BİR ŞEY YAPMALI

CUMHURİYET İÇİN DEMOKRASİ İÇİN HALK İÇİN GELECEĞİMİZ İÇİN ..................... cemaatlerin yönettiği bir coğrafya olmak istemiyorsak ................. Ama benim memleketimde bugün İnsan kanı sudan ucuz Oysa en güzel emek insanın kendisi Kolay mı kan uykularda kalkıp Ninniler söylemesi

26 Mayıs 2009 Salı

DY YAZILARI

Devrimci Yol üzerine notlar 12 Mart sonrası tartışmalar ve ayrışmalar Her siyasal akım gibi Devrimci Yol da doğup geliştiği dönemin koşulları, teorik ve siyasi tartışmaları tarafından kaçınılmaz olarak etkilenip, belirlenmiştir. 12 Mart dönemi sonrasında Türkiye solunda ideolojik ve teorik bir kargaşa örgütsel plandaki bir dağınıklıkla birlikte yaşandı. 68-70 döneminde ortaya çıkan siyasal çevre ve örgütler içinde yenilginin ortaya çıkardığı çözülmeler yeni ayrışmalar getirdi. Bu yüzden geçmiş değerlendirmeleri üzerine ve geçmiş teorik yaklaşımlar ve kavramlar üzerine olan tartışmalar önemli bir yer işgal etti. Bunun yanı sıra, sosyalist dünyadaki Çin- Sovyet kutuplaşması çevresinde ortaya çıkan tartışmalarla (sosyal emperyalizm, geçiş süreci, geri dönüş v.b) Kürt ulusal sorunu ve faşizme karşı mücadele konusundaki tartışmalar 74-80 döneminin teorik tartışma alanını oluşturdular. Bu dönemdeki tartışmalar kısmen 70 öncesi tartışmaların bir devamı olmakla birlikte, bazı konular önemini kendiliğinden kaybetmişti. Türkiye devriminin sosyal muhtevası, işçi sınıfının öncülük rolü ve niteliği, temel güç ve ittifaklar (Kemalizm) sorunu gibi bazı eski tartışma konuları belirleyici olmaktan çıktılar. Devrim anlayışı ve devrimci mücadele üzerine ve örgütlenme biçimleri üzerine olan tatışmalar ise önemlerini ve ayrışma konusu olma özelliklerini kaçınılmaz olarak sürdürdüler. Devrim anlayışı üzerine olan farklılıklar altmışların sonlarına doğru, daha çok Sovyet ve Çin devrimlerinin biçimlenişleri (sovyetik ayaklanma ve halk savaşı modelleri) arasındaki bir tercih sorunu olarak ortaya çıkıyordu. Bu konuda, solun geleneksel (dogmatik) özellikleri nedeniyle taklitçi ve kopyacı anlayışlar egemendi. Böylece bir anlayışla yürütülen tartışmalarda gerçeğin hep bir kenarından yakalanması sözkonusu olabiliyordu. Marksizmin bilimsel yöntemi yeni kuşaklar tarafından kavranmaya başlandıkça ve devrimci mücadelenin ivmesi 12 Mart' a doğru hızlandıkça, temel alan (kır-şehir), öncü güç -temel güç (işçi-köylü) ikilemleri çevresindeki tartışmaların açmazları ve yanılgıları da iyice ortaya çıkmaya başladı. Türkiye'nin Çin'e de, Çarlık Rusya'sına da benzemediği, hiçbir devrimin kendinden öncekileri tekrarlamadığı ve her devrimin kendi yolunu izlediği gerçeği ortada duruyordu. Ortada duran bu gerçekler Marksizmin bilimsel diyalektik yöntemini kavramaya çalışan yeni kuşak devrimcileri yeni arayışlara sevk etti. THKP/C hareketi, en özlü ifadesi ile, eski-geleneksel sağ eğilimlerin tıkandığı bir aşamada Türkiye devriminin kendine özgü yolunun bir arayışı olarak ortaya çıktı. Pek çok noktada karşı çıkılan anlayışların izlerini içinde taşısa da bu devrimci anlayış, her türlü dogmatik-sağ eğilimden ilk esaslı kopuş noktasını oluşturmuştur. O noktadan itibaren THKP/C hareketinin Türkiye solunun ana akımı haline gelmesinin ve etkinliğini her zaman sürdüren teorik derinliğinin kaynaklandığı yer de buradadır. Devrimci Yol hareketi de bu bilimsel devrimci anlayışın özünü kavrayabildiği, onun Türkiye'ye özgü Devrimci Yol arayışını sürdürebildiği ölçüde başarılı olabilmiştir. 1974 sonrasında, 12 Mart yenilgisinin bir sonucu olarak geçmiş tartışmaları önemli bir yer işgal etti. 12 Mart öncesindeki devrimci mücadele ve devrimci hareketlerin teorik kavramları, özellikle Mahir Çayan tarafından ortaya atılan THKP/C hareketine ait tezler (Birleşik Devrimci Savaş, Politikleşmiş Askeri Savaş, Öncü Savaşı, Evrim-Devrim Aşamaları, Suni Denge, Silahlı Propaganda gibi konular), en çok tartışılan konuları oluşturdular. O dönemde yenilginin bir sonucu olarak başlıca iki hatalı eğilim sözkonusu idi. Bir eğilime göre yenilgi, geçmiş devrimci anlayışın yanlışlığını ortaya koymuştu. Bunların bütün çabaları bir geçmiş eleştirisi ve reddiyesi etrafında yoğunlaştı. Bunlar çoğunlukla uluslararası sosyalist kamptaki çatışmanın yarattığı anofora kapılarak onların peşinden sürüklenip gittiler. Bunun karşısında ise, kısmen bu inkarcı eğilimlere tepki olarak, THKP/C hareketinin dogmatik bir yorumuna dayanan eğilimler gelişti. Bunlar da geçmiş harekete ait kavramları ve formülasyonları kaba bir yorumla algıladılar ve THKP/C'nin basit bir taklidinden öteye gidemeyen bir pratiğe yöneldiler. Devrimci Yol bu iki eğilimden de farklı bir anlayışa tekabül ediyordu. Kuşkusuz Devrimci Yol, THKP/C tarafından oluşturulan bir siyasi temel üzerinde gelişmiştir. Ama Devrimci Yol, THKP/C'nin temel çizgisini reddetmemekle birlikte, başlangıçtan itibaren onun basit bir tekrarını da hedeflememiştir. Sonuçta da onun basit bir tekrarı olmamış, teoride ve pratikte yer yer onu aşan değişik özellikler geliştirmiştir. Devrimci Yol'u 1970'lerin sonlarında en etkili siyasi güçlerden biri haline getiren nedenler, bize göre, onun (çokça tartışma ve eleştiri konusu edilen ) bu özelliklerinde saklıdır. Devrimci Yol'un THKP/C hareketi konusundaki tutumu ona karşı en çok yöneltilen bir eleştiri noktası olmuştur. ''Devrimci Yol'un Mahir'in görüşlerinin doğruluğuna inanmadığı halde bunu açıkça ortaya koymaktan kaçındığı'' iddia edilmiştir. Aslında Devrimci Yol 'un gerek THKP/C hareketi konusunda gerekse onun Mahir Çayan tarafından formüle edilen tezleri konusundaki (ne onun reddine ne de dogmatik bir savunusuna dayanmayan) görüşleri Devrimci Yol dergi ve broşürlerindeki pek çok yazıda etraflıca açıklanmıştır ve bunlar herkes tarafından bilinmektedir. Ayrıca bu görüşler Devrimci Yol'un kendi pratiğiyle de ortaya konulmuştur. Zengin bir mücadele ve deneyler birikimi sunan Devrimci Yol pratiği bize göre THKP/C hareketinin en iyi değerlendirmesi sayılmalıdır. Onun en iyi savunmasını da, devrimci bir eleştirisini de orada bulmak olanaklıdır. Bu nedenle ''Fatsa", ''Kızıldere"nin bir devamı olduğu kadar onun bir eleştirisidir de. Birinin diğerinin karşıtı ve inkarı olduğunu söylemek saçmadır. Aslında konu, devrimci bir teorinin nasıl anlaşılması, teorik-pratik ilişkisinin nasıl kavranılması gerektiği açısından da değerlendirilebilir. Hiçbir teori devrimci mücadelenin somut-güncel görevlerinin nasıl yürütüleceğini önceden belirleyemez. Aksi düşünce, aslında teoriyi bir din, kitapları Kuran gibi algılayan Sünnilerin (Ortodoks) dinsel inanışlarına benzeyen bir anlayışa tekabül eder. Devrimci bir eylem programı her zaman somut koşulların bilimsel bir incelenmesine dayanmalıdır. Bu nedenle pratikte hangi somut siyasi görevlerin, hangi tür eylemlerin gerçekleştirileceğini somut koşulların tahliline göre değil de ''kitaba göre" (ya da geçmiş teori ve pratiğe bakarak) belirlemeye kalkmak hiçbir zaman doğru bilimsel bir yaklaşım olarak kabul edilemez. Devrimci teori, yani Marksizm, yaratıcı bir anlayışla kavranılmalıdır. Bu anlamda, ne kadar doğru olursa olsun bir teori her zaman yeniden üretilmek zorundadır. Hiçbir kitap devrimci mücadelenin nasıl yürütüleceği konusunda mutlak doğruların bilgisini taşımaz. Bu yüzden devrimci bir siyasi hareketin başarıya ulaşmasında temel yaklaşımlarının doğruluğu kadar, yaşanan somut tarihsel gelişmelere uygun, (doğru) siyasetler, mücadele ve örgüt biçimleri geliştirip geliştirememesi de tayin edici bir rol oynar. Kuşkusuz 70'lerde yaşanan en önemli olgulardan biri, uluslararası sosyalist dünyadaki ayrışma ve kutuplaşmalardır. Pek çok grup bu iki kutuptan birinin safında yer alarak, onların politikalarını ve birbirlerine karşı olan katı ve uzlaşmaz tutumlarını aynen benimseyerek, bunları Türkiye'deki sol grupların arasındaki mücadeleye taşımışlardır. Bu, faşizmin saldırılarının bir iç savaş sürecinde yoğunlaştığı bir dönemde son derece olumsuz, yıkıcı etkiler yaratan bir olguydu. Biz, Çin ve Sovyet çizgilerinin ikisini de eleştirel bir yaklaşımla değerlendirdik. Sovyetler Birliği'nde bir geriye dönüş süreci yaşandığını; içerde sosyalizmin uygulanmadığını; dış politika alanında da proletarya enternasyonalizmine uygun bir siyaset yürütülmediğini; gerek Çin'de gerekse SSCB'de milliyetçi-revizyonist bir sapmanın egemen olduğunu; bu yüzden proletarya enternasyonalizmi adına bu iki sapmadan birinin peşine takılmanın yanlış olduğunu; bu koşullarda proletarya enternasyonalizmine giden yolun, bir yandan uluslararası plandaki bu sapmalara karşı mücadele edilirken asıl olarak kendi ülkemizde devrimci mücadele görevlerinin yerine getirilmesinden geçtiğini savunduk. Sosyal emperyalizm ve geçiş sorunları konusundaki tartışmalar, özünde Marksizm ve sosyalizm konusundaki temel anlayışları da yansıtıyordu. Devrimci Yol, bir yandan anti-Marksist "sosyal emperyalizm" teorilerine karşı çıkarken diğer yandan da karşı uçta yer alan revizyonist ve ekonomist -dogmatik anlayışlara karşı çıktı. ''Revizyonist Diktatörlük'' olarak tanımladığı Sovyetlerdeki (kitlelerin yönetimden uzaklaştırıldığı, Komünist Parti yöneticilerinin yönetim tekeline dayalı) sosyalizm anlayışlarını reddeden ve kitlelerin doğrudan yönetim aygıtlarına ağırlık veren bir yaklaşımı benimsedi. (Direniş Komiteleri bir yönüyle böyle bir demokrasi anlayışının somut propagandası işlevini de görüyordu.) Çin-Sovyet kutuplaşmasının Türkiye'ye taşınmasının en olumsuz yanlarından biri, tarafların ''Sosyal faşist /Maocu Bozkurt'' sıfatları kullanarak birbirlerine karşı düşmanca bir tutum geliştirmeleriydi. Bu, 1974 sonrasında sol içindeki çatışma ortamının asıl kaynağını oluşturdu ve adeta bir hastalık gibi yayılarak, anti-faşist devrimci mücadelenin gelişiminde çok olumsuz bir rol oynadı. Sonuçta bir çok sol grup gibi bu olumsuz ortamdan etkilenmekten kurtulamasa da Devrimci Yol, başından itibaren bu olumsuzluklara kararlılıkla karşı çıktı ve mücadele etti. Türkiye tarihinin en büyük bunalımı, ya da bir iç savaş sürecinde Devrimci Yol Herhangi bir siyasi hareketin anlamı, her şeyden önce tarihsel gelişme içindeki somut konumuna göre belirlenir. Kuşkusuz Devrimci Yol 'da öncelikle böyle bir tarihsel boyut içinde ele alındığında daha doğru olarak kavranabilecektir. Bu yüzden Devrimci Yol değerlendirilirken öncelikle, 1970'ler Türkiye'sindeki gelişmeler karşısındaki konumu ve fonksiyonlarıyla ele alınmalıdır. Türkiye 1970'lerde belki de tarihinin en yoğun çalkantılarına sahne oldu. ‚ok kısa olarak özetlemek gerekirse, Türkiye'nin 1950'lerde içine girdigi ekonomik ve siyasi sistem (emperyalizme göre şekillenmiş yeni sömürge sistemi) 1970'lere gelindiğinde tümüyle tıkanmış durumdaydı. Bu yüzden sistem iç ve dış çeşitli etkenlerin zincirleme baskısıyla (27 Mayıs ve 12 Mart' ta geçirdiği sarsıntılardan daha çok daha üst boyutlarda) çok yönlü ve derin bir bunalıma sürüklendi. Bu nedenle, egemen güçler kendi iktidarlarını olağandışı baskı politikalarıyla sürdürmeye yöneldiler. Böylece, yaşanan bunalıma paralel olarak, devlet desteğiyle örgütlendirilen bir faşist devlet terörü dalgası bütün ülkeyi kapladı. Bu dönemde Türkiye solunun karşı karşıya bulunduğu en önemli sorun, 12 Mart sonrasının siyası ve teorik karışıklığı-yılgınlığı içinde olmasıydı. Örgütsüzlüğün ve dağınıklığın yanı sıra yaygın bir yılgınlık eğilimi söz konusuydu. Egemen sınıfların yoğun faşist saldırılara hazırlandıkları, faşist terör kampanyalarıyla bütün toplumsal muhalefet eğilimlerini bastırmaya yöneldikleri bu dönemde bu yılgınlık ve teslimiyet eğilimleri en büyük tehlikeyi oluşturuyordu. Pratikte bu eğilimler faşizmin yolunu temizlemekten başka bir anlam taşımıyordu. Her tür mücadele anlayışı bu eğilimden beslenen "provokasyon" teorilerince baskı altında tutuluyordu. Faşist saldırılar arttıkça bu saldırılara karşı gelişen direniş eğilimleri "oyuna gelme" olarak görülüyor; "provokasyona gelmeyerek faşistlerle güvenlik güçlerini karşı karşıya getirme" taktikleri öneriliyordu. Devrimci hareketin dağınıklığından ve kafa karışıklığından yararlanılarak dönemin yaygın geçmiş (devrimci mücadele) eleştiriciliğiyle de içiçe geçen bu eğilimlere karşı Devrimci Gençlik dergisiyle başlatılan mücadele 1975-80 döneminde yükselen devrimci mücadelenin ve Devrimci Yol hareketinin teorik-siyasi temellerini oluşturmuştur. Faşist terörün ülkenin her yanını kapladığı ve adeta bir ölüm-kalım meselesi halinde toplumun bütün fertlerini etkilediği bir dönemde faşizme karşı mücadele konusu ve faşist saldırılar karşısında takınılan tavır belirleyici bir rol oynamıştır. Devrimci bir hareketin böyle bir mücadelenin en ön saflarında yer alması kaçınılmaz bir görevdir. Birçok sol grup ya da parti, hayatın içinde sürüp giden bu ölüm kalım savaşına yabancı kaldıkları oranda etkisizleşmiş, silinip gitmişlerdir. Ne kadar örgütsüz ve dağınık olunursa olunsun egemen güçlerin dayattığı bu savaşı kabullenip onun gerektirdiği görevleri yerine getirmeye ve doğru siyasetler, mücadele ve örgüt biçimleri geliştirmeye çalışanlar ise, doğal olarak döneme damgasını basan bir devrimci hareket olarak ortaya çıkmıştır. Bazen faşizme karşı mücadelenin "anti faşistlik" olarak nitelenerek sosyalizm mücadelesinden ayrı bir şey olarak küçümsendiği görülebiliyor. 1975-1980 döneminde kısmen bir iç savaş boyutlarında gelişen mücadele o dönemdeki sınıf mücadelesinin en üst biçimiydi. Bu nedenle, sadece Devrimci Yol değil bütün siyasal akımlar o dönemde getirdikleri somut siyasetler ve etkinliklerle değerlendirilebilirler. Bir dünya görüşü, sınıf mücadelesinin güncel görevleri içinde somut olarak gerçekleşir; nasıl bir gelecek, nasıl bir demokrasi ve sosyalizm anlayışına sahip olduğunu ortaya koyar. Önemli olan soyutta (ya da lafta) kimin sosyalizmi savunup savunmadığı değil, daha çok budur. Devrimci Yol faşizme karşı mücadeleyi bir devrim sorunu olarak gören bir anlayışı savunmuştu. Türkiye'de gelişen faşist terör hareketlerinin (savaş sonrası Avrupasında aşağıdan yukarı gelişen faşist hareketlerden farklı olarak ) emperyalizme bağımlı yeni sömürge bir devlet yapısından kaynaklandığını, bu yüzden faşizme karşı mücadelenin devletin yapısının değiştirilmesini (demokratik halk devriminin özü) hedefleyen bir program çerçevesi içinde -bir devrim sorunu olarak- görülmesi gerektiğini ve bir açık faşizm tehlikesinin somut olarak gündeme geldiği durumlarda açık faşizmi önleme politikalarının temel alınması gerektiğini ileri sürmüş; faşizm ve faşizme karşı mücadele sorununu böyle bir mücadele programı çerçevesinde tartışmıştır. Teoriyi bir dogma olarak, kavram tartışması olarak kavrayan anlayışlara karşı, Devrimci Yol 1975'lerden itibaren hızla gelişen iç savaş boyunca somut siyasetler üretmeye çalıştı; faşist terör hareketleri karşısında devrimci bir direniş mücadelesinin geliştirilmesini, faşist terör karşısında oluşan kendiliğinden nitelikli direniş eğilimlerini devrimci bir doğrultuya kanalize edilmesini, kitle inisiyatifinin geliştirilmesini ve yeni -alternatif- bir yönetim (demokrasi) ve yaşam anlayışının somutta geliştirilebileceği örgüt biçimlerinin oluşturulmasını önerdi. Direniş Komitelerinin halk iktidar organlarının birer nüvesi olarak görülmesi ve bu anlamda halk içinde şimdiden yeni bir yaşam biçiminin, yeni bir demokrasi ve yönetim anlayışının geliştirilmesi açısından kavranılması, (Türkiye solunun bugünkü popüler tartışma konuları açısından da) üzerinden atlanmaması gereken bir özellik gösterir. Bu yaklaşım, özünde geleneksel sağ yaklaşımlardan köklü bir kopuşun ifadesiydi. Pek çoğunda kalıcı başarıların sağlanamamış olmasına rağmen bu deneylerin taşıdığı önem yadsınmamalıdır. Bazı başarılı örnekler üzerinde yaygın olarak durulmakta ve tartışma konusu edilmektedir. Bu doğrultuda başarılabilmiş bir tek örnek bile, sosyalizm, demokrasi vb. konularındaki kitaplar dolusu teorik çözümlemelerden daha değerlidir. Kuşkusuz Fatsa başarılı tek örnek değildi. Pek çok yerde önemli deneyimler yaşanmıştır. Daha zengin deneylerin gerçekleştirilemeyişinde, bizim bu konuda pratikte gösterdiğimiz eksikliklerimiz ve hatalı yaklaşımlarımız kadar, diğer sol gruplar tarafından konunun öneminin kavranılamayışının da önemli bir rol oynadığına kuşku yoktur. (Bu gerçek, nedense, "geçmiş muhasebelerinin" çokça üzerinden atladığı konulardan biridir.). Bu deneylerin irdelenmesi, derslerin toplanması, bugünle ve gelecekle bağlarının oluşturulması geçmişin değerlendirilmesi açısından önem taşıyan konulardan biri olarak görülmelidir. Kitlesellik konusunun özel bir önem taşıdığı açıktır. Türkiye Solu'nun geleneksel ve önemli zaaflarından biri emekçi kitlelerden kopukluğu olmuştur. Geleneksel sol, gerek işçi sınıfı içinde, gerekse diğer emekçi halk kesimleri içinde hemen hemen hiçbir etkinliğe sahip olamamış ve bu nedenle dar bir aydın hareketi olarak kalmanın zaaflarını her zaman bünyesinde taşımıştır. Devrimci Yol'un bu yönden önemli bir gelişme sağladığı genellikle kabul edilmektedir. (Yazar İlhan Selçuk, bir söyleşisinde Devrimci Yol'un yaygınlığı ve kitleselliği üzerinde dururken: "Nasıl olur da belli bir merkezden yönetildiği bile saptanamayan bir hareket bu kadar yaygınlaşır. Bu siyasal ve toplumsal soruyu araştırmak ve yanıtını bulmak gerekir. Devrimci Yol hareketinin bu kadar hızlı ve bu kadar yaygın olarak gelişmesinin nedenleri bulunmalıdır." diyordu). Bize göre, Devrimci Yol'un kazandığı kitleselliğin nedeni, siyasi çizgisinden ve devrimci mücadele anlayışından başka bir yerde aranmamalıdır. Kitlesellik konusu, kullanılan dilden halkın somut çıkarlarını, somut güncel konuları içeren bir anlayışa; inandırıcı somut hedefler ortaya koyan bir mücadele programından meşru ve haklı bir eylem çizgisinin izlenmesine kadar pek çok etkene bağlı bir olaydır. Devrimci Yol için, kitle ve taban insiyatifinin ve siyasal eylemliliğin geliştirilmesi daima önemli bir sorun olmuş; geleneksel-yerleşik siyasal kültür ve yaşam alışkanlıkları aşılmaya çalışılmıştır. Burada işaretlenebilecek olan bir nokta da "Meşruiyet" sorunudur. Devrimci Yol, meşru bir hareket olarak gelişmiştir. Burada kastedilen meşruiyet elbette basit bir yasallık olayı değildir. Söz konusu olan, toplum içinde, kitlelerin indinde haklı ve meşru olmaktır. Bu ise somut siyasal koşulları, kitlelerin psikolojik durumlarını dikkate alan bir eylem çizgisini gerektirir. Devrimci Yol her zaman eylem çizgisi olarak adım adım gelişen ve emekçi kitleler içindeki en ileri ve olumlu fikirlerle birleşmeye yönelen haklı ve meşru bir savunma çizgisini izlemeye çalışmıştır. Buna uyabildiği oranda geniş halk kitleleri içinde haklı ve meşru bir hareket olarak kabul edilmiştir. Sonuçta Devrimci Yol, kendisinin geniş kitlelerle birleşmesine götüren ve 1980'lere gelirken bir emekçi halk hareketine dönüştüren özellikleriyle ülkemizdeki devrimci mücadele tarihindeki en büyük potansiyeli oluşturmasının yanı sıra, gelecek açısından da pek çok olumlu deneyler ve birikimler sağlamıştır. Partileşme sürecinde Devrimci Yol Devrimci Yol geniş bir siyasal etkinliğe ve kitleselliğe ulaşmasına rağmen, başlangıçta öngörülen partileşme aşamasına ulaşamamıştır. Bu noktanın daha sonra hareketin 12 Eylül'e karşı etkili bir direniş mücadelesi geliştiremeyişinde önemli bir rol oynadığı kesindir. Bu yüzden bu konu üzerinde de önemle durulması gereklidir. Devrimci Yol değişik bir partileşme anlayışı önermiştir: Emekçi halk kitlelerinin iktidar mücadelesine önderlik edecek savaşçı bir partinin gerekliliği vurgulanıyor; ancak bunun devrimci hareketin o günkü subjektif konumu nedeniyle hemen gerçekleştirilebilecek bir olay olmadığı belirleniyordu. Aslında ortada bir açmaz bulunduğu açıktı. Bir iktidar mücadelesi anlamında devrimci bir siyasi mücadelenin yürütülebilmesi ve faşizme karşı mücadelenin başarılabilmesi için devrimci-savaşçı bir parti önderliği zorunluydu; ancak böyle bir önderliği hemen oluşturabilmek de içinde bulunulan ideolojik ve siyasi (örgütsel) kargaşanın kendiliğinden aşılması için oturup beklenemeyeceğine göre, bu açmazdan kurtulmak gerekiyordu. Bu açmaz karşısında Devrimci Yol'un çözümü partileşme süreci başlığı altında ifade edildi: kendini bir parti olarak ilan etmeden, en geniş kitle içinde en dar kadro çalışması anlayışıyla yürütülecek örgütlü bir mücadele sürecinde sınıflar mücadelesinin asgari görevleri militan bir anlayışla yerine getirilmeye çalışılırken, içinde bulunulan ideolojik örgütsel kargaşadan kurtulmak için de çaba sarfedilecekti. Hemen partileşme yoluna gidilmeyişi, içinde bulunulan ideolojik ve siyasi kargaşa kadar böylesi bir örgütlenme için yetkin kadroların gerekliliği sorunuyla da ilgiliydi. Böyle bir mücadele süreci içinde bu alandaki eksikliklerin aşılabilmesi öngörülüyordu. Bu süreç kuşkusuz -tanım gereği- başlangıçta eksikli bir siyasal mücadele aşamasını kabul ediyor. Devrimci Yol bir yönüyle bu eksikli mücadele sürecinin adıdır. Bu bakımdan onda görülebilecek hataların ve eksikliklerin çoğu öngörülen sürecin özellikleriyle ilgilidir. Bir başka ifadeyle, bu hata ve eksikliklerin giderilmesi sürecin aşılmasını gerektiriyordu. Bunun sağlanamamış olması Devrimci Yol'un öngördüğü aşamaya ulaşmakta başarılı olmaması demekti. Bunun nedenleri tartışılırken Devrimci Yol önderliğinin hata ve eksikliklerinin yanı sıra gözönüne alınması gereken bir husus da, yaşanan sürecin olağanüstü özellikleridir. Türkiye birkaç yıl içinde belki de onyıllar içinde rastlanamayacak ölçüde hızlı ve yoğun gelişmelere, olaylara sahne olmuştur. Bunalım derinleştikçe ve faşist terör toplumun bütün hücrelerine yayıldıkça kitlelerin siyasallaşması Türkiye tarihindeki en üst boyutlara ulaşmıştı. Bütün eksiklerine rağmen faşizmin saldırılarına karşı militan bir direniş mücadelesi örgütlemeye, kitlelerde oluşan kendiliğinden direniş eğilimlerini Direniş Komiteleri çerçevesi içinde örgütleyip kalıcı bir hale getirmeye ve devrimci bir doğrultuya kanalize etmeye çalışan Devrimci Yol, çok kısa sürede büyük bir kitlesellik kazanmıştır. Böylece kendi öngördüğü asgari gelişme aşamasını (partileşmesini) bile tamamlayamayan genç bir hareket yeterince olgunlaşamadan ülke çapında bir iç savaş boyutlarında sürüp giden mücadelenin önderlik görevleriyle nesnel olarak yüz yüze kalmıştır. Ancak çok güçlü ve yetkin bir devrimci parti örgütlenmesince yerine getirilebilecek olan bir iç savaş mücadelesinin çok yönlü önderlik görevleri yeterince gerçekleştirilememiş; sonuçta kaçınılmaz olarak bütün devrimci halk güçlerinin ağır bir yenilgisiyle karşı karşıya kalınmıştır. Buna rağmen bizim, siyasi gelişmelerin o olağanüstü gelişme temposu karşısında yapabileceklerimizin tümünü yapabildiğimiz; bu kısa süre içinde daha fazlasını yapamayacağımız; bu yüzden karşılaşılan sonucun kaçınılmaz olduğu da söylenmemelidir. Kuşkusuz çok daha fazlası yapılabilirdi. Ve yapılamayanlar çoğunlukla devrimci hareketin önderlik görevlerindeki hata ve eksikliklerimize ve duraksamalarımıza ilişkindir. Siyasal gelişmelerin olağanüstü temposuyla partileşme süreci arasındaki çelişme açıkça görülebiliyordu. Bu geçiş sürecinin 1980'lere gelmeden çok önce tamamlanması gerekiyordu. Bu konuda yeterince etkin müdahalede bulunulamadığı, duraksamalı davranıldığı ortadadır. Yine, (Devrimci Yol'a yöneltilen yoğun eleştirilerin ve hasmane duyguların oluşturduğu bir atmosfer içinde, bir ölçüde bu eleştirilerin bir yan ürünü olan) ayrılık olayının doğurduğu güç-kadro-zaman kaybının da olumsuz bir rol oynadığı açıktır. Bu yüzden bu noktadaki hataların da üzerinde durulabilir. Duraksamaların burada işaret edilebilecek bir nedeni de hareketin hızlı gelişmesinin getirdiği rehavet, güçlülük ve yeterlilik duygularıdır. Bu, bir yandan zaafların, hataların ve eksikliklerin görülememesine ya da önemlerinini kavranamamasına yol açarken, bir yandan da önderlik kademelerinde gelişmeyi yeterli bulan tutucu ve bürokratik eğilimlerin güçlenmesine neden olmuştur. Görülebilen bu hata ve eksikliklerin giderilmesi için ortaya koyulan çabalar da yetersiz kalmıştır. Ve hareketin yenilenme ve kendisini aşma gereksinimine karşın başarısız kalınmıştır. Sonuç olarak 12 Eylül gibi büyük bir tarihsel dönemece partileşme süreci olarak tanımlanan bir geçiş sürecine has yapılarla, onun eksiklik ve zaaflarıyla girilmiştir. Bu, Devrimci Yol'un 12 Eylül'deki en büyük handikapı olmuş, doğal olarak da 1980'lerde yaşanan tarihi belki de tersine çevirebilecek görevler yerine getirilememiştir. 12 Eylül öncesi... Devrimci Yol'a karşı yöneltilen eleştirilerin en yaygın olanı 12 Eylül'e karşı etkili bir direniş hareketi oluşturamamış olması noktasında toplanır. Bu eleştiri kuşkusuz Devrimci Yol'un 12 Eylül'den sonra Cunta'ya karşı yürütülen direniş mücadelesini ve hareketin kendi sürekliliğinin sağlanamamış olması yönünden, haklıdır. Ancak bu eleştiri sadece Devrimci Yol için değil bütün devrimci güçler için geçerlidir. Ayrıca 12 Eylül yenilgisini sadece bir direniş eksikliği sorunu olarak değerlendirmek de yeterli değildir. Elbette 12 Eylül gerçekleştikten sonra, ona karşı bir direniş mücadelesinin yürütülmesi, dahası, bütün devrimci demokrat güçlerin birleşik bir direniş mücadelesinin örgütlenmesi zorunluydu. Ağır bir yenilgiden kurtulmanın başka bir yolu yoktu. Böyle bir ortak direniş mücadelesinin gerçekleştirilemeyişinde kuşkusuz herkesin sorumluluğu vardır. Ve bu sorumluluğun en fazlasının bizim hesabımıza yazılmasına da bir itirazımız yoktur. Ama daha önemlisi, henüz o noktaya gelmeden önce yapılması gerekenler vardı. Türkiye solunu yenilgiye götüren hatalar 12 Eylül'den çok öncesine gitmektedir ve geçmişin tartışılmasından kasıt ondan bir şeyler öğrenebilmekse, dönemin bir bütün olarak değerlendirilmesi zorunludur. 1980 başlarından itibaren bir askeri faşist darbenin Türkiye'nin gündemine girdiği açıkça görülebiliyordu. Devrimci Yol tarafından da, egemen sınıflar açısından parlamentonun ve diğer siyasi çözüm yollarının tıkandığı, bu nedenle yaklaşan ve çözümsüz kalacağı görülen Cumhurbaşkanlığı seçim turlarının aynı zamanda bir askeri darbenin tırmanma süreci olacağı 1980'in ilk aylarında saptanmıştı. Ancak pratikte bu saptamaya uygun bir siyasetin geliştirilebildiğini söylemek olanaksızdır. Aslında o dönemde Türkiye'de sanıldığının çok üstünde bir devrimci demokrat potansiyel vardı. Devrimci Yol bu potansiyelin ancak belirli bir kısmını örgütleyebilmişti. Bu anlamda Türkiye'nin 12 Eylül'e mahkum olduğunu söylemek doğru değildir. Bunalımın bütün derinliğiyle etkisine aldığı geniş emekçi kitlelere gerçekçi bir devrimci-demokratik çıkış yolu inandırıcı bir şekilde gösterilebilseydi, böyle bir inandırıcılığı olanaksız hale getiren olumsuzluklardan kurtulunabilseydi, 1980 sonrasında her şey farklı yönlerde de gelişebilirdi. Bu, nesnel olarak ne kadar olanaklıysa içe dönük, olumsuz, rekabetçi bir mücadele anlayışı içindeki, kırk parçaya bölünmüş, örgütsüz, dağınık ve kendiliğindenci yapılarıyla devrimci-demokratik sol kesimlerin bunalım içindeki topluma demokratik bir alternatif çözüm yolunu önerip-gerçekleştrirebilecek bir olgunluktan, yetkinlikten çok uzak olduğu da aynı şekilde tartışmasız bir gerçektir. Bu yüzden en çok üzerinde düşünülmesi gereken noktalardan biri öncelikle budur. Kazanmak istiyorsak, bu olumsuzlukları aşmanın yolunu bulmak zorundayız. Çünkü, geniş kitlelere güven veremeyen bir devrimci hareket hiçbir zaman kazanamayacaktır. Bu noktada 12 Eylül karşısındaki Devrimci Yol politikaları kısaca değerlendirilmelidir. Devrimci Yol 1980'in ilk aylarında faşist bir askeri darbenin gündeme geldiğini saptadıktan sonra, darbe eğilimlerini güçlendirmeyecek bir eylem çizgisi izlenmesi gerektiğini belirledi ve bu doğrultuda ortak bir siyaset geliştirmeyi, ortak kitlesel direniş eylemlerinin genişletilmesini ve buna benzer bazı önlemleri içeren bir politika benimsedi. Bu politika diğer gruplara da götürülerek tartışıldı. Bu doğrultudaki çabalar bazı gruplarla sadece birkaç ortak miting vb. eylemin yapılmasıyla (ve yine bazı grupların yayın organlarında yapılan konuşmaların içeriğini "Devrimci Yol faşist darbe geliyor diye pasifizm öneriyor!" şeklinde "ifşa" etmeleriyle) sonuçlandı. Ve diğer gruplarla sürdürülen ardı arkası gelmez "ilke" tartışmaları ve polemikleri içinde yaşanan diğer olumsuzluklarla birlikte boğulunup kalındı. 12 Eylül'den önceki olaylara bakıldığında Fatsa, Çorum, Tariş direnişlerinin yanında Türkiye solunun çok yoğun bir şekilde iç mücadelelerle/çatışmalarla meşgul olduğu görülecektir. Faşist bir askeri darbenin gündeme geldiği saptandıktan sonra sadece "darbe eğilimlerini güçlendirmeyecek" bir eylem çizgisinin benimsenmesi yeterli olamaz; bir askeri darbeye karşı mücadele görevlerini öne alan ve o yönde çok daha köklü önlemler getiren bir siyasi çizgi izlenmesi gerekliydi. Devrimci Yol tarafından, faşizme karşı mücadele programının ikili bir muhteva taşıdığı; bir açık faşist diktatörlüğün gündeme geldiği koşullarda açık faşizme karşı mücadelenin öne çıkması (birinci görev halkası olarak kavranması) gerektiği belirlenmişti. Buna göre o günkü koşullarda bir askeri faşist darbeye karşı mücadele görevlerinin, sivil faşist güçlere karşı yürütülen mücadelenin ve diğer faaliyetlerin önüne çıkması ve bu doğrultuda etkin politikalar getirilmesi gerekiyordu. Sivil faşist güçlere karşı mücadelenin tümüyle ihmali elbette olanaksızdı; ancak belirli bir asgari çizgide tutulması ve devrimci güçlerin yüzünü resmi faşist güçlere çevirmesi olanaklı olabilirdi... Birleşik bir direniş mücadelesi için ortaya yapılan (basılı) çağrıların (hele o günkü iç çatışmaların-çekişmelerin olumsuz koşullarında) fazla bir etkisinin bulunmadığı ortadaydı. Kuşkusuz daha etkin geçerli yollar bulunabilirdi ve bulunmalıydı. Askeri bir darbeyi önlemeye ve daha önemlisi, darbe sonrasında ortak bir direniş hareketinin geliştirilebilmesine yönelik somut bir program oluşturulmaya çalışılabilir; bu doğrultuda he devrimci çevreleri hem de halk kesimlerini uyarıcı yoğun bir siyasi kampanya yürütülebilirdi. Sol gruplar arasındaki olumsuz çekişme ve rekabet ortamının giderilmesinin daha etkin yolları da aranabilirdi. Böyle bir siyasi çizgi sonucunda, birleşik bir direniş mücadelesinin gerekliliği geniş kesimlere kavratılıp benimsetilebilir ve hem halk kitlelerinin hem de devrimci kadroların psikolojik ve siyasi olarak böyle bir direniş mücadelesine hazırlanmaları sağlanabilirdi. Devrimci Yol'un yukarıda kısaca işaret ettiğimiz 12 Eylül öncesi politikaları ise, bir askeri darbenin somut olarak gündemde olduğu bir dönemde hâlâ sivil faşist güçlere karşı mücadeleyi önde tutan çizgisiyle, bütün bu görevlerin etkin bir şekilde kavranmasına olanak vermemiştir. 12 Eylül sonrasında etkin bir direniş mücadelesinin yürütülemeyişinde bu noktanın önemli bir rol oynadığı açık bir gerçektir. Ve sonrası... İşte, biraz da bu nedenlerle,12 Eylül'den sonra geniş demokrat ve devrimci halk kesimlerinin iç savaş ortamının yorgunluğu içinde oldukları, psikolojik ve siyasi olarak bir direniş mücadelesine hazırlıklı olmadıkları görülmüştür. (12 Eylül'den hemen sonra pek çok aydın ve devrimci yurt dışına çıkmış; Selimiye Kışlası'nın önünde teslim olmaları istenen sendikacılardan ve aydınlardan oluşan uzun kuyruklar meydana gelmiş; bazı sol gruplar faaliyetlerini tümüyle tatil ederek örgütlerini dağıtmışlar; faşist güçlere karşı yürütülen direniş mücadelesini destekleyen halk kesimlerinin de 12 Eylül'den sonraki günlerde Cunta'ya karşı hayırhah bir eğilim içinde bulundukları gözlenmiştir). Bu durumun da etkisiyle Devrimci Yol Cunta'ya karşı birleşik bir direniş mücadelesi çağrısında bulunmuş, kendisi de direniş mücadelesinin tedrici bir şekilde geliştirilmesi şeklinde bir politika benimsemiştir. Bu ise Cunta'nın devrimci hareketi dağıtmak için zaman ve olanak bulmasına yol açmıştır. Yeni koşullara uygun mücadele biçimleri ve örgüt yapıları geliştirilemeden yenilen darbelerden sonra yurt çapında merkezi ve etkili bir direniş mücadelesi sürdürülememiş; mahalli bölgelerdeki, kırlardaki direniş çabaları onbinlerce Devrimci Yol’cunun tutuklanıp işkencelerden geçirildiği, dağlık-ormanlık bölgelerde sürdürülen takip ve çatışmalarda onlarcasının vurulup öldürüldüğü yoğun bir saldırıyla bastırılıp dağıtılmıştır. Bu noktadan sonra, hareketin sürekliliğini sağlama çabalarının başarısızlığı ve çok uzun bir dönemi kaplayan suskunluk nedenleri kuşkusuz sorgulanabilir. Bu yazının kapsamını aşan böyle bir konuda buraya bir küçük not düşmekle yetinebiliriz. Yenilgi, kuşkusuz herkese bir şeyler kaybettirmiştir. Devrimci Yol'un böyle bir yenilgiden en çok etkilenen grup olması doğaldır. Çünkü, onun başkalarından fazla olarak kaybettiği şeyi, yani en geniş halk kesimleriyle birlikte (ve belki Türkiye tarihinde ilk kez) bu kadar yakından yaşanan kazanma inancını, o büyük coşku ve umudu yeniden yakalamak elbette kolay olmayacaktır. Bunun yolu da ancak ve ancak Devrimci Yol'un yaratıldığı yerlerde, gerçek hayatın, yani mücadelenin içinde bulunabilecektir. Oğuzhan Müftüoğlu *Bu yazı Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi'nde yayınlanmıştır. (66. fasikül, 5 Mart 1990, İletişim Yayınları)
ÖNSÖZ Bugün ülkemizde sol hareket açısından, devrimci hareket açısından en belirgin durum, ideolojik- teorik ve örgütsel alanlardaki karışıklık ve dağınıklıktır. Böyle bir durum, üstelik, ülkemiz hakim sınıflarının bir bakıma yönetemez duruma düştükleri ve emekçi halk yığınlarına karşı faşist saldırıları her geçen gün arttırdıkları ve bu suretle ülkemizin süratle emekçi halk güçleri ile karşı devrim güçleri arasındaki alabildiğine yaygın ve sert bir çatışma alanı haline geldiği bir dönemde ortaya çıkıyor. Ülkemizin içinde bulunduğu (bu) somut koşullarda devrimci hareketin sorunlarını çözebilmek için, işçi sınıfının ve emekçi halkın faşizme karşı, oligarşiye karşı savaşını başarıya ulaştırabilmek için ne yapılmalıdır? Devrimciler bu koşullarda hangi vazgeçilmez görevlerle karşı karşıyadırlar? DEVRİMCİ YOL bildirgesi bu soruların cevaplarını bulmaya çalışan, sınıf mücadelesinin içinde bulunduğu somut koşulları, sol hareketin dününü ve bugününü bu açıdan irdeleyen bir çabadır. DEVRİMCİ YOL Bildirgesi ülkemiz devriminin bütün temel sorunları hakkında derinlemesine incelemeler ve çözümler getirme iddiasında değildir. DEVRİMCİ YOL Bildirgesinin amacı, devrimci hareketin karşı karşıya olduğu temel siyasi görevi saptamak; bu temel siyasi görevin, partinin yaratılması görevinin yerine getirilebilmesi için nasıl mücadele verilmesi gerektiği konusunda bir bakış açısı, bir platform sunmaktır. Bu amaçla Bildirge'de kalın çizgilerle, emperyalizm, sosyalizm, çelişmeler ve sapmalar konularında tespitlerimiz; "Ülkemiz Solunun Dünü ve Bugünü" başlığı altında, sol hareketin bugünkü görevlerimiz açısından tarihi, gelişimi ve bugünkü görünümü konusunda görüşlerimiz yer alıyor. Yine, "İçinde Bulunduğumuz Koşullarda Temel Siyasi Görevimiz" başlığı altında, partinin yaratılması görevi temel görev olarak tespit ediliyor. Parti anlayışı, devrim ve çalışma tarzına bağımlı olarak ele alınıp, geçmiş devrimci hareket parti konusunda bugünkü görevlerimize ışık tutacak tarzda inceleniyor. Geçmiş devrimci hareketin yanlış kavranılışına ve bazı "eleştiri"lere cevap veriliyor. Kürt , meselesine, parti ve örgütlenme ilişkisi içinde bakış sunuluyor. Son olarak, partinin yaratılması yolunda nasıl bir mücadele verilmesi gerektiği, bu yolda bilinçli bir çalışmanın nasıl anlaşılması gerektiği konularını, birliğe ve partinin yaratılması mücadelesine çağrıyı ihtiva eden "Partileşme Süreci Üzerine" başlıklı bölüm yer alıyor. Bildirgede incelenen konular bugünkü görevlerimiz açısından, bu görevleri aydınlatmak noktasından ele alınmaktadır. Burada ele aldığımız konular hakkında bir daha inceleme, derinlemesine araştırma ve tartışmalar yapılmayacak sonucu çıkarılmamalıdır. Aksine, burada incelenen ve incelenmeyen konulara ilişkin etraflıca araştırma ve tartışmalar bundan sonra sürdürülecektir. Bu bildirge, tartışma ve araştırmaların sürdürülebilmesi için bir platform sayılmalıdır. DEVRİMCİ YOL Bildirgesi hemen bir parti kurma çağrısı olarak kavranmamalıdır. DEVRİMCİ YOL Bildirge'sinde sözü edilen parti, böyle çağrılarla kurulabilecek olan bir parti değildir. Devrimci Hareketin birliğinin sağlanabilmesi için ve partinin inşası için ideolojik birliğin gerekli olduğunu; bu ideolojik birliğin de ülkemiz devriminin temel meselesi hakkında bir ideolojik açıklıktan; bu açıklığı sağlamak üzere bir ideolojik mücadeleden geçtiğini söylüyoruz. Bunun için Devrimci Hareketin birliğinin sağlanması bir mücadele konusu olarak saptanıyor ve devrimcileri bu yolda mücadeleye çağırıyoruz. Yine şüphe yok ki, Devrimci Yol Bildirgesi, bir birlik çağrısıdır. Partinin yaratılması mücadelesinde örgütlü ve bilinçli bir çabayı öngörmektedir. Bu anlamda, ortak ideolojik ve siyasi görüşlere sahip insanları birliğe ve göreve çağırmaktadır. Ancak böyle bir birliğin, partinin inşası görevini yerine getirmede başarılı adımlar atabileceğini söylemektedir. Yaşanan politik ortamda bu Bildirge'den beklediğimiz partileşme sürecine hizmet etmesidir. İdeolojik birlik temeline oturacak olan partinin inşası yolunda Bildirge'de sunulan bakış, bu temel görevin daha berrak olarak kavranmasına hizmet ettiği ölçüde görevini yerine getirmiş sayılmalıdır.
I. BÖLÜM NASIL BİR DÜNYADA YAŞIYORUZ? Emperyalizmin, nihai çöküşüne doğru hızla ilerlediği bir çağda yaşıyoruz. Kapitalizmin yaşadığımız yüzyılın başlarında "sosyalizmin arefesi" olan çöküş aşamasına (emperyalizm aşamasına) girmesinden bu yana geçen üç çeyrek asır boyunca dünya devrimci hareketi büyük ilerlemeler kaydetti. Dünya proletarya hareketinin ve ezilen halkların kurtuluş mücadelelerinin ulaştığı zaferler sonucu dünyanın büyük bir kesiminde emperyalizmin ve kapitalizmin sömürü ağı parçalanmıştır. Bugün, emperyalist-kapitalist sistem, genel bunalımının üçüncü evresini yaşamaktadır. Bu dönem gerek emperyalist ülkelerin kendi aralarındaki ilişkilerde, gerekse emperyalist ülkelerle, sömürge ve yarı sömürge ülkeler arasındaki ilişkilerde biçimsel bazı değişikliklerin gözlendiği bir dönemdir. Bir yanda emperyalizmin geri ülkeleri sömürme biçimindeki değişimler sonucu emperyalizmin işgali gizli bir niteliğe bürünmüş, bunun sonucu emperyalist tahakküm bu ülkeler açısından içsel bir olgu halini almıştır. Öte yandan halk kurtuluş savaşlarının ve bağımsızlık mücadelelerinin etkisi ve nükleer silahların ulaştığı etki gücü nedeniyle emperyalistler arası bir paylaşım savaşının çıkması mümkün olamamaktadır. Bugün emperyalist sistemin içine girdiği genel bunalım bir dizi ekonomik-politik etmenin sonucu olarak giderek derinleşmekte ve emperyalist-kapitalist sistemin açmazları her geçen gün çoğalmaktadır. Emperyalizmin genel bunalımı her geçen gün derinleşmektedir. Emperyalistlerin karlı yatırım alanı, ucuz hammadde ve pazar sorunları büyümektedir. Eşitsiz gelişim yasasının işlemesi sonucu emperyalistlerarası çelişkiler giderek derinleşmektedir. Derinleşen ekonomik çelişkilerin, politik planda genişleyen çatışmaların, askeri plana sıçramasıyla oluşacak bir paylaşım savaşı ile çözüme ulaşması mümkün olamamaktadır. Artık emperyalist-kapitalist sistem, içinde bulunduğu krizden, emperyalistlerarası bir evren savaşı biçimindeki bir paylaşım savaşı aracılığıyla geçici de olsa kurtulma, çelişkilerini çözüp ferahlayabilme olanağı bulamamaktadır. Emperyalizm, bu durumda ölümüne, nihai çöküşüne doğru yaklaşırken dünya devrimi hızla ilerliyor. Dünya proletarya hareketlerinin tek tek ülkelerde ulaştığı başarıları, ezilen dünya halklarının her geçen gün yükselen mücadeleleri ve proletaryanın önderliğindeki halkların kurtuluş savaşlarının zaferleri dünya devrimini nihai zafere doğru hızla ilerletiyor. Şüphe yoktur ki dünya devrimini, nihai zaferine uluslararası proletarya hareketinin birleşik gücü ulaştıracaktır; emperyalizme nihai darbeyi başta devrimini yapmış ülkeler proletaryası olmak üzere tüm dünya proletarya hareketinin birleşik gücü vuracaktır. Bugün dünya çapındaki mücadelelerin önündeki en büyük engel, uluslararası proletarya hareketine musallat olan revizyonist sapmalardır. İki "karşıt uç" şeklinde görünen bu milliyetçi -revizyonist sapmalar hem tek tek ülkelerdeki mücadelelerin gelişmesini hem de dünya çapında emperyalizmin çöküşünün hızlanmasını engelleyen oportünist bir siyasi hat izlemektedir. Yanlış siyasi çizgilerinin kaynağında ise Marksizm - Leninizme aykırı tahliller yatmaktadır. SBKP görüşleri, günümüzde sosyalizme barışçıl yoldan geçiş olanaklarını güçlendiren ve bir nükleer savaşı önleme görevini komünist partilerin temel görevi haline getiren dünya çapında değişmeler olduğu şeklindeki tahlillere dayandırılmaktadır. Bugünkü Sovyet ideologlarına göre 1917 yılındaki Ekim Devrimi emperyalizmi genel bunalıma sokmuştur. Sovyetler Birliğinin ve sosyalist blok'un güçlenmesi bu bunalımı derinleştirmektedir. Sosyalist blok ekonomik alandaki başarıları ile emperyalizmi geriletmektedir. Sovyet ideologları sosyalist blok'un gücü sayesinde emperyalizmin kuşatıldığını ve bu suretle karşı-devrim güçlerinin müdahale ve direnme gücünün kırılması sayesinde sosyalizme barışçıl yoldan geçiş olanaklarının arttığını (vb) ileri sürmektedirler... Emek sermaye çelişmesi çağımızın temel çelişmesidir. Bunun bir ifadesi olarak dünya çapında proletarya ile burjuvazi ve de sosyalizmle emperyalizm arasındaki çelişme nihai tayin edici bir muhteva taşımaktadır (temel çelişme). Bunun yanında emperyalist-kapitalist sistemle sömürge, yarı-sömürge ülkeler arasındaki çelişme temel çelişmenin çözümünü tayin edici önemde etkileyen bir çelişme (baş çelişme)dir. SBKP görüşlerinde sosyalizm ile emperyalizm arasındaki çelişme (ana çelişme olarak) tek başına belirleyici kabul edilmekte, bu çelişme de giderek Sovyetler Birliği ile ABD arasındaki çelişmeye indirgenmektedir. Bu suretle ulusal kurtuluş mücadelelerinin ve halk kurtuluş savaşlarının rolü ikincil ve tali bir duruma düşürülürken, herşey ABD ile Sovyetler arasındaki yarışma ve rekabete bağlanmaktadır. Kapitalist olmayan yol, "halktan yana" burjuva hükümetleri, ileri demokrasi ve de toplumsal ilerleme safsatalarının hareket noktası burasıdır. Öte yandan ÇKP'nin dünya değerlendirmesi de Marksizm-Leninizm'in aynı şekilde kökten inkarına dayanır. Bu tahlile göre dünya 3 kategori altında toplanıyor. Birincisi "iki süper devlet" diye ifade edilen Sovyetler ile ABD tarafından oluşturuluyor. İkinci kategoriyi diğer "ileri kapitalist" ülkeler oluşturuyor. Üçüncüyü de Şili'den İran'a Mısır'dan Çin'e kadar tüm "üçüncü dünya!" Bu tahlile göre iki süper devletle 2. ve 3. dünya arasındaki çelişme baş çelişmedir. İki süper devlet içinde de baş tehlike Sovyetler Birliğidir. "Üç dünya" tahlili her şeyden önce proletarya-burjuvazi çelişmesini ve bunun dünya çapındaki ifadesi olan sosyalizmle emperyalizm arasındaki çelişmeyi ihtiva etmeyen, sınıfsal temele dayanmayan bir tahlildir. Bütün bir tarihi döneme (emperyalist döneme), damgasını basan çelişme ihmal edilmekte, emperyalist-kapitalist sistemin alternatifini oluşturması gereken bütün bir sosyalizm güçleri üçüncü dünya içinde bir alt başlık olarak ele alınmakta, tali plana itilmektedir. Bugün sosyalist ülkelerin bir çoğuna revizyonist çizgilerin egemen olmasının yarattığı "korku" ÇKP'nin (ve takipçilerinin) Leninist tahlillerden uzaklaşmasına yol açmıştır. "Üç dünya" tahlili dünya proletarya hareketine tali bir yer veren kategorik yaklaşımla milliyetçi bir tahlil olmaktan öteye gidememektedir. ÇKP'nin bu tahlili üzerine gelişen politikaları ise herşeyi "baş tehlike sosyal emperyalizm"e karşı olma noktasından ele almakta; en gerici anti-sovyetik hareketlerin ve (Nato v.b. gibi) emperyalist politikaların desteklenmesine kadar varmaktadır. Ve işte tam bu noktada bu politika sosyal şoven, sosyal emperyalist bir muhtevaya bürünmektedir. Bugün ÇKP yanlıları "iki süper devlet" arasında bir savaş çıkması ihtimalini esas alan bir politika izlemektedir. Biz bugün emperyalistlerarası bir dünya savaşı ihtimalinin olmadığını söylemekteyiz. Bu tespitin içerdiği tahlille Sovyetlerle ABD arasında (Sovyetlerin emperyalist olduğu tesbitine dayanarak) bir savaş durumu farklı çıkış noktaları taşıdıkları gerekçesiyle karşı karşıya getirilemez. Bunu bir yana bırakacak olursak bugün Sovyetlerle ABD arasında bir nükleer savaş olasılığı (pratik olarak zayıf görsek de) teorik olarak mümkündür. Böyle bir savaşın gerici ve haksız bir savaş mı, yoksa devrimci ve haklı bir savaş mı olduğunu savaşa yol açacak olan somut politikalara bakarak karar veririz. Ne var ki teorik olarak ilerde böyle bir olasılık var diye, bugünden oturup politika tespit etmek ve pratikte devrimci mücadeleyi böyle bir politikaya bağımlı kılmak oportünizmden başka bir şey değildir. Daha öte gidip, böyle bir durumu mutlaklaştırıp, her şeyi Sovyetlerle ABD arasında çıkacak bir nükleer savaşa göre tespit etmek, bilimin yerine saçmayı geçirmekten başka bir şey olamaz. Günümüzde dünya sosyalist sistemi parçalanmış ve revizyonist çizgilerin egemen olduğu iki ayrı kampa bölünmüştür. İki sapma dışında yer alan Vietnam, Kore, Kamboçya, Mozambik, v.b. ülkelerin uluslararası düzeyde organik bir bütünlükleri yoktur. Uluslararası sosyalist hareketin merkezi bir bütünlüğü yoktur. Bugün enternasyonalizm adına sapmalardan birinin kuyruğuna takılmak enternasyonalizm adına oportünizmin batağına saplanmaktan başka bir şey değildir. Bugün kuşku götürmez şekilde ortadadır ki, proleter enternasyonalizmine giden yol, uluslararası plandaki revizyonist milliyetçi sapmaların kuyruğuna takılmaktan değil, bu sapmalara karşı tüm burjuva ideolojilerinin etkilerinden bağımsız proleter devrimci hareketin mücadele bayrağını yükseltmekten geçmektedir.
II.BÖLÜM ÜLKEMİZDE DURUM Ülkemiz, bugün emperyalizmle ekonomik-politik, kültürel ve askeri bakımlardan tam (bütün alanlarda) bir bağımlılık ilişkisi içindedir. Emperyalizmin üçüncü bunalım dönemine has gelişmelerin sonucu emperyalizme bağımlı (yukardan aşağı), bir kapitalist ekonomi gelişmiş ve bu yapıya uygun bir biçimde pazar için üretim egemen hale gelmiştir. Bu ekonomik yapı herşeyden önce iç dinamikle gelişmediği için, dışa bağımlı ve çarpık (yabancı tekellere göre şekillenmiş) bir niteliğe sahiptir. Ve de daha baştan tekelci bir karakterde ortaya çıkıp gelişmiştir. Ülkemiz 1900'lerden bu yana demokratik devrim süreci içindedir. Bu süreç burjuvazinin önderliğinde evrimci (reformcu) bir rota izleyerek gelişmektedir. Emperyalist çağda burjuvazinin önderliğinde demokratik devrimin gerçekleştirilmesi olanaksızdır. Bu sebeple bugün demokratik devrim görevleri tamamlanmış değildir. Toprak sorunu, (belirli ölçüde çözülmüş olmasına rağmen) tam olarak çözülmüş değildir (Özellikle Doğu Anadolu'da). Ulusal sorun çözülmüş değildir. Ülkemizde bugün ulusal sorunun çözümü demokratik devrimin en önemli görevlerinden birisini meydana getirmektedir. Alt yapıda feodalizmin tasfiyesinin tamamlanamamış olması yanında (ve şüphesiz ona paralel olarak) özellikle üst yapıda feodal kalıntıların önemli bir varlık gösterdiğini görüyoruz. Bu konuda özellikle pre-kapitalist, feodal unsurların (toprak ağaları ve tefeci bezirganların) oligarşi içinde yer almaları, siyasi iktidarda (giderek azalan oranda da olsa) pay sahibi olmaları olgusu gözönünde bulundurulmalıdır. Bugün dışa bağımlı (emperyalizmin, yabancı tekellerin ihtiyaçlarına göre şekillenmiş) bir "kapitalist" ekonomik yapıya sahip olmasına rağmen ülkemizde demokratik devrim süreci tamamlanmış değildir. Emperyalizmin 3. bunalım döneminin bir sonucu olarak kapitalizmin yukardan aşağı gelişmesi demokratik devrim programını daraltan önemli bazı değişimlere neden olmuştur. En önemlisi ülkemizde demokratik devrim, esas olarak bir toprak devrimi olmaktan çıkmıştır. Bu değişimler devrimci programımızın demokratik nitelikli içeriğinde bir daralmaya yol açması yanında, şüphesiz ki ülkemiz devriminde geçiş sürecini de etkileyen ve onun özelliklerini belirleyecek olan bir öneme sahiptir. Ancak, bütün bu değişimler ülkemizde demokratik devrim sürecinin geçildiği şeklinde değerlendirilemez. Yukarda özelliklerine kısaca değindiğimiz bir kapitalizmin buna uyarlı bir biçimde pazar ekonomisinin gelişmesi, hafif ve orta sanayi alanlarındaki gözlenen bir sanayileşme ve yine bütün bunlarla bağıntılı olarak sanayi proletaryasında görülen artıştan kalkılarak, yüzeysel bir değerlendirme ile demokratik devrim sürecinin tamamlandığını söylemek büyük bir yanılgı olur. Bugün ülkemizde demokratik devrim sürecinin tamamlanması bütün yarı bağımlı, yarı sömürge ülkelerde olduğu gibi bir devrimle gerçekleşebilir. Ülkemizin gündeminde bulunan devrim anti-emperyalist ve demokratik bir muhtevadadır. Bunu proletaryanın önderliğindeki bütün halkın demokratik iktidarı gerçekleştirecektir. Ülkemizde kapitalizmin gelişme özelliği hakim sınıflar iktidarında ve bu iktidarın yürütülüş biçimlerinde yansımaktadır. Ülkemizde uzun bir dönemden beri yerli tekelci burjuvazi, toprak ağaları ve tefeci bezirganlardan oluşan bir gerici ittifakın egemenlik sürdürdüğünü söyleyebiliriz. Emperyalizmin 3. bunalım dönemine has gelişmelerin sonucu olarak işbirlikçi-yerli tekelci burjuvazi, giderek gelişmiş ve emperyalizmin gözde müttefiki haline gelmiştir. Bu nedenle ittifak içinde de belirleyici bir role sahip olmaktadır. Bir başka deyişle hakim sınıflar ittifakı içinde tekelci burjuvazi giderek artan bir etkinliğe sahip olmaktadır. Emperyalizmin ülkemizdeki uzantısı olarak değerlendirilebilecek olan (uluslararası tekellerle bütünleşmiş, onların bir uzantısı haline gelmiş bulunan) tekelci burjuvazinin hakim sınıflar ittifakı içinde belirleyici duruma yükselmesi aynı zamanda emperyalizmin içsel bir olgu haline gelmesi,emperyalizmin ülkemizdeki egemen sınıflar içindeki ittifakı içinde temsil edilmesi demektir (gizli işgal). Ülkemizde bugün uluslararası tekellerle bütünleşmiş işbirlikçi "yerli" tekelci burjuvazinin, toprak ağaları ve tefeci bezirganların en irileri ile birlikte oluşturduğu gerici bir hakim sınıflar iktidarı (oligarşik diktatörlük) vardır. Oligarşik diktatörlüğü, emperyalizmin ülkemiz üzerindeki siyasi egemenliğinin bir ifadesi (yeni sömürgeciliğe uygun bir biçimi) olarak da değerlendirmek gerekir. Ülkemizde hakim sınıflar egemenliğinin dayandığı ittifak, kendi içinde önemli çelişmeleri taşımaktadır. (Oligarşik diktatörlük çelişmeli bir ittifak tarafından oluşturuluyor.) 1970'lere gelirken tekelci burjuvazinin güçlenerek sömürüden daha fazla bir paya, siyasi iktidarda da daha etkin bir yere talip olması geleneksel gerici ittifakın parçalanmasına neden olmuştur. Tekelci burjuvazinin artan gelişme ve tekelleşme eğilimi beraberinde kaçınılmaz olarak finansman ve pazar sorunlarının öneminin artmasını da getirmiştir. Bu ise ekonomik platformda feodal ögeler aleyhine bir dizi rasyonelleştirme tedbirlerinin (toprak reformu, finansman ve emlak vergisi kanunları, teşvik tedbirleri v.b.) gündeme getirilmesine yol açarken aynı zamanda hakim sınıflar egemenliğinin temelinde yer alan geleneksel ittifakın parçalanmasını da beraberinde getirdi. 12 Mart açık faşizmi egemen güçlerin yükselen devrimci mücadeleyi bastırma girişimleri ile birlikte, geleneksel ittifakın dağılmasının yarattığı bir iktidar boşluğu zemini üzerinde yükseldi, tekelci burjuvazinin prekapitalıst ögeleri tasfiyeye yönelik girişimleri sözkonusu oldu. Bugün oligarşi içinde tekelci burjuvazi ile diğer prekapitalist ögeler arasındaki çelişmeler, ekonomik plandaki sorunlar önemini sürdürmektedir. Toprak ağaları ve tefeci bezirganlar aleyhine olan zorunlu gelişmeler oligarşi içindeki çelişmeleri arttırmaktadır. Oligarşi içindeki sınıf ilişkilerinin yönü, işbirlikçi, yerli tekelci burjuvazinin lehine diğerlerinin aleyhine yeni bir "denge"ye, yeni bir oligarşi içi ittifaka doğrudur. Egemen sınıflar ittifakı içindeki çelişmeler ülkemizde genel bir siyasi istikrarsızlığa neden olmaktadır. Öte yandan oligarşinin egemenliğinin temellerinin zayıf olması, ekonominin iç dinamikle gelişmemiş olmasının bir sonucu olarak burjuvazinin daha baştan tekelci ve cılız bir nitelikte olması, ve de iktidarını kendi gelişmesine ayak bağı olan pre-kapitalist ögelerle sürdürmek zorunda olması, bu yüzden emperyalist sömürüden arta kalanla yetinmek durumunda olmaları, emekçi halk yığınlarını ağır bir sömürü altında tutmalarına neden olmaktadır. Egemen sınıflar emekçi yığınların ekonomik-demokratik alandaki taleplerine dahi tahammül edememektedirler. Ülkemizde güçlü bir işçi sınıfı mücadelesinin bulunmayışı, güçlü demokratik geleneklerin sözkonusu olmaması yüzünden de egemen sınıflar burjuva anlamdaki demokratik hakların tanınmadığı, klasik burjuva demokrasisi ile uzaktan yakından ilgisi olmayan bir biçimde egemenliklerini sürdürebilmektedirler. Ve bu baskı, terör rejimi (sistemi) klasik faşizmden "farklı" özellikler gösterse de sömürge tipi faşizmden başka bir şey değildir. Oligarşik diktatörlük ülkeyi yönetemiyor. Emperyalizmin derinleşen bunalımına bağlı olarak çarpık ve dışa bağımlı ekonomi şiddetle sallanıyor. Bu, egemen sınıflar arası çıkar çatışmalarının keskinleşmesine ve politik buhrana yol açıyor. Sınıflar çatışmasının her alanında mücadele ve kargaşa artıyor. Politik arenada, ekonomik-demokratik çatışma alanında sınıf zıtlaşmaları artıyor ve keskinleşiyor. Kurulu düzene karşı kendiliğinden de olsa yükselen sosyal muhalefet, sınıflar çatışmasının her alanında mücadelenin artmasına ve gittikçe keskinleşmesine yol açmakla kalmıyor, aynı zamanda mücadele biçimlerinin de zenginleşmesine, basit biçimlerden daha karmaşık ve üst biçimlere doğru çeşitlenmesine yol açıyor. Oligarşik dikfatörlük halk üzerine, devrimciler üzerine baskı ve terörünü sistemli bir biçimde arttırmaktadır. Faşizmin halka ve devrimcilere saldırıları sınıflar çatışmasının keskinleşmesine paralel bir biçimde artmaktadır. Marksist-Leninist temelde, doğru sınıf çözümlemesi ışığında tarihi olarak ülkemizde baş çelişmenin çözümüne dayalı devrimci adım anti-emperyalist, anti-oligarşik devrimdir. Halkla oligarşi arasındaki çelişki baş çelişkidir. Devrimciler, sınıflar savaşının her alanında devrimi ilerletmek, devrimi yükseltmek için mücadele ederler. Devrimi ilerletecek olan insiyatifli müdahale, ancak her alanda tayin edici çelişmeyi kavrayarak, tayin edici çelişmenin çözümü için çalışmakla gerçekleşebilir. Proleter devrimciler esas olarak siyasi mücadeleyi örgütleyen, ekonomik- demokratik ve ideolojik mücadeleyi siyasi mücadeleye bağımlı olarak, siyasi iktidarı ele geçirme işine yardımcı olacak şekilde yürüten insanlardır. Devrimi her alanda yükseltebilmek ve siyasi mücadeleye tabi kılabilmek için belirli ve doğru bir devrimci siyasetin kılavuzluğuna ihtiyaç vardır. Devrimcilerin somut siyasi görevleri vardır. Bu siyasi görevler sınıflar çatışmasının her alanında baş çelişmenin biçimlenişi tarafından belirlenir. Ülkemizde, hakim sınıflar yönetiminin özelliklerinden (onun faşist karakterinden) doğan ve oligarşik diktatörlüğün yok edilmesine kadar gündemde kalacak olan anti-faşist mücadele, anti-emperyalist, anti-oligarşik devrimin bir parçasıdır ve çözümü bir devrim sorunudur. Bugün baş çelişmenin politik alandaki görünümü (faşizmin halka saldırılarından dolayı) faşizmle halk arasında bir savaş biçimindedir. Bu anlamda anti-faşist mücadele tayin edici önemde bir mücadele olarak kavranmak zorundadır. Politik arenada anti-faşist mücadelenin gereklerini yerine getirmek ve diğer mücadele alanlarında (ideolojik, ekonomik-demokratik) çatışmayı anti-faşist mücadeleye bağımlı kılmak gerekmektedir. Ülkemizde faşizme karşı mücadele, devrim meselesi olduğu için devrimci hareketin örgütlenmesi ve birliğinin sağlanması sorununa sıkı sıkıya bağlıdır. Bu sorunun çözümü de işçi sınıfının bağımsız siyasi eylemini oluşturmaktan, işçi sınıfının öz örgütünü, partiyi inşa etmekten geçer. Faşizme karşı mücadelenin zafere ulaştırılabilmesi, işçi sınıfının öz örgütünün yönetimiyle mümkündür. Devrimci mücadele böyle bir ortamda gelişip güçleniyor. Devrimci düşünceler, böyle bir ortamda en geniş halk yığınları içinde her geçen gün artan bir hızla yaygınlaşıyor.
III. BOLÜM ÜLKEMİZ SOLUNUN DÜNÜ VE BUGÜNÜ Ne var ki bugün mücadele genel olarak kendiliğindenci bir özellik göstermektedir. Dağınıklık ve örgütsüzlük egemendir. Bu durum bugün işçi sınıfının ve emekçi yığınların devrimci mücadelelerini yönlendirecek ve örgütleyecek devrimci bir partinin; proletaryanın öz örgütünün yokluğunda en özlü ifadesini bulmaktadır. (Burada TİP, TSİP, TEP, SDP, TKP gibi "partilerin" proletarya partisi olmadıklarını kanıtlamak için söze gerek olmadığı kanısındayız.) Ülkemizde, işçi sınıfı partisi olduğunu iddia eden onca "parti" (ki aralarında bir de Türkiye Komünist Partisi adını taşıyanı vardır!) ve de (M-L) patentli onca "Hareket" bulunmasına rağmen; evet bunca "parti" bolluğuna rağmen bugün ülkemizde proletarya partisinin bulunmadığını söylüyoruz. Bu durum aslında bugün içinde bulunduğumuz durumun olduğu kadar ülkemiz solunun elli yıllık geçmişinin de en özlü bir açıklaması olarak kabul edilmelidir. Gerçekten bu "elli yıllık geçmiş"e rağmen, bugün işçi sınıfının devrimci partisinin bulunmayışının nedenlerinin kavranabilmesi geçmişin kavranılmasının en önemli anahtarını veriyor. Bize göre böyle bir sonucun en temel sebebi ülkemiz soluna sağ oportünist ve revizyonist bir çizginin egemen olmasıdır. Ülkemiz solunun bu elli yıllık geçmişine sağ bir eğilimin hakim olduğunu görüyoruz. Bu eğilim hem teori de hem de pratikte gözlenebilecek olan bir şeydir. Bu yaklaşım bütün bir geçmişin toptan inkarı olarak değerlendirilemez. Elbetteki olumsuz yanlarına karşılık, bütün bir geçmiş dönem, olumlu olan, devrimci olan bir çok öğeyi de barındırmaktadır. Ne var ki sol hareketin geçmişini bütünsel olarak tahlil edecek olursak ağır basan yanının sağ yanlar olduğunu ifade etmek zorundayız. Sol hareketin geçmişi, bağımsız bir hareket olmayı, işçi sınıfının bağımsız siyasi eylemini, düzene alternatif hareketi oluşturmayı sağlayamamıştır. Sol, genellikle burjuvazinin kontrolü altında, onun icazet sınırları çerçevesi içerisinde burjuvazinin şu veya bu fraksiyonunu destekleme şeklinde bir siyasi hat izlemiştir. Çeşitli zamanlarda ortaya çıkan "tevkifatlar" ve TKP'nin "sürekli gizlilik koşullarında mücadele etmek zorunda 'kalması" bu, objektif gerçeği örtbas edecek bir kanıt olarak gösterilemez. Şüphesiz ki bu durumun ortaya çıkmasında ideolojik plandaki burjuva ideolojisinin etkinliğinin ve burjuva ideolojisinden bağımsız bir ideolojinin sola egemen olmamasının önemli rolü vardır. Ne var ki bu kadarı ülkemiz solundaki sağ eğilimlerin hakimiyetini açıklamaya yeterli olmadığı gibi böyle bir durumu açıklamak için sadece subjektif olguları görmek, meseleyi tek yanlı ve eksik kavramak demek olacaktır. Bizce böyle bir durumda güçlü bir işçi sınıfı hareketinin bulunmayışı önemli bir rol oynamıştır. "Marksizm büyük çaplı endüstrinin işçi sınıfı ve ideologları tarafından süratle, çok hızlı bir şekilde sürekli olarak ve bütünüyle özümlenmiştir" diyor Lenin. "Ekonomik ilişkilerin geri olduğu ya da gelişmelerin geri kaldığı ülkelerde, sürekli olarak, Marksizmin sadece belirli noktalarını, yeni dünya görüşünün belirli yerlerini ve tek tek sloganlarını özümlemiş olan, burjuva dünya görüşünün ve geleneklerinin tümünü ve burjuva demokratik görüşü kısmen tasfiye etmekten yoksun" olan işçi sınıfı hareketi destekçilerinin ortaya çıkmasına yol açar. (Lenin) Lenin'in sözleri, ülkemizde revizyonizmin gelişmesine müsait ortamın rolünün kavranılabilmesini sağlamaktadır. Bu durumda ülkemizde uzun süre reformcu burjuvazinin anti-emperyalist mücadelede öncülüğü ele geçirmiş bulunmasının rolü de büyüktür. Bu arada sol hareketin genel olarak bir aydın hareketi durumunu uzun süre muhafaza etmesi ve emekçi sınıflar temeline kavuşamamış olmasına da değinilmelidir. Böyle bir durumda uzun süre "proleter aydınlar" temelini muhafaza eden bir hareketin hatalarından arınarak ve doğrularını geliştirerek proleter bir istikamette gelişeceği yerde, başlangıçta taşıdığı proleter yanlardan da uzaklaşarak küçükburjuva bir istikamette ilerlemesi, çürümeye yönelmesi kaçınılmaz bir şeydir. Bu, ülkemizde tamamen böyle olmuştur. Kimileri sol hareketin geçmişi üzerine söylediğimiz bu sözleri hakiki mirasçı pozlarında "inkarcılık", "karaçalmak" v.b, diye suçlandıracaklar ve geçmişimizin belirleyici yönünün devrimci yön olduğunu söyleyeceklerdir. Biz bunları geçelim. 1960 sonrası solunda farklı unsurlar vardır. Bir yanda, sınırlı anayasal özgürlük ortamı içinde Marksist - Leninist klasikler (belirli ölçüde de olsa) yabancı dil bilenlerin tekelinden çıkmıştır. Bunun yanında ve daha önemli olarak kapitalizmin nispi gelişmesi sınıflar mücadelesinin keskinleşmesini ve kendiliğinden de olsa işçi, köylü ve gençlik yığınlarının mücadelelerinin yükselmesini de beraberinde getirmiştir. Gençlik kesiminden başlayarak, geniş işçi ve köylü yığınlarının politik eylemleri 1970 öncesi gözlenen önemli gelişmelerdir. Bu gelişmeler hemen hemen toplumun bütün kesimlerini kucaklayan bir nitelik taşımıştır ve sınıflar mücadelesinin bu objektif gelişimi sol hareketin değişiminin maddi koşullarını oluşturmuştur. 15-16 Haziranda doruğuna ulaşan işçi hareketleri, köylü hareketleri, Dev-Genç ve 1971 mücadelesi bu aynı gelişme eğiliminin, aynı bütünlüğün parçaları (birbirlerinin alternatifleri olarak değil!) olarak değerlendirilmelidir. 1971, bu gelişmenin doruk noktasıdır. Bu noktada 1971'i ülkemiz solu açıslndan bir dönüm noktası olarak değerlendirmek yanlış olmayacaktır. Öyle ki, ülkemiz solu üzerindeki revizyonist ve oportünist etkinlik bir ölçüye kadar kırılabilmiş, işçi sınıfının bağımsız siyasi hareketini yaratmak yolundaki önemli mesafeler katedilebilmiştir. Sol hareket içinde proleter devrimci bir hareket, izlediği ideolojik ve siyasi hat itibariyle (örgütsel - subjektif durum olarak olmasa da) iktidar alternatif bir hareket oluşturabilmiştir. Ne var ki 1971 "devrimci hareket" açısından bir yenilgi olmuştur. Bu yenilgi bir yandan bugün Devrimci Hareketin içinde bulunduğu teorik ve örgütsel kargaşalık ve dağınıklığın en önemli sebebi olurken, öte yandan devrimci mücadele açısından çok zengin dersleri içeren bir pratik olarak da ortaya çıkmıştır. Ülkemizde bağımsız bir siyasi hareketin bu deneyin doğru devrimci temelleri ve dersleri üzerinde yükseleceğine kuşku yoktur. Bu bakımdan bugünkü en önemli görevlerden bir tanesi de geçmişin devrimci derslerinin sağlıklı bir şekilde çıkartılabilmesidir. 1971 yenilgisinin ortaya çıkardığı en önemli durum yeni bölünme ve ayrışmalar ile Devrimci Hareket açısırıdan tam bir örgütsüzlük ve dağılma durumunun ortaya çıkmasına yol açmasıdır. Yenilgi sonrası Devrimci Hareket'in birliğinin temelleri ilk önce ideolojik-teorik plandaki dağılma ve karışıklıkla birlikte yıkılmaya başlamıştır. Daha yenilginin eşiğinde ilk bölünme oluşmuş, hakim sınıfların baskısı karşısında "hareketin gözden geçirilmesi" eğilimleri, "evrim ve devrim aşamalarının içiçe geçmezliği" nden başlayan "eleştiri-özeleştiri"ler yapılmaya başlanmıştır. Bu biçimde doğan büyük bölünme içerde de sürdü. Ne var ki ayrılıkçı görüşün önderleri giderek Demirel'in yurtseverliğini de keşfedince onların taraftarlarının çoğu bu yeni akımın takipçiliğinderi vazgeçtiler. (Bir bakıma ayrılıklar "içiçe" geçti!) 1972 Mart'ında oligarşiden yenen ağır darbeler ile birlikte "dışarda" herşeyin bittiği koşullarda "içerde" yenilginin getirdiği bulanıklık yaşanmaya devam etti.12 Mart döneminin yılgınlık ortamı "dışarda"ki bölünmenin bir uzantısı olarak en çarpıcı biçimlerine kadar derece derece hapishanelerde yankı buldu. 40 yıllık oportünist - revizyonist tezler "yeniden" keşfedilmeye koyulunurken, (ve de kimi zaman "doktorda" kimi zaman da Ali Gevgilili gibi burjuva ideologlarında büyük sırlar keşfedilebilirken) bir bakıma yenilginin etkileri "içerde" ideolojik-teorik alanda da ortaya çıkmakta idi. 12 Mart dönemi sona ererken Devrimci Hareketin birliğinin ideolojik temelleri ortadan kalkmış durumda idi. Geride ideolojik temelden yoksun gevşek bir ilişkiler karmaşasından başka bir şey kalmamıştır. Devrimci Hareketin dağınıklığı bu temel üzerinde yükseldi. 12 Mart dönemi sonrasında böyle bir teorik ve örgütsel keşmekeş içinde en çok gözlenebilen şey inkarcı eğilimlerin yaygın ve yeni biçimlerinin ortaya çıkmasıdır. "Geçmişin eleştiri ve özeleştirisi", "hareketin gözden geçirilmesi", "geçmişin aşılması", "geçmişin eleştirisi", hep geçmişe karaçalmanın, yılgınlığın getirdiği bir inkarcılığın, kaşarlanmış oportünist ve döneklerin eski suçlamalarına katılmanın bir kılıfı olmaktan öteye gitmemiştir. Bu cümleden olarak kimileri, PDA'cıların yıllardır dillerinden eksik etmedikleri karalamaları "bir ara akım" tefsiri ile piyasaya sürdüler. Küçük burjuva maceracılığı, troçkizm v.b. diye geçmiş hareketin Sovyet sosyal emperyalizmine hizmet ettiği safsatasına varıp dayandılar. Bunun yanında M. Aktolga ve Y. Küpeli tarafından ilk ayrılık sırasında ortaya atılan "eleştiriler" ve suçlamalar da yeniden geçer akçe oldu. Kimilerince geçmiş eleştirisi, (kimi zaman da özeleştirisi!) olarak sunulan tahlillerin çoğu (evrim-devrim, öncü savaşı v.b.) bu eski maruzatlara pek benzemektedir. Bütün bunlara karşılık, biraz da bu sağ eleştirilerin zorlaması ile (doğrudan veya dolaylı) geçmişin görünüşte "sol" bir inkarı eğilimi de yaygınlık kazandı. Devrimci fikirler ifrat derecelere kadar vardırılıp "abese kadar itilerek" fetişleştirilmekte ve geçmiş, bir kavram fetişizmi içinde devrimci içeriğinden soyutlanılmaktadır. Bu arada kısaca geçmiş değerlendirmesi konusundaki bu tür eğilimlerin tümünün temelden sakat ve devrimci olmayan bir nitelikte olduklarını belirtelim. Bu şekildeki yaklaşımlarla geçmişin bugün için ortaya koyduğu derslerin özümlenmesi ve bu dersler üzerinde devrimci bir hareketin yaratılması olanaksızdır. Öte yandan bu kavram kargaşası, ve teorik keşmekeş 12 Mart sonrası solunun genel eğilimi oldu. Başta da belirttiğimiz gibi bu ortam genel bir dağınıklık, teslimiyetçilik, örgütsüzlük ortamıdır. Böyle bir ortam içinde bölünmeler, gruplaşmalar varabileceği en uç noktaya kadar uzandı. Bir tek örnek, bugün ülkemizde otuzu aşkın fraksiyonel yayının bulunması bu uç nokta hakkında fikir vermeye yetecektir. Bu ortam içinde sağ-revizyonist eğilimler güç kazanmaktadır. Yılgınlık, yenilgi sonrasının teslimiyetçiliği, teorik keşmekeş ve devrimci hareketin dağınıklığı Sovyet yanlısı sağ görüşlerin güçlenmesine hizmet etmektedir. Bu durum bugün "TKP'nin güçlenmesi" biçiminde bir görüntüde somut olarak belirginleşmiştir. Görünüşteki güçlenme eğilimi bizi aldatmamalıdır. Revizyonizmin güçlenmesi sahte ve kof bir güçlenmedir. Bu güçlenme esas olarak 12 Mart yılgınlığının, dönekliğinin örgütlenmesinden ileri gelmektedir. Revizyonizm, dava'dan kaçmanın bir "meşru" yolu olma fonksiyonunu görmektedir. Revizyonizm, sağ, geri bilinç düzeyinden, ideolojik yetmezlikten ve bulanıklıktan, kendiliğindenci ve ekonomist eğilimlerden, siyasi kararsızlıklardan yararlanarak güçlenmektedir. Bunların yanında sözüm ona revizyonizme karşı görünen, ona bir reaksiyon şeklinde beliren ÇKP görüşlerini savunanların oluşturduğu kampın açık anti - Marksist tahlilleri ve pratikte sürdürdükleri "mücadelenin" açık tutarsızlıkları da revizyonizmin işine yaramaktadır. Bunların yanında Sovyet revizyonizminin dünya ölçüsündeki etkinliğinin artması da revizyonizmin güçlenmesinde önemli bir rol oynamaktadır. Bugün revizyonizm özellikle işçi sendikalarında yukardan aşağı bir etkinlik sağlamıştır. İşçi kitleleri üzerinde burjuva reformist düşüncelerin henüz etkinliğini sürdürmekte olmasının bu durumda önemli bir rolü vardır. Bunun yanında Devrimci Hareketin örgütsüz ve dağınık olması, bağımsız ve güçlü bir proleter siyasi hareketin bulunmaması revizyonizmin ve reformizmin etkinliğinin artmasında en önemli rolü oynamaktadır. Revizyonistler bugün ülke devriminden vazgeçme, proletaryanın bağımsız siyasi eylemi yerine burjuvazinin bir kanadının destekçisi olma şeklinde somutlaşan bir siyasi hat izlemektedirler. Barış, demokrasi, toplumsal ilerleme, ileri demokrasi v.b. safsatalarının varıp dayandığı yer burasıdır. Öte yandan bugün revizyonizmin ve reformizmin güçlenmesi karşısında mevcut olan bir başka hatalı eğilimden, kendiliğindencilikten de söz etmek gerekir. Devrimci Hareketin dağınıklığı ve örgütsüzlüğü revizyonizmin güçlenmesine hizmet etmesinin yanında kendiliğindenci ve ekonomist eğilimleri de teşvik etmekte ve güçlendirmektedir. Örgütlü ve sağlıklı bir işlerliğe sahip proletaryanın bağımsız siyasi hareketinin bulunmayışı tek tek devrimci unsurları şu veya bu alandaki mücadelenin gündelik işleri içinde kaybolup gitmeye, gruplar arası polemiklerin ve çelişmelerin dışına çıkmak isterken çoğu kez de siyasetsizliğe itmektedir. Çok gruplu ortam ve gruplararası polemiklerin çokça yozlaşması bu eğilimlerin meşruiyet kazanmasına yol açmakta ve teşvik edici bir rol oynamaktadır. Yaygın bir düşünce eğilimi şudur; ' bugün bütün sol gruplar işçi sınıfından kopuktur ve hiçbirisi işçi sınıfını temsil etmezler. O halde işçi sınıfı içinde çalışmak gerekir. İşçi sınifı içinde-işçi sınıfının bilinçlenmesi için mücadele etmek gerekir. işçi sınıfının bilinçlenmesi ve onun "öncü bilinçli unsurlarının' ortaya çıkmasıyla ancak gerçek proleter partisi ortaya çıkacaktır. İlk bakışta mantıki görünen bu gibi düşüncelerin hatalı olduğunu belirtmek gerekir. Pratik bir çözümsüzlük ifadesi olarak kabul edilebilecek olan bu gibi eğilimlerin hatalı olduğuna kuşku yoktur. İşçi sınıfına bilinç götürmek; evet ama hangi siyasi bilinç? Hangi siyaseti (ve nerede?) örgütlemek için "bilinçlenen işçileri" kim ve hangi siyaset örgütleyecektir? Kuşku götürmez bir biçimde ortadadır ki bu biçimde işçi yığınlarına "kendiliğindenci bilinç" ötesinde bir şey götürülemez. Elde edilecek şey de kendiliğinden mücadelenin "günlük pratik dehlizleri" içerisinde büyük bir olasılıkla yeni bir bıkkınlık ve kararsızlıktan başka bir şey olmayacaktır. Proletarya partisi ile işçi sınıfı arasındaki ilişkilerin niteliği (başlangıçta) objektiftir. Sınıfla örgüt arasındaki örgütsel bağların durumu tayin edici değildir, ikincildir. Önde gelen örgütün izlediği siyasi çizgidir. Sınıfla örgüt arasındaki bağ ikinci adımda tayin edici bir öneme ulaşır. Bir örgütün proletaryanın öz örgütü olmasının ideolojik-politik ve örgütsel bütünlükteki içeriği (ki bu doğrudur) mekanik olarak içinde bulunulan süreçten, somut durumdan kopuk olarak yorumlanılmamalıdır. Doğru bir ideolojik ve siyasi hat elbette yetmez; ve elbette böyle bir hatta sahip olan bir örgütün sınıfla bütünleşmesi-kaynaşması o örgütün kelimenin gerçek anlamıyla proletaryanın öz örgütü olması için zorunludur. Ama herşeyden önce doğru bir ideolojik- siyasi hat! Yoksa, böyle bir ideolojik-siyasi birlik olmadan sınıfla bütünleşme hiçbir şey ifade etmez. Elbetteki bugün işçi sınıfı ve emekçi halk yığınları içinde çalışmak önemlidir. Proleter bir siyasi hareketin oluşturulması elbette iki yönlü bir süreçten geçecektir. Emekçi halk yığınları ve özellikle işçi sınıfı içinde çalışma, teorik ve siyasi bir birliğin oluşturulması çabaları ile diyalektik bir bütünlük içinde yürümek zorundadır; ama burada önemli olan birincinin ikinciye (temel siyasi göreve) bağımlı olduğunun kavranılmasıdır.
IV. BÖLÜM İÇİNDE BULUNDUĞUMUZ KOŞULLARDA TEMEL SİYASİ GÖREVİMİZ. 1. BUGÜN PROLETARYA PARTİSİNİN İNŞASI YOLUNDA, ONUN BAĞIMSIZ SİYASİ HAREKETİNİ YARATMA YOLUNDA MÜCADELE, TEMEL SİYASİ GÖREVİMİZDİR. Özetle söylecek olursak, bugün ülkemizde işçi sınıfı, köylülük ve geniş halk yığınlarının bilinç düzeyi düşüktür ve kendiliğindenci bilinç seviyesindedir. Sol düşüncelerin her geçen gün daha fazla halk yığınlarına doğru yayılmasına karşılık revizyonizm ve reformizmin geniş yığınlar üzerindeki etkinliği fazladır. Halk yığınlarının kendiliğinden mücadelelerinin yükselmesine karşılık devrimci mücadele örgütsüz, merkezi bir siyasi denetimden yoksun, dağınık ve bölük pörçüktür. Proletaryanın siyasi iktidar mücadelesinin aracı olarak öz örgütü yoktur. Devrimci hareketin dağınıklığı, örgütsüzlüğü devrimden başka her şeye hizmet etmektedir. Bu, gün gibi açık. Ve yine tartışmasız bir şekilde ortadadır ki bu koşullarda temel siyasi görev proletarya partisinin yaratılması yolunda, bağımsız, devrimci bir hareketin yaratılması, devrimci hareketin birliğinin sağlanması yolunda mücadele etmektir. İçinde bulunduğumuz somut koşullar tarafından tayin edici bir şekilde öne çıkarılan temel devrimci görev halkası budur. Proletaryanın bağımsız siyasi eyleminin bir ifadesi olarak, bütün halkın demokratik iktidarına giden mücadeleye önderlik edecek, faşizme ve emperyalizme karşı mücadeleyi zafere ulaştıracak, emekçi sınıfların mücadelesini her türlü koşul altında sürdürecek olan devrimci bir partinin yaratılmasıdır. Bu görev, içinde bulunduğumuz somut koşullarda, bütün diğer görevlerin çözümü için çözülmesi zorunlu olan halkadır. İçinde bulunduğumuz tüm pratik-siyasi sorunların esas çözümlerinin zorunlu ön koşuludur. Bu yüzden (ve bu anlamda) bu görev diğer tüm devrimci faaliyetlerin kendisine tabi olmak zorunda olduğu acil-temel siyasi görev halkasıdır. Bugün her devrimci, işçi olsun, öğretmen olsun, öğrenci olsun, istisnasız bütün bilinçli devrimciler, pratikte yaptıkları bütün çalışmaların doğruluğunu bu temel göreve hizmet etme; proletaryanın bağımsız siyasetini belirleme, devrimci bir teorik temel üzerinde yükselecek olan siyasi pratiği, devrimci bir partinin inşası doğrultusunda yükseltme açısından değerlendirme durumundadır. Evet; Lenin'in dediği gibi, "birlik gerçekten büyük bir dava ve büyük bir şiar"dır bugün... 2. NASIL BİR PARTİ: DEVRİM, ÖRGÜT VE ÇALIŞMA TARZI Marksizm-Leninizm bize işçi sınıfının mücadelesinin başarıya ulaşabilmesi için Marksist-Leninist bir partinin zorunluluğunu öğretiyor. Partisiz, proletarya devrimi mümkün değildir. Parti proletaryanın iktidarı alma mücadelesinin en yoğunlaşmış organizasyonudur. Leninist bir anlayışla örgütlenmiş, proletaryanın iktidar mücadelesini başarıya ulaştırabilecek savaşçı bir parti nasıl yaratılacaktır? Ülkemizde nasıl bir parti devrimi başarıya ulaştırabilir? Devrimci Hareketimizin geçmiş dersleri bize neleri göstermektedir? Devrimci bir parti anlayışına somut koşulların; ülkenin tarihi-iktisadi-siyasi koşullarının ve sınıf ilişkilerinin doğru bir analizinden ulaşılabilir. Belirli tarihi şartlarda sınıf mücadelesinin nesnel koşulları devrim, çalışma tarzı ve örgüt anlayışını koşullandırır, belirler. Bu bakımdan her tarihi dönem için farklı iktisadi, siyasi yapılardaki tüm ülkelerde geçerli bir parti modeli, biçimi yoktur. Örgüt biçimi çalışma tarzı ve devrim biçimine zorunlu olarak bağlıdır. Genellikle bolşevik partisinin örgütlenme anlayışı evrenselleştirilir ve klasik bir parti tipi olarak kabul edilir. Bu anlayış sorunu diyalektiğe aykırı bir biçimde ele alıştan kaynaklanmaktadır. Somut koşulların marksist bir tahlili yapılmaksızın ve doğru bir mücadele ve devrim anlayışını ortaya çıkarmaksızın parti biçimine ilişkin sorunları çözmek ve proletarya partisinin yaratılması mücadelesini başarıya ulaştırmak olanaksızdır. Önümüzdeki süreçte (ki bunu özel olarak partileşme süreci olarak ifade etmek hatalı olmayacaktır.) devrimci mücadeleyi (devrimi) başarıya ulaştırabilecek bir partinin yaratılabilmesi, bu konuda geçmiş hareketin devrimci deneylerini ve derslerini doğru bir şekilde özümleyebilmekten geçmektedir. Bu ise THKP-C hareketinin sağlıklı bir inceleme ve eleştirisinin yapılmasını içerir. Bize göre geçmişin ele alınışındaki temel yöntem de bu olmalıdır: Bu günkü görevlerimiz açısından bu devrimci pratik hangi dersleri ortaya çıkarmıştır? Geçmiş, teorisi ve pratiği ile ele alınarak ayrıntılı bir şekilde incelenmelidir. Yoksa Kemalizm sorunuydu, şuydu buydu diyerek geçmiş üzerine küfürler ya da methiyeler düzülerek bir şey elde edilemez. Biz, burada, partileşme süreci ile ilgili görüşlerimizi ayrıntılı bir şekilde açıklamaya geçmeden önce bu konu ile ilgili (geçmiş tartışmaları ile ilgili) bir-iki temel soruna değinerek geçmişe yaklaşım konusunda genel bir bakış açısı ortaya koymaya çalışacağız. 3. BUGÜNÜN GÖREVLERİ AÇISINDAN GEÇMİŞİN GENEL BİR DEĞERLENDİRMESİ VE BAZI TEORİK SORUNLAR THKP-C hareketinin yenilgisi bir bakıma onun "silahlı mücadelenin (silahlı devrimin) başarıya ulaşabilmesi için Marksist-Leninist bir parti tarafından yönetilmesi, mücadelenin sınıf mücadelesinin bütün alanlarında ve tüm mücadele yöntemlerini kullanarak (elbette silahlı mücadele temel alınarak) mücadele etmesinin zorunluluğuna" ilişkin teorik görüşlerin kanıtlanması olmuştur denilebilir. Zira, bize göre yenilgi bu anlayışın uygulanmasındaki başarısızlıkları içeren bir muhteva taşımaktadır. Şu veya bu sebeple böyle bir bütünlüğünün sağlanılamaması veya sonuç olarak ortadan kalkmasının bir sonucu olarak oıtaya çıkmıştır. Parti ve Mücadele Anlayışı Genellikle THKP-C 'nin yalın bir silahlı mücadele, sınıf savaşını sadece gerilla savaşı olarak gören bir teorik anlayışa sahip olduğu ileri sürülür ve bu yorumla THKP-C'nin teorik görüşleri gerilla fokoculuğuna indirgenerek eleştirilir. Oysa ihtilalin Yolu başlıklı bildiri bu konuda açık bir tavır taşımaktadır. "Partimiz sınıf mücadelesini dergi çıkarmak ve yasal hareketleri organize etmek şeklinde gören bütün sağ, pasifist eğilim ve gruplara karşı olduğu gibi sınıf savaşını sadece gerilla savaşı şeklinden ibaret gören 'sol' fokocu eğilim ve gruplara da karşıdır. Gerilla fokoculuğu herşeyden önce mücadelenin Marksist-Leninist bir parti aracılığı ile sürdürülmesi zorunluluğunu reddeder. Partinin silahlı mücadele içinden çıkacağını ileri sürerken sadece Leninizmin bu en temel ilkesini reddetmekle kalmamakta, partiye ait mücadelenin bütünselliğine ilişkin fonksiyonları da reddetmektedir. Parti işçi sınıfının ideolojik, ekonomik-demokratik ve politik alanlardaki mücadelelerinin (politik mücadele temelinde) ve politik mücadelenin çeşitli biçimlerinin birbiri ile uyumlu (diyalektik bir bütünsellik içinde) yürütülmesinin organizasyonudur da. lşte partinin reddi bu bütünsel fonksiyonları reddeden bir anlam ifade etmektedir. Oysa "dünya devrimci pratiği" soldaki bütün sapmaların sınıf mücadelesinin üç cephesinin bir veya iki kesimini ihmal etmek ve önemsememekten geçtiğini göstermektedir." (aynı yerden) Bu konu ile ilgili olarak Hüseyin İnan'ın "Türkiye Devriminin Yolu" isimli yazısının THKP-C hareketinin eleştirisi ile ilgili şu bölümünü görmek faydalı olacaktır. Burada H. İnan şöyle diyor: "...... Bolşevik partisinin çalışma tarzını ve politikasını yurdumuz şartlarında politik bir görüş olarak uygulamak, mücadelenin başından oportünizmin batağına saplanmaktır. Son zamanlarda, böyle bir parti anlayışı şehir gerillası ile birleştirilerek (abç) halk savaşı teorisi çıkartılmıştır. (.....) Şehir gerillasını bu şekilde hatalı bir parti anlayışı ile bütünleştirerek politik çizgi haline getirilmesi politik mücadelede farklı iki ideolojinin örgütsel ittifak içine girmesidir. Ve bu görüşün ışığında verilecek mücadele içinde daima iki ideolojinin hakim olacağına bağlıdır. Parçalanma ise eşikteki tehlikedir." THKP-C hareketi içindeki ilk büyük bölünmenin su yüzüne çıktığı bir dönemde kaleme alınan bu yazıda "bolşevik parti anlayışı ile gerillacılığın birleştirilmesi" olarak ifade edilen şey farklı alanlardaki mücadelenin ve barışçıl olan ve olmayan mücadelenin birlikte yürütülmesidir. İki farklı ideolojinin birarada bulunması olarak görülerek reddedilen parti anlayışı açık bir şekilde görülebileceği gibi Marksist-Leninist bir partinin temel fonksiyonlarından bir tanesine aittir. Bu şekilde, partiyi ve onun çeşitli mücadele alanlarındaki birleşik siyasi eylemini reddeden "sol" anlayış gerçekte kendiliğindenci bir mücadele anlayışına tekabül eder. Yığınlar silahlı eylemleri görerek - kendiliğinden - harekete geçeceklerdir! Devrimcilerin sadece silahlı eylemler yürütmeleri yeterlidir! Dünya devrimci hareketlerinin pratiği bize sağ olsun "sol" olsun bütün kendiliğindenci görüşlerin yanlışlığını kanıtlamaktadır. Partinin öncünün eylemi ile yığınların hareketleri arasındaki bağıntıyı sağlayan olağanüstü önemdeki rolü reddedildikten sonra öncünün silahlı eylemlerinin başarıya ulaşması olanaksız bir hale dönüşmektedir. Öncünün eylemi ile kitleler arasındaki bağın reddedilmesi bağlantı kayışları kopmuş bir motorun kendi kendine çalışması gibi bir durum doğurur. Üstelik (sınıflar mücadelesi söz konusu olduğunda) motorun dönmesini sağlayan gücün geldiği kaynak da kitlelerden başka birşey olamaz. Bu yüzden, motor kendi kendine dönmeye de devam etmeyecek, bir süre sonra duracaktır. "Sol" kendiliğindencilik yerini bu suretle sağ kendiliğindenciliğe, ekonomizme terkedecektir. Görüldüğü gibi bu konu gerçekte devrimci mücadelenin devamlılığının sağlanması konusu ile ilgilidir. Parti bu bakımdan öncünün kitlelerle üye alışverişini sağlamak ve giderek genişleyen ve yaygınlaşan bir şekilde yığınların mücadelesini örgütleyecek bir yapılanışa sahip olmalıdır. THKP-C pratiği bu açıdan irdelendiğinde bu konuda uygulamada bütünsel bir olumluluk gösterdiğini söylemek mümkün değildir. İlk parti içi ayrılık sırasında görüş ayrılıkları ile ilgili olarak M. Aktolga tarafından kaleme alınan metinde bu konuya ilişkin şu satırlar dikkat çekicidir. "Denilir ki 'işte, parti de var, cephe de var' çok yönlü çalışma deyip görev bölümü de yaptık. Yalnız bazıları görevlerini yaptılar, bazıları da yapmadılar... Numara yapmaya hiç gerek yoktur. O haltlar hep beraber yenmiştir. (Altını Aktolga çizmiş) Parti de, cephede çok yönlü çalışma da, Narodnizmi gizlemeye yarayan maskeler olmuşlardır." Burada Aktolga kendilerine yöneltilen çok yönlü çalışma içindeki görevlerini yerine getirmediklerine ilişkin suçlamaya karşı kendini savunmaya çalışırken parti çizgisini suçluyor. Biz burada bu suçlama ve savunmayı bir yana bırakalım. Burada önemli olan iki nokta sözkonusudur. Bunlardan birincisi, partinin çok yönlü çalışmanın gerekliliğine ilişkin anlayışının kanıtlanmasıdır. Bunun yanında ikinci olarak, parti pratiği içinde çok yönlü görevlerin bir kısmının yerine getirilememiş olması durumunun tespitidir. Gerçekten de farklı alanlardaki çalışmaların diyalektik, bütünsel bir organizasyonuna, birbirini tamamlayan bir uyumluluğa henüz ulaşılabilmiş değildi. Farklı alanlardaki çalışmaların yarattığı zorunlu yaklaşım farklılıkları (ki her alanda o alanın özelliklerinden gelen "farklı" eğilimlerin bulunması kaçınılmaz bir şeydir. Bu gibi farklılaşımlar temelden farklı kavrayışlara, farklı ideolojik temellere dönüşmedikçe, bir parti içinde doğal olarak karşılanılmalı ve hatta parti içinde gerekli bir fikir çeşitliliği olarak bir sağlık işareti olarak değerlendirilmelidir.) evet, farklı yaklaşımların giderek büyüyüp farklı ideolojik temellere oturması önlenememiştir. Ötesi, böyle bir durumda parti yapılanmasında önemli zaaflar varken açık ve yoğun bir baskı döneminin içine girildi. Kazanılmış mevzilerin savaşsız terkedilmemesi ve bu gibi başlıca politik sebeplerle 12 Mart'ın kanlı saldırganlığına karşı savaşmak zorunda kalındı. Oligarşinin ülkemiz tarihinin belki en büyük takibi koşullarında bölünmeye uğranarak örgütün baştaki bütünlüğü kayboldu. Bu nokta yenilginin ortaya çıktığı noktadır. Bazı Teorik Sorunlar Öte yandan yine THKP-C hareketinin her koşulda, sürekli ve düz bir mücadele mantığına sahip olduğu görüşleri de ileri sürülür. Kimilerince geçmişi kolayca reddedebilmenin (ve de reddettirebilmenin!) bir yolu olarak görülen bu yaklaşımlarda genellikle "evrim-devrim aşamalarının içiçe geçmesi" ve "öncü savaşı" gibi kavramlardan hareket edilir. Bu yolla THKP-C hareketinin görüşleri "hiçbir hazırlık kabul etmeyen, koşulları gözönünde bulundurmayan, sürekli devrim aşamasında olunduğu iddiasında olan bir anlayışa" tekabül ettirilir. Bu durumda da bir araya gelen her 3-5 kişi öncü savaşına başlamalıdır. "Parti"de "mücadeleden kaçmanın" bir mazereti olarak ileri sürülemez! Çünkü geçmişte de "zaten 3-5 kişi bir araya gelip biz partiyiz demişti!" Bu suretle geçmişin mantığı oksijen olmadan ozon yapmaya kalkmaya (ya da ısıtmadan su kaynatmaya!) indirgendikten sonra artık onu reddetmek hem çok kolay, hem de gönül rahatlığı içinde (diyalektik olarak) yapılabilir bir iş haline gelmektedir! Tabii ki geçmişi tümden reddetmeyi kafasına koymuş kişiler için yapılacak birşey yoktur. Ne var ki bu tür iddialar ve genel inkarcı yaklaşımlar kendi karşısında reaksiyoner bir şekilde geçmişin böyle bir karikatürünü savunma eğilimlerini de yaratmaktadır. Geçmiş hareketin teorik görüşlerinin kavranılışının yüzeysel ve yetersiz kalması, çoğu zaman "sloganlar" ve "kavramlar" seviyesinde kalması, bu tür eğilimlerin önem kazanmasına zemin hazırlamaktadır. Teorik yetersizlik tarafından beslenen bu eğilim giderek devrimci teoriye ait kavramların fetişleştirilerek adeta herşeyi açıklayan sihirli formüller halinde görülmesine neden olurken, pratikte bugünün siyasi görevlerine karşı bir kayıtsızlık ve ihmalkarlık olarak belirmektedir. İşte gerek bir kavram kargaşası yaratarak, bulanıklık yaratarak geçmişin inkarı eğilimini geliştirmeye çalışanların gerekse bir kavram fetişizmi içinde güya geçmişi savunanların da ortak çıkış noktasından bir tanesi bu THKP-C hareketinin her koşulda sürekli ve düz bir mücadele mantığına sahip olduğu iddiasıdır. Bu yoruma göre evrim ve devrim aşaması içiçe geçmiştir demek, sürekli devrim aşamasında olduğumuzu ileri sürmek, her koşulda tek düze silahlı mücadele sürdürmek demektir. Hemen böyle bir düşünce tarzının kabul edilemeyeceğini belirtelim. Bu konu ile ilgili olarak parti sorununu (yukarda ele aldığımız için) bir tarafa bırakalım. Buna ilave olarak THKP-C hareketinin içinde bulunulan koşullar ne olursa olsun değişmeyen düz bir mücadele anlayışına sahip olduğu kabul edilemez. Böyle bir anlayış kabul edilemez. Mahir Çayan Kesintisiz II-III diye tanınan son yazısında şöyle diyor: "Artık 1961-70 döneminin sınırlı demokratik ortamı tarihe karışmış nisbi denge bozulmuştur. (Burada kastedilen orta burjuvazi ile oligarşi arasındaki "denge"dir. DY) Emperyalist işgalin ve istismarın Türk ordusu aracılığıyla sürdürüldüğü, ekonomik ve demokratik amaçlı her çeşit kıpırdamanın terörle susturulduğu bir ülke haline gelmiştir Türkiye. Bundan böyle, bütün legal yolların tıkanmasından, emekçi kitlelere karşı tenkil politikasının en gaddar bir şekilde sürdürülmesinden dolayı, kitlelerle diyalog kurmanın ve onları devrim saflarına çekmenin temel mücadele biçimi silahlı propagandadır." (abç) Mahir Çayan'ın yazılarındaki dipnotları, geçmişi değerlendirmek için temel çıkış noktası alan, felsefe lügatlarına dayanarak geçmişe "diyalektik eleştiriler" düzen usulsüz alıntı uzmanlarının gözlerinden kaçan (!) bu iki paragraf, gerçekte geçmişin her türden tahrifatçısını apaçık ortaya çıkarırken, konunun nasıl bir çerçeve içinde ele alınması gerektiğini de ortaya koyan bir muhteva taşımaktadır. Öncelikle ifade etmeliyiz ki, "evrim ve devrim aşamalarının içiçe geçmesi" şeklinde ifade edilen tahlil sürekli devrim aşaması olarak anlaşılamaz. (Öyle olsa idi zaten ülkemizde sürekli devrim aşamasında olunduğu belirtilir ayrıca bir de içiçe geçmeden söz edilemezdi.) Bu konuyu biraz daha yakından inceleyelim. Evrim-devrim aşamaları ve devrim anlayışı: Evrim ve devrim aşaması kavramları devrim anlayışına ve mücadele tarzına ilişkin, proletaryanın siyasi iktidarı ele geçirme mücadelesine ilişkin kavramlardır. Bu anlamda evrim ve devrim aşamasının içiçe geçtiği söylenirken veya, kapitalist-metropol ülkelerdeki gibi bıçakla kesmiş gibi birbirinden ayrılamayacağı ifade edilirken her şeyden önce emperyalist-kapitalist ülkelerle emperyalizmin hegemonyası altındaki ülkelerdeki devrim süreçlerinin farklı oluşları ve bu yüzden bunların her birinin farklı aşamalara ayrılmaları sözkonusu edilir. "Emperyalizmin işgali altındaki ülkelerde evrim ve devrim aşamaları bu şekilde bıçak gibi birbirinden ayrılamazlar, bu aşamalar birbirinin içine girmiştir." (İhtilalin Yolu başlıklı bildiri) Kapitalizmin iç dinamikle geliştiği ülkelerde siyasi iktidarın ele geçirilmesinin yolu, bir sıra ekonomik-sosyal ve siyasal nedenlerden ötürü ülke çapındaki ayaklanmalara bağlıdır. Ayaklanma koşullarının oluşturulması süreci (ki "barış" dönemlerine tekabül eden bu süreç oldukça uzundur) evrim aşaması olarak ifade edilir. Buna karşılık siyasi iktidarın ele geçirilmesi için ayaklanma durumuna da devrim aşaması adı verilir. Bu iki aşama farklı toplumsal süreçlere (toplumsal hareketin farklı özellikler gösterdiği süreçlere) tekabül ederler ki, bunun objektif (maddi) temeli; birinde (evrim aşamasında) ekonominin işleyişinin nispi bir istikrar ve gelişme göstermesi, diğerinde ise (devrim aşamasında) ekonomik bakımdan bir kriz döneminin sözkonusu olmasıdır. (Buna rağmen ekonomik olmayan nedenlerle de devrimci bir durumun ortaya çıkması mümkündür.) Devrim durumları toplumların alt yapısından üst yapısına kadar(ekonomisinden, sosyal-siyasal- kültürel ilişkiler bakımından) tam bir alt üst oluş içinde bulunduğu dönemlere, tekabül ederler. İşte ayaklanmanın (yığınların siyasi eyleminin en üst biçimlerine çekilebilmesi ve siyasi iktidarın ele geçirilmesinin) koşullarının oluştuğu devrim durumları ile, bu koşulların oluşmadığı durumlarda toplumsal hareketin bu biçimlerine uyumlu olarak devrim süreci de evrim ve devrim aşamalarına ayrılarak incelenir. Proletarya partisinin görevleri ve buna bağlı olarak mücadele anlayışları bu iki aşamada farklılıklar gösterir. Buna karşılık, emperyalizmin işgali altındaki sömürge ve yarı sömürge ülkelerde toplumsal hareket bundan çok daha farklı özellikler göşterir. Emperyalizmin işgali nedeniyle toplum alt yapısından üst yapısına kadar sürekli bir alt-üst oluş içindedir. Emperyalizmin hegemonyası altındaki ülkelerde devrim halk savaşı ile gerçekleşir. Nispi bir barış koşullarındaki uzun bir hazırlıktan sonra ülke çapındaki bir ayaklanma yerine, proletarya partisinin daha başlangıçtan itibaren savaşmak zorunda bırakıldığı çok daha farklı aşamalardan geçen bir süreç sözkonusudur. Halk savaşı süreçleri emperyalist-kapitalist ülkelerdeki devrim süreçlerindeki gibi bir evrim ve devrim aşamalarına ayrılamazlar. Emperyalist-kapitalist ülkelerde devrim aşaması için gerekli objektif koşullar, empeıyalizmin işgali altındaki ülkelerde emperyalist işgal tarafından oluşturulmaktadır. Diğer bir ifade ile Lenin'in tanımladığı şekilde bir milli kriz nasıl genel ayaklanmanın objektif koşullarını yaratıyorsa, emperyalizmin işgali de halk savaşının (ve de silahlı mücadelenin) objektif koşullarını oluşturmaktadır. Emperyalist-kapitalist ülkelerde devrimin objektif koşulları içsel dinamiğin işleyişi ile ortaya çıkmaktadır. Toplumun içsel dinamiği toplumsal hareketin belirleyici unsurudur. Buna karşılık emperyalist işgal toplumun içsel dinamiğini saptırmakta, toplumda ekonomik, sosyal, siyasal alanlarda (alt yapısından üst yapısına kadar) bir çalkantı içine girilmesine neden olmakta yığınların devrim saflarına çekilebilmesinin objektif koşullarını yaratmaktadır. Buriun yanında emperyalist-kapitalist ülkelerde devrim (genel ayaklanma) aşamasında olunabilmesi için gerekli olan subjektif koşullarla emperyalizmin işgali altındaki ülkelerde halk savaşının başlaması için gerekli subjektif koşullar da aynı biçimde başka başkadır. İşte bu yüzden, emperyalizmin işgali altındaki ülkelerde halk savaşının başlaması için (emperyalist-kapitalist ülkelerdeki gibi) genel ayaklanma koşullarının aranması sözkonusu olamaz. Zira bu iki durumun özellikleri başka başkadır. İşte, "evrim ve devrim aşamalarının, emperyalizmin işgali altındaki ülkelerde, (emperyalist-kapitaİist ülkelerde olduğu gibi) birbirinden (bıçakla kesilmiş gibi) ayrılamayacağı, bu iki aşamanın iç içe geçtiği" şeklindeki formülaşyonun anlatmak istediği şey de tamamen bundan ibarettir. Mao bu durumu şu şekilde açıklamaktadır. "İçerde burjuva demokrasisini (feodalizmi değil) uygulayan kapitalist ülkeler faşist değillerse, ya da savaş halinde bulunmuyorlarsa:… Proletarya partilerinin ödevi işçileri eğitmek, ve uzun bir legal mücadele ile kuvvetlenmek ve böylece kapitalizmin kesin yıkımına hazırlanmaktır... Savaşmak istedikleri bir savaş varsa o da hazırlandıkları iç savaştır. Ama bu isyan ve savaş burjuvazi gerçekten aciz kalıncaya kadar, proletaryanın çoğunluğu silaha sarılıp, dövüşmeye azmedinceye kadar başlatılmamalıdır. Ve böyle bir isyanı ve savaşı başlatma zamanı gelince, atılacak ilk adım şehirleri işgal etmek ve sonra kırsal bölgelere doğru ilerlemektir. Bütün bunlar kapitalist ülkelerin komünist partileri tarafından yapılmaktadır ve Rusya'da Ekim devrimi ile doğrulukları sınanmıştır. Ama Çin farklıdır. Çin'in ayırıcı özellikleri bağımsız ve demokratik olmaması, ama yarı-sömürge, yarı-feodal olması, yani içerde demokrasinin bulunmaması… emperyalizmden baskı görmesidir... Temelde komünist partisinin buradaki ödevi, isyan ve savaşı başlatmadan önce uzun bir legal mücadele döneminden geçmek değildir. Önce şehirleri ele geçirmek ve sonra kırsal bölgeleri işgal etmek değildir. Çin'de savaş,mücadelenin temel şekli ve ordu örgütlenmesinin temel şeklidir. Yığın mücadeleleri gibi öbür şekiller de önemlidir. Ama onların amacı savaşa hizmet etmektir. Çin'de proletarya partisinin temel ödevi, partinin hemen hemen başlangıcından beri karşı karşıya kaldığı ödevi... silahlı mücadeleler örgütlemektir."(abç) (Mao Ze Dung, Askeri Yazılar, sh. 353) Ama, bu tahlilin, halk savaşının başlatılabilmesi için subjektif şartların elverişliliğinin aranmayacağı, koşulların hesaba katılmayacağı bir hesapsızlık mantığına eş tutulması tamamen saçmadır. Elbette ki, mücadelenin başarıya ulaşabilmesi için yürütülecek mücadelenin ülkedeki mevcut duruma, sınıf ilişkilerine, devrim ve karşı devrim güçlerinin içinde bulunduğu somut duruma uygun olması gerekir. Bir başka ifade ile her durumda yürütülen mücadelenin biçimi mevcut sosyal, siyasal, psikolojik ve askeri v.b. koşullara uygun bir biçimde belirlenir. "Evrim ve devrim aşamasının içiçe geçmesi" kavramından hareketle hesapsızlık ve keyfilik üzerinde kurulmuş düz ve anti-diyalektik bir mücadele anlayışına varılamaz. Böylesi her şeyden önce halk savaşının uzun, inişli çıkışlı ve dolambaçlı bir yol olmasındaki temel politik perspektifin inkarı demek olurdu. Bu durum emperyalizmin lII. bunalım döneminde emperyalist işgalin gizii bir niteliğe büründüğü yeni sömürge ülkelerde çok daha grift (karmaşık) bir görünüm kazanmıştır. Kapitalizmin yukardan aşağı bir biçimde de olsa gelişme göstermesi ve emperyalist işgalin gizli bir niteliğe bürünmesi önemli gelişmeler ortaya çıkarmıştır. Kısaca özetlemek gerekirse; 1. Hafif ve orta sanayii dallarında meydana gelen montaja dayalı sanayileşme sonucu, işçi sınıfı gelişmiş ve devrimdeki önemi artmıştır. 2. Kapitalizmin nispi gelişiminin bir sonucu olarak feodalizmin belirli ölçüde tasfiyeye uğraması (gerilemesi) ve toprak sorununun bir ölçüde çözüme uğraması nedeniyle demokratik devrim programı belirli bir daralmaya uğramıştır. 3. Merkezi otoritenin güçlenmesi ve tarımda pazar ekonomisinin gelişmesinin sonucu olarak kırların emperyalizmin yumuşak karnı olması durumunda da eskiye oranla bir gerileme ve buna karşılık da şehirlerin ve işçi sınıfının rolünde göreli olarak bir artış meydana gelmiştir. 4. Emperyalist işgalin gizlenmesi sonucu eski sömürge ülkelerde toplumdaki işgalci düşmana karşı olan tepki pasifize edilmiştir. 5. Ülke devrimci iç savaş aşamasındadır. Bu gibi değişimler toplumun kendi içsel dinamiği içindeki bir gelişmeye yöneldiği şeklinde bir görüntü yaratmaktadır. Bu değişim ve gelişmeler bu yüzden yeni sömürge ülkelerde, içsel dinamikle gelişmiş bağımsız kapitalist - emperyalist ülkelere uygun çözümlemelerin gündeme getirilmesine neden olmaktadır. Evrim ve devrim sorununu "diyalektik" olarak tartışanların çoğunlukla varıp dayandıkları nokta da burasıdır. Bu tür tartışmalar sonunda üstü örtülü ya da dolaylı olarak, uzun bir "barışçıl" hazırlık aşaması sonunda bir genel ayaklanma fikrinin savunmasına varılmaktadır.(4) Emperyalizmin III. bunalım döneminde ortaya çıkan değişmeler sonucu olarak, ülkemiz devriminin muhtevasında ve yolunda eski sömürge ve yarı sömürge ülkelerden farklılıklar göstereceğine kuşku yoktur. Buna bağlı olarak Çin ve Vietnam'daki gibi klasik bir halk savaşı modelinin de ülkemizde aynen önerilemeyeceğine kuşku yoktur. (THKP-C'nin teorik ve siyasi doğrultusunun en önemli yanı da ülkemiz devriminin sorunlarını Çin ve Sovyet devrimlerinin kalıplarına çakılıp kalan doğmatik yaklaşımlardan farklı olarak bu objektif-somut gelişmeler doğrultusunda ele almasıdır.) Ancak, söz konusu gelişmelerden kalkılarak ülkemizin bağımsız-kapitalist bir ülke olarak değerlendirilmesi ve ülkemiz devriminin "sovyetik model' çerçevesi içinde ele alınması ve metropol ülkelerle bizim gibi empeıyalizmin işgali altındaki ülkeler arasındaki öze ilişkin ayrım çizgisinin reddedilmesi büyük bir hataya götürür. Yeni sömürge ülkelerde toplumsal süreç yine empeıyalist-kapitalist metropollerden son derece önemli nitelik farklılıkları gösterir. Uluslararası tekellerle bütünleşmiş, ona göre şekillenmiş ekonomi devamlı bir kriz içindedir. Pazar, finansman, ara mal ve ham madde ihtiyaçları sürekli gündemdedir. Gizli de olsa emperyalizmin hegemonyası nedeniyle toplum kendi içsel dinamiği içinde gelişmemektedir. Dışa bağımlı, emperyalizmin bir uzantısı durumundaki yerli tekelci burjuvazinin yönlendiricisi olduğu hakim sınıflar iktidarının temellerinin zayıf olması, onların sürekli bir terör ve baskı politikasına ihtiyaç duymalarına neden olmaktadır. Ülke olgunlaşmamış bir milli kriz içindedir. Özetle ifade etmek gerekirse yeni sömürge ülkelerde (ve ülkemizde) gözlenen değişimler emperyalist işgal durumu açısından özünde bir değişme yaratmamaktadır. Gizli işgal durumu ve açık işgal durumu (sömürge durumu ile yeni sömürge durumu) ortaya çıkardıkları sonuçlar bakımından aynı olmamakla birlikte bu farklılık yeni sömürge ülkelerin, bağımsız - kapitalist ülkelerden farklı bir süreç içinde bulunmaları durumunu ortadan kaldırmamaktadır. "Evrim ve devrim aşamalarının içiçe geçmiş olması ifadesi" çarpıtılarak çeşitli biçimlerde karmakarışık edilmektedir. Kavram tartışmasından öte bir anlam taşımayan bu yöntemlerle ülkemiz devriminin sorunlarının çözümlenmesi bir yana, kavram kargaşasından ve bizantinizim'den bir adım öteye gitmek mümkün değildir. Böyle bir kavram karışıklığı ya da kavram fetişizmi ile (ki ikisi de aynı kapıya çıkıyor) evrim ve devrim aşamasının içiçe geçtiği şeklinde ifade edilen tahlil sürekli devrim durumunun varlığı şeklinde yorumlanabiliyor. Bu biçimde bir yorumla silahlı mücadelenin yürütülmesi için herhangi bir "asgari örgütlenme" parti yerine geçirilerek (adı ister parti olsun ister olmasın) ve böyle bir "asgari örgütlenme" silahlı mücadeleyi yürütmek için yeterli bir koşul sayılarak her durumda (sürgit) silahlı mücadele yürütmek düşüncesi kabul edilemez. Parti, çok yönlü mücadelenin organizasyonu olması yanında, ülkedeki sınıflar mücadelesinin somut koşullarına, mevcut iç ve dış politik duruma uyarlı bir biçimde politik mücadele taktiklerinin uygulanmasını gündeme getirir. Bu anlamda sınıflar mücadelesinin düz bir hat, tek bir çizgi üzerine gelişmeyeceğini, hangi koşullarda hangi mücadele taktiklerinin uygulanılmasının gerekeceğini ise ancak partinin değerlendirebileceğini belirtelim. Emperyalizmin üçüncü bunalım döneminin çelişmelerinin önemli ölçüde yansıdığı, bu döneme has iç gelişmeler sonucu yeni çelişmelerin geliştiği emperyalizmin gizli işgali altındaki ülkemizde oldukça karmaşık (girift) bir yapıya bürünen sınıflar mücadelesi düz bir hat üzerinde gelişmeyecektir .Oldukça inişli, çıkışlı geri dönüşleri ve tekrar ileri doğru sıçramaları ihtiva eden, dolambaçlı bir rota izleyecektir. Çok daha karmaşık bir muhtevaya bürünen devrim mücadelesinde uygulanılacak taktikler ise kimsenin keyfine göre tespit edilmeyecektir. Mevcut koşulların değerlenlendirilmesi ve ona uyarlı tahlillerin uygulanmasını herhangi bir keyfiliğe, tesadüfiliğe tabi olmaktan çıkaracak olan şey de (bu güç görevi yerine getirmek de) sağlam bir Marksist-Leninist temele ve doğru-devrimci bir siyasi çizgiye sahip proletarya partisinden başka birşey olamaz. Özetle: Farklı alanlardaki mücadelelerin, farklı mücadele biçimlerinin birlikte yürütülmesinin, mücadelenin devamlılığının ve devrimi başarıya ulaştırabilecek bir siyasi çizgi üzerinde mücadelenin geliştirilebilmesinin bir gereği ve ifadesi olarak örgütlenmiş bir Marksist-Leninist parti: Bütün bir geçmişin ve bir devrimci yenilginin en özlü dersleri bu noktada toplanmaktadır. Kuşku yoktur ki gelecek geçmişi tekrar etmeyecek, geçmişin hata ve sevaplarının üstünde yükselecektir. 4. PARTİ VE KÜRT MESELESİ Bugün ülkemizde ulusal sorun çözülmemiştir. Özellikle Kürt sorunu ülkemiz devriminin temel sorunlarından bir tanesidir. Kürt sorunu bugünkü aşamada örgütlenme anlayışı bakımından da önemli bir yer tutmaktadır. THKP-C hareketinin bu konudaki görüşleri şu şekilde özetlenmişti: "..Her şart altında, her zaman meseleyi misak-ı milli sınırları içinde ele almak gerekir, veya Kürt emekçi halkının çıkarlarıyla bağdaşan tek çözüm yolu ayrılma hakkının kullanılmasıdır' diyen görüşler yanlıştır. Bu görüşlerin sahipleri her iki tarafın burjuva ve küçük burjuva milliyetçi unsurlarıdır. Oysa devrimci proletarya meseleyi diyalektik bir tarzda ele alır. Yani UKTH'nın öngördüğü ayrılma, özerklik, federasyon v.s. çözüm yollarının hangi şartlar altında ve ne zaman geçerli olabileceğini açıkça ortaya koyar." (ASD'ye açık mektup) Bu yaklaşım gerçekte genelinde doğru bir nitelik taşır. Ne var ki, bu genel yaklaşım ülkemiz koşullarına uygun bir ulusal sorun programı ortaya koyulmadığı için de doğru olarak kabul edilemez. Bu eksiklik ezen ulus şövenizmine karşı ajitasyon-propagandanın ihmali ile birlikte ele alındığında geçmişin bu yönden eleştirilme gereği ortadadır. Günümüzde, ulusal sorun o günkü boyutlarından daha farklı ve daha geniş bir çerçeve içinde tartışılmaktadır. Bu sorunun doğru çözümü şüphesizdir ki M-L ilkeler ışığında ülkemiz koşullarının ve Kürdistan'ın somut analizinin yapılmasıyla ve konunun bütünsel bir değerlendirilmesi ile mümkündür. Proletarya partisinin ulusal sorun konusunda UKTH'nin Marksist - Leninist kavranılışı doğrultusunda somut bir program ortaya koyması zorunludur. Ulusal sorun konusunda izlenecek politikanın doğruluğu proletaıya partisi ve ülkemiz devrimi açısından büyük bir önem taşımaktadır. Ulusal sorun konusuna doğru yaklaşımın temel koşulu Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkının kayıtsız şartsız tanınmasıdır. Bu hak Kürt halkının isterse bağımsız bir devlet olarak örgütlenme hakkı demektir. Biz bugünkü koşullar altında böyle bir çözümü önermiyor, Kürt ve Türk halklarının oligarşik diktatörlüğe ve emperyalizme karşı ortak bir kurtuluş mücadelesi vermelerini Kürt ve Türk proletaryasının ortak örgütlenmesini, ve her iki halkın özgür ve eşit temellerdeki gönüllü birlikteliğini savunuyoruz. Böyle bir birliğin temel koşulu ise Kürt halkının kayıtsız şartsız bir kendi kaderini tayin özgürlüğüne sahip olmasıdır. Bu özgürlüğü savunmadan, birlik çağrıları oligarşinin şoven baskı siyasetinin gölgesinden kurtulamaz. Halkların birliği, halkların özgürlüğünden geçer. Ayrıca bugünkü koşullar altında da, Kürt halkının ayrılma hakkını kullanma doğrultusunda gerçekleştireceği demokratik muhtevalı bir mücadele karşısında devrimci tavır böyle bir mücadelenin desteklenmesinden başka birşey olamaz. Yeter ki böyle bir hareket emperyalizmin güdümünde, ayrılıkçı ve gerici bir muhtevaya sahip olmasın. Böyle bir durumda dahi, devrimciler böyle bir hareketi desteklemeseler bile, bu durumda ortaya çıkacak olan şoven tenkil politikasına karşı çıkmak yine devrimciliğin zorunlu ön koşuludur. Biz bugünkü koşullarda Kürt ve Türk proletaryasının (diğer azınlık emekçileriyle birlikte) milliyet ayrımını gözetmeyen ortak örgütlenmesini savunuyoruz. Ayrı örgütlenme, ayrı mücadele ve ayrılmayı mutlaklaştıran anlayışlara karşı olduğumuz gibi ortak örgütlenmenin mutlaklaştırılmasına da karşıyız. Somut koşullar tarafından ortaya çıkabilecek bir ayrılma durumunda proletarya örgütlenmesinin ayrılığı da zorunlu bir hale gelebilir. Bugün ülkemizde ezen ulus şovenizmine karşı mücadele büyük bir önem taşımaktadır. Şoven milli baskı politikası, oligarşinin faşist politikalarının en temel bir unsurudur. Bu nedenle anti-faşist mücadelenin güncelliği gerekçesi ile ezen ulus şovenizmine karşı mücadeleden vazgeçilemez. Faşizme karşı "ittifakları parçalamamak için" halkların özgürlüğünü savunmaktan vazgeçilemez. Faşizme karşı mücadele milli zulme karşı mücadeleden ayrılamaz.
DEVRİMCİ HAREKETİN BİRLİĞİ VE PARTİLEŞME SÜRECİ Biz bugün bir parti kurmuyoruz. Yukarıda anlattığımız türden bir parti, bir takım insanların biraraya gelip "biz parti kuruyoruz" demeleriyle kurulacak bir şey değildir. Bizim devrim ve çalışma tarzı anlayışımıza uygun bir partinin yaratılması uğruna mücadele böyle bir anlayışı reddeder. Partileşme süreci, sınıflar çatışmasının her alanında işçi sınıfının bağımsız siyasetini hayata geçirmeye çalışan bilinçli kadroların örgütlü ve neyi, ne için yaptığını bilen bir tarzda çalışmalarının ürünü olarak tamamlanabilir. Partileşme sürecini, partinin yaratılması (inşa edilmesi) için bilinçli bir mücadele süreci olarak kavramak gerekiyor. Paıtileşme süreci kendiliğinden karakterli bir gelişme olarak ele alınamaz. Bu çok önemli bir ayrımdır. Bugün pek çok kişi kollarını kavuşturup partileşme sürecinin tamamlanmasını beklemektedir. Veya; parti yok, partinin olmadığı bir yerde ve zamanda kişiler şu veya bu şekilde düşünmekte, hareket etmekte özgürdürler gibisinden eğilimler yaygındır. Partinin yaratılması için mücadele sürecinde, böyle bir "özgürlük" kesinlikle yoktur. Her devrimci böyle bir süreçte üzerine düşenin azamisini yapmaya çalışmalıdır. Herkes kendi üzerine düşen siyasi görevleri yeterince yerine getirdiği oranda bu sürece hizmet edecektir. Bu bakımdan, kadro çalışmasını esas alarak karşı karşıya olunan somut siyasi görevleri yerine getirmek için canla başla çalışmak şiarımız olmalıdır. Unutmamak gerekiyor ki bu uğurda görev seçmek, basit iş, zor iş, bana göre olmayan iş ayrımı yapmak bizleri bu önemli görevi gerçekleştirmek için çalışmaktan önemli ölçüde alıkoyar. Bazılarınca partinin yaratılması bir hiyerarşi oluşturmak şeklinde kavranmaktadır. Bu yanlış bir kavrayıştır. Partileşme olayına yanlış bir noktadan yaklaşmanın ürünüdür. Diyebiliriz ki bu kavrayış parti sorununu devrim ve çalışma tarzı anlayışından kopuk olarak ele almaktan kaynaklanmaktadır. Soruna böyle bir noktadan (hiyerarşi oluşturmak) yaklaşmak, partileşme sürecinde görevlerimizi tam olarak yerine getirmemizi engelleyebilir. Bugün için hiyerarşi oluşturmak diye özel bir sorun yoktur. Partileşme sürecinin belirli bir aşamasında tabii ki hiyerarşi oluşturmak diye özel bir görev karşımıza çıkacaktır. Örgüt yapısı anlamındaki ilişkiler dizisini saptamak olan bu hiyerarşik şekillenmeyi tespit etme işini çözmekte, Marksist - Leninistlerin önünde hiçbir zorluk yoktur. Böyle bir noktaya gelindiğinde Marksist - Leninistlerin gözetecekleri tek şey davaya en iyi bir şekilde yararlı olmaktır. Marksist - Leninist görev ve sorumluluk anlayışı içinde hiyerarşinin şurasında veya burasında bulunmak diye bir kaygı taşınamaz. l. PARTİNİN YARATILMASI YOLUNDA BİLİNÇLİ BİR ÇALIŞMA NASIL ANLAŞILMALIDIR? Bu herşeyden önce bir siyasi çizgi sorunudur. Türkiye devriminin sorunlarına çözümler getirmeyi içerir. Marksizm-Leninizmin ülke somutuna uygulanmasıyla devrimin yolu, devrimci mücadelenin hedefleri ve bu hedeflere varmak için kullanılacak araçları içeren bir politikaya ihtiyaç vardır. Bu politikayı hayata geçirmek için kitleleri siyasi aksiyona sokmak gereklidir. Bir devrim programı çerçevesinde siyasi aksiyona girme çalışmasının organizasyonu anlamında bilinçli adımlar atılmalıdır. Bunun bir başka açıdan ifadesi siyasi pratiği yükseltmek, devrimci mücadeleyi yükseltmek ve yaygınlaştırmaktır. Devrimci mücadeleyi yükseltmek ve yaygınlaştırmak yolunda bilinçli adımlar atabilmek için emekçi kitlelere götüreceğimiz siyasi bir programımız olmalıdır. Doğru siyasi hedefleri kitlelere göstermeliyiz ve bu hedeflere varmak için kitleleri siyasi aksiyona sokmaya çalışmalıyız. Bir siyasetin gerçekleştirilmesi anlamında kitlelerle organik ilişkiler kurmalıyız. Siyasi mücadeleyi yükseltmek, yaygınlaştırmak, kitleleri devrime giden yolda kitle hareketleri içinde eğitmekten de geçer. Kitleleri devrim saflarına kazanmak, onları devrim için eğitmek doğru siyasi önderliğe ve eylem bağı anlamında organik ilişkiler kurmaya dayanır. Bilinçli bir mücadele olması, belirli bir siyaset önermeyi içeriyor. Yani sınıflar çatışmasının her alanında belirli bir politikaya uygun tavır almayı ve kitleleri bu politika doğrultusunda mücadeleye çağırmayı zorunlu kılıyor. Biz sadece sınıflar çatışmasının her alanında genel olarak hakim sınıflara karşı mücadele çağrısı yapmakla yetinemeyiz. Belirli bir mücadele önermek zorundayız. Bu anlamda kitlelere şu hedeflere varmak, şu sonuçları elde etmek üzere, şöyle mücadele etmeliyiz demek zorundayız. Açıktır ki belirli bir mücadele çağrısı hemen bu mücadelenin organizasyonunu da gündeme getirmektedir. Örgütlenme soyut şeyler üzerinde olamaz, belli bir iş üzerinde olabilir. Belirli bir mücadeleyi örgütlemek mümkündür. Ve bu noktada hemen kadrolar sorunu gündeme gelmektedir. Kadrolar sınıflar çatışmasının her alanında (politik, ekonomik-demokratik, ideolojik çatışma alanlarında belirli bir politika doğrultusunda mücadeleyi örgütleyen insanlardır. Partileşme sürecinin merkezinde kadro çalışması yatmaktadır. Kadrolaşmayı yaratmayan bir çalışma kalıcı bir çalışma olamaz. Partileşme süreci kadrolaşmanın gelişmesine bağlı bir süreçtir. Önerdiğimiz, devrimci mücadeleyi örgütleyecek yeterli sayıda kadronun yaratılması olarak ifade edilebilir. Politikanın hayata geçirilmesi için verilen mücadelede artık öyle bir an gelir ki, bundan sonra bir örgütsel bütün olarak istediği hedeflere yönelebilen bir organizma oluşur. Bu organizmaya parti ismi verilir. Bu anlamda kadro çalışmasının bir sonucu olarak; kadrolaşmanın belirli bir birikiminin ürünü (ki bu kadrolaşma birikiminin göstergesi, siyaseti, programlanan biçimleri içinde hayata geçirebilme kabiliyeti olabilir; yoksa mekanik olarak şu kadar adam sayısı biçiminde ele alınamaz.), bu kadro çalışmasının nitelik sıçraması yapması şeklinde anlaşılmalıdır. Kadro çalışmasının bu nitelik değiştirdiği noktada (parti yaratıldığı zaman) bu noktaya gelinceye kadar ki örgütsel ilişkiler (kadro çalışmasının organizasyonu biçimleri) değişecektir. O noktaya kadar ki ilişkileri aynen partinin örgütsel ilişkileri haline gelecektir şeklinde kavramak yanlıştır. Kadrolar hiçbir zaman pratikten kopuk olarak yetiştirilemezler. Bizim önerdiğimiz mücadele, sınıflar çalışmasının kızgın pratiğinden geçerek pişmemiş olan, çelikleşmemiş olan insanların omuzlayıp götürebileceği, yönetebileceği bir mücadele değildir. Bu anlamda işçi sınıfının bağımsiz siyasi mücadelesini kalıcı bir mücadele olarak hayata geçirecek olan ve bu mücadeleyi süreç içinde iktidarı almaya doğru yükseltecek olan partinin yaratılabilmesi için gerekli kadroları, ancak ve ancak sınıflar çatışmasının zengin deneylerini, bizzat pratiği ile özümlemiş, sınanmış insanlar arasından bulabiliriz. Bu ancak siyasi pratiği yükseltmekle elde edilebilecek, sınıflar çatışmasının her alanında kadro çalışmasını esas alarak becerilebilecek bir iştir. Her alanda yeni yeni kadrolar yetiştirmekle; devrimci mücadeleye kitlelerin içinden yeni unsurların katılabilmesiyle ve bunların siyasi bilincinin yükseltilip, bulundukları alanlarda DEVRiMCİ MÜCADELEYİ örgütleme yeteneklerinin verilebilmesiyle gerçekleştirilebilir. Kadrolarımızın asli görevi bulundukları alanlarda ve görevlerde kadro yetiştirmek, kadro çıkartmaya uygun bir çalışma içine girmektir. Devrimci Mücadele'yi yükseltmek kadro çalışmasıyla, kadro yetiştirebilmek de Devrimci Mücadele'yi yükseltmekle mümkündür. Partileşme süreci de sıkı sıkıya buna bağlıdır. Kadro çalışması örgütlü bir çalışmadır. Sadece belirli bir siyasi çizginin doğruluğuna inanmış tek tek insanların bireysel çalışmaları şeklinde anlaşılamaz (o zaman zaten bu bir kadro çalışması olmaz). Kadro çalışması kollektif bir çalışma olarak kavranmalıdır. Bu çalışma da yöneldiği amaçlara uygun, kadroların uğraştığı işin, içine girdiği mücadelenin özelliklerine uygun bir organizasyon gerektiriyor. Ancak bu aşamada kadro çalışmasının bu organizasyonu, bir siyasi parti organizasyonu değildir. Partileşme sürecinin karakterine uygun; ve bu süreç içinde karşı karşıya olduğumuz görevlerin yerine getirilmesini sağlayacak olan araçların yaratılması; bu araçların bir çeşit organizasyonu anlamında bir örgütlülük vardır ve olmalıdır. Böyle bir örgütlülük içinde çalışıldığı zaman partinin inşaası yolunda ilerlemek mümkündür. Kadrolar belirli görevlerin gerçekleştirilmesine hizmet eden organizasyonlar içinde ve bağlı olarak çalışırlar. Kadroların belirli alanlarda belirli görevleri yerine getirmek üzere örgütlü çalışmalarının temelinde ideolojik birlik yatmalıdır. Örgütlü çalışmanın, kollektif çalışmanın en önemli harcı ideolojik birliktir. İdeolojik birlik olmadan kalıcı bir birlik mümkün olmadığı gibi, ideolojik birlik içinde bulunmayan insanların ortak siyasi işler yapmaları tesadüfi bir karakter taşır. İdeolojik birliğe dayanmadan ortak siyasi görevler yapan insanların oluşturacağı çalışma birimleri kadro çalışması birimleri değildir. Kadroların ideolojik netleşme ve birliğe özel bir önem vermeleri zorunludur. Partileşme sürecinde kadroların yetkinleşmesi ve eğitimi, yeni kadroların yetiştirilmesi açısından ideolojik mücadelenin çok önemli bir ağırlığı vardır. Kadroların ortak pratik içinde bulunabilmeleri ideolojik birlikten, yine kadroların siyasi görevleri daha iyi kavrayabilmeleri onları yerine getirebilmeleri de ideolojik açıklıktan geçer. Nasıl proletarya partisi ideolojik birlik temeline dayanmakta ise partileşme sürecinde de böyle bir ideolojik birliğe ulaşmayı esas almalıyız. Ancak unutulmaması gereken ideolojik mücadelenin pratikten kopuk bir okuma, yazma, açıklama eylemi olarak kavranmaması gerektiğidir. Bizler ideolojik mücadeleyi, siyasi görevlerimizi daha bir aydınlatmak, onları daha iyi kavramak noktasından ele almalıyız. Yani ideolojik mücadele siyasi mücadeleye hizmet etmelidir... 2. BAZI SONUÇLAR Bugün ülkemiz devriminin temel meselesi proletaryanın öz örgütünün yaratılması meselesidir. On yıllardan bu tarafa pek çok kişinin tekrar edip durduğu ve fakat hala gündemin birinci maddesi olmaya devam eden partinin yaratılması görevi karşımızdaki temel görevdir. Biz bugün bu görevin yerine getirilmesi için bilinçli ve örgütlü bir çabanın gerektiğini tekrar ediyor; partileşme yolunda yapılması gerekenleri saptıyoruz. Bu temel görevin başarılabilmesi için sadece yapılması gerekenleri saptamak yeterli değildir. Esas olan bunları hayata geçirebilmektir. En doğru değerlendirmeleri yapsak, bu yolda en tutarlı şeyleri önersek bile hayata geçiremiyorsak eğer, hiçbir şey yapmış sayılmayız. Söylediklerimizi pratikte gerçekleştirmek için _ bütün gücümüzle çalışmalıyız. Bu yoldaki pratiğimiz bizim devrimciliğimizin mihenk taşı olacaktır. Tarih bizi içinde bulunduğumuz süreçte bu görevi yerine getirip getiremediğimize bakarak yargılayacaktır. DİPNOTLAR (1) Bugün bir emperyalistlerarası evren savaşı çıkması ihtimallerini reddeden görüşe karşı yöneltilen itirazlar hiçbir haklı kanıt ve ciddi dayanak taşımamaktadır. Bu konuda en eski ve en çok kullanılan "kanıt" Stalin'in 1950'lerde ileri sürdüğü emperyalistlerarası bir savaşın kaçınılmazlığına ilişkin görüşlerdir. Yaşanan bir gerçeğin karşısına farklı koşullarda ve farklı tartışmalar içinde söylenmiş sözleri ve tahlileri bir kalıp olarak kullanarak çıkarmaya çalışmak "bilimsel" ve "ortodoks" bir görüntü altında Marksizmin diyalektik özünün ortadan kadırılmasından başka bir şey değildir. Emperyalistlerin aralarındaki çelişmelerin, onların arasında savaşlarla çözüleceğini Lenin yüz yılın başlarında ortaya koymuştur. Bu tahlillerin doğruluğu birer dünya savaşı biçiminde ortaya çıkan I. ve II. paylaşım savaşları ile doğrulanmıştır. Ancak Marksizmi diyalektikten kopararak bütün bilimselliğini ortadan kaldırmadan bugün de emperyalistlerarası çelişmelerin yine mutlaka bir emperyalist evren savaşı biçiminde çözülebileceğini ileri sürmek mümkün olamaz. Gerek emperyalist ülkeler arası ilişkilerin günümüzdeki somut durumu, gerekse tarihi olarak eğiliminin yönü bizi bu konuda böylesi somut bir tahlile itiyor. Emperyalist ülkelerin sömürge, yarı sömürge ülkelerle girdiği ilişkilerdeki değişiklikler, ulusal kurtuluş savaşları ve nükleer savaşların etki gücü, emperyalist ülkeleri, aralarındaki şiddetlenen çelişkileri (paylaşım savaşı dışı farklı biçimlerde çözmeye zorluyor. (2) Kimileri bu gevşek,ideolojik temelden yoksun, coğu zaman 'kişisel güvene dayalı' diye ifade edilen kişisel ilişkileri idealize ederek bir geçici durumu kalıcı hale getirmeye (içi boş bir birlik fikrine) özel bir önem verdiler. Oysa ideolojik dağılmanın bertaraf edilmesi sağlanmadan bu gevşek ilişkilerin dağılması kaçınılmaz bir şeydi. İdeolojik birliğin olmadığı bir durumda gerçek bir birlik olamaz. Böyleleri bu gibi durumlardaki kaçınılmaz ayrışma ve dağılmalar karşısında hayalleri yıkılmış insanların verdiği hırçınlıkla herşeyi, karşılarındaki kişilerin kariyeristliği ve kişisel özellikleri açıklayabilmişlerdir. Yüksek perdeden 'herşeyin müsebbibi olan kişiler'den hesap soracaklarını (!) ilan edenlerin 'bizden ayrılırken' diye başlayan ifşaatları (!) gerçekte herşeyden çok kendi eksik ve cüce kavrayışlarına tanıklık eder. (3) Yenilgi dönemlerinden sonra sağ ve revizyonist eğilimler güç kazanmaktadır. Modern reviıyonizmin proleter devrimci harekete karşı burjuvazinin saflarında sûrdürdüğü karalama ve çamur atma kampanyasına 1971 yenilgisinden sonra "yeni" ve çok çeşitli biçimler altında katılanlar bir hayli çojaldı. Modern revizyonizmin, proleter devrimci harekete ta başından beri bildiğimiz "küçükburjuva devrimciliği", "küçük-burjuva maceracılığı", "sol sapma", "anarşizm", "troçkizm" v.b. suçlamalarına aynen fakat birkaç yıllık bir gecikmeyle katılanlar ortalığı doldurdu. Tabii bu saldırı ve çamur kampanyası da "sosyalizm"e bulaştırılarak yapılacaktı. Nitekim geçmişi "devrimci tarzda aşmak", geçmişi " proleter devrimci tarzda eleştirmek" cilası sürülmeye, özen gösterilmektedir. Bu keskin "proleter ihtilalci"leri Marksizm-Leninizm adına en saçma sapan lafları ettikleri halde, on beş-yirmi günde bir görüş değiştirdikleri halde "proleter devrimcisi" yaftasını özenle taşımaya gayret ettiler. Felsefi idealizmin batağına saplanan bu "devrimci"ler tekke anlayışına sıkı sıkı sarılıp tali bir takım farklılıklar üzerine birbirlerini de suçlamayı ihmal etmiyorlar. Felsefi idealist kafalar devrimciliğin kriterlerini kendi subjektif niyetlerine göre tespit etmeye başladılar. Örneğin, Çin görüşlerini kabul edenler proleter devrimcisi olmaya başlarlar. SSCB'ye "emperyalist" hatta "baş emperyalist" demeyenler bırakın devrimciliği yurtsever bile değildirler onlara göre. Herşeye SSCB ve Çin çatışması çerçevesi içinde bakarlar. Felsefi idealizmle, Marksizm-Leninizm arasında ne kadar benzerlik varsa onlarla proleter devrimciliği arasında o kadar benzerlik vardır. Onların nezdinde sınıflar savaşının kriterleri artık yerini subjektif idealist kriterlere bırakmaktadır. Böyle olmakla devrimden hergün biraz daha uzaklaşmak kaçınılmazdır. Proleter devrimciliği onların kafasında sadece anlamsız ama güzel bir isim haline gelir. O ismin arkasına saklanarak ve o ismin sağladığı avantajlarla devrimden uzaklaşan görüşlerini piyasaya sürme imkanlarını bulurlar. Proleter devrimcilerin sağlamaya çalıştıkları işçi sınıfının bağımsız politik eylemini imkansız hale getirmek için bulanıklık yaratır, hedef şaşırtırlar. Siyasi olarak, devrimin temel meselelerinden uzak, devrimi ikinci plana itip hakim sınıf hiziplerinden birinin yanında diğerine karşı saf tutmak şeklinde özetlenebilecek bir noktaya gelmektedirler. Revizyonistlerle ("sosyal-faşist" diye suçladıkları insanlarla) siyasi bakımdan böyle ortak bir temelleri vardır. Devrimci mücadeleyi, esas tehlike "Rus emperyalizmi"dir ve ona bağlı olarak daha tehlikeli faşizm "sosyal faşizm"dir diyerek saptıran, devrimci saflara hedef karartan dolayısıyla sol içinde hakim sınıfların adına faaliyet gösteren revizyonist ve oportünist bozgunculuk amacına ulaşabilmek için proleter devrimci harekete saldırmak zorundadır. Bugün bu türden epey kabarık sayıda "grupçuk" ya da tekke vardır. Aynı soydan ve aynı öz fikrin çeşitli almaşıkları etrafında kümelenmiş tekkeler arasındaki ayrılıklar ciddiye alınmamalıdır. Aynı siyasi hat içinde yer almalarına rağmen bu tekkeler arasındaki ayrılıklar (önemsiz olsa bile) devam edecektir. Tekkeler birleşemez. Oportünistler birleşemez. Aynı şeyi söyleyen tekkelerin arasında yaygara ve safsata üzerine kurulu rekabet sürüp gidecektir. (4) Burada kısaca değinelim: Böyle bir tartışma temelde evrim aşamasını evrim (nicel birikim), devrim aşamasını da devrim (nitel sıçrama) ile eşitleştirme şeklindeki bir kavram karıştırmasına dayanmaktadır. Böyle bir tartışma tamamen saçma bir şeydir. Herşeyden önce devrim aşaması nitelik sıçraması (devrim) ile eşit tutulamaz. Devrim aşaması devriminin olabileceği koşullara tekabül eder. Bir toplum devrim aşaması koşullarında olmasına rağmen, çeşitli nedenlerle devrimin yenilgisi ile sonuçlanma durumunda devrim olmayabilir. (Toplum nitelik değiştirmeyebilir.) Ama, tekrar edelim ki, sorunun böyle bir kavram tartışması (ya da karıştırması) olarak ele alınması tamamen saçma bir şeydir.
BİLDİRİLER Türkiye’de 12 Eylül Darbesi ve Devrimci Mücadele Kasım 1980 12 EYLÜL 1980’deki askeri darbe ve bunun sonucu olarak Türkiye’de askeri-açık faşist diktatörlüğün kurulması ile ortaya çıkan son gelişmelerin etraflı bir değerlendirilmesine ihtiyaç olduğuna kuşku yoktur. Bu askeri darbe Türkiye’deki ve Ortadoğu’daki son yıllarda iyice hızlanan gelişmeler bakımından ne anlama gelmektedir? Böyle bir gelişme genel olarak Türkiye’deki sınıflar mücadelesinin ve Devrimci Hareketin gelişimini ne yönde etkileyecektir? 1- 12 Eylül darbesi emperyalist güçler ve yerli egemen sınıflar tarafından uygulattırılmakta olan ekonomik programın bir sonucudur. Askeri darbenin öncelikle son bir kaç yıldan bu yana emperyalist sömürücü güçler tarafından uygulattırılmakta olan -IMF patentli- ekonomik programla olan sıkı ilişkileri üzerinde durmak gerekir. Bilindiği gibi Türkiye’deki mevcut ekonomik yapı 1975’ler sonrası iyice sarsılmaya, yıllardan beri biriktire geldiği sorunların tam bir keşmekeşe dönüşmesiyle tam anlamıyla tökezlemeye başlamıştır. Türkiye ekonomisinin bütünüyle bağımlı olduğu emperyalist güçlerin dayatmasının bir sonucu olarak ta 1975’lerden bu yana Türkiye’deki bütün hükümetler IMF tarafından belirlenen bir ekonomi politikasını yürütmüşlerdir. Artık herkes tarafından bilindiği gibi bu ekonomi politikasının esası bir yanda fiat ve para ayarlamaları (zam ve devalüasyon) diğer yanda da kitlelerin alım güçlerinin sınırlandırılmasına (ücret ve maaşların sabit tutulması) dayanmaktadır. 1977’lerde iktidara gelmeden önce Ecevit, bu ekonomi politikasının demokratik bir ülkede uygulanamayacağını söylüyordu. Ecevit’in bu programın demokratik bir ülkede uygulanamıyacağını söylemesinin nedeni açıktı. Bir yandan sürekli zam ve devalüasyonlar uygulanırken ücret ve maaşları sabit kalan ya da çok az artan kitleler ağır bir sefalete sürükleneceklerdi. Bu durumda kitlelerin yoğun tepkilerinin ortaya çıkması kaçınılmaz olacaktı. Ancak gene hatırlanacaktır ki aynı Ecevit (MSP’nin muhalefeti yüzünden IMF’nın istediği bir politikayı yürütemez hale gelen MC’nin düşürülmesinden sonra) iktidara gelince, demokratik bir ülkede uygulanamayacağını söylediği IMF programını aynen uygulamaya devam etti. Bir yanda IMF politikalarını aynen uygularken diğer yandan da kitlelerin tepkilerini bastırabilecek politikalara yöneldi; yeni baskı yasaları hazırladı; önce sivil sıkıyönetim uygulamalarını gündeme getirdi ve nihayet Maraş olaylarını bahane ederek sıkıyönetim ilan etti. Aslında bu uygulamalarıyla Ecevit gerçekte kendi siyasi geleceğini de belirlemişti. Sivil sıkıyönetim uygulamalarının gündeme geldiği dönemde Devrimci Yol şöyle yazmıştı: "Bu gelişmelerin en son geldiği yer sivil sıkıyönetim uygulamalarıdır. Bugün (bir yanda) polis tarafından her türlü işkence uygulamaları faşist katliamları takviye edecek şekilde sürdürülürken sözde anarşiyi önleme uğruna giderek artan biçimde ordu devreye sokulmaktadır. Bu gelişmelerin Latin Amerika ülkelerinde sıkça rastlanan türden sol görünümlü bir hükümet aracılığıyla yürütülen baskıcı bir yönetim doğrultusundaki bir gelişme sayılması gerektiği söylenebilir ki, bu tür yönetimleri çoğunlukla açık faşist bir yönetimin izlemesi kaçınılmaz bir şeydir." (Devrimci Yol, sayı 21, Ağustos 1978) Gene Temmuz 1978’de aynı konuda şöyle yazılmıştı: "Bu alınan tedbirler ise (...) ordunun devreye sokulması yoluyla, daha ileriki bir aşamada ordunun aracılık edeceği açık faşist bir rejime geçiş sağlamaktan başka bir anlama gelmez." (Devrimci Yol, sayı 20, Temmuz 1978) Özetle, bir yanda IMF’nin malum ekonomi politikası aynen uygulanarak, bir yandan da bu ekonomik uygulamalara karşı kitlelerin tepkilerinin yükselmesinin ve toplumsal patlamaların önüne geçebilmek için baskı politikaları geliştirilerek, bugünkü askeri faşist diktatörlüğün temelleri bizzat Ecevit hükümeti döneminde atılmıştır. Ecevit ve daha sonra yeni MC dönemlerinde alınan "tedbir"ler, sıkıyönetimler, baskılar, katliamların yetmediği yerde, düzenin kararlı bekçileri generaller sahneye sürülmüştür... Bu sonuç dünyada, emperyalist sömürü altında bulunan ve IMF uygulamalarını yürütmek zorunda bırakılan bütün ülkelerde hemen daima karşılaşılan bir durumdur. (1) Şimdi her zaman olduğu gibi "iç hizmet yasası"nın bilmem hangi maddesine göre (!), gene sahneye sürülen generaller IMF politikalarının ve yerli tekelci çevrelerin şahane mümessili Turgut Özal’ın eşliğinde vatanı kurtarma adına ortalığı kırıp geçirmekte; yoksul halk kitlelerinin zam, devalüasyonlar, pahalılık, işsizlik altında ezilmesine yardımcı olmaya; bu acımasız sömürüye seslerini çıkarmadan razı olmalarını sağlamaya çalışmaktadırlar. Grevler, toplu sözleşmeler yasaklanmış, kıdem tazminatı kısıtlanrnış, sendikalar kapatılmıştır. Cuntacı generallar bir avuç sömürücü adına kan dökmekte, asıp kesmekte ve bu şekilde mevcut düzene karşı gelişen toplumsal muhalefeti bastırıp dağıtmayı, devrimci hareket(ler)i ezmeyi kendilerine birinci görev olarak seçtiklerini açıkça ortaya koymaktadırlar. 2- 12 Eylül darbesi bunalımın gittikçe derinleşmesinin bir sonucu olarak iyice sarsılan mevcut sömürü düzeninin restorasyonunu ve yeniden disipline ederek rayına oturtulmasını hedeflemektedir. 12 Eylül öncesinde Türkiye’de bunalım toplumun bütün alanlarını kaplamış durumdaydı: Enflasyon, pahalılık, işsizlik had safhaya ulaşmıştı; ekonomik bunalımın bir sonucu olarak geleneksel toplumsal ilişkiler çürümeye - dağılmaya başlamıştı; düzenin siyasal kurumları, parlamento, partiler, hükümetler tamamen yıpranmış ve "iş" görmez hale gelmişlerdi. Düzenin içinde bulunduğu sorunlar karşısında "parlamenter demokrasinin olanakları" tamamen tıkanmış durumdaydı. Böyle durumlarda genellikle olduğu gibi vatanı kurtarmaya koşan cuntacı generaller, bir yandan işçilerin taleplerini bastırmaya, grev ve toplu sözleşme haklarını, kıdem tazminatı haklarını vb. kısıtlamaya, işçi sınıfının ve yoksul halkın çıkarlarını savunan devrimci hareketleri ezmeye çalışırken diğer yandan da sömürücüler için daha istikrarlı bir siyasi düzenin esasları da tepeden inme bir şekilde oluşturulmaya çalışılmaktadır. Bu cümleden olmak üzere mevcut sömürü düzeninin devam ettirilmesini sağlayabilecek "yeni" bir siyasi üst yapı oluşturmak üzere yoğun bir çaba ortaya konulduğu görülmektedir. Yeni bir anayasa tasarısının esasları zaten cuntadan bir yıl öncesinden beri dillerde (ve Amerikancı - tekelci iş çevrelerinin ellerinde!) dolaşmaktadır. Şimdi MGK tarafından yapılan resmi açıklamalarda bu yeni anayasanın esasları "resmileşmiş" durumdadır. 1961 Anayasasının 12 Mart döneminde ortadan kaldırılamamış olan bazı "demokratik" öğeleri de ortadan kaldırılmakta; Anayasa Mahkemesi, Danıştay gibi kurumların fonksiyonları tamamen yok edilmekte; liderlerini kendilerinin daha kolayca değiştirebileceği iki partili bir siyasi yapı oluşturmaya yönelik siyasi partiler yasası öngörülmekte; bu suretle iktidar mekanizmasının tekelci burjuvazi tarafından daha rahat bir şekilde denetlenip yönlendirilebilmesi sağlanmaya çalışılmaktadır. Cunta bu tür faaliyetlerini komik bir şekilde "demokrasiyi yeniden kurma" olarak lanse etmeye çalışmaktadır. "Komik" diyoruz, çünkü "demokrasi" burjuva anlamda bile ele alınsa; halkın kendi yönetim şeklini (biçimsel de olsa) kendisinin belirlemesi demektir. Oysa bunlar halkın elinde "özgürlük ve demokrasi" adına kırıntı halinde bile olsa ne varsa ortadan kaldırmaya çalışıyorlar; halkın, birkaç parababasının istediği biçimde sesi soluğu çıkmadan nasıl yönetileceğini belirlemişler (bir Amerikan uşağı, bu esasları Amerikalı gazetecilere anlatıp duruyor!) cunta, ellerindeki silahlara dayanarak, göstermelik bir anayasa oylaması ile halka anayasayı oylatacak; sonra da ne yaptıkları ne de getireceklerinin hiçbirisinin demokrasi ile uzak yakın alakası olmayan cunta; "demokratik" bir şekilde (!) demokrasi (!) yi kurmuş olacak! "Demokrasi" ile ilişkisi(!) (2) bir yana, cuntanın bu konudaki faaliyetlerinin anlamı elbette açıktır. Yukarda da ifade ettiğimiz gibi, Devlet iktidarı genel olarak egemen sınıflar açısından pekiştirilmeye-sıkıştırılmaya çalışılırken, özel olarak da tekelci burjuvazi tarafından daha rahat bir şekilde kontrol edilebilmesine uygun bir biçim verilmeye çalışılmaktadır. Buhran şiddetlendikçe buhrandan oldukça etkilenmekte olan orta sınıfların ve tekelci burjuvazi dışındaki diğer kesimlerin hoşnutsuzlukları artmaktadır. Bu kesimlerin emperyalist-tekelci çevrelerin çıkarları yönündeki politikalardan önemli ölçüde rahatsız olmaya başlamaları, bu kesimlerin de etkili olduğu (MSP’li!) koalisyonların hükmünü ortadan kaldırmıştır. Tekelci burjuvazinin ve emperyalizmin çıkarları yönünde daha rahatça hareket edebilecek hükümetlerin oluşmasına imkan verecek bir yeni siyasi düzen bu yüzden "gerekli" hale gelmektedir. Cunta "yeni" bir siyasi yapı oluşturmaya çalışırken tekelci burjuvazinin bu gereksinimleri yönünde hareket etmektedir. (Cuntanın, Erbakan ve MSP alerjisi arkasında emperyalist tekelci çevrelerin bu gereksinimlerinin yattığına da hiç şüphe yoktur.) MGK bildirilerinde, "idareye bütünüyle el koymalarının" amaçlarının birinin de "bozulan devlet otoritesinin yeniden sağlanması" olduğu ileri sürülüp durulmaktadır. Bununla kastedilen şey de, genel olarak egemen sınıfların sarsılan egemenliğinin pekiştirilmesi ihtiyacından başka bir şey değildir. Gerçekten de son yıllarda buhranın iyice derinleşmesinin ve devrimci mücadelenin bir sonucu olarak egemen sınıfların "otorite"si iyice bozulmuş durumdaydı. Mevcut sömürü düzeninin çıkmazları sadece ekonomik düzeyle sınırlı kalmıyor, sistem bütün yönleriyle sarsıntı geçiriyor, kitleler içinde devrimci bilincin gelişmesi ve devrimci hareketlerin yayılması sonucunda mevcut devlet mekanizmasının gelişen kitle hareketlerini kontrol altına alması gittikçe zorlaşıyordu. Düzenin bütün kokuşmuşluklarını, çürümüşlüklerini yansıtan devlet, geleneksel yapısı ve kurumları ile mevcut sömürü düzeninin devamını sağlamakta zorluk çekiyordu. İşte bu yüzden bozulan "devlet otoritesi"nin sağlanması görevi, askeri darbenin başlıca görevleri arasında sayılmaktadır. Bu, gerçekte her yönüyle çürüyen, tamamen yozlaşmış ve yıkılmaya yüz tutmuş bu sömürü düzenini zorla ayakta tutma çabasından başka bir şey değildir. MGK arka arkasına bildiriler yayınlayıp kararlar alarak tekelci burjuvazinin ne ihtiyacı varsa hepsini "yasa" haline getirmektedir. Yıllardır her türden sömürücü-gerici çevre tarafından ortaya sürülmüş ne kadar baskı tasarısı varsa, hepsini bir çırpıda kanunlaştırıp uygulamaya koymaktadır. Gözaltında bulundurma süresi 12 Eylül’den sonra, önce 30 güne, sonra da (görülen ikinci bir lüzum üzerine) 90 güne çıkarılmıştır. (Yani 30 gün içindeki işkence ile yeterli sonuç alınamazsa, bu işkenceye 2 ay daha devam edilmesi "yasal güvenceye" bağlanmaktadır!) Çoğu dağlarda-köylerde yaşayan halkın can güvenliğini korumak için elinde bulundurduğu silahlara zorla - tehditle el konulmuştur. Bazı durumlarda mahkemeler, duruşmasız (sanık bulunmadan) karara bağlanabilecektir...v.s. Bunun gibi akla gelebilecek her türlü zorbalık yöntemini resmileştirmeye çalışan cunta, bu şekilde sömürücü egemen sınıfların sarsılan egemenliğini pekiştirecek önlemler almaya, çökmekte olan sömürü düzenini ayakta tutabilmek için yeni payandalar oluşturmaya çalışmaktadır. Bütün bunlar, temelleri çökmüş yıkılmakta olan bir binayı bir kaç ağaç kütüğünün desteği ile ayakta tutmak çabasından başka bir şey değildir. 3- 12 Eylül darbesi, ABD emperyalizminin Ortadoğu’daki çıkarları doğrultusunda bir harekettir. Türkiye, ABD emperyalizminin ekonomik - siyasi - askeri egemenliği (gizli işgali) altındaki bir ülkedir. Böyle bir ülkedeki her hangi önemli bir siyasi gelişmenin ABD’nin özellikle Ortadoğu’daki genel çıkarları ve politikaları göz önüne alınmadan değerlendirilemeyeceği açıktır. 12 Eylül’den önce Devrimci Yol’daki değerlendirmelerde çeşitli kereler, ABD’nin Ortadoğu’daki gelişmeler karşısında kendi konumunu ve egemenlik ilişkilerini koruyabilmek için yeni politikalar oluşturmaya yöneldiğine işaret edilmiş ve bunun sonucu olarak Türkiye’de bir "askeri faşist diktatörlüğün kurulmasının ABD çıkarlarına uygun düşen bir gelişme olduğu’" belirtilmişti. Örneğin, Mayıs 1979’da yayınlanan Devrimci Yol’da şöyle deniyordu: "ABD’nin Ortadoğu’da ABD politikası (ve çıkarları) doğrultusunda davranacak bir Türkiye’ye duyduğu ihtiyaç açıktır. Türkiye’de ABD’nin (Ortadoğu) politikalarını hayata geçirecek bir hükümetin toplumsal ve siyasal bütün muhalefeti bastırması ve yok etmesi gereklidir. Bu ise ancak açık faşist bir rejimle mümkün olabilir. ABD ekonomik politik olanaklarıyla, askeri anlaşmalarıyla, yerli işbirlikçileri, açık ve gizli faşist örgütlenmeleriyle ülkemizde açık Amerikancı faşist bir rejimin tizerinde oturacağı siyasi koşulları oluşturmak doğrultusunda mücadele etmektedir." (Devrimci Yol, sayı 28, Mayıs 1979) 12 Eylül darbesinin, Ortadoğu’da patlayan son İran - Irak savaşından hemen önce ve Türkiye’nin geleneksel Amerikancı dış politikasını yürüten AP azınlık hükümetinin Dışişleri Bakanı H. Erkmen’in gensoru ile düşürülmesinden hemen sonra gerçekleşmesi sadece bir "raslantı" olarak değerlendirilmese gerekir. "Her şeyin ABD uzmanlarının öngörüleri ve planları ile önceden ayarlanan bir rota izlediğini" söylemek elbette doğru olmaz. Ancak hele cuntanın Amerikancı, NATO’cu karekteri çok iyi biliniyorken (basınımızdan öğrendiğimize göre "cuntanın beyni" Saltık paşa "bu kadar güzel basın toplantısı yapmayı" bile NATO’da öğrenmiş!) 12 Eylül hareketinin ABD ile ilişkisinin tartışmasız bir gerçek olduğuna da hiç şüphe edilemez. (3) Cuntanın Türkiye’de yaptığı herşey, işlediği her cinayet, halka uyguladığı her baskı ve zorbalık Ortadoğu’da ABD için güvenilir bir Türkiye yaratma çabası olarak da görülmelidir. Cuntanın 12 Eylül darbesinden sonra yaptıkları da bunu açık bir şekilde kanıtlamaktadır. Kuşkusuz ki olayların ve 12 Eylül darbesinin bu yönü Ortadoğu’daki gelişmelerin tırmanışına paralel bir şekilde ilerde daha çok öne çıkacak ve bu konunun daha iyi bir şekilde gözlenip değerlendirilebilmesi mümkün olabilecektir... 4- 12 Eylül darbesi ile Türkiye’deki yönetim biçimi askeri bir açık faşist diktatörlük haline dönüşmüştür. 12 Eylül darbesinden sonra, ülke yönetimi bütünüyle ordunun tepesindeki beş generalin elinde toplanmıştır. Meclis feshedilmiş, siyasi partilerin faaliyetleri durdurulmuş, sendikalar, (TÜSİAD gibi tekelci sermayeye ait örgütlerin dışındaki) dernekler kapatılmış, seçimle gelmiş belediye başkanlarının ve bir çok mahalle muhtarının görevlerine bile son verilmiştir... Özetle; siyasi faaliyet ve yönetim tekelci sermaye ve onun adına faaliyet yürüten generallerin dışında herkese yasaklanmıştır. (4) Böyle bir yönetimin ancak açık bir faşist diktatörlük olarak değerlendirilebileceği herhalde tartışmasız bir konudur. Ancak, özellikle cuntanın MHP yöneticilerini ve bazı MHP’li katilleri de tutuklamakta olmasının sonucu olarak bir çok sol çevre tarafından bugünkü yönetimin faşist bir diktatörlük olarak değerlendirilmesine karşı çıkılması muhtemeldir. Bu düşünce bugün halk kitleleri içerisindeki, cuntanın faşistlere de karşı olduğu, dolayısıyla tarafsız olduğu yolundaki geri bir eğilime de tekabül etmektedir. Cuntanın her türlü siyasi faaliyetleri tekeline alması; bütün devrimci örgütlenmeleri-sendikaları dağıtması; toplu sözleşmeleri durdurması; onbinlerce ilerici-yurtsever-devrimci insanı ve işçi liderlerini, aydınları tutuklatarak onlarcasını işkencelerde öldürtmesi; bir çoğunu astırıp onlarcasını dağlarda - sokaklarda kurşuna dizdirip katlettirmesi gibi terörist eylemlerinin yanısıra bazı MHP’lileri de tutuklattırmasına bakarak onun bütün yaptıklarını "faşizm" kavramından ayrı bir şey olarak değerlendirmeye kalkmak kuşkusuz ki faşizmi sadece MHP ve onun etrafında gelişen sivil faşist hareketle sınırlı görmek şeklindeki eksik ve hatalı blr anlayıştan kaynaklanmaktadır. Kuşkusuz ki, Türkiye’deki askeri diktatörlük, 20. yüzyılın ilk yarısında Almanya ve İtalya gibi ülkelerde ortaya çıkan faşist diktatörlüklerden oldukça farklıdır. Ancak (daha önceleri çeşitli kereler ve etraflıca açıkladığımız gibi) faşizm kavramının, çoğunlukla gelişmiş- bağımsız kapitalist ülkelerde rastlanan ve orta sınıf tabanındaki sivil hareketlere dayanarak gelişen klasik örneklerdeki gibi devlet biçimleriyle özdeşleştirilmesi hatalı bir anlayıştır. Bu hatalı anlayışa sahip olanlar ülkemizde de faşizmi MHP ile sınırlı bir kavram olarak ele alırlar. Oysa Türkiye’de de özellikle son dönemlerde aşağıdan yukarıya doğru bir sivil faşist hareket gelişmekle birlikte, faşizm kavramı da daha ziyade egemen sınıflar yönetiminin geleneksel biçimlenişine uygun bir nitelik olarak da ortaya çıkmaktadır. (5) Bu durumda faşizm kavramının (belirleyici bir konumda bulunan tekelci burjuvazinin özelliklerinden kaynaklanan) oligarşinin bu geleneksel devlet yönetimi ilkelerinden bağımsız olarak ele alınmasını, ülkemizdeki somut duruma uymayan eksik ve hatalı bir anlayış olarak kabul etmek gerekmektedir. Cuntanın MHP’ye karşı da bazı uygulamalara girişmesini, "cuntanın faşizme de karşı olduğu" şeklinde yorumlayan çevrelerin yanılgılarının temeli de bu hatalı anlayışın bir sonucu olarak, faşizmi sadece MHP ve onun etrafında gelişen sivil faşist hareketle sınırlı bir olgu olarak değerlendirmekte yatmaktadır. Oysa MHP etrafında gelişen sivil faşist hareket esasta tekelci burjuvazinin ve devletin resmi politika ve uygulamalarının bir sonucu olarak (ve bu politikalara paralel bir şekilde) başlatılıp geliştirilmiştir. Komando kamplarının, Komünizmle Mücadele Derneklerinin örgütlendirilip geliştirilmesi, sol hareketlerin gelişmesini bastırabilmek için reaksiyoner - karşı- bir sağ hareket örgütleme şeklindeki egemen sınıf politikalarının doğrudan bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. 12 Eylül’den önce sürdürülen bütün faşist saldırı ve katliamlar, devlet ve ordu içindeki faşist örgütlenmelerin doğrudan desteği ile yürütülmüştür. Bugün de cuntanın devrimci halk kesimlerine yönelik saldırıları, işkencelerde onlarca kişinin öldürülüp, yüzlercesinin sakat bırakılması; sokak aralarında, dağ başlarında kurulan pusularda onlarcasının katledilmesi aynı devletin aynı görüşleri taşıyan faşist görevlileri tarafından gerçekleştirilmektedir. Bizzat MGK içinde MHP görüşlerini savunan generaller vardır. Peki, MHP ve yandaşı faşist örgüt yöneticilerinin de 12 Eylül’den sonra tutuklanması nasıl açıklanacaktır? Burada önem taşıyan bir kaç nokta üzerinde durmakta varar vardır. Yukarda değindiğimiz gibi, sivil faşist güçler, egemen sınıfların devrimci hareketlerin gelişmesini önlemek ve kitleleri baskı altında tutmak şeklindeki politikalarının bir aracı olarak özellikle gizli faşizmin gündemde olduğıı dönemlerde (devlet kuvvetlerinin "yardımcısı" olarak!) "görev" yapmaktadırlar. Aynı görevlerin resmi devlet güçleri ve ordu tarafından açıkça yürütüldüğü açık faşist diktatörlük dönemlerinde ise, bu sivil saldırı çetelerine doğal olarak(!) ihtiyaç, duymamaktadırlar. (Hatırlanacağı gibi, 12 Mart’tan sonra da aynı durum sözkonusu olmuş MHP ve komando teşkilatlarının faaliyetleri, saldırıları o dönem için durdurulmuştu.) 12 Eylül’den sonra (12 Mart döneminden farklı olarak) MHP ve yandaşı katliam örgütlerinin dağıtılması için çaba gösteriidiği şeklinde bir görüntü yaratılmasına çalışıldığı görülmektedir. Cunta bir yandan 12 Eylül’den önce sivil faşist çetelerin yaptıklarını kendi adamlarına yaptırıyor; bir yandan da MHP yöneticileri hakkında tutuklama kararı aldırıyor... Bizce bütün bunların anlamı da çok açıktır. 12 Eylül’e kadar geçen süreçte, sivil faşist güçlere karşı halklarımızın içinde öylesine büyük bir tepki ve nefret birikmiştir ki, cunta bu faşistlere de karşı olduğu imajını yaratmadan, halkın yüreğindeki bu fırtınayı dindiremez ve asla "başarı"ya ulaşamaz. Yani gerçekte, cuntanın esas amacı ve görevi, işçi sınıfı ve halkı sindirmek ve devrimci hareketleri ezip dağıtmaktır. Bunu yapabilmek için halkın gözünde tarafsız bir görüntü yaratmak, faşistlere, MHP’ye karşı olduğu izlenimini yaratmak zorundadır. Bu şekilde anti-faşist halk kesimlerinin devrimci güçlerle yaklaşımlarını önlemeye, devrimci güçleri tecrit etmeye çalışmaktadırlar. Cuntanın MHP’ye karşı olan uygulamaları bir yönüyle bir "savaş hilesi"nden başka birşey değildir. Çünkü bir yandan Türkeş ve adamları kamuoyunu tatmin etmek için göstermelik bir şekilde tutuklanırken, kendileri onların yapmaya çalıştıkları şeyleri onların yapabileceklerinden kat kat fazla olarak gerçekteştirmektedirter. Unutmamak gerekir ki, Hitler de iktidara geldiğinde, kendisinin örgûtlediği SA kıtalarını dağıtarak bir çok yöneticisini öldürtmekten çekinmemiştir... Elbette ki iki olay arasında farklı yönler çoktur. Ama bu örnek sadece, cuntanın bugüne kadar ortada görülen sivil faşist hareket hakkındaki uygulamalarına bakarak, onun faşizme karşı olduğu şeklinde bir sonuç çıkarılamayacağını yeterince kanıtlar. Üzerinde durulması gereken bir nokta da, cunta içindeki ayrılıklarla ilgilidir. Cuntanın ordu içindeki MHP taraflılarıyla kendilerini "Kemalist" diye lanse eden kesim arasındaki bir uzlaşma sonucu otuştuğu bilinmektedir. Bu "ikilik"ten kalkarak, cunta hakkında "olumlu" hayallere kapılmanın da budalalıktan başka bir şey olmadığı açıkça ortadadır. Her iki klik halka karşı her türlü melaneti işlemek için anlaşmıştardır. Cuntanın MHP’ye karşı tutumu ile ilgili olarak, işaret edilebilecek bir nokta da şudur: Yukarda değindiğimiz gibi, MHP ve etrafında kümelenen sivil faşist örgütler ve onlar tarafından uygulanan faşist terör, tekelci burjuvazinin haldeki egemenlik siyasetlerinin bir parçası olmakla birlikte, özellikle buhranın derinleştiği son dönemlerde, bunalıma sürüklenmiş orta sınıf kesimleri içinde yayılan bir taban da bularak, sahip olduğu göreli bağımsız niteliği belirli ölçülerde gelişmiş ve aşağıdan yukarıya doğru iktidarı ele geçirme doğrultusunda, mevcut durumu zorlamaya başlamıştı. Böyle bir gelişme, son tahlilde, gene, tekelci burjuvazinin damgasını taşıyacak bir hareket olmakla birlikte, bugünkü durumda taşıdığı riskler nedeniyle tekelci burjuvazi tarafından tercih edilmemiştir. (Ortadoğu’daki ve Türkiye’deki sınıflar mücadelesinin mevcut dengeleri gözlendiğinde, bu risklerin hangi boyutlara ulaştığını görmek zor değitdir: Türkiye’de faşist güçlerin ülkeyi bütünüyle hakimiyet altına almaya yönelik saldırılarına karşı ortaya çıkan direniş, iç savaşı sonunun nasıl biteceğini bilmedikleri bir olay haline getirmiştir.) Açık MHP yanlısı bir darbenin ise, sadece toplumun en geniş kesimlerini değil, ordu içindeki -özellikle tabandaki- geniş anti - faşist kesimleri de, şiddetle harekete geçirerek kısa süre içerisinde tam bir fiyaskoyla sonuçlanması (12 Eylül’den önce de yazımızda işaret ettiğimiz gibi) açık bir şeydi. Bu durumda, tekelci burjuvazi kendisi için denenmiş ve gelenekleşmiş bir özellik taşıyan "sağ’a da, sola da karşı" (!) bir ordu müdahalesini tercih etmiş ve haldeki çıkarlarını korumak için sivil faşist çetelerini geçici bir süre için de olsa "gözden çıkarmıştır". Bu sonuç, aslında MHP’nin kendi çabalarının bir sonucu olarak da meydana gelmiştir. Daha önce (Devrimci Yol’un 27. sayısında) değindiğimiz gibi MHP güçlerinin temel açmazları "tekelci burjuvazinin bugünkü tercihleri ile, aşağıdan yukarı gelişen kitle hareketine dayalı ‘klasik’ bir faşist program [MHP’nin kendi iktidar programı] arasındaki çelişkilerde toplanıyor"du; ve faşistler bu açmazı aşabilmek için, tekelci burjuvazinin haldeki tercihlerini kendilerine çevirecek yönde bir sürekli "çırpınış" içindeydiler. Bu amaçla "açmazlarını" çözebileceklerine inandıkları bir "askeri darbe"yi getirmek için çırpınıp durmuşlardı. Şimdi MHP kurmaylarının, uğrunda onca kan döktükleri cunta tarafından "misafir edildikleri" yerde, eski mantıklarının devamı olarak, tıpkı bir askeri darbeyi zorlamak için tekelci burjuvazinin mümtaz siması A. İpekçi’yi öldürttükleri gibi (solculara maledilebilecek...) siyasi suikastlar düzenlemenin gerekli olduğunu düşünüp düşünmediklerini; ya da, eskiden akıl hocalığı yapan hangileri ise ona dönüp "peki biz şimdi ne yapacaktık?" diye sorup sormadıklarını bilemeyiz. Ama şimdiden kesin bir şey söylemek doğru olmasa bile, Türkiye’deki sivil faşist hareketin (MHP ve Türkeş etrafında biçimlenmiş olan) bir döneminin sona ermesi pek ihtimal dışı bir gelişme sayılmamalıdır. Kuşkusuz tekelci burjuvazi sivil faşist hareketi bütünüyle gözden çıkarmış değildir. Zaten cunta MHP üst yöneticilerine küçük "fiskeler" vururken, faşizmin tabanı büyük ölçüde korunmaktadır. Hatta cuntanın yaptıkları, söyledikleri her şey ideolojik olarak olsun, pratik olarak olsun bu faşist temeli güçlendirici bir öz taşımaktadır. 12 Eylül öncesinde sivil faşist çetelerin sınıflar mücadelesi açısından oynadığı rol şimdi cunta tarafından devralındığına göre, cuntanın müdahaleleri Türkiye’deki sınıf mücadelelerini yeni boyutlara sıçratacaktır. Bugünkü durumun sınıf mücadelesinin ve iç savaşın daha ileri boyutlarına doğru gelişmesi kaçınılmaz bir şey olarak görünmektedir.12 Eylül öncesindeki Devrimci Yol’un son sayısında işaret edildiği gibi "Bugün ordunun doğrudan müdahalesi yaşanan çatışmaları daha da derinleştirecek ve iç savaşı bugünkü yaygın boyutlarından daha ileri boyutlara, daha yaygın ve kitlesel silahlı çatışmalara doğru götürecektir." 12 EYLÜL HAREKETİ VE DEVRİMCİ MÜCADELE Yukarda ifade ettiğimiz gibi 12 Eylül darbesinin başlıca amacı ülkede derinleşen buhranla birlikte hızla yükselen devrimci halk muhalefetinin ve devrimci hareketlerin ezilip dağıtılmasıdır. 12 Eylül darbesi ve "MGK" cuntası bu amacına ulaşabilecek midir? Emekçi-yoksul halklarımızın devrimci mücadelesi ne yönde gelişecektir? Bu sorunun karşılığı kuşkusuz ki, cuntanın saldırılarına karşı, devrimcilerin verecekleri mücadele ile de ilgili birşeydir. Bu yüzden yukardaki soruların karşılığına geçmeden önce ülkemizdeki sol hareketlerin 1975-80 yılları arasındaki durumunun kısa bir değerlendirilmesini yapmayı gerekli görüyoruz. 12 Eylül hareketinin niteliği - amacı ve kime karşı olduğu daha ilk andan beri, en azından siyasi mücadele ile bir ölçüde ilgilenen herkes tarafından görülüp anlaşılabilmekteydi. Buna rağmen ve üstelik yakın tarihteki 12 Mart deneyine rağmen; böyle bir askeri faşist darbe hareketi içte ve dışta yoğun bir tepki ile karşılaşmadan gerçekleşmiştir. Dışarısı, yani şu ünlü "demokratik kamuoyu" (!) bir yana, ama içerde geniş anti - faşist halk kesimleri içinde, hiç değilse ilk dönemlerde cuntaya karşı tereddütlü, hayırhah bir eğilim ortaya çıkmıştır. Emekçi anti - faşist halk kesimlerinin, geçici de olsa böyle, cuntaya ilk başta rahat çalışma fırsatı veren tamamen ters bir psikolojik eğilim içine girmelerinde (objektif koşulların, burjuvazinin demagoji ve şaşırtmalarının, ideolojik - politik tarihi v.s. sebeplerin dışında!) devrimci hareketlerin, solun eksikliklerinin, yanlışlarının da payı, rolü ve "sorumluluğu" yok mudur? Emekçi halklarımız için aydın bir geleceği isteyen herkes, bu sorunun karşılığını -en başta kendisinden başlayarak- aramak zorundadır! Öncelikle belirlemek gerekir ki, Türkiye’de olağanüstü tarihi gelişmelerin yaşandığı bir dönemde genel olarak sol hareket olumsuz çizgiler sergilemiştir. Olağanüstü boyutlara ulaşan bölünme, devrimci mücadeleyi bir kurt gibi kemirerek zayıf düşüren iç kavgalar, teslimiyetçi - oportünist eğilimlerin yanısıra, dar - rekabetçi sorumsuz eylem anlayışlarının olumsuz etkileri ve nihayet genel olarak faşizme, özel olarak da gelişi açıkça gözlenen faşist darbe hareketine karşı ortak bir mücadele çizgisi etrafındaki bir cephe birliğinin sağlanamaması temel olumsuzluk noktalarını oluşturmuştur. Özellikle 1974 sonrası koşullarında, uluslararası solun bölünmüşlüğünün etkileri ile keskin boyutlara ulaşan bölünmelerin ve 12 Mart döneminde sol hareketin yenilgisi sonucu meydana gelen ayrışmaların devrimci mücadelenin gelişimi üzerinde derin etkileri olmuştur. Sol içi kavgalar başlangıçta Çin ve Sovyet yanlılarının birbirlerini "sosyal faşist - Mao’cu bozkurt" olarak değerlendiren sakat anlayışın bir sonucu olarak doğmuş; ilk başından bu yana şiddetle karşı çıkmamıza rağmen önleyemediğimiz bu sorumsuz eğilimlerin (egemen sınıfların - polisin de teşviki ve kışkırtmaları ile) yayılması neticesinde bütün gruplar arasındaki mücadelelerin bir parçası haline gelmiştir. Bölünmelerin (sakat anlayışların bir sonucu olarak) iç kavgalara dönüşmesi, bir yandan devrimci hareketleri bir kurt gibi kemirerek zayıflatırken, diğer yandan halk kitleleri içindeki düzene karşı yükselen tepkilerin devrimci harekete yönelmesini önleyerek bozucu bir rol oynamıştır. Teslimiyetçi-oportünist eğilimler özellikle başlangıçta faşist saldırılara karşı direniş mücadelesinin gelişmesini önlemeye çalışmışsa da, genç devrimci hareket geliştikçe devrimci görüşler de yaygınlaşmış, oportünist görüşlerin etkinliği kırılmıştır. Buna karşılık bu sağ - oportünist eğilimler özellikle "demokrat aydın" çevreler içinde olumsuz eğilimlerin yayılmasında başlıca rolü oynamıştır. Sağ oportünizm, ülkede faşist saldırılara karşı yürütülen mücadeleyi "sol terörizm" olarak değerlendirmiş, "sol ve sağ teröre" karşı çıkılarak terörizmin - iç savaşın önlenmesini önermiş ve böylece cuntanın ideolojik - politik demagojisini oluşturan görüşlerin özellikle küçük burjuva aydın çevreler içinde belirli bir etkinlik sağlamasına yardımcı olmuştur. Öte yandan "aktivizm", "THKP-C’nin hakiki savunuculuğu" gibi gerekçelere dayanarak bir çok küçük burjuva grup tarafından yürütülen ve sadece herhangi bir grupçuğun reklamını yapmayı amaçlayan sorumsuz eylem anlayışlarının da olumsuz - bozucu etkileri üzerinde önemle durmak gerekir. Türkiye’de devrimci mücadelenin içinde bulunduğu durumda devrimci eylemlerin temel hedefi - amacı, emekçi halk kitlelerinin devrim saflarına çekilmesi olmalıdır. Devrimci eylemin doğruluğu ve yanlışlığı da bu amaca hizmet edip etmemesiyle belirlenir. Geçtiğimiz dönem içinde devrimcilik adına faaliyet yürüten bir çok grup bu noktayı dikkate almadan, eylemlerinin siyasi sonuçlarını hesaba katmadan ve sadece kendi siyasi gruplarının ismini burjuva gazetelerinde geçirmekle sınırlı bir anlayışla hareket edebilmişlerdir. Aynı şekilde, Türkiye devrimci hareketinin içinde bulunduğu aşamada devrimci eylemlerin halk yığınlarında olumlu psikolojik - siyasi etkiler uyandırarak onların devrim saflarına çekilmesine yol açabilmesi için, haklı bir devrimci savunma çizgisine (pasif ve durağan değil, aktif bir devrimci savunma çizgisine) uygun bir anlayışla yürütülmesi gerekirken; yine aynı rekabetçi eylem anlayışlarına sahip gruplar tarafından yürütülen ve ancak fantazi olarak değerlendirilebilecek eylemler de, halk kitlelerini devrimci mücadeleye yanaştıracak sonuçlar yaratmak yerine, tersine, kitleler içinde tedirginlik havasının yayılmasına, olayları durduracak bir otoriter yönetimi bekleme eğilimlerinin güçlenmesine yardımcı olmuştur. Keza, devrimcilik adına esnaf vb. gibi orta sınıf kategorisi içinde yer alan halk kesimlerinden zorla para toplamak, tehditle kepenk kapattırma gibi, devrimcilerin bütün çabalarına rağmen bir türlü bütünüyle önlenemeyen eylemler de sonuç olarak sadece karşı devrim güçlerinin işine gelen sonuçlar yaratmıştır. Özetle, özellikle sağ oportünist grupların ihanetleri, burjuvazinin "anarşi ve terör" demagojisinin küçük burjuva aydın çevrelerde yayılmasına hizmet etmiş, "devrimci eylem" adına ortaya konan bazı sorumsuzlukların da katkısıyla emekçi kitleler içindeki cuntaya karşı hayırhah tavırların oluşmasrna yardımcı olmuştur. Bu noktada küçük burjuva aydın kesimler içinde etkinlik sağlayan gerici güçlerin politikalarına yedeklenme eğilimi üzerinde de durmak gerekir. Binlerce yurttaşımızı katleden faşistlerin halkımızın başına bela kesildiği; Tanilli gibi, Doğan Öz gibi, B. Cömert gibi yüreği ile beyni ile halkının yanında yer almış sevgili insanlara, yurtsever aydınlarımıza alçakça saldırılar düzenlediği bir dönemde, aydınlarımız hiç de iyi bir sınav vermemişlerdir. Bir çokları faşist saldırılar karşısında korku ve yılgınlığa kapılarak, faşistlere karşı tavır koymaktan kaçınmış; her faşist katliamdan sonra, faşizme açıkça cephe alacak yerde (kendilerinin de öldürüleceği korkusuyla) sadece faşistlerin işine yarayan soyut bir "anarşi ve terör" yaygarasına kapılmışlardır. 1979’da İpekçi’nin Milliyet’i, soyut bir "‘TERÖRİST" tipini yılın ‘"olumsuz" adamı olarak seçmişti; tarihin acı bir olayı olsa gerek, İpekçi’yi öldüren faşist yakalandığında "Ben bir bireysel teröristim" diye ifade vermişti. Bir ünlü karikatürist - Bedri - kendisine karşı bir saldırı düzenlendikten sonra faşistler aleyhine çizmekten vazgeçmiştir. Böylece bütünüyle faşist saldırıları özendirici nitelikteki tavırlar içinde bulunan (ve bir çoğu yurtdışına kaçan) aydınlarımız arasında "olayların devlet tarafından önlenmesi" fikri yaygınlık kazanabilmiştir. (Bu fikirlerin, gerici güçlerin olayları -yani mücadeleyi- önlemek için yürüttükleri baskı politikaları ile nasıl bir paralellik taşıdığı şimdi her zamankinden daha açık olsa gerekir; cunta sanki bu kalem erbaplarının dileklerini yerine getirmek için, fütursuzca kan döküp - asıp kesiyor!) Aydınlarımızın yeri emekçi halkların, işçilerin, gençlerin yanıdır. Eğer bir ülkenin aydınları, sanatçıları, emekçi halkın saflarına kazanılamazsa, faşizme karşı mücadelenin de kazanılması kolay olmaz. 1975-80 arasında elbette bir çok gurur verici örnek de vardır. (Faşistlerin saldırıları sonucu kötürüm kalarak oturduğu tekerlekli sandalye ile yurda döndüğünde "mücadeleyi ölünceye kadar sürdüreceğim" diyen bir ses hala sevinçle yüreklerimizde çarpar!) Ama bu konudaki sınırlı çabalarla, aydın çevreler içinde gerici güçlerin ideolojik baskısını tam olarak önlemek mümkün olmamıştır; ve bu olgu, cuntanın cinayetleri, işkenceleri, düpedüz hukuka aykırı zorbalıkları karşısındaki bugünkü "aydın suskunluğu"nun temellerini oluşturmuştur. Üzerinde durulması gereken bir olumsuz nokta da kuşkusuz işçi sendikalarının içinde bulunduğu durumdur. Yıllardır işçi hareketine musallat edilmiş bulunan ekonomizm ve sendika ağalığı, giderek azalmış olsa bile, esas olarak etkinliğini sürdürmüştür. Bu durum işçi kitlelerinin faşist baskı ve saldırılara karşı harekete geçmesini önleyen bir rol oynamıştır. (Üstelik cunta işçilerin grev ve toplu sözleşme haklarına saldırırken sendika ağalığının olumsuz görüntüsünü de bir kalkan olarak, bir gerekçe olarak da kullanmıştır.) Bu olumsuzluk kuşkusuz işçi sınıfı içerisinde devrimci görüşlerin ve devrimci hareketin güçlenmesine paralel olarak giderilebilecek bir şeydir. Nihayet, üzerinde önemle durulması gereken en önemli noktalardan bir tanesi de devrimci halk güçleri arasında genel olarak faşizme karşı özel olarak da koşulları adım adım oluşturulan faşist bir askeri darbeye karşı tutarlı bir direniş cephesinin oluşturulamamış olmasıdır. Oportünist gruplar tarafından oluşturulmuş engelleri - bozgunculukları etkisiz hale getirerek aşamamış olmamız bizim en büyük eksikliğimizi oluşturmuştur. Faşizme karşı bir direniş cephesinin geliştirilmesi doğrultusundaki çabalarımız oportünist - revizyonist gruplar tarafından oluşturulan sayısız engelle karşılaşmıştır. Çeşitli dönemlerde, faşizme karşı ortak direniş eylemleri örgütlemek için ortaya koyduğumuz çabalar saçma sapan gerekçelerle engellenmiştir. (Örneğin, 1 Mayıs’larda ortak kutlama ve eylemler bir sloganın yürüyüş sırasında atılıp atılmaması ile ilgili bir yazılı protokol (!) oluşturulamaması yüzünden (!!) ve bir başka seferinde faşist baskı ve saldırılara karşı beraberce direnileceğini ifade eden bir ortak bildirinin yayınlanması - "TDKP-İÖ"nün devrim talepleri bildiriye yazılmadığı için (!)- mümkün olmamıştır vs., vs... ) Gene daha önceleri de ifade ettiğimiz gibi, gelişi adım adım izlenen bir askeri darbeye karşı devrimci grupların arasında bir ortak siyasetin belirlenmesi de sağlanamamıştır. (Devrimci Yol, Mart 1980’de Türkiye’de bir askeri darbe ortamına girildiğini saptayarak, böyle bir gelişmeye karşı ortak bir direniş çizgisinin belirlenmesini, bir askeri darbeyi kışkırtmaya yol açacak türden eylemlerden sakınılarak, bir askeri müdahale imkanlarını daraltacak yönde geniş-etkili ve kitlesel direniş eylemlerinin yaygınlaştırılmasını önermiştir. Bu önerimiz HK, Dev-Sol gibi gruplar tarafından kendi taraftarlarına "D. Yol cunta gelecek diye mücadeleyi durduralım diyor, direnişleri engelliyor" şeklinde yorumlanarak (!) sunulmuştur.) Böyle bir ortam içinde faşizme karşı devrimci bir direniş cephesi içinde yer almaları gerektiği düşünülen bazı grupların, askeri darbenin tezgahlandığı günlerde, Devrimci Yol’un direniş komiteleri konusundaki görüş ve önerilerinin "ne kadar kötü, ne kadar karşı devrimci ve ne kadar provokatif" olduğunu anlatan ortak bildiriler dağıtmakla meşgul olmalarında şaşılacak bir şey olmasa gerekir. Bütün bunları "yakınmak için" yazıyor değiliz. Yukarda söylediğimiz gibi tam bir dejenerasyona tekabül eden bu tür olumsuzlukları aşamamış olmamızı, bizim en büyük eksiklerimizden biri olarak görüyoruz. Bu tür zararlı - bozguncu eğilimler her zaman olabilir. (Oportünizmin görevi bu!) Bizim eksiğimiz bu tür eğilimlere karşı mücadeleyi yeteri kadar ciddiyetle ele almamak, hatta bunları küçümsemek olmuştur. (Küçümsemekten de çok, bize göre apaçık ortada olan şeylerin aynı şekilde herkes tarafından da görülen şeyler olduğunu düşünmüş, oportünist grupların saflarındaki insanların grup psikolojisi içindeki içine kapanıklığını ve körlüğünü ortadan kaldıramamışızdır.) Türkiye devrimci hareketi yeni ve zor bir döneme girerken, bütün bu olumsuzlukların üzerinde ısrarla durulması gereklidir. Devrimci mücadelenin 1975-80 dönemi içinde katettiği büyük gelişmeler, ancak bu olumsuzluklar önümüzdeki dönemde aşılabildiği takdirde daha ileri boyutlara ulaştırılabilir. Geçtiğimiz dönem içerisinde, Türkiye’de yaşanan bunalım ve toplumu bütün yönleriyle kapsayan sarsıntılara paralel olarak Devrimci Mücadele büyük bir gelişme göstermiş, daha önceki dönemlerle kıyaslanmayacak boyutlara ulaşmıştır. Faşizme karşı teslimiyetçi çizgiler yukarda değinilen olumsuz etkileri dışında yenilmiştir. Faşist güçlerin ülkeyi bütünüyle egemenlikleri altına almaya yönelik terör - saldırı - katliam ve yıldırma kampanyaları karşısında güçlü bir direniş mücadelesi yurdun her tarafında gelişmiştir. Egemen sınıfların 12 Eylül’de resmi güçlerini bütünüyle devreye sokmaları, bir yönüyle de, bu güçlü devrimci direniş hareketi yüzünden, eski yöntemleri ve sivil faşist saldırı çeteleri ile halkı teslim alıp sindirmenin kolay olmayacağrnı anlamaları ve giderek derinleşen iç savaşın sonunun nasıl biteceği belli olmayan bir yönde geliştiğini görmelerinin de bir sonucu olarak meydana gelmiştir.) Halkın devrimci muhalefeti, devrimci potansiyel, büyük ölçüde henüz örgütsüz bir durumda da olsa muazzam boyutlara ulaşmıştır. Sol hareket saflarında faşizme karşı güçlü bir birleşik devrimci direniş hareketi oluşturma fikri egemen hale gelmiştir. (Bugün her gruptan, faşizme karşı emekçi halklarımızın özgürlüğü ve kurtuluşu için sonuna kadar savaşmaya kararlı yüzlerce kişi devrimci saflarda birleşerek devrimci mücadele için büyük ve yepyeni bir güç kaynağı yaratmaktadırlar.) Böylesine geniş boyutlara ulaşan bu olumlu gelişmelerin, devrimci mücadeleyi (bunalımdan devrimci bir çıkış yoluna doğru) daha üst noktalara sıçratabilecek şekilde geliştirilebilmesi, işaret ettiğimiz olumsuzlukların zararlı etkilerinin giderilebilmesine, devrimci hareketin eksiklerinin tamamlanabilmesine bağlıdır. Bu konuda, bugüne kadar, hangi grubun safında bulunmuş olursa olsun, kendisini halkına ve devrime adamış herkese önemli görevler düştüğüne şüphe yoktur. Bugüne kadar hiç kimseye faydası olmadığı yeterince anlaşılmış olması gereken sakat eğilimler, düşmanca tutumlar, rekabetçi anlayışlar artık kesinlikle bir tarafa bırakılmalıdır. Devrimci hareketin, burjuvazinin amansız saldırılarıyla yüz yüze olduğu bir dönemde, süratle ve mutlaka toparlanması, halkımızı açlığa ve zulme mahkum etmeye çalışan, alçakça cinayetler işleyen cuntaya karşı güçlü bir birleşik DEVRİMCİ DİRENİŞ CEPHESİ’nin oluşturulması kesinlikle gerekli hale gelmiştir. Cuntanın her cinayeti, her saldırısı, bu yöndeki bir birlik ve mücadele çağrısı olmalıdır. Cunta mutlaka yenilecektir. Çünkü uzun vadede başarıya ulaşma şansları ve uygulamaya çalıştıkları politikaların başarıya ulaşabilmesinin koşulları hemen hiç yok gibidir. Bunu kendileri de biraz gördükleri için olsa gerek, telaş içinde saldırmaktadırlar. Her halde bir an evvel, kısa vadeli de olsa bazı "başarılar" elde etmenin, sonucu değiştirebileceğini sanmaktadırlar. Oysa, (bugün için alternatifsiz olmaları, ilk anda, darbenin yarattığı şokun sonucu kitlelerin cuntaya karşı tepki göstermekten çekinmeleri, küçük burjuva çevrelerinin cuntaya karşı can güvenliğinin sağlanacağı, ekonomik - sosyal sıkıntıların giderileceği şeklindeki bazı beklentiler içinde bulunması gibi nedenlerle) bazı kısa vadeli başarılar elde edebilseler bile, bu, onların geleceğini değiştirmeyecektir. Darbenin yarattığı şaşkınlık süratle dağılmaktadır. Küçük burjuva kesimlerin bektentileri cuntanın varlık nedeni olan Turgut Özal’ın IMF patentli "24 Ocak kararları" doğrultusunda sönmektedir, ekonomik-sosyal sorunlar konusundaki kabiliyetlerinin sokaklardaki işportacıları kovalamakla sınırlı olduğu görülmektedir; 12 Eylül öncesinde faşist terörün yarattığı gergin havanın sivil faşist çetelerin ortadan çekilmesi sonucu yumuşaması sonucunda kitlelerde meydana gelen kısmi rahatlama, çuntanın cinayetleri -işkenceleri- katliamları ile giderek bozulmakta, onun yerini cuntanın terörist baskısı almaktadır... Sonuç olarak ilk başta cuntanın kısmen lehine olan geçici hava ve yanılsamalar dağılmakta, bunun yerine hala birçoklarının yüksek sesle söylemeye çekindiği güçlü bir muhalefet yükselmektedir. Cunta bu yüzden bütün umudunu devrimci hareketleri kısa vadede ezmeye bağlamıştır. Kısa sürede ne kadar çok adam yakalar, ne kadarını işkence ile, asarak, kurşuna dizerek öldürebilirse o kadar çabuk başarıya ulaşabileceklerini sanmaktadırlar. Bu yüzden telaş içinde saldırıyorlar: İki ayda onlarca yurtseveri işkence odalarında öldürdüler, 3 kişiyi astılar, onlarca kardeşimizi dağlarda, sokaklarda katlettiler; yasa, hak-hukuk vs. hiçbir şey dinlemeden asıp kesiyorlar. Cunta, emekçi halklarımıza karşı çirkin bir hareket, adi bir saldırıdan başka bir şey değildir. Halka her türlü hakareti, her türlü zulmü uygulamaktan çekinmiyorlar. Belediye başkanlıklarını, muhtarlıkları bile halkın elinden zorla gaspederek, yerlerine emekli generalleri, emekli albayları getiriyorlar. Bu kokuşmuş sömürü düzenini, bir avuç soyguncunun saltanatını, adeta açıkça bütün bir halkı asker postalları altında ezerek, süngü zoruyla ayakta tutmaya çalışıyorlar. Böyle bir şeyi elbetteki başaramıyacaklardır. Bunların yapmaya çalıştığını daha önce 12 Mart’çılar da denemiş, fakat bütün yaptıklarıyla devrimci mücadelenin 12 Mart öncesindekinden daha büyük bir hızla gelişmesinden başka bir sonuç yaratamamışlardır. Üstelik şimdi devrimci mücadele o dönemle kıyaslanmayacak ölçüde geniş boyutlara ulaşmıştır. Sol görüşler, emekçi halk kitleleri içinde, çeşitli devrimci grupların bünyesinde örgütlenmiş olandan da çok daha büyük bir etkinlik taşımaktadır. Cuntanın her uygulaması milyonlarca emekçinin özgürlük -bağımsızlık- demokrasi ve insanca yaşama isteğini daha da güçlendirecektir. Aklı başında herkes gibi halkını seven bütün subaylar bile, daha şimdiden cuntanın akıl almaz zorbalıklarına karşı çıkmaktadırlar. 12 Martçılar "rüzgar" ekip "fırtına" biçmişlerdi. Bunlar ise, "fırtına" ekiyorlar "kasırga" biçeceklerdir... 12 Mart dönemi, kitleler içinde hızla yükselen özgürlük ve demokrasi özlemlerine yalandan da olsa sahip çıkan Ecevit’i iktidara sürüklemişti. Şimdi ise devrimcilerin görevi, cuntanın yoksul halklarımıza karşı yürütmekte olduğu bütün saldırılara karşı, emekçi kitlelerin yüreğinde büyümekte olan özgürlük, demokrasi ve insan gibi yaşama özlemlerini, emekçi halkın kendi iktidarına doğru esen bir kasırgaya dönüştürmek için sonuna kadar savaşmaktan başka bir şey olmayacaktır. DİPNOTLAR (1) Ancak buradan, askeri faşist diktatörlüğün (ekonomik uygulamalar neticesinde) kaçınılmaz ve mutlak bir sonuç olduğu manasını çıkarmamak gerekir. Ne var ki böyle bir gelişmeyi önleyebilmek için gerekli subjektif müdahaleler gerçekleştirilememiştir. Ülkedeki geniş aydın kesimleri, özellikle CHP tarafından pompalanan "anarşiyi önleme", "sağa da sola da karşı olma" gibi aptallıklarla zehirlenmiş, askeri bir darbeye karşı demokratik-devrimci bir muhalefeti etkin hale getirmek mümkün olamamıştır. Bunda kuşkusuz Devrimci Hareketin eksikliklerininin, solun-oportünizmin, revizyonizmin günahlarının belirleyici rolü olmuştur. (Ki bu konu üzerinde ayrıca duracağız.) Bütün bunların ve dış siyasi gelişmelerin de etkisiyle askeri bir darbe 1980 Eylül’ünde "kaçınılmaz" bir sonuç olarak ortaya çıkmıştır. (2) Cunta demokrasi ile alakasını kesmiş ki, MGK tarafından yayınlanan Anayasa konusundaki bildiride, eski Anayasa ve yasaların geçerli olduğunu, fakat sadece kendilerini bağlamadığını ilan etmişlerdir. (Kendi yaptıkları yasalara uymazsa, kendi yaptıkları açıklama yasa gerine geçecekmiş!) Kendisinin diğer vatandaşlara uygulanan yasalara uymayacağını alenen açıklayan bir yönetim tam da ortaçağın despotluklarına yaraşır bir yönetimdir. Öte yandan, cuntacı generaller, M. Kemal adını ağızlarından düşürmüyor. Oysa M. Kemal İstiklal Savaşı yıllarında bile hiç bir kararını, meclisin onayından geçirmeden "kanun" olarak ilan etmemiştir. Bunlar ise her dediklerinin kanun olduğunu ilan ediyorlar. Evet, her yaptıkları ile halka karşı ağır suçlar işleyen bu kişiler kendilerini, ancak bu şekilde, yaptıklarını kanun olarak ilan ederek kurtarabileceklerini sanmaktadırlar. (3) Buna rağmen başlıca (tarihi!) görevleri emperyalist ve tekelci çevrelerin çıkarlarını gütmek olan generaller önlerine gelen herkesi "vatan hainliği", "satılmışlık" gibi sıfatlarla karalamaktan bir an bile geri durmuyorlar. Yıllardır bu ülkenin bağımsızlığı ve özgürlüğü için savaşan ve bir avuç Amerikan işbirlikçisi - soygun çetesi karşısında bütün bir halkın özgürlüğünü, onurunu ve insanca yaşama hakkını savunan devrimcilere savurdukları, "hain, alçak, satılmış" gibi bayağı küfürlerle herhalde kendi satılmışlıklarını, kendi Amerikancılıklarını gizleyebileceklerini sanıyorlar. Ama bugün yurtseverlik, ortaokullardaki yurttaşlık bilgisi kitapları seviyesini aşmayan bir kaç bayrak şiiri okumakla, Atatürkçülük üzerine arkası gelmez boş nutuklarla elde edilebilecek bir şey değildir. (Amerikancı tekelci çevrelerin çıkarlarını gütmenin işçi sınıfına ve devrimcilere pervasızca saldırmanın, koca bir halkı açlığa ve zulme mahkum etmenin adına "Atatürkçülük" deseniz bile, bu şekilde yurtseverlik değil, ancak "emperyalistlerin-sömürücülerin uşağı" adını hakedebilirsiniz. Bir zamanlar İran’daki Şah’ın despot generalleri gibi siz de tarihe böyle geçeceksiniz. Yurtseverlik ise şimdi, sadece milyonlarca işçinin, yoksul halkların özgürlüğünü, insanca yaşama hakkını, kendi kaderlerini özgürce belirleme haklarını savunanların sahip olabilecekleri bir sıfattır. (4) Daha önce de belirttiğimiz gibi, 12 Eylül darbesi devletin eski Anayasal statüsünü bütünüyle dağıtmışken, MGK tarafından yayınlanan bir bildiride eski Anayasa ve yasaların geçerli olduğu, ancak kendilerinin bu yasa ve anayasa kurallarına uymayacakları açıklanmıştır. Böyle açıklamak zorundadırlar! Çünkü kendi yaptıkları, yani 12 Eylül’den beri eski yasalara göre "Anayasayı ve TBMM’yi cebren ortadan kaldırmak" suçu olarak tanımlanan TCK’nın 146. maddesinin ihlalidir. İlginçtir ki, eski Anayasayı, Meclisi ve yasaları zorla ilga eden cunta, 146. maddeye dayanarak, yine Anayasayı ilga etme suçundan dolayı idam kararları çıkarmakta, adam asmaktadır! (5) Emperyalizme bağımlı yerıi sömürge bir ülke olan Türkiye’de burjuva egemenliğinin temellerinin zayıflığından dolayı, burjuva demokrasisi ilkeleri hiç bir zaman geçerli olmamaktadır. Egemen sınıflar emekçi kitleler üzerindeki hakimiyetlerini, burjuva demokrasilerinin genel olarak geçerli olduğu yerlerde olduğu gibi işçi sınıfı ve emekçi kitlelere bazı ekonomik tavizler tanıyarak değil, kitleler üzerinde doğrudan açık baskı yöntemlerine dayanarak sürdürebilmektedirler. Çünkü belirli ekonomik tavizlerle tepkileri emilip - bastırılamamış kitlelerin (yoğunlaşıp yükselmesi kaçınılmaz olan) muhalefeti karşıssnda, sömürü düzenini rahatça sürdürme imkanı bulamayacaklardır. Başlıca bu gibi sebeplerle, gelişmiş kapitalist ülkelerde belirli buhran dönemlerinde gelişen faşizm, bizim gibi yeni sömürge niteliğindeki ülkelerde, devlet yönetiminin ağırlıklı bir özelliği, eğilimi olarak ortaya çıkmaktadır. Burjuva demokrasilerine ait hak ve özgürlükleri hiç bir şekilde tanımayan bir yönetim şekli sürekli olarak gündemde tutulmaktadır; ordu daima yönetimin asli bir unsurudur; sıkıyönetimler hep gündemdedir; daima bir genera! devlet başkanı seçilir; ülkede bazen burjuva demokrasilerine ait bazı unsurların yürürlükte olduğu, bazı hak ve özgürlüklerin (hasbelkader) kullanılabildiği; siyasi partilerin ve parlamentonun faaliyette olduğu dönemler olmakta; ama bu gibi "normal" durumlarda bile asker çoğunluğundan oluşmuş bir kurul (MGK) devletin en esrarlı- organı olarak, devlet yönetiminde tayin edici bir rol oynamakta, sıkıyönetimler- baskılar- yasaklar hiç eksik olmamaktadır; egemen sınıfların hakimiyetleri, tekelci burjuvazinin çıkarları tehlikeye düştüğü anda ise ordunun tepesindeki generaller ikide bir ülkenin idaresine doğrudan müdahalede bulunmaktadır, vb. vb... İşte 12 Eylül’den sonra ortaya çıkan askeri - cunta yönetimi de, tekelci burjuvazinin egemenliğini sürdürebilmek için gündeme getirilmiş burjuva demokrasisi çerçevesi içine girebilecek olan bütün demokratik hak ve özgürlükleri bir tarafa bırakmış ve her yönüyle açık zorbalık yöntemlerini esas almış bir yönetim şekli olarak (klasik faşist diktatörlüklerden farklı da olsa), ancak ve ancak sömürge tipi bir faşizmin açık bir uygulaması olarak değerlendirilebilir. Evet, 12 Eylül’den önce de Türkiye’de burjuva anlamda da olsa demokrasi mevcut değildi; emekçi kitleler üzerinde gene devletin baskı ve zorbalığı hüküm sürüyordu; kitlelere siyasete katılma ve örgütlenme özgürlüğü tanınmıyordu; bütün devrimci yayın organları yasaklanmıştı; insanlar fikirlerinden dolayı zindanlara atılıyor, işkence ediliyor, kurşuna diziliyordu; Fatsa örneğinde olduğu gibi, emekçi kitleler kendi yönetimlerine bilinçle sahip çıktıkları zaman, kendi "seçim" ve "demokrasi" anlayışlarına ait ne varsa bir çırpıda çiğneyip atarak nasıl azgın domuzlar gibi çılgına döndüklerini bütün dünya açıkça görmüştü: "parlamenter", "hür", "demokratik" rejim (!) sadece bütün bunların üzerindeki ince bir tül perdeden ibaretti, vb, vb... 12 Eylül hareketiyle değişen şey, bu ince "demokratik (!) örtü’nün de kalkarak Türkiye’deki egemen sınıflar iktidarının, burjuva devletinin baskı ve teröre, işkence ve zulme dayalı bir kölelik rejimi olduğu gerçeğinin iyice açığa çıkmasından başka bir şey değildir. Cuntaya karşı Direniş eylemleri yükseliyor Amerikancı generallerin bütün baskı ve zulüm politikasına karşı darbeden hemen sonra başlayan çeşitli protestolar her geçen gün artan bir şekilde devam etmektedir. Başta Devrimci Yol olmak üzere çeşitli devrimci gurupların cuntaya karşı yürüttüğü direniş mücadelesi sırasında gazetelere de yansıyan bazı önemli eylem ve olaylar şunlardır: 15 Eylülden itibaren birçok şehirde cuntayı lanetleyen ve halkı mücadeleye çağıran çok sayıda pankart asıldı, bildiriler dağıtıldı, afişleme ve yazılama yapıldı. 14 Eylül'de Aykut Genç isimli bir komiser öldürüldü. Ekim ayı içinde, Ankara’da Ali Mehmetoğlu isimli bir polis vuruldu. İstanbul Şehremini'de Mecidiye karakolu önce bombalandı, sonra da silahla tarandı. İstanbul Beşiktaş'ta Fulyaderesi mevkiinden geçen polis otosu uzaktan kumandalı bir bombanın patlaması sonucu yandı. Adana'da Bağlar karakolunda görevli polis evinin önünde vurularak ağır yaralandı. İstanbul Çeliktepe'de duvarlara cunta aleyhine sloganlar yazan devrimcilere askerlerin müdahale etmesi sonucu çıkan çatışma bir saate yakın devam etti. İstanbul Rami'de Türk Ticaret Bankası önüne asılan bombalı pankart polislerce indirilirken patladı. Ankara'da Amerikan Haberler Merkezi bombalandı. Kasım ayı içinde: İstanbul Emniyet Müdürlüğü 1. Şube'de görevli işkenceci polis Mehmet Taci Türkan Kumkapı'da öldürüldü. Diyarbakır'da Yılmaz Altınordu adlı polis yaralandı. İstanbul Kadıköy Emniyet amirliği bombalandı. Kağıthane ve Gültepe semtlerinde çok sayıda bombalı pankart asıldı. Kadıköy'de İş Bankası şubesine bomba atıldı. İstanbul Emniyet Müdürlüğü asayiş şubesi ekipler amirliğinde görevli polis Servet özdemir Fikirtepe'de öldürüldü. Ankara Mamak'ta pankart asan ve gösteri yapan direnişçilerle polis ve askeri birlikler arasında silahlı çatışma çıktı, sokak aralarına kadar uzanan ve saatlerce süren çatışmada çok sayıda asker ve polis yaralandı. İstanbul'da Tarlabaşı, Kalyoncu ve Bebek karakolları aynı saatte bombalandı ve silahla tarandı. İstanbul Taksim'de yeni açılan Etap oteline asılan bombalı pankart uzun süre polisler tarafından indirilemedi. Ankara Seyranbağları Ümit mahallesinde devriye gezen polis ekip otosu otomatik silahlarla tarandı. İstanbul Gaziosmanpaşa ve Yıldırım mahallelerinde çok sayıda pankartları etkisiz hale getirmek için uzun süre uğraştılar. İzmir'in çeşitli semtlerinde de pankartlar asıldı. İstanbul Küçükçekmece'de trafik bürosu kurşunlandı. İstanbul Fatih Belediye'si önündeki askeri birliğe yaylım ateşi açıldı. Adana'da İncirlik hava üssünde görevli ABD'li bir çavuş yaylım ateşi ile öldürüldü. İstanbul Erenköy polis karakoluna bomba atıldı. İzmir'in Hatay semtinde inşaata asılan bombalı pankartı indirmek isteyen uzman polis ağır yaralandı. Öte yandan çeşitli şehirlerde çok sayıda MHP'li faşist katil de öldürülerek cezalandırıldı. Ayrıca muhbirlik yapan bazı kapıcı ve muhtarların öldürüldüğü, muhbirlerin cezalandırıldığı yurdun her tarafından gelen haberler arasında yer almaktadır. Güvenlik kuvvetlerinin çıkardığı çatışma ve saldırılar sırasında devlet kuvvetleri çok sayıda kayıplar vermekte, ancak bunlar cunta tarafından (kendi kuvvetlerinin morali bozulmasın diye) açıklanmamaktadır. Devrimci Yol tarafından gerçekleştirilen direniş eylemlerinden elimize ulaşan bazı haberler ise aşağıda yer almaktadır: ANKARA Cuntaya karşı 12 Eylül'den sonra Ankara düzeyinde gerçekleştirilen direniş eylemlerinden bazıları şunlardır: 26 Eylül Cuma günü Anıttepe'de Gençlik caddesinde jandarma garnizonunun hemen yakınında saat 18.30'da yapılan gösteri, yolun iki tarafına barikatlar kurulmasıyla başladı. Sayıları 70 civarında olan bir halk topluluğu 'Cuntanız da sökmeyecek' şeklinde sloganlar haykırarak yürüyüşe geçtiler, bu sırada gösteriye müdahale etmek isteyen güvenlik kuvvetleri, direnişçilerin kararlılığı karşısında çareyi kaçmakta buldular. Civardaki halkın da büyük bir sempati ve ilgi ile izlediği gösteri devrim andının içilmesi ile sona erdi. Aynı saatlerde Cebeci Seyhan sokak'ta da 50 kişilik bir topluluk meşaleli bir gösteri düzenledi. Cuntayı yeren sloganların atıldığı gösteri 5 dakika kadar devam etti ve devrim andının içilmesiyle son buldu. Göstericiler kayıp vermeden dağılırken, gösteri yapılan yerin yakınına gelen bir polis ekibinin gösteriyi görmezlikten gelerek uzaklaştığı görüldü. 29 Eylül Pazartesi günü Küçükesat Başçavuş sokak'ta 60 kişilik meşaleli bir gösteri daha yapıldı. Gösteri sürerken barikatlara yanaşmaya kalkan bir jandarma taşıtı etkisiz hale getirildi. Çıkan çatışma sırasında bir subay kasığından ağır yaralandı. Direnişçilerden ise yakalanan ve yaralanan olmadı. Bu olaydan iki gün sonra, cunta kuvvetleri aynı sokaktan geçmekte olan yüze yakın insanı yakaladılar ve bir yüzbaşı elindeki makasla halkın saçını ve bıyığını kestikten sonra yat-kalk talimi yaptırdı ve zorla Atatürk'ün gençliğe hitabesini okuttu. 2 Ekim Perşembe günü saat 19'da Anıttepe Ordular sokak'ta 50 kişilik bir topluluk korsan gösteri yaptı. Gösteri ilgi ile izlendi. Cunta aleyhinde pankartlar da asan göstericiler bir kayıp vermeden dağıldılar. Aynı gün aynı saatte Kubilay sokak'ta 50 kişinin katıldığı bir meşaleli gösteri daha yapıldı. 3 Ekim'de, Esat caddesi üzerinde yaklaşık olarak 100 kişinin katıldığı gösteride iki ayrı yerde polis ve jandarma ile çatışma çıktı. Cunta kuvvetleri çareyi yerde sürünerek kaçmakta buldular. Devrimciler 6 Ekim günü cuntanın en fazla denetim kurduğu Kızılay Meydanı'nda ve çevre sokaklarda 500'den fazla kişinin katıldığı gösteriler düzenlediler. Aynı anda 25 tane bombalı pankart asıldı. Çeşitli yerlere bırakılan bombalı kutularla Kızılay trafiği uzun süre kapalı kaldı. Bu sırada Kızılayın çeşitli yerlerinde halka Devrimci Yol imzalı binlerce bildiriler dağıtıldı. Binlerce el ilanı fırlatıldı. Çevreye 100 kadar duvar gazetesi asıldı. Özellikle kalabalık yerlerde ağaçlara asılan ve faşist generalleri temsil eden maketler büyük ilgi topladı. Faşist güçler büyük bir çaresizlik içinde hangi eyleme müdahale edeceklerini şaşırdılar. Bu arada, Zafer Çarşısı'nın üstüne asılan pankartı göremediği gerekçesiyle civarda nöbet tutan bir jandarma eri bir asteğmen tarafından yere yatırılarak dövüldü. Gecekondu bölgelerinde cuntayı protesto eden sloganlar dört bir yana yaygın bir şekilde yazıldı. Faşist cunta gövde gösterisi amacıyla slogan silme işine özel bir önem vermekteydi. Bu nedenle, cuntanın, evinin duvarına yazı yazılan halka zulüm yapmasını engellemek için sloganlar sahipsiz yerlere ve faşist-gericilerin evlerinin duvarlarına yazıldı. Slogan yazılması yanısıra, tellere ve ağaçlara afişler asıldı. Cunta, elektrik direkleri ve ağaçların altına birer nöbetçi dikmek zorunda kaldı. Faşistlerin hakimiyeti altında olan veya faşistlerle çatışmaların sürmekte olduğu Abidinpaşa, Gülveren, Boğaziçi, Akdere, Natoyolu, vb. yerlerde 60 kadar bombalı pankart asıldı. Gülveren'de 60 kişinin katıldığı ve halkın büyük bir ilgiyle izlediği bir gösteri yapıldı. Bölgenin her sokağında jandarmanın dolaşmasına rağmen gerçekleştirilen bu gösteri 10 dakika kadar sürdü ve halkın övgüsünü kazandı. Seyranbağları'nda ise 60 kişinin katıldığı bir gösteri de aynı anda çevreye bombalı pankartlar asıldı. Tuzluçayır'da 15'er kişilik guruplar halinde aynı anda aynı türden gösteriler yapıldı ve el ilanları atıldı. Ankara'daki liselerde cuntanın gerçek yüzünü anlatan sınıf konuşmaları ve pullama çalışmaları gerçekleştirildi. Bazı liselerde devrimcileri cuntaya ihbar eden kişiler (ve bazı yöneticiler) cezalandırıldı. ODTÜ, SBF gibi okullarda muhbirlere, işkencelere, idamlara karşı bölüm forumları düzenlendi. Binlerce pullama yapıldı ve el ilanları atıldı. Cuntanın bu faaliyetleri durduramadıkları için baskı yaptığı öğretim görevlileri arasında cuntaya karşı hoşnutsuzluk başladı. -10 Ekim Cuma günü, cuntanın işkencecileri tarafından katledilen ve idam edilen devrimcileri anmak ve işkencecileri-idamları protesto etmek için Gaziosmanpaşa Fıskiye sokak'ta 100 kişilik meşaleli bir gece gösterisi düzenlendi. Geniş bir alanı denetim altına alan direnişçiler "Kemal'in, Zeynel'in, Hasan'ın hesabı sorulacak", "işkencecilerden hesap sorulacak","idamlar mücadelemizi durduramaz", "Necdet'ler yaşıyor" şeklinde sloganlar haykırarak üç ayrı koldan yürüyüşe geçtiler. Yürüyüş kollarının birleşmesiyle devam eden gösteriye faşist güçler müdahale ettiler. İki ayrı barikatta cunta kuvvetleriyle çıkan çatışmaların ardından beş ayrı yere pankartlar asıldı ve gösteri kayıp verilmeksizin sona erdi. Aynı amaçla 14 Ekim günü İçcebeci camii önündeki meydanda tüm çevre yolları ateşli barikatlarla trafiğe kapatılarak bir başka gösteri düzenlendi. Beş dakika kadar devam eden bu gösteri çevre halkının büyük ilgisini topladı. Cunta kuvvetleri direnişçilere müdahale etme cesaretini bulamadılar. Devrim andı içildikten sonra ise gösteri yerine gelen polis ve jandarma, çevrede bulunan esnaftan 10 kişiyi gözaltına aldılar. Onları, gösteri yapan devrimcileri söylemeleri için zorladıkları, ancak esnafların muhbirliği kabul etmedikleri ve serbest bırakıldıkları öğrenildi. GÜNEY ANADOLU-EGE BÖLGESİ Güney Anadolu'da, cuntanın bütün terör eylemlerine rağmen direniş mücadelesi hızla yükselmektedir. Adana, Tarsus ve Mersin gibi şehirlerde cuntaya karşı korsan mitingler düzenlenmekte, bildiriler dağıtılmakta ve çeşitli direniş eylemleriyle halkın cuntaya karşı direnişte yer alması sağlanmaya çalışılmaktadır. Aynı şekilde Ege bölgesinde de başta İzmir olmak üzere çeşitli yerlerde cuntaya karşı direniş eylemleri her geçen gün artan bir hızla yükselmektedir. KARADENİZ BÖLGESİ Cuntanın özel operasyon alanı olarak seçtiği Karadeniz bölgesinde ise devrimci direniş mücadelesi şehirlerde, kasabalarda, köylerde ve dağlarda her gün yeni bir kahramanlık destanı yaratılarak güçlü bir şekilde sürdürülmektedir. Eylül ve Kasım ayları arasında meydana gelen çatışmalarda çok sayıda yoldaşımız şehit olmasına rağmen faşist cunta kuvvetleri devrimci güçleri ve emekçi halkı sindirmeyi başaramamışlardır. Bu süre içinde meydana gelen olaylardan bazıları şunlardır: Ordu-Çamaş'da pusu kuran askerler birbirlerini vurmuşlar, bir asker ölmüş, dördü de yaralanmıştır. Fatsa’da Ramazan isimli bir muhbir öldürülerek cezalandırılmıştır. Ünye'de İhsan Önal isimli bir devrimci köyde vurulmuş, yarası bacağından olmasına rağmen dört saat içinde kan kaybından ölmüştür. Kurban bayramı günlerinde gazetelerde "Fatsa'da bir terörist öldürüldü" şeklinde yer alan bir olayın aslının ise gelişigüzel ateş eden askerlerin bir akıl hastasını öldürmekten ibaret olduğu öğrenilmiştir. Öte yandan, cuntanın işbaşına geldiği ilk günlerde devrimcilerle cunta kuvvetleri arasında meydana gelen çatışmalarda iki asker ölmüştür. Aybastı'da Alakent jandarma karakoluna da devrimciler tarafından bir silahlı baskın düzenlenmiş, baskın sırasında bir jandarma eri ölmüş, diğer bir jandarma ve bir bekçi de yaralanmıştır. Bu eylemde 7 adet G-3 silahına el konulmuş ve bol miktarda mermi temin edilmiştir. Ayrıca faşistlerle işbirliği yapan bir silah kaçakçısının deposu da basılarak çeşitli silahlarına el konulmuştur. Köylerde halka zulüm uygulayan "Eşkiya Galip" ve çetesi yok edilmiştir. Pazar ilçesinde ise bir muhbir ayağından vurularak cezalandırılmıştır. Cunta kuvvetleri, 4 helikopterden meydana gelen bir filo ile köylere sürekli baskınlar düzenlemeye devam etmektedirler. Ancak devrimcilerin yiğitçe direnmelerinin bir ürünü olarak halkda başlangıçta varolan moral bozukluğu giderilmiş ve cuntaya karşı güçlü bir muhalefet oluşmaya başlamıştır. Artvin ve yöresinde de cuntanın operasyonları bütün şiddeti ile devam etmektedir. Devrimciler ise cunta kuvvetlerine direnirken, Ardanuç'da 4, Şavşat'ta 1 muhbiri cezalandırmışlardır. İÇ ANADOLU BÖLGESİ İç Anadolu bölgesinde Ankara dışındaki şehirlerde de cuntaya karşı direniş eylemleri yükselmektedir. Kırşehir'de çok sayıda bildiri, el ilanları dağıtılmıştır. Cuntayı protesto eden bir pankart asılmıştır. Nevşehir'in Hacıbektaş ilçesinde faşist cuntayı teşhir eden yazılamalar yapılmış ve el ilanları dağıtılmıştır. Bu bölgede cunta, devrimcilerin teşhir faaliyetleri yanısıra kendi kepazelikleriyle de gerçek yüzünü açığa vurmakta ve kendini halka tanıtmaktadır. Örneğin Niğde'nin Bor ilçesine bağlı Dağulukışlası köyünde polisler ve subaylar içki içtikten sonra köylülere "kadın getirin oynatacağız" demişler, bunu kabul etmeyen halkı sıra dayağına çekmişlerdir. Diğer köylerde de halka, yaşlı-kadın-çocuk ayrımı yapmaksızın meydan dayağı atmaktadırlar. İSTANBUL Cuntanın idamlarına ve işkencelerine karşı başlatılan kampanyayla ilgili olarak Esenler, Davutpaşa, Sağmalcılar, Altıntepsi, Bayrampaşa, Kocamustafapaşa, Fatih, Unkapanı, Eyüp, Alibeyköy, Yenikapı, Şehremini, Silivrikapı, Samatya, Küçükmustafapaşa, Nuriosmaniye, Aksaray, Laleli, Gültepe, Horhor caddesi, Gedikpaşa, Sanayi mahallesi, Çimentepe, Çağlayan, Kağıthane, Şişli, Osmanbey gibi bölgelerde 10 Kasım-20 Kasım günleri arasında binlerce pul fırlatıldı, yazılamalar yapıldı, duvar gazeteleri, bombalı pankartlar asıldı, elektrik tellerine çok sayıda slogan yazılı kartonlar takıldı, bildiriler dağıtıldı, afişler yapıştırıldı. Yenikapı ve Gedikpaşa'daki plakçı dükkanlarından kasetle cuntayı teşhir eden konuşmalar yayınlandı.12 Kasım'da Gültepe'de 30 kişilik bir toplulukla bir korsan gösteri düzenlendi, bu sırada iki tane bombalı pankart asıldı, bu pankartları indirmek isteyen iki polis ağır yaralandı. Aynı gün Eyüp'te de bir korsan gösteri yapıldı, direnişçiler yolda ateş yakarak trafiği bir süre engellediler.13 Kasım günü Fatih'te Karadeniz caddesinde yazılama yapılması üzerine cunta kuvvetleri akşam saatlerinde Paşameydanı'nı sararak gelişigüzel 2 bin kişiyi gözaltına aldı.14 Kasım günü Saray yöresinde akşam saatlerinde polis ekip arabası kurşun yağmuruna tutuldu, 3 polis ağır yaralandı. Polis Şehremini bölgesini kuşatarak gelişigüzel şekilde çok sayıda insanı gözaltına aldı. 18 Kasım günü idamları protesto etmek üzere Kocamustafapaşa'da 3 tane bombalı general kuklası asıldı. Bir muhbir ise dükkanı yakılarak cezalandırıldı. Bir gün sonra Çemberlitaş'ta da aynı şekilde asılan general kuklasının da bombası yanındaydı... 20 Kasım günü Gültepe'de yüzlerinde Devrimci Yol amblemli maskeler bulunan 12 direnişçi bir elektrik direğinden yaptıkları idam sehpasına bir kukla astılar. Hakiki bir öküz kafası, bu kafa üzerinde bir general şapkası, askeri bir parka ve pantolon yerine giydirilmiş bir pijamadan imal edilmiş bir insan maketi olan bu kukla etrafında, okulların da dağılmasıyla birlikte büyük bir kalabalık birikti. Daha sonra olay yerine gelen cunta kuvvetleri ile devrimciler arasında silahlı çatışma çıktı. Yaklaşık bir saat süren çatışmada devrimcilerden yakalanan ve yaralanan olmadı. Cunta kuvvetleri uzaktan çengel atarak uzun süre uğraştıktan sonra kuklayı indirebildiler. İndirdikleri general şapkası içinde "Bu şapka Evren'in şapkasıdır, iyi koruyun" yazısı ile karşılaştılar. Bu eylem çevrede toplanan halkın büyük bir sempatisini topladı. 25 Kasım günü ise idamları protesto etmek için çeşitli okullarda dersler boykot edildi. İstanbul'un diğer bölgelerinde de direniş eylemlerine devam edildi. Pankart asma, yazılama, afiş, bildiri dağıtma şeklinde sürdürülen faaliyetlerin yanısıra çeşitli yerlerde polisle çatışmalar çıktı, muhbirlerin evleri kurşunlandı. 12 EYLÜL ÖNCESİ... 12 Eylül öncesinde devrimci direniş eylemleri hızla yükselmekte ve emekçi kitleler anti-faşist mücadelede hergün artan bir ölçüde yerlerini almaktaydılar. Oligarşi, diğer nedenler yanısıra, o güne kadar uygulattığı baskı-terör ve sıkıyönetimler de bu mücadeleyi durdurmaya yetmediği için, faşist cuntayı işbaşına getirdi. 1 Ağustos -12 Eylül tarihleri arasındaki direniş eylemleri bu gerçeği ortaya koymaktadır: Mersin'de devrimci yoldaşımız Ali Uygur'un işkencede katledilmesinden sonra gerçekleştirilen direniş eylemlerinde devrimcilerle polis arasında yer yer çatışmalar çıktı. Eylül başında ise Adana'da Sabancı Holding'in işyerlerinde çalışan 7 000 işçi, gözaltına alınan devrimci işçi arkadaşlarının serbest bırakılması için direnişe geçtiler. Adana halkı direnişçi işçilere büyük destek verirken, Akdeniz ve Çukobirlik işçileri de bu direnişe katıldılar. 11 Eylül günü işçi direnişini desteklemek amacıyla 3 000 kişilik bir halk topluluğunun katıldığı yasadışı bir yürüyüş yapıldı. Gösteriden hemen sonra halk ile güvenlik kuvvetleri arasında çatışma çıktı. Bir saat kadar süren çatışmada 2 devrimci ve bir çocuk katledildi, bir de asker öldürüldü. Tarsus'ta Kutsal Çelebi ve Tayfun Selen adındaki devrimci gençlerin işkencede öldürülmüş olarak bulunmasından sonra, cenaze töreni yapmak isteyen halk ve resmi-sivil faşist güçler arasında şehrin çeşitli yerlerinde silahlı çatışmalar çıktı. Onlarca barikat arkasında çatışmaları sürdüren halk güçleri resmi sivil faşistlere karşı yiğitçe direndiler; 2 devrimci şehit oldu, bir faşist öldürüldü. Mersin'de faşist katiller tarafından sinema önünde kurşunlanarak katledilen ve aralarında çocukların da bulunduğu 4 kişinin cenaze törenine 10 000 kişilik bir halk kitlesi katılırken, işçiler de fabrikalarda direnişe geçtiler. Faşizmin Ordu-Fatsa operasyonu nedeniyle yurdun dört bir yanında direniş eylemleri gerçekleştirildi. Ankara'nın çeşitli semtlerinde 100 ile 1200 kişi arasındaki halk kitlelerinin katıldığı çok sayıda miting yapıldı, bombalı pankartlar asıldı. Ayrıca devlet dairelerindeki ve çeşitli işyerlerindeki çalışanlar da düzenledikleri eylemlerle bu kampanyaya katıldılar. İstanbul, Adana, İzmir, Manisa, Trabzon, Havza, Erzincan, Mersin, İzmit, Denizli, Kızılhisar, Sakarya-Karasu, Tunceli-Ovacık ve birçok yerde gerçekleştirilen kitle gösterileri ve çeşitli direniş eylemleriyle Ordu halkını destekleme kampanyası Ağustos ve Eylül aylarında sürdürüldü. Bu arada, Devrimci Savaş Birlikleri'nin de yer aldığı çeşitli eylemlerde faşist polislerin ekip otolarına ve karakollara, resmi-sivil faşist güçlerin saldırı üslerine yönelik çok sayıda baskınlar düzenlendi. Ordu emniyet müdürlüğüne patlayıcı atılarak büyük hasar meydana getirildi. İstanbul'da önce bombalanıp sonra kurşunlanan Tarabya karakolunda bir polis öldürüldü. İstanbul'da Kanarya ve Anadolu Hisarı karakolları kurşunlandı. Ankara'da Mamak Karakolu ve Kocatepe emniyet bölge müdürlüğü bombalandı. Cebeci'de bir polis otosu tarandı, beş polis yaralandı. Kırkkonaklarda askeri time ateş açıldı, çatışma çıktı. Aktepe'de ekip otosu kurşunlandı. Küçükesat ve Mamak semtlerine asılan bombalı pankartları indiren iki polis yaralandı. Kızılay'da Fatsa operasyonunu kınayan 6 bombalı pankart asıldı. Gülveren'de iki ekip otosu kurşunlandı. Faşistlerin üs olarak kullandığı Ziraat Birliği'ne düzenlenen baskında 4 faşist öldürüldü. Fatsa'da ise faşist Hergün gazetesinin bürosu ile ÜYD kurşunlandı. Ertesi gün faşistlere "geçmiş olsun" demeye gelen Ordu valisi Akkaya makam otomobilinde iken kurşun yağmuruna tutuldu. Ve yurdun çeşitli yerlerinde de Fatsa operasyonu nedeniyle resmi-sivil faşist güçlere karşı başarılı eylemler düzenlendi. Cuntanın Kanlı Yüzü 12 Eylül'de işbaşına gelen generaller cuntası, programındaki birinci maddenin Türkiye'de gittikçe yogunlaşan ve son dönemde günde ortalama 20-25 kişinin öldüğü iç savaşı sona erdirmek olduğunu, ilk günden açıkça belirtti. Büyük kentlerin mahallelerinden kasabalara, köylere ülkenin en ücra köşelerine dek uzanan silahlı çatışmalara son vereceğini iddia etti. Can ve mal güvenliğinden yoksun olduğu için son derece bezgin ve sinmiş durumdaki geniş orta sınıfların desteğini kazanmayı ilk elde amaç edinen faşist generaller cuntası, bu kesimlere güven vererek, "huzur"u geri getireceklerini vadettiler. Kendi güdümlerindeki tüm basın ve yayın organları ile TRTsi ile "huzurlu Türkiye'nin" yeniden kurulacağı umudunu vermeye çalıştılar. Ama gelişen olaylar bu yalan iğrenç olayları tek tek açığa çıkartıyor. Terör'ü engellemek adına işbaşına gelen generallerin Terör'ün ve cinayetlerin tek sorumlusu olduğu hergün daha bir iyi görülüyor. Ardı ardına verilen idam kararları, işkencelerin pervasızca uygulanması, sokaklarda, köylerde insanların kurşuna dizilmesi bunun en açık kanıtıdır. Adına "operasyon" denen ama her biri bir faşist katliam olan 12 Eylül sonrasının yeni uygulamasında onlarca devrimci can verdi. İlk 3 ayın olaylarında baktığımızda şu genel tablo elde edilmektedir: 200e yakın politik cinayet; çoğu operasyon adı verilen katliamlarla gerçekleşti. 20 000 üstünde yeni tutuklama (Resmi açıklama bu; gerçekte ise 50binin üzerinde. Şu anda cezaevlerinde l00binin üzerinde insan bulunuyor) 20 ye yakın kişi işkencede öldürüldü. Bunlar sadece tesbit edilebilenlerdir. Daha yüzlerce kişiden aylardır haber alınamamaktadır. 20 ye yakın kişinin cesedi bulundu. Çoğu sıkıyönetimce göz altına alındıktan sonra kendilerinden haber alınamayanlara aittir. 110 u aşkın idam kararı; bunlardan üçü gerçekleştirilmiştir. Yoğun imha ve yoketme kampanyasının yanısıra baskı politikasını meşrulaştırma, kanunlaştırma çabaları da devam etmektedir. Cunta, 8 Kasım Cumartesi günü resmi gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren bir kararla gözaltına alma süresinin (ya da daha iyi bir deyimle, işkence süresinin) 90 güne çıkarılabilmesini kabul etti. Operasyonlarda, ev aramalarında asker, polis ve jandarma tarafından gözaltına alınan kişiler, bu karara göre, üç ay süreyle savcı önüne çıkarılmaksızın, nerede oldukları aileleri tarafından bile bilinmeksizin gözaltında tutulabilecek. Bu durum, zaten geçmiş Demirel hükümeti döneminde fiilen yapılan bir uygulamaya güya "yasal" bir görüntü vermektedir. Ancak bu "yasal" görüntüyle generaller cuntası ne ölçüde "demokrasiyi kurtarmaya geldiğini" de ortaya koymaktadır. Çünkü masum insanların üç ay gözaltında kalabilmesi, 1789 İnsan Hakları Bildirgesinin, BM kararlarının, Avrupa Konseyi kararlarının, hatta 1961 Anayasasının ve Türkiye'de kabul edilmiş yasaların (6366 sayılı yasanın) çiğnenmesi anlamına gelmektedir. Üç ay gözaltı süresi, insanların kitlelerle bir gecede gözaltına alındığı Generaller Türkiye'sinde öylesine tepki uyandıracak bir karardır ki, Günaydın gazetesi bile 10 Kasım tarihli sayısında bu tepkileri kapalı bir biçimde dile getirerek, "Batı dünyasının en uzun gözaltı süresi Türkiye'de" başlıklı yazısında, "hukukçuların bu uygulamanın masum insanları cezalandırmak anlamına geleceği görüşünde olduklarını" belirtiyordu. 90 günlük "yasal" gözaltı süresiyle, Generaller, Türkiye'yi Güney Amerika'da askeri diktatörlükle yönetilen ülkelerdeki gibi insanların "kaybolduğu" yollarda tanınmaz cesetlerin bulunduğu bir işkence cehennemine çevirmişlerdir. Faşist cunta, ancak böyle bir uygulamayla devrimci halk muhalefetinin "köküne inebileceğini" düşünmekte, ancak aynı uygulamanın doğuracağı kaçınılmaz tepkileri hesaba katmamaktadır. Cunta yeni bir tedbir olarak, yurtdışında Türkiyedeki katliamları, direnişleri ve halka karşı planladığı acımasız saldınları duyurmamak için yeni bir uygulama gündeme getirdi: Buna göre yurtdışında “Türkiye aleyhine" yapılan propagandaları incelemek üzere bir Denetim Kurulu oluşturdu. Yurtdışına haber yollayanların da ağır cezalara çarptırılacağını duyurdu. 14 Kasım tarihinde MGK tarafından kabul edilen bir değişiklikle, sıkıyönetim komutanları, eskisi gibi hükümete değil, genel kurmaya (cuntaya) bağlandı. Bu kararla cunta, halk muhalefetini ezme görevini tamamen orduya bıraktığını resmen de açıklamış oldu. Yeni karara göre, sıkıyönetim komutanlıkları arasındaki koordinasyonu da cunta üstlenmiş durumdadır. Böylece her türlü baskı tek elden ve merkezi bir biçimde yapılacaktır. Sıkıyönetim komutanları, aynca, yalnızca Genel Kurmay Başkanına sorumlu olduklarından, haklarında "şahsi kusur" nedeniyle dava açılamayacak ve bugüne dek açılmış olanlar da düşecektir. 19 Ekimde de bilindiği gibi, sıkıyönetim komutanlarına kamu personelini işten atma yetkisi de verilmişti. Bu yeni yasa değişikliğiyle, sıkıyönetim paşaları kendi bölgelerinde yetkileri sınırsız birer diktatör hüviyetine bürünmektedirler. Aynı yasayla, sıkıyönetim mahkemelerinin çalışmalarının hızlaştırılmasına ve sanıkların mahkemelerdeki yasal savunma haklarının kısıtlanmasına yönelik hükümler de getirilmiştir. Cuntanın Cinayetleri Cuntanın cinayetlerinden tesbit edilebilen önemlileri şunlardır: * 18 Eylül'de Urfa'nın Siverek ilçesindeki operasyonda 5 kişiden biri öldü, ikisi yaralı olarak jandarmanın eline geçti. * 23 Eylül'de İzmir'in Urla ilçesinde yapılan operasyon sonucu 2 yurtsever öldürüldü, ikisi yaralı, üçü de sağ ele geçirildi. * 24 Eylül'de Ordu'nun Gölköy kasabasında bir eve yapılan baskında, Göksel Çavuşlu ve Ergil Dinç adındaki iki Devrimci Yol taraftarı öldürüldü, 2'si yaralı, üçü sağ yakalandı. * 26 Eylül'de aynı kentin Aybastı kasabasında yapılan operasyonda 4 Devrimci Yol taraftarı öldürüldü,1'i yaralı,1'i sağ ele geçti. * Aynı gün Mardin'in Derik ilçesindeki operasyonda 4 devrimci öldürüldü, 1'i sağ ele geçirildi. Çıkan silahlı çatışmada bir jandarma eri öldü, 2'si yaralandı. * Adana'da 27 Eylül'da yapılan bir operasyonda 4 kişi yaralı olarak ele geçirildi. * 6 Ekim'de Ege Sıkıyönetim Komutanlığı İzmir yakınlarında bir mağarada altı kişinin çatışma sonucu ele geçirildiğini açıkladı. * 9 Ekim'de Tunceli'de bir operasyonda 1 yurtsever öldürülerek jandarmanın eline geçti. * 13 Ekim'de Hakkari'nin Uludere ilçesinde 5'i katledilerek, 7'si yaralanarak 12 kişi ele geçirildi. * 18 Ekim'de Tarsus'ta yapılan bir operasyonda 1'i ölü 6 kişi yakalandı. * 23 Ekim'de Antalya'da 3 kişiyi öldürmekle suçlanan iki kişiden biri katledilerek ele geçirildi. * 25 Ekim'de Ordu'nun Fatsa kasabasında yapılan operasyonda Alaattin Bölükbaşı adlı Devrimci Yol taraftarı bir genç öldürülerek, 2 kişi de yaralanarak ele geçirildi. * 26 Ekim'de Artvin'in Borçka ilçesinin Aralık köyünde Mevlut Ustabaşı, Yaşar Ustabaşı, Mehmet Çelik adlı 3 Devrimci Yol yanlısı silahlı çatışma sonucu ele geçirildi. * 29 Ekim'de Mardin'in Kızıltepe mevkiinde yapılan büyük bir operasyonda "Apocu" oldukları bildirilen 8 kişi katledildi. Bunlardan 6'sının kimlikleri açıklandı. * 31 Ekim'de Artvin'in Şavşat kasabasında Özbir Aras ve Şener Yazar adlı iki Devrimci Yol taraftarı bir operasyon sonucu öldürüldü. * 5 Kasım'da Ordu'nun Fatsa ilçesinde yapılan bir operasyonda, Devrimci Yol yanlılarıyla çıkan uzun bir silahlı mücadele sırasında bir Devrimci Yol taraftarı öldürüldü. * Yine 5 Kasım'da Uşak'ın Eşme ilçesinde yapılan operasyonda Abdurrahman Çetin adlı bir Devrimci Yol yanlısı katledildi. * Bitlis'in Oklu Yazıcı köyünde yapılan operasyonda Necmettin Türkkaya adlı bir kişi öldürüldü. * 16 Kasım'da Gaziantep'te bir eve yapılan baskında bir Yurtsever kimliği belirlenemeyecek biçimde taranarak öldürüldü. * Fatsa'da aynı gün, Aslancamii mevkiinde Kursuncalı ormanlıklarında sürdürülen operasyonlar sırasında çıkan silahlı çatışmada, Kemal Özdemir ve Ayşe Makar adında iki Devrimci Yol yanlısı katledildi. (Yukarda aktarılan tüm operasyonlar, gerçekleştirildikleri illerin bağlı olduğu Sıkıyönetim Komutanlıkları tarafından yapılan resmi açıklamalardan öğrenilmiştir. ) İktidardaki generaller cuntası, devrimci halk muhalefetini ezmek için en hunharca yollardan biri olan kitlesel gözaltına alma yöntemini alabildiğine kullanacağını açıkça belirtti. Faşist generallerin her biri çeşitli açıklamalarında "anarşiyi kökünden kazıyacaklarını" yani halk güçlerini temsil eden siyasi hareketleri acımasızca ezerek dağıtacaklarını iddia etmişlerdi. Ancak geniş orta kesimlerin desteğini sağlamak ya da en azından ilk günlerde tepkisini çekmemek zorunda olan askeri diktatörlük, "tarafsız" olduğu görünümünü vermek zorundaydı. Bu nedenle bazı faşistlerin de gözaltına alındığı görüldü. Ama bu bir göz boyamadan öteye gitmedi. Cunta operasyonlarının kolaylaşması amacıyla ihbar mekanizmasını işletmek amacıyla çeşitli girişimlerde bulundu. Sıkıyönetim komutanlıkları ihbarların yapılacağı telefonları defalarca bildirerek, muhbirlere ödül verileceğini ve güvenliklerinin sağlanacağını taahhüt ettiler. (Ancak Devrimciler, muhbirlerin başvurması istenen bu telefon numaralarını, "Kiralık Ucuz Ev" ilanlarının üzerlerine yazarak şehirlerin dört bir yanına astılar. Muhbirlerin yanısıra kiralık ev tutmak isteyenler de bu numaraya telefon ettiğinden işler elbette karıştı. Cunta bu sefer PTT'nin 05 numarasını ihbarlara ayırdığını ilan etti! ) Adana Sıkıyönetim Komutanlığı 2 Ekim'de aranan kişilerin resim ve kimliklerini içeren duvar ilanlarını yurdun dört bir yanına dağıtarak insan avını sıklaştırdı. Faşizmin saldırılarına karşı kendini savunmak zorunda kalan halkın silahsızlaştırılması için de, cunta 14 Ekim tarihine kadar ruhsatsız silahlarını teslim edenlere karşı yasal bir işlem yapılmayacağını ve daha sonra ruhsatsız silah bulunduranların cezalarının arttırılacağını bildirdi. 14 Ekime kadar tüm yurtta 160 bin ruhsatsız silah teslim edildi. Kitlesel operasyonlardan başka doğrudan doğruya sol örgütleri hedef alan toplu ve merkezi gözaltına alınmalar sürdü. Herhangi bir örgütü tamamen yoketmeyi amaçlayan bu tür operasyonlar, diğerlerinin dışında tek elden ve yurt çapında koordineli bir biçimde yapılmaktadır. Nihat Erim'i öldürmekle suçlanan Devrimci Sol hareketine mensup 8 kişiye (aralarında ikisinin ölümüne yol açacak şekilde) yoğun işkence yapıldı ve örgütlenmenin bugüne kadar sürdürdüğü tüm faaliyetlerin sorumluluğu da onların üzerine yüklenmeye çalışıldı. İşkenceler İşkenceden ölenlerin sayısı her geçen gün artmaktadır. * Darbeden iki gün sonra gözaltına alındığı bildirilen MLSPB'ye mensup Zeki Yumurtacı, 18 Eylül'de İstanbul-Avcılar'a götürülerek kurşuna dizildi. * 24 Eylül’de İstanbul Davutpaşa askeri cezaevinde Devrimci Halkın Birliği'ne mensup İrfan Çelik adlı tutuklu işkence yapıldıktan sonra asılarak öldürüldü. * Aynı günlerde İstanbul Sultanahmet Cezaevinde adları belirlenemeyen üç tutuklu veya hükümlünün öldürüldüğü ortaya çıktı. * 22 Eylül'de üç kişiyi öldürmekle suçlanan faşist Rafet Demir, Bursa Emniyet sarayının 5. katından atılarak öldürüldü. * 3 Ekim'de Maden-İş sendikası Bursa Şubesi avukatı Ahmet Hilmi Feyzioğlu yine Bursa Emniyet Sarayı'nın beşinci katından atılarak öldürüldü. (Eylül ayının başında Ergun Şen adlı bir kişi de yine Bursa Emniyet Müdürlüğü'nün beşinci katından atılarak ağır şekilde yaralanmıştı.) * 26 Eylül'de İzmit Cezaevinde Şadan Gazeteci adlı bir tutuklu dövülerek öldürüldü. (Cezaevi Müdürü Ali Saim Şener ve 6 gardiyan hakkında kovuşturma açıldı) * Nihat Erim'i öldürmekle suçlanan 21 yaşındaki Ahmat Karlangaç adlı Devrimci Sol mensubu devrimcinin beyin kanamasından öldüğü 18 Eylü1'de açıklandı. * Nihat Erim'i öldürmekle suçlanan diğer Devrimci Sol yanlısı Sadettin Güven hastanede öldü. * 12 Eylü1'de gözaltına alınan Halkın Kurtuluşu yanlısı İTÜ' de öğrenci temsilcisi bir genç 16 Eylül'de morgda bulundu. * 10 Kasım günü Türkiye'nin en büyük yayınevlerinden Sol yayınları'nın ortağı, Onur yayınevi sahibi İlhan Erdost gözaltında öldürüldü. Resmi açıklamaya göre, kendisini Mamak Cezaevi'ne götüren askerlerin dipçikle başına vurmaları sonucu öldü. Ünlü bir yayımcının bu biçimde katledilmesinin kamuoyunda uyandıracağı tepkilerden korkan Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı derhal kardeşi Muzaffer Erdost'u serbest bırakarak, İlhan Erdost'un katili askerler ve çavuş hakkında soruşturma açtı. * Aynı gün Mamak cezaevinde Bekir Baş adındaki faşist tutuklunun da "kendini astığı" ileri sürüldü. * 14 Kasım tarihinde, ODTÜ öğrencisi İbrahim Keskin adlı bir solcu, gözaltındayken ağıryaralı olarak hastahaneye kaldırıldı ve öldü. Bu konudaki resmi açıklamada gözaltındaki kişinin, yüzleştirilmeye götürüldüğü gecekondu mahallesinde, "mumla aydınlatılmış merdivenlerden ayağının kayarak düştüğü" biçimindeydi. Ancak bu açıklamanın gülünçlüğü karşısında işkence iddialarının ele alınacağı bildirildi. İşkence yaygın bir şekilde devam ederken, cunta Demirel hükümeti döneminde bu konuda duyarlı hale gelen Türkiye ve Dünya kamuoyu önünde kendini aklandırmak için bazı girişimlerde bulundu. Daha önce de işkencede öldüğü saklanamayan Zeynel Abidin Ceylan adlı Devrimci Yol yanlısı gencin katili Komiser Haskırış (ki, Hakan Yurdakuler'in katilinin amca oğlu olduğu saptandı) ve Hasan Özmen adlı Halkın Kurtuluşu yanlısı gencin katili Komiser muavini Enver Göktürk hakkında Ankara Sıkıyönetim Mahkemesi tarafından soruşturma açıldı, iki komiser tutuklandı. Öte yandan işkence yapıldığı defalarca doktor raporlarıyla saptanan Ankara'daki Kayaş Karakolu görevlileri hakkında da kovuşturma açıldı. Generaller cuntası halk muhalefetini ezmenin bir başka yöntemi olarak da Türkiye'yi cezaevine ve idam sehpasına dönüştürecek bir yargılama düzenini yerleştirmeye başladı. Devlet Güvenlik Mahkemelerinin kurulması işleminin henüz başlamamış olmasına karşın, sıkıyönetim mahkemeleri birkaç celsede idam kararı vermeye ve diğer cezaları da ağırlaştırmaya başladı. Cezaları ağırlaştırmak için "illegal örgütler adına para toplamanın gasp suçu oluşturduğu" hakkında bir karar çıkarıldı. Öte yandan, "teröristlerin davalarının örgüt davası olarak birleştirilmesi"ne karar verildi. (18 Eylül Tercüman) Bu son durum kitlesel biçimde gözaltına alınan tüm anti-faşist kişilere "örgüt kurmak" suçu yüklenmesi ve her birinin cezasının birkaç kat artmasıyla sonuçlanacaktır. Herhangi bir sendikanın işyeri temsilcisi bile "örgüt kurmak"la suçlanırken; "kökleri çok derinlerde", devlet ve ordu içinde gizli olduğu artık tüm dünyaca bilinen bir örgütün elemanları olan faşist sanıkların hiçbiri "örgüt kurmak" la suçlanmadılar. "Tarafsız ve bağımsız" olduğu ileri sürülen askeri savcılar, MHP yöneticilerinden Piyangotepe ve İnciraltı faşist katliamı sanıklarına kadar hiçbir faşist hakkında böyle bir suçlamada bulunmadılar. Örneğin 6 öğrencinin katili olan İnciraltı faşist katliamı sorumluları olan 8 faşist asker hakkında yalnızca 6 ay-12 yıl arasında hapis cezası, 7 kişiyi kurşuna dizen Piyangotepe faşist katliamı sanıkları hakkında da 5-77 yıl arası hapis cezası istenmektedir. İdamlar Askeri mahkemelerin ilk kurbanı Adana’da bir kişiyi öldürmekle suçlanan Serdar Soyergin oldu. 14 Eylül günü "suçüstü" yakalanan Serdar Soyergin, suçüstü mahkemesi olarak toplanan Adana Sıkıyönetim askeri mahkemesi tarafından dört gün içinde idama mahkum edildi. Yargıtay bu cezayı onayladı. Evren'in 15 Ekim'de Diyarbakır konuşmasında açıkça belirttiği üzere tüm idam kararlarını onaylamaya kararlı olan MGK da Serdar Soyergin'i idam sehpasına gönderdi. Serdar Soyergin, 27 Ekimde Adana'da asıldı. Yargıtay tarafından daha önce cezaları onaylanmış bulunan ikisi (faşist İsa Armağan'la Kurtuluş yanlısı Kemal Ergin) firardaki dört hükümlü de MGK'nın onayıyla idama gönderildiler. Kurtuluş yanlısı Nejdet Adalı ve faşist Mustafa Pehlivanoğlu 8 Ekim'de asıldılar. Bundan böyle, halk kitlelerinin muhalefetini sindirmekte önemli bir psikolojik unsur olan idamların devam edeceği anlaşılmaktadır. Şu anda birçok askeri mahkeme, (çoğu devrimci, demokrat ve yurtsever olmak üzere) birçok kişi hakkında idam cezası vermiş durumdadır. Ve idamlara bir yenisi daha eklendi. 18 yaşındaki Halkın Kurtuluşu yanlısı Erdal Eren 13 Aralık günü Ankara'da asıldı. Ölü bulunanlar Operasyonlarda öldürülenler ve idam edilenler dışında; gözaltına alınan öldürülüp cesetleri ıssız yerlere atılanların sayısı da artmaktadır. Bunlar ya işkencede öldürülen ya da kurşuna dizilen devrimcilerdir. İsimlerini tesbit edebildiklerimiz şunlardır: 20 Eylül, Antalya, Ramazan Oğuz, Öğretmen/ 24 Eylül, Adana, Ali Çekmekli/ 27 Eylül, Malatya, iki temizlik işçisi/ 2 Ekim, İstanbul, Hasan Dönmez, Dev-Sol/ 2 Ekim, İstanbul, Cavit Özer, Dev-Sol/ 4 Ekim, Siirt, Emin Alkan/ 11 Ekim Ankara, Gülden Erdem, Dev-Yol; Öğretmen/ 6 Kasım, Malatya, Fuat Gürbüz/ 10 Kasım, Yalova, Üç kişi, ikisi kadın/ 11 Kasım, İstanbul, 1 kişi/ 12 Kasım, Eskişehir, Feridun Yılmaz, İşçi/ 14 Kasım, İstanbul, Gürsoy Rüstem, 14 yaşında asılmış olarak bulundu/ 12 Kasım, Gaziantep, Abdullah Fetah, Mısırlı turist. Tüm bunlar sadece açığa çıkmış olanlardır. Bunların dışında Cuntanın işlediği, açığa çıkmamış, cinayet işkence olayları Türkiyemizin günlük yaşantısı olmuştur. ŞEHİTLERİMİZ... 12 Eylül açık faşizmi ile birlikte yurdun dört bir yanında faşist cunta kuvvetleri tarafından çok sayıda yurtsever işkencelerde, dağbaşlarında, sokak ortalarında katledilmektedir. Faşizme karşı mücadelede şehit düşen bu yiğit insanlar arasında Devrimci Yol militanları önemli bir yer tutmaktadır. Bugüne kadar şehit olan yoldaşlarımızın hepsinin ismini tesbit etmek mümkün olamamıştır. Birçokları katledildikten sonra ıssız yerlere bırakılmakta, hergün akıbeti meçhul yoldaşlarımız arasına yenileri eklenmektedir. Bütün bunlara rağmen devrimci mücadele saflarına yeni yeni katılımlar olmakta, ölümü göze almış binlerce, onbinlerce insan emekçi halklarımızın özgürlük ve bağımsızlık günleri için bin kat daha bilenmiş, bin kat daha kararlı bir şekilde direniş bayrağını yükseltmektedir. Şehitlerimizin kefenleri bu direniş bayrağı, mezarları emekçi halklarımızın engin bağrıdır. İşte bu inançla, 24 Eylül'de Ankara'da işkencede katledilen Zeynel Abidin Ceylan'ı, 24 Eylül'de Ordu Gölköy'de cunta kuvvetlerine karşı yiğitçe direnirken şehit olan Göksel Çavuşlu ve Ergil Dinç'i, 26 Eylül'de yine Ordu Aybastı'da çatışmada katledilen kardeşlerimiz Feridun Aydın, Aydın Yalçınkaya, Mehmet Kulu ve Vedat Özdemir'i unutmayacağız. Yine Ankara'da 11 Ekim günü işkence edilerek öldürülmüş olarak bulunan devrimci bacımız Gülden Erdem'i, Ünye'de şehit olan İhsan Önal yoldaşımızı, 22 Ekim'de Antalya'da öldürülen Ahmet Yüksel'i, 23 Ekim'de Ankara'da sokakta kurşuna dizilen Ali Ekber Acar’ı, 25 Ekim'de Fatsa'da faşizme teslim olmadığı için katledilen Alaattin Bölükbaşı yoldaşımızı, 31 Ekim'de Artvin Şavşat'ta cunta kuvvetleri ile girdikleri çatışmada şehit olan kardeşlerimiz Özbir Aras ve Şener Yazar'ı, 2 Kasım'da Fatsa'da katledilen Sadi Ekiz'i, 5 Kasım'da yine Fatsa'da şehit olan devrimci kardeşimizi, 5 Kasım'da Uşak Eşme'de kuşatıldığı evde cunta kuvvetlerine teslim olmayarak son kurşununa kadar direnen Abdurrahman Çetin'i, 16 Kasım'da Fatsa'da katledilen Kemal Özdemir ve Ayşe Makar kardeşlerimizi ve daha nicelerini, insanlık düşmanı katiller çetesi generaller cuntasına karşı direniş mücadelesinde yaşatacağız, bayraklaştıracağız. Kanımızın son damlasına kadar, şehit kardeşlerimize ve emekçi halklarımıza layık olmak için, faşist cuntayı alaşağı etmek için, dişimizle tırnağımızla SAVAŞACAĞIZ. Ve mutlaka KAZANACAĞIZ! Bir Değerlendirme Ocak 1981 BİR devrimci hareketin başarı şansı, her şeyden önce içinde bulunulan nesnel koşulların mümkün olduğu kadar doğru bir değerlendirilmesinin yapılabilmesine bağlıdır; Bu koşullara uygun doğru hedefler saptayabilmeli ve mücadele bu koşullara uygun mücadele ve örgüt biçimleri - taktikleri ile yürütülmelidir. 1. 12 Eylül darbesinin, Türkiye’deki sınıflar mücadelesi açısından önemli değişikler yarattığı ortadadır. Bunu, bundan önceki iki değerlendirme yazısında vurguladık. 1979 - 80 yılları arasında TÜRKİYE’deki sınıflar mücadelesinin, yükselen "sivil faşist terör hareketine karşı mücadele" ekseni etrafında geliştiğini söylecek olursak, 12 Eylül darbesiyle birlikte devrimci mücadele açısından yeni bir dönemin, cuntaya karşı mücadele döneminin başladığını söylemek yanlış olmayacaktır. Elbette sivil faşist güçlere karşı mücadele önemini bütünüyle yitirmiş değildir; ancak şimdi gücümüzün büyük bir kısmını cuntaya karşı mücadele alanlarına sevketmemiz gerekecektir. Buna, mücadelenin bir üst niteliğe doğru gelişmesi demek de mümkündür. "Koşulların değişmesi" hedefin, düşmanın değişmesi de demektir. Değişik düşmanlara karşı, değişik amaçlar için, değişik araç ve yöntemlerle savaşılır. Geçtiğimiz -12 Eylül öncesindeki - dönemde mücadele ve örgüt biçimleri kaçınılmaz olarak o dönemin koşullarına (ve sivil faşist güçlerin hakimiyet kurmaya yönelik saldırıları ile halk güçlerinin buna karşı devrimci direnişinden oluşan çatışma ve mücadelelerle) uygun olarak biçimlenmişti. Şimdi, 12 Eylül sonrası koşullarda meydana gelen değişikliklere paralel olarak mücadele biçimlerinin ve örgüt yapılarının da değişimlere uğrayacağı da ortadadır. 2. Bir örnek olarak D.Komiteleri üzerinde duralım. D. Komiteleri, sivil faşist saldırıların devlet kademelerindeki dayanaklarından aldığı güçle - hızla yayıldığı ve en geniş halk topluluklarını etkisi altına aldığı bir dönemde ortaya çıkan bir kavram, bir mücadele ve örgütlenme biçimiydi. Faşist terör hareketleri toplumda (yılgınlık, teslimiyet, tarafsızlaşma, direnme gibi) değişik ve yaygın etkiler yaratmakta idi. D. Komiteleri sivil faşist güçlerin saldırılarına karşı doğan - gelişen tepkilerin bir örgütlenme alanı olarak ortaya çıkıyordu. Şimdi ise, 12 Eylül sonrasının, cuntanın resmi faşist güçlerinin saldırılarının öne çıktığı koşullarda, sivil faşist güçlerle devrimci halk güçleri arasındaki çatışmalarda belirli bir gerileme de gözlenmektedir. Bu durum eğer geçici ve kısa süre sonra sivil faşist saldırıların tekrar yükselmesiyle sona erecek bir olay değilse, D. Komiteleri bünyesinde örgütlenebilecek kitlesel tepkilerin de belirli bir gerilemeye uğraması kaçınılmaz bir şey olacaktır. Bu ise faşist saldırılara karşı kitlelerde oluşan tepkilerin bir örgütlenme alanı olarak D. Komitelerinin yapılarındaki kitleselliğin önemli ölçüde daralmaya uğramasırıın da kaçınılmaz olması demektir. Buna karşılık, sivil faşist güçlerin bugün bir ölçüde gerileyen saldırılarının yerini cuntanın saldırıları doldurmaktadır; Cunta, halka saldırmaktadır; emekçi halkın bütün ekonomik demokratik hakları zorla gasp edilmektedir; idamlar, katliam ve işkence uygulamaları, sivil faşist güçlerin saldırılarını çoktan geride bırakmış durumdadır. Öte yandan askeri diktatörlüğün saldırılarının kısa süreli ve geçici bir durum olmadığı da açıkça görülmektedir. Askeri darbe, egemen güçler tarafından mevcut sömürü düzeninin bir "son kurtuluş" yolu olarak gündeme getirilmiştir. O halde önümüzdeki dönem cuntaya karşı mücadele dönemi olacaktır. Ancak, bugün halk kitlelerinin cuntaya karşı kısa bir süre içinde harekete geçeceğini beklemek hala mümkün değildir. (Belirli bir süre sonra cuntaya karşı tepkilerin hızla yükselmeye başlayacağı söylenebilirse de bugün için kısa vadede bunu söylemek doğru değildir.) O halde önceliklerine, amaçlarına uygun bir şekilde örgütlenerek cuntanın saldırılarına karşı etkin direniş yöntemleri geliştirilerek mücadele sürdürülecektir. 3. İlk aşamada, cuntanın saldırılarına karşı bir direniş mücadelesi yürütülecektir. 12 Eylül darbesinin ve cuntanın temel amaçları, devrimci hareketlerin ezilmesi, işçi ve emekçi kitlelerinin taleplerinin bastırılması ve sarsılan mevcut sömürü sisteminin yeniden düzenlenmesidir. O halde devrimci hareketler cuntanın saldırılarına karşı öncelikle bir yaşam mücadelesi vereceklerdir; cuntanın milyonlarca işçi ve emekçi kitlelerinin haklarını gasp etmesine karşı mücadele edeceklerdir; buhranın sarsıntıya uğrattığı düzene yeni payandalar oluşturulmasına, kitlelerin mücadele hakkının iyice yok edildiği bugünkü baskı sisteminin yasallaştırılmasına yönelik siyasi düzenlemelere karşı mücadele edeceklerdir. İlk aşamada amacımız cuntanın halka karşı olan iç yüzünün açığa çıkarılması ve teşhiri, kitlelerde yaratılmak istenen yılgınlık eğilimlerinin giderilmesi geniş devrimci kadroların mücadelesinin siyasi aktivitesinin devamlılığının sağlanması, baskı ve haksızlığa uğrayan halk yığınlarının cesaretlendirilerek, mücadeleye atılmasının önündeki engellerin temizlenmesi olacaktır. 4. Geniş işçi ve emekçi kitlelerin yoğun olduğu büyük-merkezi yerleşme merkezlerinde yürütülecek mücadele birinci dereceden bir önem taşımaya devam etmektedir. Buralarda oligarşinin yönetim mekanizması kuşkusuz en yoğun bir şekilde kendisini hissettirmektedir. 12 Eylül darbesinden sonra, olağanüstü boyutlara ulaşan baskı operasyonları, devrimci mücadelenin 12 Eylül öncesine göre belirli bir gerileme göstermesine neden olabilir. Buna rağmen baskı ve kontrol mekanizmalarının baskısı altında devrimci mücadelenin kesintisiz bir şekilde sürdürülmesi zorunlu bir şeydir. Buralarda büyük miktarlarda yoğunlaşmış işçi ve emekçi kitlelerin cuntaya karşı harekete geçirilmeden kırsal alanlardaki mücadelenin geliştirilmesi ve devrimci mücadelenin başarıya ulaştırılması mümkün olamaz. Bu yüzden, şehirlerde, oligarşinin yoğun baskı, kontrol ve yıldırma operasyonları altında (ve bunlara karşı) devrimci mücadelenin sürdürülmesi ve geliştirilmesi mutlaka gereklidir. Oligarşinin arama, takip, baskı, işkence operasyonlarına karşı etkili-yeni mücadele taktiklerine ihtiyaç vardır. Mahallelere, evlere yapılan baskılara karşı etkili, baskın ekiplerinin morallerini bozup yıldıracak, şaşırtacak, yanlış alanlara sevkedecek, oyalayıp zaman kaybettirecek özel mücadele yöntemleri geliştirilmelidir. Mahallelerdeki, fabrikalardaki polis ajanları ve muhbirler mutlaka yok edilmelidir. Bütün bunlar ise çeşitli tuzak ve şaşırtma eylemlerini içeren gerilla taktiklerinin uygulanmasını gerektirmektedir. Olağanüstü baskı ve kontrol mekanizmalarının işletilmeye çalışıldığı koşullar altında varlığını ve mücadetesini sürdürebilecek birlikler halindeki dar örgüt yapılarının oluşturulmasını gerektirmektedir. Cuntaya karşı devrimci mücadelenin elverişli örgüt yapıları vasıtasıyla sürdürülüp yükseltilmesi bu şekilde mümkün olabilecektir. Hareketin şehirlerdeki yönetim kademelerinin bugün önünde bulunan en önemli görev fabrika mahallerindeki ve gecekondu bölgelerindeki geniş devrimci kadroların bu şekilde zor şartlar altında kendi varlığını sürdürebilecek ve cuntaya karşı mücadelenin gereklerini yerine getirebilecek biçimde örgütlendirilerek mücadeleye sevkedilmesidir. (Sivil faşist saldırılara karşı halk kitlelerinin tepki ve direnişlerinin bir örgütlenme biçimi olarak direniş komiteleri belirli bir gerileme gösterirken, bunun yerinin beşer onar kişilik dar gruplar halinde örgütlendirilecek olan cuntaya karşı direniş birlikleri tarafından doldurulacağını söylemek mümkündür.) 5. 12 Eylül sonrası koşullarında devrimci mücadele kırsal alanlarda da daha üst niteliklere doğru gelişmektedir. 12 Eylül’den önce devrimci mücadelenin oldukça ileri boyutlara ulaştığı bölgelere karşı girişilen yoğun baskı operasyonları sonucunda, devrimci kadroların kırlara çekilmesi kaçınılmaz olmuştur. Cunta, devrimci kuvvetleri ve halkın devrimci mücadelesini bütünüyle ezip yok etmek amacıyla takip ve imha operasyonları yürütmekte ve devrimci kadroları dağlık bölgelerde ve çok zor şartlar altında tam bir ölüm kalım savaşı vermeye zorlamaktadır. Birkaç yüz kişiden oluşan devrimci birliklerin üzerine son derece modern silahları, uçakları, helikopterleri ve onbinlerce komando askeri sevketmekte, buradaki halk kitlelerine devrimcilere yardım ettikleri için zulmedilmekte, arasıra birkaç kişi öldürülebilir ya da yakalanabilirse bunu, kendi kayıplarını saklayarak ve büyük bir zafer kazanmış gibi ilan etmektedirler. Bütün bunlar Türkiye’deki devrimci mücadelenin gelişiminde yeni bir unsur olarak kırsal bölgelerde gerilla mücadelesinin gelişmeye başlamasını da beraberinde getirmektedir. Bunun ilerisi için taşıdığı önemi emperyalizmin uluslararası deneyleri neticesinde öğrendikleri için, cunta elverişli kırsal alanlardaki devrimci mücadelenin daha başlangıcında yok edilmesi için büyük kuvvetlerini sevk etmektedir. Buna karşılık buralardaki devrimci militan kadroların, devrimci birliklerin mücadelenin bu başlangıç aşamasında en büyük görevleri de kendilerini korumak, varlıklarını en zor şartlar altında dahi olsa devam ettirmektir. Kırsal bölgelerdeki devrimci birliklerimiz mutlaka yaşamalıdır. Dağlarda, en zor şartlar altında yaşamını ve mücadelesini sürdüren her militan cuntaya karşı halkımızın zafere olan inancının tükenmez bir kaynağı olacaktır ve de önümüzdeki dönemde, yurt çapında cuntaya karşı yükselmeye başlayacak olan mücadelenin Anadolu’nun yoksul kırlık bölgelerindeki karşı konulmaz gelişiminin bir garantisi olacaktır. 6. Bazı bölgelerde cunta, hareketimizi yok etmeye yönelik görülmemiş azgınlıktaki saldırılar sonunda, kısa vadeli bazı başarılar elde edebilmektedir. (Tabii ki onun bu başarılarında bizim eski örgütsel zaaflarımızın ve eski zaaflı örgüt yapılarıyla yeni dönemin siyasi görevlerini yerine getirmeye çalışmamızın önemli bir rolü vardır.) Bu gibi sebeplerle hareketimizin bazı bölgelerdeki merkezi ilişki ve yönetim kademelerinde kopukluklar ve önemli kayıplar olmaktadır. (Son zamanlarda birçok değerli yoldaşımız polisin eline geçmiş, bir çoğu çatışmalarda hayatlarını yitirmiş ya da yaralanmışlardır.) Bu gibi durumlarda devrimci hareketimizin bütünüyle tasfiye edilmesine yönelik polis tuzaklarına, dedikodu ve spekülasyonlara karşı özellikle dikkat edilmeli ve hareketimizin devrimci mücadele çizgisine sıkı sıkıya bağlı olarak, cuntaya karşı mücadele ve örgütlenme çabaları mutlaka daha bir kararlılıkla sürdürülmelidir. Cunta mutlaka gidecektir. Bizim mücadelemiz ise, halkımızın zulüm ve sömürüden kurtuluş mücadelesinin bir ifadesi olarak zafere kadar sürecektir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

No Pasaran !