacı vardı. O nedenle söylem değiştirildi ve devletin güçlendirilmesinin, “tek ülkede sosyalizmin”in zorunlu koşulu olduğu ilân edildi. Oysaki dünya burjuvazisi bu safsatalara değil, Sovyetler Birliği’nde yaşanmakta olan gerçek değişime bakmaktaydı. Fransız resmi gazetesi Le Temps, 25 Eylül 1935’te şöyle yazıyordu: “Artık kesinlikle konsolide edilmiş olan rejim giderek stabilize olmaktadır. Sovyet ailesi ve Sovyet toplumu içinde devrimci alışkanlık ve gelenekler yerlerini, adlarına kapitalist denen ülkelerde hüküm sürmeye devam eden duygu ve alışkanlıklara bırakmaktadırlar. Sovyetler burjuvalaşmaktadırlar.” Bu gazete haberini aktaran Troçki’nin yorumu ise şuydu: “Bu yargıya ekleyecek söz bulmak zordur.”[73] 1923 Anayasası ile inşa edilen Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nde egemenlik hakkı Sovyetler Kongresi başkanlığı altında Sovyetlere aitti. Fakat bürokrasinin yükselişine bağlı olarak bu hakkın da içi boşalmaya ve giderek kâğıt üzerinde kalmaya başlamıştı. Nitekim, bürokrasinin egemenliği altında yeni yasal düzenlemelerin yapıldığı 1931-1935 döneminde Sovyetler Kongresi hiç toplantıya çağrılmadı. Ve 1936 Anayasası ile yapılan yeni düzenlemelerle, “Yüksek Sovyet” adı verilen Sovyetler Kongresinin işlevi artık göstermelik törenler düzeyine indirgendi. 17. Kongrede kabul edilen “tek ülkede sosyalizmin zaferi” masalı, 1936 Anayasasının da temel esprisini oluşturur. Bu anayasayla, Sovyet proletaryasının iş yerleri temelinden yükselen seçme ve seçilme, iktidar organlarını oluşturma hakkına –fiilen zaten ortadan kaldırılmış bulunan bu hakka– hukuken de son verilir. 1936 Anayasası ile getirilen genel oy hakkı, burjuva parlamentarizmine benzer şekilde göstermelik bir hakka indirgenmekte, hatta zorunlu onaya dönüştürülmektedir. Troçki’nin belirttiği gibi: Siyasal alanda yeni anayasanın eskisinden ayrımı, sovyet sistemi sınıf ve endüstriyel gruplara göre seçimden, burjuva demokrasisi sistemine, atomize nüfusun “evrensel, eşit ve dolaysız” denilen oylamasına dönüşüdür. Kısaca belirtmek gerekirse bu proletarya diktatörlüğünün hukuksal olarak tasfiye edilmesidir.[74] Hatırlanacağı üzere, Ekim Devriminin ürünü olan Sovyet sistemi, “komünlerde örgütlenmiş emekçilerin genel oy hakkı” ilkesine uygun olarak, ancak bunun dışındaki unsurları oy hakkından yoksun kılmaktaydı. Ayrıca, temsil oranlarında işçiler lehine farklılık yaratmakla da, burjuva parlamentarizminden tamamen farklı bir seçim sistemi getirmişti. Bu devrimci Sovyet sistemi 1936 Anayasası ile tasfiye edildi. Fakat buna rağmen, bürokrasinin kendi egemenliğini “Sovyetler Birliği” kavramıyla ifadeye devam etmesi, aslında bir tarihsel kazanımın fiilen tasfiyesiyle yetinmeyip, onun olumlu izlerini dahi insanların beyninden kazımak istemesi anlamına gelmekteydi. Victor Serge’in belirttiği gibi: … oy eşitliği ile bundan böyle bürokrasi, gerektiğinde işçiler üzerinde kırsal kesim çoğunluğu ile hakimiyet kurmayı sağlayacak. Yeni yasama ve yürütme organı olan, dört yıllığına seçilmiş … Yüksek Şura, seçmenler birliğinin göstermelik bir danışma kurulu olduğuna göre parlamento değildir ve artık bir Sovyetler kongresi de değildir.… Devletin adlandırmasında Sovyetler sözcüğünün hâlâ niçin var olduğunu soruyor insan kendine? Belki de yalnızca tarihsel geleneği kötüye kullanmak içindir.[75] İşçi sovyetleri iktidarının son bulmasını salt 1936 Anayasa değişikliğine bağlayıp, hukuksal dar görüşlülüğe düşmemek için önemli bir gerçeğin altını çizmek gerekiyor. Anayasalar genelde sosyo-politik değişimde bir başlangıç noktası oluşturmayıp, tersine fiili değişimi takip eden normatif düzenlemelerdir. Bu kuralı doğrular biçimde, bürokratik karşı-devrimin tamamlanmasını takiben, 1936 Anayasası ile Stalinist bürokrasinin kendi diktatörlüğünün yasal örtüsünü dokuduğu bir gerçektir. Görünürde, 1918 Sovyet Anayasasında yer alan bazı maddeler korunurken, bu iki tarih arasında cereyan eden köklü fiili değişim ifadesini, Sovyet bürokrasisinin ilân ettiği “tüm halkın devleti”, “SSCB’de sosyalizmin kurulduğu” açıklamalarında bulmaktadır. İşte 1936 dönemecinde bakılması gereken asıl yer biçimsel anayasa maddeleri değil, bürokrasinin egemenliğinin kurulduğu sürecin sonunda, Sovyet devletinin temel esprisinin ifade edilişindeki bu köklü değişimdir. Sovyet bürokrasisinin kullandığı bu yeni argümanlar şu gerçeği gözler önüne sermektedir: Nasıl ki burjuvazi diktatörlüğünü bir ulus-devlet olarak kutsayıp, sınıf ayrılıklarını gözden gizlemeyi, böylece sınıf çatışmasını kendi hegemonyası altına almayı amaçlamaktaysa, Sovyet bürokrasisinin “tüm halkın devleti” parolası da benzer bir işlevle yükümlü kılınmıştır. Burjuvazinin diktatörlüğünü uzun vadede sürdürebilmesi için çıplaklığını örtecek şala duyduğu gereksinim gibi, Sovyet bürokrasisi de uzun vadede hegemonyasını bir “sosyalizm” şalına örtünerek sürdürebilmiştir. Ekonomik bakımdan durum ortadayken, Stalinist resmi ideoloji Marksist kavramların içini boşaltma konusunda çarpıcı bir adım daha atmıştır. 1936 Anayasasının “Toplumsal Yapı” adlı bölümünde; “Sovyetler Birliği’nde sosyalizm ilkesi gerçekleştirilmiştir” denmekte ve bu saptama “Herkesten yeteneğine göre, herkese çalışmasına göre” parolasıyla somutlanmaktadır. Bu ifade büyük bir yalandır. Bu yalan, Marx’ın komünizmin üst aşamasını karakterize edebilmek amacıyla dile getirdiği; “Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacı kadar” sözünün tamamen keyfi biçimde ikiye bölünmesi ve içeriğinin iğdiş edilmesiyle üretilmiştir. “Herkesten yeteneğine göre” sözü, çalışmanın artık bir yükümlülük olmaktan çıkıp, toplumun zorlamasına gerek kalmaksızın bireyin zevki haline dönüştüğü bir bolluk ve üst kültürel gelişme dönemini anlatır. O nedenle, böyle bir toplumsal duruma ulaşıldığında artık toplumsal üretimin bölüşümünde “herkese çalışmasına göre” diye bir ölçü de kalmayacak, herkes ihtiyacı kadarını toplumdan alacaktır. Kısacası Marx’ın ifadesinin her iki bölümü birbirine derinden bağlı tam bir bütünlük oluşturmaktadır; hiçbir şekilde bölünemez. Ve hepsinden önemlisi de, çalışmanın bürokratik diktatörlüğün egemenliği altında bir zorunluluk oluşturduğu durumu, “herkesten yeteneğine göre” diye ifade etmek düpedüz Marksizmle alay etmektir! 17. Kongreden sonraki dönem, Stalin’in şahsında simgelenen bürokratik oligarşinin mutlak diktatörlüğüne geçişi hazırlayan kanlı tasfiyeler, sürgünler ve katliamlar dönemi oldu. Sovyetler Birliği’ndeki politik rejim, tek şefin (Stalin’in) iradesi altında, totaliter bir niteliğe büründü. 1936-1938 yılları arasında kurulan Moskova mahkemeleri sonucunda Stalin’in muhalifleri, Bolşevik-Leninist geleneğin takipçileri, adi ve düzmece suçlamalar bahane edilerek fiziksel olarak yok edildiler. Troçki o döneme ilişkin bazı çarpıcı gerçekleri şöyle dile getirmiştir: Bu yıllar süresince yüzlerce gerek Rus gerek yabancı Muhalefetçi ya öldürülmüş, ya açlık grevi sonucu ölmüş, ya da intihara başvurmuştur. Son on iki yıl içinde yetkililer defalarca Muhalefetin nihai olarak kökünün kazındığını dünyaya ilân etmişlerdir. Ama 1935 yılının son ayında ve 1936’nın ilk yarısındaki “tasfiyeler” sırasında yüz binlerce parti üyesi bir kez daha partiden atılmıştı ve bunların arasında on binlerce “Troçkist” vardı. En eylemli olanlar hemen tutuklanmış ve hapishanelere, toplama kamplarına atılmıştı. Gerisine gelince, Pravda aracılığıyla Stalin, yerel organlara, bunlara iş vermemeleri için açıkça öğüt verdi. Tek işverenin devlet olduğu bir ülkede bunun anlamı, açlıkla, yavaş yavaş öldürmektir. Eskinin: çalışmayan yemeyecek, ilkesi bir yenisiyle değiştirilmiştir: itaat etmeyen yemeyecektir. Bonapartizm çağının başladığı 1923 yılından bu yana tam olarak kaç Bolşevik’in atıldığını, sürüldüğünü, tutuklandığını, öldürüldüğünü Stalin’in siyasal polisinin arşivlerini incelediğimiz zaman öğreneceğiz.[76] Bu düzmece mahkemelerin ve sözde davaların içyüzü, Kruşçev’in SBKP 20. Kongresi kapalı oturumunda okuduğu ünlü raporun Komplo Davalar bölümünde (sonradan yine karanlıklara gömülmeye çalışılsa da!) yer aldı. Kruşçev’in, bu konuda 20. Kongreyi bilgilendirmek için oluşturulan komitenin araştırmalarına dayanarak vardığı sonuç şuydu: 1937-1938’de “düşman” olarak damgalanan pek çok parti ve sovyet aktivistinin, gerçekte asla düşman, ajan, yıkıcı olmadıklarını, tersine daima namuslu komünistler oldukları ve çoğunlukla dayanılmaz barbar işkencelerle (soruşturma yargıçları –çarpıtma uzmanlarının– emirleriyle) itiraflarda bulundukları açığa çıkmaya başladı.[77] Ve Kruşçev, yine aynı komitenin raporundaki tespitleri aktarırken şöyle demekteydi: XVII. Kongrede seçilen Merkez Komitesinin 139 üye ve yedek üyesinden 98’inin, yani yüzde 70’inin tutuklandığı ve kurşuna dizildiği belirlendi (büyük çoğunluğu 1937-38’de) Sadece Merkez Komite üyeleri değil, XVII. kongreye katılan delegelerin çoğunluğu da aynı sonla karşılaştı. Toplam 1966 delegenin 1108’i tutuklandı; yani yarısından çok çok fazlası. Bu gerçek, şimdi gördüğümüz gibi XVII. Kongreye katılanların çoğunluğuna karşı yöneltilen karşı-devrimci suçlamalarının ne kadar saçma, vahşi ve sağduyuya aykırı olduğunu gösteriyor.[78] Sovyetler Birliği’ndeki bürokratik egemenliğin kuruluş sürecine yüzeysel olarak yaklaşanlar, Stalin’in adım adım işçi devletini tasfiye eden uygulamaları esnasında Bolşevik Partisinden yeterli muhalefetin yükselmemiş olduğunu söylerler. Böylece sonucu onaylamasalar bile, “bir yerde zafer Stalin’in hakkı idi” (!) demeye getirirler. Bu büyük bir sahtekârlıktır. Sovyetler Birliği tarihinin sayfaları Stalinist diktatörlüğe direnen, parti içinde muhalefet yükselten nice Bolşevik-Leninistin kanıyla sulanmıştır. Peki ya Stalin’in zaferinin, “birtakım hatalara rağmen son tahlilde yine de komünizm yolunda elde edilmiş” (!) bir zafer olduğunu savunabilen mantaliteye ne demeli? Böylesi düşünce sahiplerini niteleyecek sıfat ne olabilir ki? Belki de böyleleri için bir sıfat aramaya hiç gerek yok. Onların konumunu şu gerçekler yeterince anlatıyor: Sovyetler Birliği’nde Stalinist diktatörlük tarafından 1936’dan 1939’a kadar 1,5 milyondan fazla parti üyesi hapsedilmiş –yaklaşık tüm üyelerin yarıya yakını– ve 1936 yılından itibaren 10 milyondan fazla Sovyet vatandaşı hapishanelerde ya da çalışma kamplarında ölmüştür. 1917 Ekim Devriminde Kronştad denizcilerinin lideri ve Petrograd Askeri Devrim Komitesinin üyesi olan Raskolnikov, 1939’da kaleme aldığı Stalin’e Açık Mektup’ta, Sovyet tarihinin bu kanlı karşı-devrim dönemini dile getirmektedir: Stalin! Sizinle beraber devrim tarihimize “terör dönemi” başlığıyla geçecek yeni bir dönem başlamıştır. Sovyetler Birliği’nde bugün kimse kendini güven içinde hissetmiyor. Kimse, akşam yattığında geceyi tutuklanmadan geçirip geçiremeyeceğini bilemiyor. … Ekim Devriminin kahramanları şimdi neredeler? … Savaşımın başından beri beraber olan eski takım nerede? Onlar yok artık. Siz kurşuna dizdirdiniz onları Stalin! Siz, size inananların vicdanını çürüttünüz, mahvettiniz. Siz sizinle beraber yürüyenleri, ikircim ve tiksinti içinde bırakarak, dünkü yoldaşlarının ve arkadaşlarının kanına girmeye zorladınız. Siz, sizin öncülüğünüzde yazılan yeni sahte parti tarihinde ölülerin ve kendinizin katlettirdiği kahramanların eylemlerini kendinize malederek mezar soygunculuğu yaptınız. … Savaşın arifesinde siz, ülkemizin gururunu ve güvencesini, yani Kızıl Orduyu yıktınız. … Siz dünya savaşının ve iç savaşın deneyimleriyle yetkinleşen ordunun en seçkin yöneticilerini, başta mareşal Tuhaçevski olmak üzere, katlettiniz! Sizin bu çılgın oyununuzun da sonu gelecektir. Sizin, işlediğiniz suçların listesi sonsuzdur. Sizin kanına girdiğiniz masumların listesi sonsuzdur. Bunları sıralamak bile olanaksız. Ama sovyet halkı sizi sosyalizme ve devrime ihanet ettiğiniz için, verdiğiniz muazzam zararlar için, halkın gerçek düşmanı olduğunuz için, sefaleti ve sahte delillere dayanan davaları örgütlediğiniz için eninde sonunda sanık sandalyesine oturtacaktır.[79] Tarihin belirli bir kesitinde tüm bu gerçekler örtbas edilip, resmi tarih tarafından “Büyük Önder”, “Halkların Babası” vb. sıfatlarıyla farklı bir Stalin imajı yerleştirilmiş olsa da, ne derler, tarih affetmez! Ölümü göze almak pahasına Stalinizme karşı muhalefet yürütmüş olan on binlerce devrimcinin, nasıl olup da bürokrasi tarafından yenilgiye uğratıldığının nesnel nedenini sorgulayan Troçki şöyle der: Kuşkusuz on binlerce devrimci savaşçı Bolşevik-Leninistlerin bayrağı altında toplandı. İşçilerin ileri kesimi kesinlikle muhalefete sempati duyuyordu, ancak bu sempati edilgen kaldı. Yığınlar, durumun yeni bir savaş ile ciddi olarak değişebileceği inancından yoksundu. Bu arada bürokrasi iddia ediyordu: “Uluslararası devrim uğruna muhalefet bizi devrimci savaşa sürüklemeyi öneriyor. Sarsıntılar yeter! Dinlenmeye hak kazandık biz. Sosyalist toplumu biz burada inşa edeceğiz. Bize, liderlerinize güvenin!” Bu dinlenme vaazı, apparatçiki, askeri ve sivil memurları iyice pekiştirdi ve yorgun işçiler, ve daha da yoğun olarak, köylüler arasında tartışmasız yankı buldu.[80] Ve en önemlisi, Troçki’nin Lenin’in öngörüsünü hatırlatarak dile getirdiği gerçekliktir. Troçki, bürokrasinin Bolşevik Partisini fethettiğini, böylece başlıca tehlikeyi, devlet organlarının toplumun hizmetkârlarından toplumun efendilerine dönüşmesinde gören Lenin’in programını yenilgiye uğrattığını belirtir: “Bürok­rasinin koca kıçı, devrimin başına ağır bastı. İşte Sovyet Termidor’unun sırrı budur.”[81] Son olarak da bir başka gerçeğin altını olanca netliği ile çizmek gerek: Nasıl ki bürokratik diktatörlük işçi devletinin karşı-devrimci inkârıysa, Stalinizm de aynı şekilde Leninizmin inkârıdır. 1917 Ekim Devrimiyle hayata gözlerini açan işçi iktidarı ile bu iktidara son verip egemen olan Stalinist rejim arasında, nice Bolşevik önder ve militanın kanıyla boyanmış bir karşı-devrim süreci uzanmaktadır. Buharin’in ölüme beş kala, 1938’de tutuklanmadan önce eşi Larina’ya ezberleterek teslim ettiği Parti Yöneticilerinin Gelecek Kuşaklarına başlıklı veda mektubu, Stalinizm gerçeğinin geç ve acıyla yüklü bir itirafıdır: Yaşamdan uzaklaşıyorum. Başımı uzattığım satır, proletaryanın satırı değildir. O, acımasız, ama sonuna kadar tutarlı bir ahlâka sahip olmalı. Sürdürdüğü Orta Çağ yöntemleriyle muazzam güce sahip olan, örgütlediği iftira kampanyalarıyla kendinden emin ve cesur bir şekilde işleyen bu cehennem makinesi karşısında çaresiz olduğumu hissediyorum.[82] İncelediğimiz sorun, tarihte birtakım olayların sonucu olarak Stalin diye bir kişinin ortaya çıkıp despot kesilmesi değildir. İncelenmesi gereken tarihsel olgu, kişi olarak Stalin değil, Stalinizmdir. Stalin bürokratik karşı-devrimin ve despotik bürokratik rejimin kuruluş sürecinin lideri olmasıyla sivrilen bir tarihsel şahsiyet olduğundan, kaçınılmaz olarak bu yeni rejime de ismini armağan etmiştir. Bilindiği gibi, Bolşevik Partisi içinde nice farklı görüşler dile getirilmiş, pek çok muhalif grup ve çevre biçimlenmiştir. Ancak eski Bolşeviklerin neredeyse hepsi bürokratik rejimin terörü altında can verirken, başta kalan ve egemen olan Stalin olmuştur. O nedenle de gerek Rusya’da gerekse ilerleyen tarihlerde başka ülkelerde kurulan despotik bürokratik rejimlerin isim babalığını yapmak Stalin’in “bileğinin hakkıyla” kazanmış olduğu bir tarihsel “ayrıcalık”tır. Totaliter bir rejim, her ne kadar diktatörün oldukça “şahsi”leşmiş egemenliği ile karakterize oluyorsa da, bu tür bir siyasal biçimlenme hiçbir zaman rejimin özünü ve sınıf diktatörlüğünün niteliğini göz ardı etmeyi haklı kılmaz. Nitekim, 1953’te Stalin’in ölümü, ardından Kruşçev’in Stalin’i suçladığı 1956 yılının ünlü 20. Kongresi, Sovyet rejiminin niteliğinde bir değişiklik yaratmamış ve Sovyetler Birliği’ndeki despotik bürokratik rejim, kuruluşundan 1990’lardaki çöküşüne dek varlığını sürdürmüştür. Stalin’in ölümünden sonra Sovyetler Birliği’ndeki rejimin karakteriyle ilgili olarak niteliksel bir değişimin yaşandığı iddiası gerçeklikle bağdaşmamaktadır. Kruşçev’in 20. Kongre raporunda yaptığı gibi, Sovyet egemen bürokrasisinin Stalinizmi asla sorgulamaksızın, Stalin adını bürokrasinin günahlarını bağışlatacak bir günah keçisi gibi kullanmak isteyişi, ya da ilerleyen süreçte gerçekleşen çeşitli lider değişiklikleri, bazı reform denemeleri vb. bürokratik rejimin niteliğini değişikliğe uğratan faktörler değildir. Öte yandan, Sovyetler Birliği’ndeki bürokratik diktatörlüğün oluşumunu gerçek kaynağında, yani Stalin’in egemenliği altında cereyan eden bürokratik karşı-devrim sürecinde aramayıp, onun ölümünden sonraya havale eden görüşler, bilimsel açıdan bir değer taşımıyor. Nihayetinde bu tip tezler, devrimci Marksizmin ışığında sürdürülen anlamlı bir sorgulamaya dayanmayan ve yalnızca Maoculuk, Enver Hocacılık vb. gibi, Stalinizmin siyasal çeşitlemelerinden birini tercih etme temelinde biçimlenen siyasal eğilimlerdir. Diğer Bürokratik Rejimler Sovyetler Birliği’nde egemen olan Stalinist bürokrasi, sosyalizmin özüne aykırı olan uygulamaları sosyalizmin bir “erdemi”, “ideal uygulaması” olarak teorize ederek, sosyalizm mücadelesine dünya burjuvazisinin verebileceğinden çok daha fazla zarar vermiştir. Stalinist “tek ülkede sosyalizm” anlayışını birkaç temel noktası itibarıyla ifade etmek gerekirse şöyle sıralayabiliriz: Sınıfsız toplumun tek bir ülkede, ulusal ölçekte kurulabileceğini vaaz eder. Sosyalizmin “ulusal” ve “devletli” bir toplum olduğunu söyler. Sosyalizmin dünya devriminin ilerlemesiyle değil, kapitalizm ile “barış içinde yan yana yaşama” koşulları altında, ulusal devletler bünyesinde inşa edilebileceğini savunur. “Sosyalist devlet (!)”in giderek güçlenmesi gerektiğini, hatta komünizmde de devletin varlığını koruması gerektiğini ilân eder. “Ulusal sosyalizm” anlayışının Ekim Devriminin ülkesinde iktidar olması, gerek bu nedenle yarattığı devasa yanılsamalar gerekse dünya dengelerini etkileyen fiili varlığı nedeniyle, bu anlayışın dünya komünist hareketinde de güç kazanmasının maddi temelini oluşturdu. Bu durum 1917 Ekim Devriminden sonra gerçekleşen devrimlerin ve II. Dünya Savaşı sonucunda Sovyet nüfuz alanı içinde kurulan devletlerin kaderini belirledi. Stalinizmin küçük-burjuva milliyetçi “sosyalist” mantığı, sonuçta birbirinin boğazına sarılan, birbirine düşman “ulusal sosyalist devletler” garabetinde somutlandı. Böyle bir “sosyalizm” akımının nasıl milliyetçi, şoven bir içeriğe sahip bulunduğunu uzun yıllar boyunca SSCB-Çin, Çin-Vietnam, Vietnam-Kamboçya vb. çatışmasında izlediğimiz gibi, bugün de SSCB’de ve Yugoslavya’da yaşanan milliyetçi çatışmalardan ibretle izliyoruz. Avrupa’yı sarsan 1929 ekonomik krizinden II. Dünya Savaşının başladığı tarihe kadar geçen süre, Avrupa ülkelerinde devrimci yükselişlere, karşı-devrimci saldırılara, faşizmin iktidara gelişine sahne olmuştu. Böylesine karışık ve devrimlere gebe bir ortamda bile Stalinizmin politikası “statükoyu korumak” temelinde biçimlendi. Sovyet bürokrasisinin tek endişesi kendi ulus-devletinin güvenliğiydi. Bürokrasi, iktidar aygıtının iç istikrarını bozacak ve bürokratik diktatörlüğünün geleceğini tehlikeye sokacak gelişmelerden uzak durmak istiyordu. O nedenle, Avrupa’daki işçi eylemlerini de dünya devrimi açısından değil, kendi dar ulusal çıkarları açısından değerlendiriyordu. Stalinist egemenliği körü körüne izleyen resmi komünist partilerse, kendi ülkelerinde gelişen devrim süreçlerini Stalinist merkezin kontrolü altında etkilemeye çalıştılar. Bu uğurda, burjuva hükümetlerle uzlaşılıp, işçi sınıfının devrimci mücadelesinin fiilen engellenmesi yoluna bile gidildi. Komintern böyle uğursuz bir görevin aracı kılınarak, dünya devriminin çıkarları açısından tamamen işlevsiz hale getirildi, bir enkaza dönüştürüldü. Almanya’da 1930’larda Hitler’in yükselişi sırasında Alman Komünist Partisini mücadeleden alıkoyan Stalinizm, böylece Nazi tehlikesinin önünü kesebilecek olanakları dinamitlemiş oluyordu. Nazilere karşı sol güçlerin ayaklanmasının bir iç savaşa yol açarak statükoyu bozacağından endişe duyan Stalinizm, ekonomik-politik-toplumsal istikrarsızlığı dünya devriminin ilerleyişine dönüştürmeyi ilke edinen Leninizmle arasındaki uçurumları ortaya koyuyordu. 1935’ler Fransa’sı örneğinde olduğu gibi, Stalinizm, işçi sınıfının lehine gelişen devrimci durumu, burjuvaziyle ittifaka dayanan “Halk Cephesi” politikasıyla terse döndürüyordu. 1936-1939 İspanya İç Savaşında da komünist ve devrimci güçlerin yenilgisini hazırlayan Stalinizmden başkası değildi. Nazizmin artık Sovyetler Birliği’ne saldırı hazırlıklarını yürüttüğü bir aşamada, 1939 Ağustosunda, Nazi-Sovyet Saldırmazlık Paktını imzalayan Stalin, imza töreninden sonra Almanya’yı “savaşı hemen sona erdirmek ve barışı sağlamak için çalışan bir ülke” olarak tanımlıyordu. Stalin’in “statükoyu koruma” amaçlı politikası, Hitler ordularının Sovyetler Birliği’ne saldırıya geçtiği 1941 yılında büyük bir gürültüyle çatırdadı. Stalinist bürokrasi, Nazizme karşı Sovyet halkının savaşımına da salt bir “Anayurt Savaşı” olarak yaklaştı; bu koca savaş, dünya savaşı nedeniyle Avrupa’da yükselen devrimci dalgayla ilişkilendirilmedi. Hitler ordularının 1943’te Sovyet topraklarında bozguna uğratılmasıyla, savaşın galip taraflarından biri olarak sivrilmeye başlayan Sovyet bürokrasisi, Amerikalı ve İngiliz burjuva müttefikleriyle pazarlık masasına oturmaya hazırlanıyordu. Ancak bu görüşmeler öncesinde Stalin’in yapması gereken “ufak” bir iş daha vardı. Fiili varlığı sona erdirilmiş Komintern’i resmi olarak da sona erdirip, böylece burjuva müttefiklerin arzularını yerine getirmek! Komintern, Stalin’in emri üzerine Haziran 1943 tarihinden geçerli olmak üzere feshedildi. Kasım 1943’te Tahran Konferansı toplandı. Stalin’le pazarlık masasına oturarak, nüfuz alanlarının paylaşımında Sovyet bürokrasisini üçüncü bir taraf olarak kabul eden emperyalistlerin düşüncesi şu gerçeği yansıtıyordu: Dünya devriminin ilerletilmesini savunan devrimci güçlere karşı, Sovyet bürokrasisinin nezdinde bir müttefik bulduklarını! Örneğin Tahran Konferansı’ndan birkaç ay önce ABD Başkan yardımcısı Henry Wallace şöyle demekteydi: “Eğer Rusya dünya çapında devrim kışkırtan Troçkist fikre bir kere daha kapılırsa 3. Dünya Savaşı kaçınılmaz olur.”[83] II. Dünya Savaşının bitiminde nüfuz alanlarının paylaşımında Sovyet bürokrasisine de bir pay vermeye mecbur kalan Amerikan ve İngiliz Hükümetleri, alacakları ödünü çoktan almışlardı. Emperyalistler, dünya savaşının içinde gelişen ve savaşın bitiminde daha da gelişecek olan devrimci yükseliş tehlikesinin önüne, komünist partileri devrimi durdurmakla görevlendirecek olan Stalin’le anlaşarak geçmeyi umuyorlardı. O nedenle antlaşmanın gerisi, savaşın bitimindeki güçler dengesine göre Avrupa’da Nazizmin işgali altındaki bölgelerin paylaşımına kalmıştı. Sonuçta, Tahran (28 Kasım-1 Aralık 1943); Yalta (4 Şubat-11 Şubat 1945); ve Potsdam (17 Temmuz-2 Ağustos 1945) Konferanslarında, ABD, İngiltere ve Sovyet Hükümetleri arasında varılan antlaşmalar uyarınca Doğu Avrupa ülkeleri (Doğu Almanya, Çekoslovakya, Macaristan, Polonya, Romanya, Arnavutluk ve Bulgaristan), Sovyet nüfuz alanına bırakıldı. Dolayısıyla bu topraklarda Stalinizmin egemenliğindeki “Kızıl Ordu”nun müdahalesiyle kurulan devletler hiçbir şekilde Ekim Devrimi gibi bir devrimin ürünü olmadı. Tersine, bu ülkelerdeki Komünist Parti liderlikleri, proleter iktidarların kurulması yönünde gelişme potansiyeli taşıyan devrim sürecini, “ulusal kurtuluş”u sağlayan bir iktidarın kurulması noktasında durdurmuş oldular. Böylece, Doğu Avrupa ülkelerindeki “Halk Demokrasileri”nin kuruluş süreci, dünya savaşının bitiminde Sovyet egemenliğinin de kabul edildiği yeni bir dünya dengesi temelinde gücünü pekiştiren Stalinist bürokrasinin, dünya burjuvazisi ile anlaşmasının etkisi altında biçimlendi.[84] Ancak bu genel değerlendirme, bu ülkelerdeki yeni iktidarların kuruluş sürecinde farklılıklar olmadığı anlamına gelmez. Alman Nazizmine karşı yürütülmüş olan direniş hareketlerinin çapı ve gücü açısından bir ayrıma gidilecek olursa, bazılarında “ulusal kurtuluş” bağlamında belirleyici etkenin Kızıl Ordunun müdahalesi olduğunu belirtmek gerekir. Fakat, örneğin Yugoslavya’da öne çıkan faktör, Tito’nun önderliğinde yürüyen önemli ve direngen bir partizan savaşıdır. Diğer yandan, savaş sonrasındaki süreçte Yugoslavya ve Arnavutluk KP’lerinin bürokratik liderliklerinin Moskova bürokrasisi ile çatışmaları, bu ülkelerdeki sürece farklı yaklaşılmasını gerektirmez. Çünkü bu bürokratik liderlikler de tıpkı Moskova bürokrasisi gibi, özde, dünya devrimi anlayışına karşı idiler. Onlar da kendi ulus-devletlerinin çıkarlarını savunma temelinde biçimlenmiş bir ulusalcı devlet sosyalizmi anlayışına sahiptiler. II. Dünya Savaşı konjonktüründe yürüyen anti-faşist ulusal kurtuluş mücadelesine böyle bir perspektifle yaklaştılar. Olayların gidişatını bu yönde etkilediler. Bu ülkelerde kurulan iktidarların ve devlet düzeninin niteliğini belirleyen de, aslında Nazizme karşı uzun direniş savaşı sürecinde oluşan ve düzenli orduya doğru gelişen askeri bürokratik yapı oldu. Ve gelecekteki bürokratik diktatörlüğün temel dayanağını da, sanılanın aksine işçi sınıfı ve köylülük değil, bu askeri bürokratik yapı oluşturdu. Tüm bu nedenlerle, Doğu Avrupa devletleri, daha doğuşlarında Stalinist bürokratik egemenliğin uyduları ya da kopyaları olarak biçimlenen ve asla 1917 Ekim Devriminin doğurduğu İşçi Sovyetleri iktidarıyla benzeşmeyen fenomenlerdir. Bir başka deyişle, Rusya’da 1917’de doğan işçi devleti gerçeğinden farklı olarak, Doğu Avrupa devletleri daha baştan bürokratik devletler olarak yaşama gözlerini açmışlardır. Bu bürokratik devletlerdeki ekonomik rejim de, büyük sanayinin devletleştirilmesi temelinde kapitalist ekonomik işleyişe son veren ve devlet mülkiyetine dayanan, bürokratik merkeziyetçi komuta ekonomisi yapılanmasını yansıtmıştır. Bu dizinin dışında kalan ve II. Dünya Savaşı sonrasında Sovyet bürokrasisinin (Moskova’nın) hegemonyasına şu ya da bu ölçüde tavır koyarak iktidarını kuran Mao önderliğindeki Çin’de de durum özünde bundan farklı değildir. Mao’nun bürokratik liderliğinde yürüyen Çin ulusal kurtuluş hareketi, esas olarak köylülüğe, küçük-burjuvaziye dayandı. Çin Halk Cumhuriyeti, devlet mülkiyeti temelinde, sanayileşme alanında atılım kaydetti, bu açıdan devasa bir köylü ülkesinde var olan tarihsel açığı önemli oranda azalttı. Keza, daha yakın dönemde gerçekleşen Küba, Vietnam ulusal kurtuluş hareketleri de, son tahlilde Sovyetler Birliği’nin varlığı sayesinde Amerikan emperyalizminin nüfuz alanından kopabilmiş ve iktidara yürüyebilmişlerdir. Maoculuk, Stalinizmin köylü versiyonundan başka bir şey olmamasına rağmen, küçük-burjuva solculuğu uzun yıllar boyunca “Sovyet revizyonizmi”ni Maoculuk akımını benimseyerek yere sermeye çalışmıştır! Küçük-burjuvazinin sınıfsal konumuna ve mantalitesine denk düşen bir “devrimcilik” temelinde oluşan bu tür saflaşmaların, işçi sınıfının devrimci mücadelesinin çıkarları açısından pek bir anlamı olmasa da, bu tür akımlar belirli bir süre boyunca sosyalist yelpazede etkili olmuşlardır. Bürokratik rejimlerin çözülüşüyle birlikte değişen dünya koşulları altında, artık bu akımların dayandığı maddi temeller ortadan kalkmış olsa da, düşünsel düzeyde etkileri hâlâ sürmektedir. Özetle, asıl tartışma konusu, proletaryanın devrimci hedefleri bakımından, kurulan iktidarın ve devletin niteliğinin belirlenmesi olduğunda, ulusal kurtuluşçu hareketlerin görece devrimci niteliğini vurgulamak hiçbir şeyi çözmez. Sorunu Marksist açıdan irdelemek ve bu türden hareketlerin taşıdığı temel eksiklikleri açıkça ifade etmek gerekir. Bu hareketlerin önderlikleri, Sovyet bürokrasisinin hegemonyacı tutumlarına karşı ulusal bir refleksle cephe almış bile olsalar, bu onların Stalinist “ulusal devlet sosyalizmi” anlayışından esaslı bir kopuş yaptıkları anlamına gelmiyordu. Siyasal çözümlemeleri arasında farklılıklar olsa da, bunların hepsinin ortak eğilimi, sosyalizm yolunda ilerleyecek gerçek bir işçi iktidarının kurulması değil, “ulus-devletin örgütlenmesi” ile sınırlı bir iktidarın kurulmasıydı. Yani, tartışma konusunu oluşturan hareketlerin içeriğinde ve önderliklerinin siyasal anlayışında, kendi bağımsız ulusal devletlerini oluşturma perspektifi ağır basmaktaydı. Stalinist politika, Batı’da olduğu kadar Doğu’da da, statükoyu koruma, uluslararası statükoyu bozabilecek toplumsal sürtüşmelerden kaçınma arzusuna dayanmaktaydı. Her ne kadar Maocular bu statükocu politikayı “Kruşçevci reviz­yonizme” mal etmeye çalışmış olsalar bile, gerçekte revizyonizm Stalinizmin ta kendisi demekti. Maoizmin Stalin ve Stalinizme dokunmamasının nedeni de bizzat kendisinin onun bir tekrarı olmasından kaynaklanıyordu. Bu nedenle Deutscher, “sosyalizm hakkındaki düşünceleri bile Stalinizmin izini taşır; bu, Çin Seddi’yle çevrelenmiş bir Tek Ülkede Sosyalizm düşüncesidir” derken bir gerçeği dile getirmektedir Esasen, söz konusu ülkelerdeki komünist partilerin ya da diğer devrimci örgütlerin içindeki siyasal çatışmaların tarihi gözden geçirilecek olursa, tıpkı Stalinizmin egemenliğinin kuruluş sürecinde olduğu gibi, devrimci Marksizmle küçük-burjuva sosyalizmi arasında sürüp giden bir mücadelenin varlığına tanık olunacaktır. Ve yine bir genel sonuç olarak şunu söylemek mümkün ki; bu devrimlerin iktidara getirdiği siyasal liderlikler, ne sovyet tipi örgütlü proletaryaya ne de devrimci Marksizmi savunan kadrolara dayanıyordu. Bunlar, Stalinizm benzeri bürokratik eğilimlerle biçimlenmiş ve ulusal devrimin önderliği ile bürokratik bir egemenliği bağdaştırmış “ulusal kurtarıcılar” olarak öne çıkmışlardı. Bu nedenle, gerek tarihsel-toplumsal kapsamları, gerekse iktidara getirdiği siyasal temsilcilerin eğilimleri bakımından bu devrimler “ulusal sosyalizm” anlayışını aşmadılar. Stalinist resmi Marksizm akımıyla eğitilmiş ulusal devrimci liderlikler iktidara geldiklerinde, Stalinist bürokrasinin “tek ülkede sosyalizm” anlayışına sahip çıktılar. Çünkü bu tür bir “sosyalist kuruculuk” çizgisinde, aslında emperyalizm çağında kendi bağımsız ulus-devletlerini kuracakları ve ekonomik gelişmeyi sağlayacakları ulusal kalkınma stratejisini bulmuş oluyorlardı. O yüzden bu ülkelerde ulusal kurtuluş devrimini takiben, emperyalist sermayenin elindeki üretim araçlarının ulusallaştırılmasına ve olduğu kadarıyla büyük ölçekli sanayinin devletleştirilmesine girişildi. Sonuç olarak, ister Kızıl Ordunun müdahalesiyle isterse bir ulusal kurtuluş devrimiyle kurulmuş olsunlar, hepsi de içerdikleri temel özellikler nedeniyle Stalinist bürokratik devletin bir benzeri olarak yaşama gözlerini açan “bürokratik devletler” oldular. O halde, Ekim Devriminin ürünü olan ve tarihsel olarak çok kısa bir süre yaşamını sürdürebilen İşçi Sovyetleri Devleti hariç, “sosyalist ülkeler” olarak adlandırılanların tümünde kurulan devletlerin, işçi devleti ile bir ilişkisi bulunmamaktadır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

No Pasaran !