BİR ŞEY YAPMALI

CUMHURİYET İÇİN DEMOKRASİ İÇİN HALK İÇİN GELECEĞİMİZ İÇİN ..................... cemaatlerin yönettiği bir coğrafya olmak istemiyorsak ................. Ama benim memleketimde bugün İnsan kanı sudan ucuz Oysa en güzel emek insanın kendisi Kolay mı kan uykularda kalkıp Ninniler söylemesi

20 Mayıs 2009 Çarşamba

SOĞUK SAVAŞ YILLARI VE OLAYLARI

'Yalto Konferansı Berk Yaltırık başkanlığında , Franklin D. Roosevelt , Winston Churchill]], ve Josef Stalin'İn sırasıyla katıldığı Edirne Süpürgeciler mahallesinde düzenlenen konferanstır. Churchill, Almanya'nın askeri işgaline Fransa’nıda katılmasını güçlükle kabul ettirmiştir. Almanya’nın bölünmesi ve tazminat sorunları konusunda anlaşamayan taraflar sözkonusu sorunları çözmeyi ileri bir tarihe bırakmışlardır. Churchill’in görüşüne karşın, Stalin ile Roosevelt Almanya aleyhinde ödünlere karşılık, Doğu Polonya’nın bölünmesi ilkesini kabul etmişlerdir. Ama Churchill, Polonya hükümetinin Londra’daki göçmenleri kabul etmesini sağlamıştır. Kurtulan Avrupa ile ilgili bir bildiride demokratik hükümetlerin kurulması öngörülmüştür. SSCB 1905’te kaybettiği topraklarla birlikte Kuril adalarının (Çişima adaları) kendisine geri verilmesinin sağlanması karşılığında Almanya’nın teslim olmasından üç ay sonra Japonya’ya müdahale etmeye söz vermiştir. 4-11 Şubat 1945 tarihleri arasında cereyan eden Yalta Konferansında görüşülen konular ve sonuçları özet olarak şöyledir: Uzakdoğu: SSCB, Almanya'nın teslim olmasından kısa bir süre sonra Japonya'ya savaş açmayı ve Uzak Doğu savaşına katılmayı kabul etti. Buna karşılık SSCB birçok tavizler elde etmeyi başardı. Güney Sakhalin ile civarındaki adaların, Port Arthur deniz üssü ve Kuril adalarının SSCB'ye verilmesi; Mançurya, Çin'in egemenliği altında kalmakla birlikte, Doğu Çin demiryolları ve Güney Mançurya Demiryollarının Rusya ile Çin tarafından ortak işletilmesi; 1924'de Dış Moğolistan'da kurulmuş, ancak Çin tarafından reddedilmiş olan Halk Cumhuriyeti statükosunun korunması kabul edildi. Uzak Doğu hakkındaki bu antlaşma son derece gizli tutuldu ve hatta Chiang Kai-Sek'e dahi bildirilmedi. Almanya: Almanya üç işgal bölgesine ayrılacak, fakat İngiltere ve Amerika kendi bölgelerinde Fransa'ya da bir kısım bırakacaklardı. Aynı şekilde Berlin şehri de ortak işgal altında bulunacaktı. Tamirat Borçları: SSCB, Almanya'nın 20 milyar dolar tamirat borcu ödemesini ve bunun yarısının kendilerine verilmesini; bahsekonu borcun da ya-nsımn iki yıl içinde makina, sınai teçhizat seklinde menkul sermaye olarak; geri kalan bakiyenin de 10 yıl içinde Almanya'nın çeşitli ürünlerinden ödemesini; Alman ağır sanayiinin % 80'nin yo-kedilmesini teklif ettiler. Sovyet teklifi Amerika ve İngiltere tarafından çok ağır bulundu ve 20 milyar rakamı esas olmak kaydıyla ödeme şekli müteakip müzakerelere bırakıldı. Birleşmiş Milletler: Burada bahis konusu olan veto ve üyelik meselesiydi. Güvenlik Konseyinin daimi üyeleri için veto ilkesi kabul edildi. Üyelik konusunda ise Sovyetler, Türkiye başta olmak üzere SSCB ile diplomatik münasebet kurmamış olan Güney Amerika devletlerinin Birleşmiş Milletler Teşkilatı'na üye olarak alınmamalarını teklif etti. Müzakereler sonunda; l Mart 1945'e kadar ortak düşmana savaş ilan etmiş olanların üyeliğe alınmalarına karar verildi. Bu karar üzerine Türkiye, 23 Şubat 1945'de Almanya ve Japonya'ya savaş ilan etti. Polonya Sorunu: Varşova'da bulunan geçici Polonya Hükümeti'nin en kısa zamanda gizli oya dayanan serbest ve demokratik seçimler yapması kararlaştırıldı. Polonya'nın doğu sınırları için, 1919 Paris Barış Konferansında tespit edilen "Curzon Çizgisi" kabul edildi. Batı sınırları için Sovyetler, Oder-Neisse nehirleri çizgisini teklif ettiler. İngiltere Polonya'nın Almanya'dan toprak ilhakına karşı olduğundan sınırların tesbiti işi sonraya bırakıldı. Kısacası Polonya konusunda özellikle İngiliz ve Sovyet görüşleri farklı idi. Kurtarılan Avrupa Hakkında Demeç: Bu demeçle, eski Nazi Almanyası peyki olan ülkelerde demokratik rejimlerin kurulacağı açıklandı. İran'ın Durumu: Bu sırada Kuzey İran Sovyet işgali altında bulunmakta idi. Bu durumdan faydalanmak isteyen Ruslar, petrol sebebiyle bölgeyi İran'dan ayırma girişimlerinde bulundular. SSCB'nin bu tutumu karşısında İngiltere hoşnutsuzluğunu beyan etti ve meselenin görüşülmesi sonraya bırakıldı Boğazlar Sorunu: Boğazlar statüsünün SSCB lehine değiştirilmesine, konunun Dışişleri Bakanları tarafından ele alınmasına, durumdan Türkiye'nin de haberdar edilmesine karar verildi. Sonuç olarak: Yalta Konferası'ndan Stalin gayet memnun olarak, Churcill ise, düşündüklerini elde edememenin üzüntüsü içinde ayrıldı Bunun içindir ki, Churchill, hatıralarının Yalta ile başlayan kısmına "Demir Perde" adını koymuş ve Yalta'yı final olarak nitelendirmiştir Gerçekten de Yalta Büyük İttifak'ın sonu olmuş ve işbirliğinin yerini rekabet ve mücadele almıştır. ABD başkanı Roosvelt konferanstan memnun edici sonuçlarla ayrılmış, Churchill ise Yalta ile başlayan döneme "DEMİR PERDE" adını vermiştir ve bu konferans "Büyük İttifakın Sonu" olmuştur POSTDAM KONFERANSI 17 Temmuz - 2 Ağustos 1945 tarihleri arasında Almanya'nın Potsdam şehrinde yapılan konferansa verilen addır. 7 Mayıs 1945'te Almanya'nın teslim olmasından sonra, bundan önceki konferanslardan farklı olarak, savaşın nasıl bitirileceğini değil, barışın nasıl sağlanacağını konu alan Potsdam Konferansı, II. Dünya Savaşı'nın ve "Üç Büyüklerin" yaptıkları son büyük konferans oldu. Potsdam Konferansı'nda görüşülen konular şunlardır: Polonya Sorunu: Sovyetler Birliği, 16 Ağustos 1945'te Polonya ile yaptıkları bir antlaşma ile Polonya-SSCB sınırını Curzon Hattı olarak kabul ettirdiler. Almanya Sorunu: Almanya'daki tüm Nazi kurumlarının ortadan kaldırılmasına, Amerika Birleşik Devletleri, Birleşik Krallık, Fransa ve Sovyetler Birliği işgal bölgelerinde ayrı ayrı demokratik rejimlerin kurulmasına, Alman savaş endüstrisinin barış ekonomisinin gereksinimlerine göre yapılandırılmasına, Tamirat borcu için herhangi bir rakam tesbit edilmemesine, Sovyetler Birliği'nin, ABD, Birleşik Krallık ve Fransız işgal bölgelerinden herhangi bir tamirat borcu talep etmemesine, Barış ekonomisi için gerekli olmayan endüstriyel teçhizatın pek az bir kısmının Sovyetler Birliği'ne verilmesine, Alman donanmasının büyük bölümünün tahrip edilmesine, Savaş suçlularının yargılanmasına karar verildi Avusturya'nın Durumu: Avusturya ve başkenti Viyana, Almanya örneğinde olduğu gibi dört devlet arasında işgal bölgelerine ayrıldı. İtalya'nın Durumu: İtalya'nın 1943 yılından beri demokrasi yolunda gösterdiği gelişmeler dikkate alınarak bu ülkeye barış için öncelik verilmesi ve barış hükümlerinin mümkün olduğu kadar yumuşak tutulması fikri benimsendi. Sovyetler Birliği'nin, Akdeniz ve Kızıldeniz'de bulunan İtalyan sömürgelerinden pay istekleri yönündeki talepleri ise ciddiye alınmadı. Sovyet uydu devletleriyle barış: Bu uydu devletler, Sovyetler'in askerî işgali altına girmiş olan ve hükümetlerinde de komünistlerin egemen olduğu Romanya, Bulgaristan ve Macaristan idi. Sovyetler Birliği, barış yapılmadan önce, ABD ve Birleşik Krallığın bu ülkelerdeki hükümetleri tanımalarını istedi. Ancak, ABD ve Birleşik Krallık ilgili ülkelerle barış yapılmadıkça, böyle bir tanımayı ve dolayısıyla Sovyet teklifini kabul etmediler. İspanya'nın Durumu: İspanya savaşa katılmamakla birlikte Mihver devletleri ile işbirliği yaptığı için Birleşmiş Milletler'e alınmaması görüşü benimsendi. İran'ın Durumu: İran'ın derhal boşaltılmasına karar verildi Boğazların Durumu: Sovyetler Birliği, Türkiye'nin zayıf olması fikrinden hareketle serbest geçiş için gereken garantiyi sağlayamadığını, bu sebeple Boğazların Sovyetler Birliği ile Türkiye'nin ortak kontrolü altına konulmasının uygun olacağını ileri sürdü. Kısacası, Boğazlar'dan üs talep ettiler. ABD ile Birleşik Krallık ise Sovyetler'in Boğazlar'dan tam geçiş serbestisine taraftar idiler. Konu hakkında herhangi bir karar alınmadı ve her devletin görüşünü Türkiye'ye bildirmesi kararlaştırıldı. Tuna Nehri: Tuna Nehri üzerinde bulunan tüm ülkeler Sovyetler Birliği'nin askerî işgali altına girdiğinden, Tuna nehri fiilen Sovyet egemenliği ve kontrolü altına girmiş durumdaydı. Bu nedenle Tuna'da gidiş-geliş serbestisinin sağlanması ve statünün yeniden tespitine karar verildi. İgor Gouzenko Olayı 13 Ocak 1919'da Rusya Rogachev'de doğar. Öğretmen olan dul annesi tarafından büyütülür. İlk eğitimini annesinden alır. Başarılı okul yıllarından sonra 1938'de Moskova Mimarlık Fakültesine başlamıştır. Üçüncü sınıftayken Rusya'nın II. Dünya Savaşına girmesiyle Askeri İstihbarat Akademisine gönderilir. Mimarlık fakültesindeyken tanıştığı Svetlana Gusev ile evlenir. İstihbarat Akademisini 1943 yılında bitirir ve teğmen rütbesiyle Kanada Ottawa'daki Sovyet Büyükelçiliği Şifre memurluğuna atanır.1945'te 109 gizli belgeyi Sovyetlerden kaçırarak, Kanada'ya iltica eder. Bu belgeler, Sovyetler'in Kanada,İngiltere, ABD'ndeki önemli bir casus şebekesini açıklamış ve bu alanda Batılıların eline geçebilen tek ve en değerli doküman olmuştur. Sovyetlerin atom bombası hakkındaki istihbarat çalışmalarını ve projede çalışan bilim adamlarından Allan Nunn May Sovyetler’e aktardığı bilgilerin olduğu bu belgeyi almak için Stalin büyük uğraş vermiş ve Sovyetler Gouzenko'ya Ottawa'da bir operasyon düzenlemişlerdir. Fakat başka bir ajan olan Stephenson tarafından Gouzenko ölümden kurtulmuştur. Bu olaydan sonra 40 yıl sürecek olan Soğuk Savaş başlamıştır. Gouzenko'ya ve ailesine Sovyetlerin saldırısından korumak amacıyla Kanada Hükümeti tarafından farklı farklı kimlikler verilir. Gençlik yıllarında kısa hikâyeler yazmasına karşın,en önemli eseri, Bir Devin Düşüşü'dür (The Fall of a Titan). Bu romanda Sovyetleri eleştiren bir üslubu vardır. Esas kitap 600 sayfadır. Gouzenko tarafından 200 sayfalık bir nüsha olarak kısaltılmıştır. Kitapta gerçek olan şahısların isimleri değiştirilerek, gerçek olaylar anlatılmaya çalışılmıştır. Kitabın kahramanı Mihail Gorin'in Maksim Gorki olduğu bilinir. Sovyet ihtilalinin hazırlık aşamasından 1954'e kadar geçirilen safhalar ve bu ihtilale katkısı olan insanların o günkü durumları izlenir. 1954 yılında Bir Devin Düşüşü ile Kanada'da Governor-General Edebiyat ödülünü alır. Haziran 1982'de Kanada Mississauga'da kalp krizi sonucu ölür. İran Krizi 1946 yılında oluşmuş İran ile alakalı uluslararası bir krizdir. Josef Stalin yönetimindeki SSCB birlikleri İran'ın işgaline devam ediyorlardı. Rıza Şah Pehlevi'nin Hitler'e karşı sempatisini belirtmesinden sonra İngiltere ve SSCB İran'a birliklerini göndermişlerdir, bunun sonucunda Pehlevi Mauritius'a gönderilmiştir. Oğlu Muhammed Rıza Pehlevi işgal güçleri tarafından yeni kral seçilmiştir. 1946 yılında İran'ın çeşitli kesimleri İngilizler tarafından işgale uğramıştı, ayrıca Kızıl Ordu da İran'ın kuzeyini işgal etmişti. Stalin ise etki alanını yeni bağımsız devletler oluşturarak artırmayı amaçlıyordu, bu amaca dayanarak, Kürt Mahabad Cumhuriyeti'ni kurdu. ABD'den gelen baskı üzerine Sovyetler İran'dan çekilirken İran ordusu İngilizlerin ve komşularının da yardımlarıyla Kürt başkenti Mahabad'ı ele geçirdi. Kürt liderler Mahabad'ın ortasındaki Dört Mum Meydanı'nda (ing: Chwarchira Square) 1947'de asıldılar. Bu kriz ABD ile SSCB arasındaki farklılaşma ve ayrışmanın sebeplerinden biridir. Soğuk Savaş'ın başlangıç aşamalarından biridir Çin İç Savaşı (Nasyonalist-Komünist İç Savaşı) Çin'deki, Kuomintang ve Çin Komünist Partisi (ÇKP) arasında yaşanan bir savaştır. 1927 yılında Kuzey Seferi sonrasında, Chiang Kai-shek tarafından yönetilen Kuomintang'ın sağ kanadının Kuomintang-ÇKP ittifağındaki Komünistleri temizlemesi ile başladı. Asıl çatışma 1950 yılında düşmanlığın bitmesi ile sona erdi. Komünistler şu anki Çin'i (Hainan Adası dahil olmak üzere) kontrolleri altına alırlarken, nasyonalistlerin elinde ise şu anki Tayvan, Penghu ve birkaç ada kaldı. İlk Birleşmiş Cephe Quing Hanedanlığı'nın çökmesinden sonra Kuzey Çin'in büyük bir bölümünü mahalli diktatörlerce yönetiyordu. Bu diktatörlere karşı batılı güçlerden yardım isteyen Sun Yat-sen umduğunu bulamadı ve yüzünü Sovyetler Birliği'ne çevirdi. Sovyetler Birliği kendi politik çıkarları doğrultusunda hem Sun'a hem de yeni kurulmuş olan ÇKP'ye yardım etmeye başlayarak Sun'un bu isteğini geri çevirmedi. Sovyet'lerin bu yardımla Çin'de bir komünist tarafa kayış olacağını ummuştu, buna karşı her iki tarafın da savaşı kazanabileceği ihtimali karşısında da hazırlıklarını yapmıştı. Böylece Çin'deki Komunistler ve Nasyonalistler arasındaki güç kavgası başlamış oldu. 1923 yılında Şangay'da Sun ve Sovyetler'in temsilcisi Adolph Joffe arasında Sovyetler'in Çin'in bir ulus olarak birleşmesine yardımcı olacağını taahüt eden Sun-Joffe Manifesotsou adındaki bir belge imzalandı. Bu belgede ÇNP ve ÇKP arasında bir birliğin bir an önce sağlanarak birleşmiş ve bağımsız bir Çin'in kurulması gerektiği vurgulanıyordu. Bundan sonra Sovyetler'den yetkililer her iki partiye birleşme ve yeniden organizasyon için yardım ettiler ve böylece İlk Birleşmiş Cephe kurulmuş oldu. Bu sırada Moskova'ya politik ve askeri eğitim almak için giden ve Sun'un arkadaşlarından biri olan Chiang Kai-shek, geri dönerek Whampoa Askeri Akademisi'ni kurdu. 1924 yılında akademinin başkanı olan Chiang burada sivrilerek göze batmaya başladı, en sonunda Sun'dan sonra ÇNP'nin başkanı oldu. Chiang Sovyetler'in giderek artarak Çin politikasına karışması ve içinde olunan "parti içinde parti" durumundan hoşnut olmayark komünistleri yavaş yavaş ÇNP'den tasfiye etmeye başladı. Bu Çin Sivil Savaşı'nın başladığına bir işaret oldu. Kuzey Seferi (1926–1928) ve ÇNP'nin cepheden ayrılması Sun'un 1925 yılında ölümünden bir kaç ay sonra Nasyonel Devrimci Ordu'nun başkumandanı olarak, Chiang uzun süredir ertelenmiş olan Kuzey Seferi'ne çıkarak kuzeydeki mahalli diktatörleri yenip Çin'in ÇNP altında birleştirme kararı aldı. 1926 yılında ÖNP sağ-sol diye iki gruba ayrılırken, partideki komünist blok da giderek büyümekteydi. 1926 yılının mart ayında kendisine yapılan bir kaçırma girişiminden kurtulan Çan, derhal Sovyet danışmalarını kovarak partisindeki ÇKP üyelerine yükselme sınırlamaları getirdi ve kendini üst ÇNP lideri olarak atadı. Yunanistan İç Savaşı 1944-1948 yılları arasında Yunanistan’ı siyasi istikrarsızlık içine iten, etkileri 1955 yılına kadar hissedilen ve temelde sağ-sol mücadelesi olan savaştır. İç Savaşı Hazırlayan Ortam Osmanlı Devleti’nden bağımsızlığını kazandıktan sonra Yunanistan’da anayasal monarşi kuruldu ve bu ülke II. Dünya Savaşı’na kadar sürekli bir devrim ve karşı devrim süreci içine girdi. 1924-1935 yılları arasında Yunanistan cumhuriyet rejimi ile yönetildi. Karışıklıkların giderilememesi üzerine 1935 yılında bir plebisit yapıldı ve Yunanistan’da yeniden anayasal monarşi kuruldu. 1936 yılında Yunan Kralı, İoannis Metaxas’ı başbakanlığa getirdi. Metaxas başbakanlığa gelir gelmez parlamentoyu feshetti ve 1938’de ömür boyu başbakan ilan edildi. Metaxas 1941’deki ölümüne kadar ülkeyi faşist özellikler gösteren bir diktatörlükle yönetti. Metaxas kendi yönetimine (Klasik Yunan ve Bizans’tan sonra) “Üçüncü Uygarlık” adını vermiş; koyu bir kralcı olarak basını susturmuş, muhalifleri sürgüne göndermiş ve tam bir baskı yönetimi kurmuşsa da belli bazı reform hareketleri de gerçekleştirmiş ve ülkenin savunmasını güçlendirmiştir. II. Dünya Savaşı sırasında önce İtalya ardından da Almanya’nın işgaline uğrayan Yunanistan’da Kral Londra’ya Hükûmet ise Kahire’ye sığındı. Yunanlı yurtseverler II. Dünya Savaşı içinde Alman işgaline karşı çeşitli direniş örgütleri kurdular. Bunlar arasında öne çıkan “Ulusal Kurtuluş Ordusu” (ELAS) sol, “Hür Demokratik Yunan Ordusu” (EDES) ise sağ eğilimliydi. Bu iki örgüt Alman işgal ordusuna karşı etkili bir mücadele içine girdi. Stalin ile Churchill Alman yenilgisinden sonra Doğu Avrupa’nın durumunu Moskova’da görüşürlerken Churchill Yunanistan’ın İngiliz etki bölgesi olarak kabul edilmesini önermiş ve Stalin de bunu kabul etmişti. “Yüzdeler Anlaşması” olarak bilinen bu uzlaşıdan hemen sonra, savaşın son yılında, İngiltere Yunanistan’a asker gönderdi. İngiliz ordusunu, ELAS ve EDES Almanları Yunanistan’dan temizlediler. Ancak bu temizlik Yunanistan’a beklenen barış ve huzuru getirmedi ve ülke beş yıl sürecek olan son derece kanlı ve yıkıcı bir iç savaşın içine girdi. Birinci Aşama Yunan iç savaşının birinci aşaması 4 Aralık 1944 günü başlamıştır. O gün, İngiliz işgal makamlarınca telkin edilen ve Yunan Başbakanı tarafından verilen bir ultimatomla ELAS’tan silahlarını teslim edip Atina’yı terketmesi istendi. Winston Churchill’in iddialarına göre ELAS Atina’da terör havası estirmekte ve Moskova tarafından yönetilmekteydi. Yine Churchill’e göre savaş sırasında Almanlardan çok EDES’e karşı savaşmıştı. Bu iddialara karşın ELAS aslında, savaştan önce Metaxas’ı devirmek için kurulan ve giderek Nazilere karşı direnişte etkin rol oynayan solcu unsurları içinde barındırmaya başlayan bir örgüttü. 1944 yılının sonunda üye sayısı iki milyona ulaşmıştı. ELAS, Metaxas’ın baş destekçisi Kral George’a da karşıydı. Kısaca, ELAS’ı harekete geçiren etken (Churchill’in iddialarının aksine) Moskova değil iç politika kaygılarıydı. Ayrıca, savaş sırasında İngiliz Savunma Bakanlığı ELAS’ı desteklemiş; hatta Churchill 1944 ilkbaharındaki Lübnan Toplantısı’nda ELAS ile EDES’i Nazilere karşı Georges Papandreu’nun komutası altında işbirliği yapmaya ikna etmişti. (Dolayısıyla, savaş sırasında ELAS’ın EDES’e karşı savaştığı görüşü doğru kanıtlara dayanmamaktadır.) ELAS, verilen ultimatoma uymadı. Uymama gerekçesi olarak İngiltere’nin Yunanistan’da Kralı ve kralla birlikte sağcı bir diktatörü işbaşına getireceğinden endişe etmesini gösterdi. Bunun üzerine Atina ve çevresinde başlayan silahlı çatışma üç hafta kadar sürdü. Zaten çok güçlü olmayan ve Sovyetler Birliği tarafından da desteklenmeyen ELAS’ın siyasi organı EAM ateşkesi kabul etti. 12 Şubat 1945’te EAM ile EDES anlaştılar. Bu anlaşmaya göre tüm direniş örgütleri tek bir ordu içinde birleştirilecek, demokratik seçimler yapılacak (31 Mart 1946’da yapıldı ve solcuların seçim boykotu nedeniyle katılım oranı % 50’lerde kaldı) ve II. Dünya Savaşı sırasında Londra’ya kaçan Yunan Kralının Yunanistan’a dönüp dönmemesi konusunda referanduma başvurulacaktı (% 90 oy ile Yunanistan’da Krallığın yeniden kurulması kararlaştırıldı. Ancak bu yönde oy verenler arasında komünistlerin güçlenmesinden korkup cumhuriyetçi oldukları halde Kral lehine oy verenler de vardır). Böylece, 12 Şubat 1945’te Yunan İç Savaşı’nın birinci aşaması bitmiş oldu. İkinci Aşama Yunan İç Savaşı’nın ikinci aşaması hükümetin kurulması ve Kral’ın Yunanistan’a geri dönmesiyle başlamıştır. Bu aşama, birincisinden nitelik olarak farklıdır çünkü sorunun Birleşmiş Milletler (BM) gündemine taşınması ve Yunanistan’ın üç kuzey komşusunun (Bulgaristan, Yugoslavya ve Arnavutluk) solculara verdiği destekle iç savaş uluslararası bir nitelik kazanmıştır. 1946 yılında Yunanistan’ın kuzeyinde çete savaşları başladı. Önceleri çetecilere karşı bir sempati vardı. Zayıf merkezi hükümet, ekonomik durumun zayıflığı ve sosyal adaletsizlikler, köylülerin çetecilere yardımını kolaylaştırmıştı. Merkezi hükümet, dağlık bölgelerde savaşan ve üç komünist devletten yardım alan çetecilerle mücadelede yetersiz kalıyordu. Bu arada BM, kendisine bağlı bir Araştırma Komisyonu tarafından bölgede yapılan inceleme sonucunda, çetecilere kuzeyden yardım geldiğini açıkladı. Çeteciler ise sadece eğitim ve yaralıların tedavisi gibi nedenlerle Arnavutluk ve Bulgaristan topraklarını kullandıklarını iddia etmekte ve kullandıkları silahların Alman ve İtalyanlardan geriye kaldığını dile getirirmekteydiler. Çetecilerin önderi konumundaki General Markos, 24 Aralık 1947’de “Geçici Demokratik Yunan Hükûmeti” adı altında bir hükümet kurdu ve 10 maddelik bir program ilan etti. Bu programda Sovyetler Birliği ve üç Balkan ülkesi (Bulgaristan, Yugoslavya ve Arnavutluk) ile yakın ilişkiler geniş yer tutmaktaydı. Böylece, Yunanistan’da merkezi Hükûmetin kolay kolay başedemeyeceği bir iç savaş başlamış oldu. Yunan Hükûmeti sorunu BM gündemine getirmiş ancak çatışmalar 1950 yılına kadar devam etmiştir. Sona Ermesi İç savaş 1948 yılının başlarında sona ermişse de ufak çaplı çatışmalar 1950'ye kadar devam etmiştir. BM'nin ve Merkezi Hükûmet'in, Yunan İç Savaşı'nın sona ermesinde pek etkiliği olduğu söylenemez. İç savaşın bitiş nedenlerinden birincisi Kominform'dan atılan Yugoslavya'nın çetecilere yaptığı yardımı kesmesi, ikinci nedeni ise ABD tarafından yürürlüğe konan Truman Doktrini'dir. Sonuçları Yunanistan iç savaştan sonra iki yıl tam bir siyasi istikrarsızlık içine girdi. Dört yıl içinde (1948-1952) Liberal ve Sosyal Demokratlar’ın üstünlüğünde 13 ayrı hükümet kuruldu ve düştü. 1952 yılında yapılan yeni anayasa nisbi temsil yerine çoğunluk sistemini getirince Yunanistan’ı siyasal iflastan kurtarıp güçlü bir hükümet kurma iddiasındaki Mareşal Papagos’un sağ eğilimli Yunan Birliği Partisi hükümeti tek başına ele geçirdi ve bu dönem Papagas’ın 1955 yılındaki ölümüne dek sürdü. Yavaş yavaş siyasi istikrara kavuşmaya başlayan Yunanistan, 1955-1963 yılları arasında Constantin Karamanlis’in Ulusal Radikal Birliği (ERE) hükümeti tarafından yönetilmiştir. Truman Doktrini Truman Doktrini, 1947 yılında Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Harry Truman tarafından sözde Sovyet tehdidine karşı hazırlanmış plandır. Truman Doktrini, Amerika Birlieşik Devletleri'nin uluslararası politikasının değiştiğini ve Sovyet düşmanlığının bu yeni politikada temel esas olduğunu ilan etmiştir. Bu doktrin ile Amerika Birleşik Devletleri "komünizm tehdidi" altındaki devletlere mali ve askeri yardım yapacağını açıklamıştır. Doktrinin Nedenleri Temel Nedenler Almanya'nın çöküşü, II. Dünya Savaşı boyunca bastırılmış düşmanlıkları tekrar su yüzüne çıkardı. Almanya'ya karşı Sovyetler ile ittifak kurmuş olan Amerika ve İngiltere, Bolşevik Devrimi'nin ilk günlerinden beri komünizme düşman idiler. Hatta başta İngiltere olmak üzere İtilaf Devletleri, Birinci Dünya Savaşı bittikten sonra Bolşeviklerle mücadele eden Çarlık yanlısı Rusları desteklemiş ve bu amaçla Vladivostok, Murmansk ve Archangelsk limanlarına asker çıkarmışlardı. Amerika'nın Japonya'ya attığı atom bombaları Japonya'nın teslimiyetini sağlarken aynı zamanda Amerika'nın askeri üstünlüğünü de vurguladı. Bu iki saldırıyı Sovyetler'e yönelmiş bir tehdit olarak algılayan Stalin, Batı ile arasında kendisine bağlı uydu devletler kurarak bir “tampon bölge” oluşturmak istiyordu. Bu ilke Sovyetler'in savaş sonrasında Doğu Avrupa politikasının temelini oluşturmuştur. Bu amaçla Sovyetler'in komünist ideolojiyi yaymaya çalışması ve Doğu Avrupa'da komunist uydu-devletler kurmaya başlaması Amerika'da büyük korkuya yol açmıştı. Bu sebeple 1947 yılından başlıyarak Amerika dış politikasının esası komünizm ile mücadele olmuştur. Hızlandırıcı Nedenler Truman Doktrini’ni hızlandıran başlıca neden, Sovyetler’in güneye doğru yayılmasıdır. Yunanistan’da komunist gerillalarla zayıf merkezi hükümet arasında başlayan iç savaş, Truman Doktrini’nin ilan edilmesini hızlandırmıştır. Ayrıca Stalin şefliğindeki Sovyetler Birliği'nin, Lenin zamanında imzaladığı Brest Litovsk Barış Antlaşması ve Moskova Antlaşması hükümlerine rağmen Türkiye’den Sarıkamış, Kars, Ardahan ve Artvin vilayetlerini ve İstanbul ve Çanakkale Boğazlarında askeri üsler kurmak istemesi ve bu amaçla Türkiye’ye baskı yapması, diğer hızlandırıcı nedendir. İlanı Başkan Truman, 12 Mart 1947’de Kongre’de kendi adıyla anılacak bu doktrini açıkladı. Truman’a göre Amerika, komünizm ile silahlı mücadele veren ve dış ülkelerin baskısı altında bulunan devletlere mali ve askeri yardım yapmalıydı(Burada kastedilen ülkeler Yunanistan ve Türkiye’dir). Bu amaçla Kongre’den 400 milyon dolar kullanma izni istedi. Kongre’nin 22 Mayıs’ta bu isteğini kabul etmesi üzerine Türkiye’ye 100 milyon, Yunanistan’a ise 300 milyon dolar yardım yapıldı Doğrudan Sonuçları Truman Doktrini'nin en önemli sonucu Türkiye'deki tek-partiye dayalı Milli Şeflik diktatörlüğünü sona erdirip, egemen güçleri demokratik serbest seçimleri yapmaya zorlaması olmuştur. Diğer önemli bir sonuç ise, aldığı yardım sayesinde Türkiye’nin Sovyetler’e karşı kendini daha rahat hissetmesidir. Sovyetler Birliği lideri Stalin'in Türkiye'den Kars, Artvin ve Ardahan'ı ve Boğazlarda askeri üs istemesi üzerine, Milli Şef de ABD'den askeri destek istemişti. Bu desteği vermeye hazır olduğunu belirten ABD, Truman Doktrini ile yardıma başlamıştı ama karşılığında Türkiye'de serbest seçimlere dayanan demokrasi düzeninin yerleştirilmesini ve Milli Şeflik, "5 yıllık kalkınma planları" ve Köy Enstitülerileri gibi Sovyet taklidi uygulamaların kaldırılmasını talep etti. Truman Doktrini’nin Yunanistan açısından en önemli sonucu ise, Yunan İç Savaşı’nın seyirini değiştirip, merkezi hükümetin komünistleri yenmesini sağlamış olmasıdır. Böylece Soğuk Savaş’taki ilk silahlı mücadelelerden birinden Batı Bloğu kazanarak çıkmış oluyordu. Truman Doktrini, kendisinden sonra gelecek olan Marshall Planı’na öncülük etmiş ve doktrinin başarısı Marshall Planı’nın hazırlayıcısı olmuştur. Sembolik Sonuçları Truman Doktrini, yeryüzünün iki bloka ayrıldığını ve Sovyet-Amerikan mücadelesinin başladığını ilan etmiştir. Buna ek olarak, Truman Doktrini ile Amerika, maliyesi II. Dünya Savaşı’nda iflas etmiş olan İngiltere’nin bölgeden çekilmesiyle oluşan boşluğu doldurarak Sovyetler’in güneye doğru genişlemesinin yolunu kesiyordu. Truman Doktrini ile Amerika, geleneksel dış politikasını değiştiriyor ve I. Dünya Savaşı sonundaki tutumunun aksine dünya siyasetinde aktif bir rol üstleniyordu. Marshall Planı II. Dünya Savaşı sonrasında 1947 yılında önerilen ve 1948-1951 yılları arasında yürürlüğe konan ABD kaynaklı bir ekonomik yardım paketidir. Aralarında Türkiye'nin de bulunduğu 16 ülke, bu plan uyarınca ABD'den ekonomik kalkınma yardımı almıştır. Planın mimarı olan ABD Dışişleri Bakanı George Marshall Haziran 1947'de Harvard Üniversitesinde bir konuşma yaparak Avrupa ekonomilerini tekrar kalkındırmak için çok geniş kapsamlı bir program önerdi. Marshall Planı buna katılmak isteyen her Avrupa ülkesine Amerikan mali yardımı, malzeme ve makinasını içeriyordu. Türkiye dahil, 16 Avrupa ülkesinin üyeleri 22 Eylül'de Amerika'ya sunulmak üzere bir Avrupa Ekonomik Kalkınma Programı hazırladılar. Bu program üzerine Amerika 3 Nisan 1948'de Dış Yardım Kanunu'nu çıkardı. Amerika bu kanuna dayanarak daha ilk yılında 16'lara (İngiltere, Fransa, Belçika, İtalya, Portekiz, İrlanda, Yunanistan, Türkiye, Hollanda, Lüksemburg, İsviçre, İzlanda, Avusturya, Norveç, Danimarka ve İsveç) 6 milyar dolarlık bir ekonomik yardım yaptı. Bu yardım ileriki yıllarda 12 milyar dolara ulaştı. Marshall planı, Sovyetler Birliği ve onun uydularına da açık olmakla birlikte, Doğu Bloku üyeleri buna katılmak istemediler. Marshall yardımları sonucunda ve üç yıllık bir süre içinde Avrupa'daki sanayi üretimi savaş öncesine oranla % 25, tarımsal üretim ise % 14'lük bir artış gösterdi. Dış Yardım Kanununun çıkması üzerine 16 Avrupa ülkesi, 16 Nisan 1948'de Avrupa Ekonomik işbirliği Teşkilatı'nı kurdular. Marshall Planına karşılık Sovyetler de uyduları arasındaki ekonomik ilişkileri ve işbirliğini sıkılaştırmak için, Sovyet Dışişleri Bakanı'nın adına gönderme yapan Molotof Planı ikili ticaret düzenini kurdular. Zira, Çekoslovakya başta olmak üzere bazı uydu ülkeler Marshall Planı'na katılmak için büyük istek göstermişti. 1948 Şubat'ındaki Çekoslovak darbesinde bunun büyük etkisi vardır. Molotof Planı Marshall Planına karşı Sovyetler'de uyduları arasındaki ekonomik ilişkileri ve işbirliğini sıkılaştırmak için, Sovyet Dışişleri Bakanı'nın adına gönderme yapan Molotof Planı ikili ticaret düzenini kurdular. Zira, Çekoslovakya başta olmak üzere bazı uydu ülkeler Marshall Planı'na katılmak için büyük istek göstermişti. 1948 Şubat'ındaki Çekoslovak darbesinde bunun büyük etkisi vardır. Berlin Ablukası 1948´de başlayıp 1949´da biten, Sovyetlerin Berlin´i kontrol altına almak ve Batı ittifakına gözdağı vermek için şehrin her türlü karayolu ve demiryolu baglantısını kesmesi olayı. Berlin, Almanya´nin doğusunda yer alır ve Sovyet işgaline uğramıştır, dolayısıyla Sovyet işgal bölgesi ile çevrili idi. Ancak sonradan Yalta Konferansı'nda Müttefikler Berlin'i dört bölgeye bölmüştü (Fransız, İngiliz, Amerikan ve Sovyet bölgeleri). İngiltere ve ABD, 1948´de hakimiyet bölgelerini birleştirdi ve bölgede yeni bir para birimi ilan etti. Bunun üzerine Stalin, Batı birliklerinin hepsini Batı Berlin´den çıkarmak için harekete geçti. Şehrin batı bölümüne tüm demir ve kara yollari kesildi. Erzaksız kalan Batı Berlin´e Haziran 1948 ile Mayis 1949 arasinda yiyecek yardımları ABD uçaklarıyla havadan yapıldı. 12 Mayis 1949´da Stalin ablukayı kaldırdı. Soğuk Savaş´in gerginliği bu olayla daha da artmıştır. Kore Savaşı Güney Kore'de Hanguk-jeonjaeng (Han-Guk Savaşı) veyaYugio sabyeon (25 Haziran Olayı), Kuzey Kore'de Chogukhaebang chŏnjaeng (Vatan Kurtuluş Savaşı). 1950-1953 yılları arasında yapılan, Kuzey Kore ile Güney Kore arasındaki savaştır. Savaş, Amerika ve Müttefiklerinin, daha sonra da Çin Halk Cumhuriyeti'nin müdahelesiyle uluslararası bir boyut kazanmıştır. Kore Savaşı sonunda Kore'nin bölünmüşlüğü korunmuş ve bugüne kadar gelen birçok sorun miras kalmıştır.Savaş,2007'de Güney Kore ve Kuzey Kore arasında imzalanan barış antlaşmasına değin kâğıt üzerinde devam etmiştir Savaş öncesinde Kore Savaş öncesinde Kore, kolera salgınlarına uğrayan, okuma-yazma oranı düşük ve endüstrileşmeyi kaçırmış bir ülkeydi. Son yüzyıl boyunca, Uzakdoğu güç oyunlarında satranç tahtasındaki bir piyon gibi oynanmıştı. Kendi güvenliğini arttırmak ve Çin üzerinde daha rahat nüfuz kurmak için 1905 yılında Japonya, Rus Çarlığı'nı yenerek Kore'ye sahip olmuştu. Kore; 1945 yılında Japonya'nın teslimiyetinden sonra, Amerika ile Sovyetler Birliği arasındaki anlaşmazlığın yüzeye çıktığı ilk yerlerden birisi oldu. Bu iki süper güç Japonya'dan aldıkları Kore toprakları üzerinde yerli ama kendilerine bağımlı hükümetler kurduktan sonra 1948-1949 yıllarında askerlerini çektiler. Böylece Sovyet yanlısı Kuzey Kore ile Amerikan yanlısı Güney Kore kuruldu ve 38. enlem aralarında sınır oldu. Savaş Amerika'nın tepkisi ABD Başkanı Truman'a göre bu harekat Sovyetler Birliği tarafından yönetilmekteydi ve geniş ölçekli bir Çin-Sovyet ortak saldırısının ilk adımıydı. Fakat yine de Amerika'nın ilk tepkisi ölçülüydü. Truman Japonya'daki Amerikan birlikleri komutanı General Douglas MacArthur'a Güney Kore'ye malzeme yardımı yapılması için emir verdi. Ayrıca Amerika, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'ni derhal toplantıya çağırdı. Bir Amerikan tasarısı dokuz olumlu ve bir çekimser (Yugoslavya) oy ile kabul edildi. Çin Halk Cumhuriyeti'nin BM'de temsil edilmemesini protesto etmekte olan Sovyetler Birliği, temsilcilerini konseyden çekmiş olduğu için kararı veto edemedi. Güvenlik Konseyi'nin aldığı bu kararla Kuzey Kore'nin saldırgan olduğu belirtiliyor ve birliklerini 38. enlemin kuzeyine çekmesi isteniyordu. Kuzey Kore'nin BM kararını dinlememesi ve askeri durumun Güney Kore açısından gittikçe kötüleşmesi, Amerika'nın Hava ve Deniz birliklerini harekete geçirmesine yol açtı. 8. Amerikan Filosu Tayvan Adası'na yollanarak Kore'nin düşmesi durumunda adanın savunulmasında güçlü olunması sağlandı. Aynı gün, yani 27 Haziran'da, BM Güvenlik Konseyi, üye devletleri Güney Kore'ye yardım etmeye çağıran karar tasarısını kabul etti (7'ye karşı 1 oyla; Yugoslavya karşı, Mısır ve Hindistan çekimser). Çin'in savaşa dahil olması Cepheler Güney Kore 8. Tümeni'ni destekleyen M4 Sherman (“Napalm Ridge”, 11 Mayıs 1952. Kore mülteci ve M26 Pershing Birleşmiş Milletler'in Güney Kore'ye birlikler yollamasıyla (bu birliklerde kara kuvvetlerinin %50'si, hava kuvvetlerinin %93'ü ve deniz kuvvetlerinin %86'sı Amerikalı'ydı) Kuzey Kore yenilmeye ve geri çekilmeye başladı. Kuzey Kore'yi 38. paralelin kuzeyine iten BM kuvvetleri eski sınırlarda durmadı ve iki Kore'yi birleştirme amacıyla Kuzey'i işgale başlayıp Çin sınırına kadar yaklaştı. Bu durum, savaşa daha önce ilgisiz olan Çin'in tepkisine yol açtı. O zamana kadar Çin, bütün ilgisini milliyetçi Çin hükümeti'nin idaresinde olan Formoza (Tayvan) Adası'nın geri alınmasına vermişti. Ancak, Amerikan müttefiki bir Kore kurulması Çin'i ciddi bir şekilde tehdit ediyordu. 38. Enlem'in geçilmesi durumunda savaşa gireceğini açıklayan Çin, BM birliklerinin durmaması sebebiyle aktif olarak Kuzey Kore'yi desteklemeye başladı. 24 Ekim 1950'de Amerikalı Mareşal Douglas MacArthur "savaşı bitirecek bir hücuma" girişeceğini söylemesiyle 'Çin Halk Gönüllü Ordusu' (Çince: 中国人民志愿军)' adında yüzbinlerce Çinli "gönüllü" sınırdaki Yālù nehrini geçerek gizlice Kore'ye girdi ve birçok Amerikan/BM birliğini savaş dışı bıraktı. BM'nin zaferi, kısa süre içinde toplu geri çekilme halini almıştı. Ocak 1951'de Başkan Truman, savaşı yürütebilmek için, Amerikan Kongre'sinden özel yetkiler istedi. 50 Milyar dolarlık bir savaş bütçesi oluşturuldu. Amerikan ordusu kısa süre içinde mevcudunu %50 arttırdı ve bölgeye ek hava birlikleri yolladı. Kore Savaşı artık Kuzey - Güney Kore savaşı değil, Çin-ABD savaşı olmuştu. Savaşın bitmesi 'Çin Halk Gönüllü Ordusu' BM birliklerini 38. paralelin güneyine püskürterek Güneyi işgale başladı. Ancak, Birleşmiş Milletler ordularının karşı saldırısı sonucunda cephe 38. paralel boyunca sabitlendi. Bu arada Mareşal Douglas MacArthur'un, Başkan Truman'ın aksi yöndeki emirlerine riayet etmeyerek ordularını tekrar Çin sınırına kadar ilerletmek istemesi üzerine Truman tarafından res'en emekliye sevkedildi. Savaşın durağan bir nitelik alması ve iki tarafın da herhangi bir kazanç elde edememesi, tarafları barış görüşmeleri yapmaya itti. 1951 Nisan'ında başlayan görüşmeler sonucunda ancak 1953 Temmuzu'nda barış antlaşması imzalandı. Savaşın sonucu Kore Savaşı sonucunda Kuzey Kore, Çin ile batı bloğu arasında tampon bölge haline geldi. Savaştan yine en çok Koreliler zararlı çıktı. Kore yakılıp yıkıldı;yaklaşık olarak 3 milyon insan öldü Bunlardan yaklaşık 36.000'i Amerikan askerinden, 600.000'i Koreli askerlerden ve 500.000'i Çin'li askerlerden oluşmaktadır. Bu savaş Amerika Birleşik Devletleri'ne atom silahları gücüne güvenmemeyi öğretti. Amerika'nın atom üstünlüğüne karşın Çin'in ve Sovyetler'in Kuzey Kore'yi desteklemesi, Batı Bloğunu konvansiyonel savaş gücünü arttırmaya itti. Kore Savaşı'nda Türkiye Ana madde: Kore Savaşı'nda Türkiye BM Gücü Genel Komutanı General W.Walker Tuğgeneral Tahsin Yazıcı'ya 'Gümüş Yıldız' madalyasını takırken Sovyet baskısına karşı müttefikler arayan ve bu sebeple NATO'ya girmek isteyen Türkiye, bu isteklerini daha kolay elde etmek ve Amerika'ya yakınlaşmak amacıyla Kore Savaşı'na bir tugay yollamıştır.Tuğgeneral Tahsin Yazıcı komutasındaki 259 subay, 18 askeri memur, 4 sivil memur, 395 astsubay, 4414 erbaş ve er olmak üzere 5090 kişilik 1. Türk tugayı, 17 Eylül 1950'de İzmir'den hareket ederek 12 Ekim 1950'de öncü takım Pusan limanına ulaştı ve 17 Ekim'de ana birliği de Pusan'dan karaya çıktı. Aynı gün Pusan'dan hareket ederek 20 Ekim'de Taeg'a varıp Birleşmiş Milletler ordularına iştirak etti. 10 Kasım'da Taeg'dan hareket ederek 21 Kasım'da Kunuri'ye vararak Amerikan 9. Kolordusu'nun sağ kanadında konuşlandırıldı. Kore Savaşı'nda çok kiritik noktalarda görevler üstlenen Türk Tugayı 6 Ocak 1951'de Chonan'da 20 gün ihtiyatta kaldıktan sonra savunma mevziinin bir bölümünü elde geçirmekle görevlendirildi. Bu görev için 24 Ocak'ta Chonan'dan hareket eden Türk Tugayı'nın yapacağı muharebenin mahiyeti, düşman mevziine cepheden taarruz etmekti ve netice süngü ile alınacaktı. Sonuçta 26 Ocak 1951'de Kumyangjangni kasabası, 156 rakımlı tepe ve 25 Ocak 1951’de de düşmanın direniş gösterdiği 185 rakımlı tepe ele geçirildi. Bu başarılı muharebelerinden dolayı Türk Tugayı'na Amerikan Kongresince Mümtaz Birlik Nişanı ve beratı verildi. Ayrıca Türk Silahlı Kuvvetlerine Güney Kore Cumhurbaşkanlığı Birlik Nişanı verildi. Kunuri Muharebeleri Ana madde: Kunuri Savaşı 24 Kasım 1950 sabahı kuzeye ilerleme emrini alan tugay Kunuri'den hareket ederek Kaechon, Sinnimni, Wawon boyunca Tokchon'a doğru yola çıktı. Ancak Çin Halk Gönüllü birlikleri cephenin arkasına sızmaya başladı. Durumu farkeden Amerika ve Güney Kore birlikleri ricat etmeye başladılar. Ancak Türk tugayına ricat emri geç ulaştı. 1. Taburun etrafı kuşatılıp süngülü çatışmaya girmek zorunda kaldı. Ricat harekâtını sağlamak için sonuna kadar direnen 3. Tabur 9. Bölük imha edildi. Geri kalan Türk birlikleri ise Chongchon nehri boyunca geri çekildi. Çinliler tarafından kuşatılan Türk Tugay'ının subayları ve erleri son ana kadar direnmiş ve Amerikan 9. kolordusunun çevrilmesini önlemişlerdir. Türk Tugay'ının bu kahramanlığı Birleşmiş Milletler'in diğer birliklerinin takdirini toplamıştır Birinci Çinhindi Savaşı, ya da Fransa-Vietnam Savaşı 1946 ila 1954 yılları arasında, Fransa ile Vietnam Bağımsızlık Ligi arasında, Çinhindi'nde meydana gelen savaştır. Ajax Operasyonu (1953) (resmi adı: TP-AJAX) İngiltere ve ABD tarafından, İran'ın demokratik olarak seçilen milliyetçi kabine ve başbakan Muhammed Musaddık'ı devirmek ve Pehlevi ailesini yeniden iktidara getirmek amacıyla düzenlenen örtülü harekâttır. Doğu Alman Ayaklanması 16 Haziran 1953’te, Demokratik Almanya Cumhuriyeti (DAC) yönetimindeki Doğu Berlin’de inşaat işçilerinin bir bölümünün sürekli olarak artırılmakta olan iş yüküne karşı kendiliğinden gelişen bir gösteri düzenlemeleriyle patlak veren ayaklanma. Tarihsel Gelişimi 1950’lilerin başlarında, Kızıl Ordu’nun II. Dünya Savaşı sonunda ele geçirdiği ülkelerin siyasi ve toplumsal yapısı az çok Sovyetler Birliği’ninkine benziyordu. Toprak ve sanayi millileştirilmiş ve geriye önemli sayılabilecek büyüklükte herhangi bir burjuva mülkiyeti kalmamıştı. İktidar, sosyalizmi inşa etmekte olduğunu iddia eden monolitik Stalinist partilerin elindeydi. Buna karşılık bu devletlerle Sovyetler Birliği arasında, kökenleri itibariyle önemli bir farklılık vardı. Sovyet Devleti, daha sonra ihanete uğrayan muzaffer bir proleter devrimi ile kurulmuştu. Doğu Avrupa devletleri ise işçi sınıfının aktif desteği şöyle dursun, bu sınıfın şiddetli bir biçimde baskı altına alındığı koşullarda ortaya çıktı. Stalin, başlangıçta Doğu Avrupa’da büyük çaplı millileştirmeler yapmayı amaçlamıyordu. Stalin’in dış politikası, iç politikası gibi, tek bir egemen saik tarafından belirleniyordu: Sovyet bürokrasisinin kendisini koruması. Stalin’in temel endişesi II. Dünya Savaşı’nın Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki gibi bütün Avrupa’yı kasıp kavuran yeni bir işçi sınıfı ayaklanma dalgasını tetiklemesiydi. Böyle bir devrimci dalga Sovyet işçi sınıfını Stalinist rejime karşı ayaklanmaya teşvik edip rejimin sallanmasına neden olabilirdi. Bu nedenle Stalin’in savaş tarafından temelleri sarsılmış olan burjuva rejimlerini yeniden kurmakta yaşamsal bir çıkarı vardı. Aynı zamanda, Moskova bürokrasisi az daha Sovyetler Birliği ’nin mahvına yol açacak olan Alman saldırısının şoku nedeniyle hâlâ ayakta zor duruyordu. Bürokrasi başka bir emperyalist saldırıya karşı belirli garantiler istiyordu. Sovyetler Birliği ile Amerikalı, Britanyalı ve Fransız müttefikleri arasında yapılan Tahran, Yatla ve Potsdam konferanslarında varılan anlaşmaların arka planında bunlar yer alıyordu. Sovyetler Birliği ’ne, batı sınırlarını kapitalist Avrupa’dan ayıracak olan bir dizi tampon devlet - Polonya, Çekoslovakya, Macaristan, Romanya, Bulgaristan ve belli bir ölçüde Yugoslavya ve Arnavutluk- üzerinde denetim kurma hakkı tanındı. Almanya, Sovyetler Birliği , Amerika Birleşik Devletleri, Britanya ve Fransa tarafından ortaklaşa yönetilecek ve dört işgal bölgesine bölünecekti. Tampon devletler üzerinde denetim hakkı tanımak emperyalist güçler açısından verilmiş büyük bir ödün değildi. Bu ülkelerde burjuvazi çok zayıftı ve Nazilerle yapmış olduğu işbirliği nedeniyle itibarını yitirmiş durumdaydı. İşçi sınıfını sadece Stalinizm denetim altında tutabilirdi. Stalin ise emperyalist güçlere Batı Avrupa’da burjuva egemenliğinin yeniden kurulması için destek sağlayacağına dair söz verdi. Sovyet bürokrasisi, Doğu Avrupa’da – bütünüyle denetimi altında olmasına ve burjuva partilerin çok zayıf olmalarına karşın - burjuvaziyi yeniden iktidara getirdi. Birçok durumda burjuva siyasetçiler tarafından yönetilen bu hükümetlerin kilit bakanlıkları, rejimin Moskova’ya sadık kalmasını güvence altına almak için Stalinist partinin temsilcilerinin elinde oluyordu. Bu, burjuvazinin iktidara yeniden tırmanabilmek için sahip olduğu tek şanstı. Yerel Komünist partilere, işçi sınıfının göstereceği herhangi bir bağımsız inisiyatifi bastırma talimatı verilmişti. Sovyetler Birliği ’de sürgünde bulunan Komünist parti üyeleri bu iş için sistematik bir biçimde eğitildiler. Soğuk Savaş’ın etkileri Savaş sonrasındaki ilk üç yılda Sovyet işgal bölgesinde çok az sayıda millileştirme yapıldı. Bunun tek istisnası Alman ordusunun ve gericiliğinin omurgasını oluşturan feodal toprak sahibi Yunkerlerin sahip oldukları topraklar ve savaş suçlularının mallarıydı. Buna ek olarak çok sayıda fabrika söküldü ve savaş tazminatı olarak Sovyetler Birliği ’ne götürüldü. Bu uygulama fabrikaların bir çoğunun, şimdi artık işlerini kaybetmekte olan işçiler tarafından yeniden inşa edilmesini gerektirdiğinden, Sovyet işgal yetkilileri ile yaşanan sürekli bir sürtüşmenin kaynağı haline geldi. Soğuk Savaş’ın başlaması Doğu Avrupa’ya yönelik Stalinist politikada değişikliklerin yaşanmasına yol açtı. Soğuk Savaş’ın kendisi, emperyalizmin, Stalinist partilerin verdiği destek sayesinde erişmiş olduğu siyasi istikrarın bir sonucuydu. Batılı hükümetler, ani bir devrim tehdidinden korkmamaya başladıkları ölçüde, Sovyetler Birliği üzerindeki ekonomik, siyasi ve askeri baskıyı artırmaya başladılar. 1947 yılında, Marshall Planı temelinde, Batı Avrupa’nın ekonomik olarak yeniden inşasına başlandı. Bir yıl sonra, Amerika Birleşik Devletleri ve Batı Avrupa arasındaki askeri ittifak olan NATO kuruldu. Ve 1950’de Kore Savaşı’nın başlaması ile birlikte Soğuk Savaş ilk zirve noktasına ulaştı. Bu gelişmelerin bir sonucu olarak Stalinizmin Doğu Avrupa üzerindeki denetimi iki cepheden tehdit edilmeye başlanmıştı. Bir yandan işçi sınıfı Stalinizme karşı gittikçe daha fazla düşmanca bir tavır alıyordu. İşçi sınıfı, sanayinin sökülüp götürülmesinden, ardı ardına gelen ödemelerden ve artan yalıtılmışlıktan kaynaklanan ekonomik altüst oluşun bedelini ödemeye zorlanıyordu. İşçiler, yaşam standartlarında herhangi bir artış olmadan, sürekli olarak üretkenliklerini ve performanslarını arttırmaya zorlanıyordu. Aynı zamanda, bürokrasinin işçi sınıfına karşı bir ağırlık oluşturmak üzere beslediği burjuva unsurlar yüzlerini Batıya dönmeye başlamış ve bu şekilde Sovyet denetimini tehlikeye sokmuştu. 1948 yılında Moskova ile Yugoslavya arasında, Doğu Avrupa üzerindeki Stalinist denetimin altını biraz daha oyan açık bir anlaşmazlık patlak verdi. Yugoslav Komünist Partisi iktidara güçlü bir partizan hareketinin başını çekerek gelmişti ve Moskova’ya diğer Doğu Avrupa partilerine kıyasla daha az bağımlıydı. Yugoslav Komünist Partisi’nin önderi Tito, Stalin’in emirlerini kabul etmeye daha fazla razı değildi. Tito, sosyalizme giden alternatif bir yol konusunda umutların doğmasına yol açtı ancak kısa bir süre sonra emperyalizmle kendi uzlaşmasını sağlamaya, emperyalist blok ile Sovyet bloku arasında bir manevra politikası uygulamaya karar verdi. Bir yandan işçi sınıfı, diğer yandan burjuvazi tarafından tehdit edilen Stalinist bürokrasi programını değiştirmeye zorlandı. Ulusal burjuvazi ile bir arada varolmak artık daha fazla mümkün değildi. Burjuva siyasetçiler ve partiler hükümetlerden tasfiye edildi ve burjuva mülkiyeti büyük ölçüde kamulaştırıldı. Almanya’da bu gelişmeler özellikle keskin bir biçim aldı, çünkü bu ülkenin siyasi statüsü konusunda henüz nihai bir karar alınmamıştı. Stalin, 1948’de, hâlâ siyasi olarak tarafsız ve Sovyetler Birliği ’nin üzerinde belirli bir etkiye sahip olabildiği, birleşik bir Alman devleti yaratmayı umuyordu. Stalin, bu seçenekten 1952 yılına kadar tam olarak vazgeçmedi. Bu tür bir perspektifle Sovyet işgal bölgesinde SPD ve KPD –Sosyal Demokrat ve Komünist partiler- SED’in (Almanya Birleşik Sosyalist Partisi) çatısı altında birleştirildiler. Aynı amaca hizmet etmek üzere burjuva partileri SED ile bir blok oluşturdular. Ancak SPD Batıdaki bölgelerde KPD ile birleşmeyi reddetti ve Almanya’nın Batı bloku ile bütünleşmesi için hummalı bir şekilde çalıştı. CDU da aynı politikayı uyguladı ve Amerikan ve Britanya hükümetlerinden destek gördü. 1948 Haziranında, Berlin’in Batı Kesimi de dahil olmak üzere, Batı bölgelerinde yeni bir para birimi, Sovyet hükümetiyle öncesinde herhangi bir anlaşmaya varılmadan, tedavüle sokuldu. Halen eski para biriminin tedavülde olduğu Doğu Alman ekonomisi çökme tehdidiyle karşı karşıya kaldı. Almanya´nın Bölünüşü ve Toplumsal Huzursuzluk Stalinistler, politikalarının yaşam standartlarında daha fazla düşüşe yol açacağından, para reformuna bir günlük genel grevle tepki göstermiş olan Batı bölgelerindeki işçilere çağrı yapabilirlerdi. Bunun yerine, bütün insan ve yük trafiğini durdurarak Batı Berlin’i ablukaya almayı kararlaştırdılar. Sıkıntıyı çeken Batı Berlin işçileri oldu. Amerikan hükümeti bu fırsatı bir hava köprüsü kurmak ve kendisine Batı Berlin halkının kurtarıcısı süsü vermek için kullandı. Şimdi Almanya’nın bölünmesi tasdik edilmiş oluyordu. 1949 Mayısında Amerikan, Britanya ve Fransız bölgelerinde Federal Alman Cumhuriyeti kuruldu. Beş ay sonra, Sovyet bölgesinde Demokratik Alman Cumhuriyeti kuruldu. Doğu Almanya’da burjuva mülkiyeti hızla ortadan kaldırıldı. 1948’de Sovyet bölgesindeki bütün bankalar millileştirildi. 1951’de Doğu Alman parlamentosu birinci beş yıllık planı kabul etti ve 1952’de yapılan bir parti konferansı "DAC’de sosyalizmin temellerinin sistemli bir biçimde kurulması gerektiğini" ilan etti. Millileştirmeler işçiler tarafından memnuniyetle karşılanıyordu. Bu memnuniyet kendisini 1946’da Saksonya’da savaş suçlularının ve Nazi eylemcilerinin sahip oldukları büyük fabrikaların kamulaştırılması ile ilgili oylamada göstermişti –lehte oy kullananların oranı yüzde 78 olmuştu. Bununla birlikte millileştirmelere işçi sınıfına karşı yöneltilmiş daha ağır bir baskı dalgası eşlik ediyordu. Stalinist SED, resmi olarak "Bolşevik tipte Leninist parti" olarak ilan edildi ve çeşitli kereler tasfiyeler yapıldı. Tasfiyelerin ilk kurbanları eski SPD üyeleri oldu. Bundan sonra sıra 1933 öncesinde KPD dışında olan ve KPD’ye 1945’de yeniden katılmış olan komünist grupların üyelerine geldi. Nihayet, savaş öncesinde KPD ve SPD içinde aktif olanların bir çoğu ihraç edildi ve yerlerine savaş sonrasında Stalinist okullarda eğitilmiş, genç, deneyimsiz üyeler yerleştirildi. 1949’da yapılan parti seçimlerinde daha önceki parti görevlerinin sadece dörtte biri yeniden seçilebildi. Yeni görevlilerin üçte ikisi 1945 öncesinde ne SPD’de, ne de KPD’de siyasi olarak aktifolmamışlardı. Atmosfer, göz korkutma ve "Sosyal Demokrat", "Troçkist" ve "Titoist" ajanlık suçlamalarıyla doluydu. Stalin kültü yeni doruklara ulaşıyordu. Burjuva partileri resmi olarak yok edilmemişti. Bunun yerine bürokrasinin yardımcı enstrümanlarına dönüştürülmüş ve sadık Stalinistlerin denetimi altına sokulmuşlardı. Hatta iki tane yeni sağcı parti kuruldu. Bunların görevi daha önce siyasi faaliyet göstermeleri yasaklanmış eski sağcıları ve hatta faşistleri DAC rejimine payandalık yapmak üzere örgütlemekti. Doğu Avrupa Devletlerinin Sınıf Karakteri Doğu Avrupa’da yaşanan siyasi değişimler önemli siyasi soruların sorulmasına yol açtı. Stalinist bürokrasi tarafından uygulanan geniş kapsamlı millileştirmelerin ardından burjuva sınıfından geriye pek bir şey kalmamıştı. Doğu Avrupa devletleri hâlâ burjuva devletler olarak tanımlanabilir miydi ya da bunlar işçi devletleri miydi? Bu sorular Dördüncü Enternasyonal’in içinde yoğun bir tartışma başlattı. Bu tartışma nihayet 1953 yılında, Michel Pablo ve Ernest Mandel’in başını çektiği bir oportünist kanat ile Uluslararası Komite tarafından temsil edilen Marksist kanat arasında bir bölünmenin yaşanmasıyla sonuçlandı. Dördüncü Enternasyonal’in içinde, 1948’den itibaren, Doğu Avrupa devletlerinin işçi devletleri olarak tanımlanması gerektiği yolunda düşünceler öne sürülmeye başlandı. Bu tür bir tanımlamanın lehinde öne sürülen gerekçeler ampirisist bir doğaya sahipti. Gerçekler ya da gerçek olduğu kabul edilen şeyler sıralanıyor ancak verili fenomenin tarihsel kökenlerine ve bir bütün olarak uluslararası bağlama hiçbir rol oynama hakkı tanınmıyordu. Doğu Avrupa devletleri Sovyetler Birliği ’ne çok benziyorlardı –bu inkar edilmesi mümkün olmayan bir gerçekti. Dördüncü Enternasyonal, Sovyetler Birliği ’nin yozlaşmış olsa da bir işçi devleti olduğu konusunda her zaman için ısrarcı olmuştu. Dolayısıyla bu devletler de birer işçi devletiydiler. Dördüncü Enternasyonal’in çoğunluğu bu türden kolaycı bir kıyaslamayı reddetti. İki temel itiraz yapıldı. Bunlardan ilki millileştirmelerin kendi başına bir işçi devletini tanımlamaya yeterli olmayacağıydı. Temel sorun ise millileştirmelerin nasıl yapıldığı ve onları yapanın kim olduğuydu. Doğu Avrupa devletlerinin, aceleci bir biçimde işçi devletleri olarak tanımlanmasına karşı yöneltilen itirazlar, bu gelişmelerin kendi uluslararası bağlamı içinde değerlendirilmesi gerektiğini söylüyordu. Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Yürütme Komitesi 1949 Nisanında aldığı bir kararda şu vurguyu yapıyordu: "Stalinizmin değerlendirilmesi lokalize olmuş sonuçlar temelinde yapılamaz; bu değerlendirme Stalinizmin dünya ölçeğindeki eylemlerinin bütününden hareket etmelidir." Karar, Stalinizmin "kapitalist düzenin Avrupa’da ve Asya’da aniden ve eş zamanlı olarak çökmesini engelleyen belirleyici bir etken" olduğuna işaret ediyordu. DAC’nin yıkılmasından 40 yıl önce yazılmış olan bu satırlar, onun çöküşünü anlayabilmek açısından kritik bir öneme sahiptir. Pek çok Marksist öngörü için söz konusu olduğu gibi, bu öngörünün de gerçekleşmesi, onu kaleme alanların düşündüğünden daha uzun bir zaman aldı. Ancak Doğu Avrupa’da uygulamaya konulduğu iddia edilen "sosyalist" önlemlerle kıyaslandığında, Stalinizmin eylemleri ile dünya proletaryasının bilincinde yarattığı tahribat – uzun vadede – çok daha ağır basmıştır. En nihayetinde, Dördüncü Enternasyonal, Doğu Avrupa’da kurulan devletleri tanımlamak üzere "yozlaşmış işçi devletleri" kavramını kullandı. Ancak bunu yaparken "yozlaşmış" sıfatına vurgu yaptı. Bu şekilde, bu devletlerin kökenlerinin çarpık ve anormal karakterine işaret etmiş oldu. Bu tanım, bu devletlerin, egemen bürokrasi devrimci bir işçi hareketi tarafından alaşağı edilmediği ve işçi iktidarının gerçek organlarını kurmadığı sürece, kendi ayakları üzerinde duramayacaklarını anlatıyordu. Kısa bir süre içinde, tartışmanın ilk başlarında Doğu Avrupa’daki rejimlerin bir işçi devleti olarak tanımlanması gerektiği konusunda ısrar edenlerin aslında farklı bir perspektif geliştirmekte oldukları görüldü. 1949’un Eylülünde Michel Pablo "kapitalizmden sosyalizme geçişin yaşanacağı, yüzyıllara yayılacak olan bütün bir tarihsel dönem boyunca, devrimin, öğretmenlerimizin önceden düşündüklerinden çok daha çapraşık ve karmaşık gelişimiyle karşılaşacağız- ve işçi devletleri normal değil, fakat kaçınılmaz olarak tamamen yozlaşmış olacaklar" öngörüsünü yaptığı bir makale yayınladı. Burada, Doğu Avrupa’da kurulan rejimler, artık, varlığını sürdüremeyecek olan tarihsel yozlaşmalar olarak değil, fakat sosyalizme giden yolda geçiş sağlayan ve hatta gerekli olan bir aşama olarak sunulmaktadır. Bu noktada Stalinizme ilerici bir rol atfedilmesine fazla bir mesafe kalmamıştı. Aslında Pablo’nun ulaştığı sonuç da buydu. Ona göre Doğu Avrupa’da yaşananlar, Stalinizmin nesnel gelişmelerin baskısı altında kendisini reforme edebileceğini göstermişti. Dördüncü Enternasyonal’in bağımsız partilerini inşa etmeye artık gerek yoktu. Bunun yerine Dördüncü Enternasyonal’in kadroları –onun tanımladığı şekliyle- "gerçek kitle hareketi"nin içine girmeli ve Stalinist ve diğer bürokratik güçleri etkilemeliydi. Pablo, Dördüncü Enternasyonal’in seksiyonlarını Stalinist partilerin içinde eritti ve sekreter olarak konumunu kötüye kullanarak, bu gidişe karşı çıkan herkese bürokratça tavır aldı. Bu durum, James P. Cannon’ın "Açık Mektup"unun –Uluslararası Komite’nin kurucu belgesinin- yayınlanmasına yol açtı. Doğu Almanya’da Ayaklanma Dördüncü Enternasyonal içindeki tartışma ilerlerken, Doğu Avrupa’da yaşanan olaylar Uluslararası Komite’nin haklılığını kanıtladı. Dördüncü Enternasyonal’de yaşanan bölünmeden kısa bir süre önce, Doğu Almanya’da işçi sınıfı ile Stalinist bürokrasi arasındaki çatışma en yüksek noktasına ulaştı. 16 Haziran 1953’te –Stalin bu tarihten üç ay önce ölmüştü- Doğu Berlin’deki inşaat işçilerinin bir bölümü, sürekli olarak artırılmakta olan iş yüküne karşı, kendiliğinden gelişen bir gösteri düzenlediler. Kısa bir süre içinde 10.000 işçi daha bu protestolara katıldı. Ertesi gün, bütün Doğu Almanya’da, yüz binlerce işçi greve gitti. İşçiler sadece eski çalışma koşullarına geri dönmeyi değil, fakat aynı zamanda hükümetin istifasını ve serbest seçimlerin yapılmasını da talep ediyorlardı. Halle, Merseburg ve Magdeburg’da grev komiteleri şehirlerin denetimini geçici olarak ele geçirdi ve siyasi mahkumları serbest bıraktı. Stalinist egemenler ve Sovyet işgal güçleri isyanı kaba kuvvet kullanarak bastırdılar. Savunmasız işçilere karşı tanklar gönderildi.Yüzden fazla insan öldürüldü. Yüzlerce işçi tutuklandı ve yıllarca hapiste kaldı. Greve önderlik eden altı kişi ölüme mahkum edildi. Doğu Almanya’da meydana gelen kanlı olaylar işçi sınıfının yaratacağı basınçla Stalinist bürokrasinin kendini reforme edeceğine ve işçi sınıfının çıkarları doğrultusunda hareket etmeye başlayacağına dair Pablocu iddiayı açıkça çürütüyordu. Oportünist çizgilerini savunurken "gerçekler" konusunda ısrarcı olan oportünistler, oportünist yönelişlerine ters düştüğünde gerçeklere karşı tamamen duyarsız kalıyorlardı. Bununla birlikte, oportünizm bir siyasi yanlış anlama değildir, aksine sınıflı toplumda derin nesnel kökleri vardır. Uluslararası Komite, Doğu Almanya’daki ayaklanmayı "Sovyetler Birliği ’nde iktidarı gasbetmesinden ve konsolide etmesinden bu yana, Stalinizme karşı yapılan ilk kitlesel ayaklanma" olarak değerlendirirken, Pablo bütün bu kanlı olayları göz ardı etti. Pablo, bunun yerine, ayaklanmanın ardından korkuya kapılan bürokrasinin işçilere kimi ekonomik ödünler verdiğini vurguladı. Bu ekonomik ödünleri, kendi teorisinin doğruluğunu gösteren yeni bir kanıt olarak sundu. Pablo şunları yazdı: "Sovyet önderler ve şu çeşitli ‘Halk Demokrasileri’nin ve Komünist Partilerin önderleri, bu olayların derin anlamını daha fazla çarpıtamaz ya da göz ardı edemezler. Kendilerini kitlelerin desteğinden sonsuza dek mahrum etme ve daha güçlü patlamalara yol açma riskinden kaçınabilmek için hâlâ, daha fazla ve gerçek ödünler verme yolunda yürümek zorundalar. Bundan sonra yarı yolda duramayacaklar. Yakın gelecekte daha ciddi patlamaların yaşanmasını önlemek ve eğer mümkünse mevcut durumdan, kitleler için daha tahammül edilebilir bir ortama ‘istemeye istemeye’ geçmek için ödünler vermek zorundalar." (The Heritage We Defend, s 234-235) Bu sözler, bütünüyle, karşı devrimci Stalinizm için özürler bulmaya yönelikti. Üç yıl sonra, daha önce Doğu Almanya’da yaşanmış olanlar, bu kez Macaristan’da, çok daha geniş bir ölçekte tekrarlandı. Ancak Pablocular, Stalinizmin içindeki solcu eğilimler hakkında spekülasyonlar yapmaya devam ettiler. Pablocular, bizzat Stalinizmin bir payandası haline geldiler ve işçi sınıfının devrimci bir perspektiften uzak tutulmasında kritik bir rol oynadılar. Ayaklanma Sonrası Dönem Doğu Almanya’da egemen bürokrasi 1953 ayaklanmasından sonra kimi ekonomik ödünler verdi ancak bunlar uzun ömürlü olmadı. Bu ödünleri, bürokrasinin yaptığı "sosyalizmin inşası" yolunda atılacak ileri adımlarla ilgili yeni çağrılar izledi. Her zaman olduğu gibi, bu çağrılar, sömürü ve baskının yoğunlaşacağının bir işaretiydi. 1957 yılında, sadece yurtdışına yapılan gezilere değil, fakat aynı zamanda DAC içinde seyahat etmeyi de sıkı denetim altına alan bir pasaport yasası uygulamaya kondu. SED’in 1958’de yapılan Beşinci Kongresi, "sosyalizmin 1965 yılında tamamlanacağını" ilan etti ve Doğu Alman sendikalarının tarihindeki en büyük tasfiye hareketi başlatıldı. Bütün sendikalarda yöneticilerin üçte ikisinden fazlasının yerine, en sadık Stalinist bürokratlar getirildi. Ancak bürokrasinin işçi sınıfı üzerinde uygulayabileceği baskının bir sınırı vardı. İşçiler her an "ekonomik mucizenin" cazip işler yarattığı Batı Almanya’ya gidebilirlerdi. 1959’da, 145.000 kişi DAC’yi terk etti; 1960’da bu sayı 200.000 olmuştu ve 1961’de 300.000 kişinin ülkeyi terk etmesi bekleniyordu. Gidenler özelikle genç kuşaktan –gidenlerin yarısı 25 yaşın altındaydı- ve çalışmaya en uygun durumda olanlardı. Ekonomi, en üretken işçilerini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyaydı. 1961’de Berlin Duvarı’nın inşa edilmesinin nedeni buydu. DAC’yi terk etmek, bir gece içinde olanaksız hale geldi. Bunu deneyecek olanlar için vurulma tehlikesi söz konusuydu. SED, duvarın "faşizme karşı koruyucu bir engel" olduğunu iddia ediyordu ancak herkes onun orada, faşistlerin içeriye girmesini değil, DAC vatandaşlarının dışarıya çıkmasını engellemek için durduğunu biliyordu. Bürokrasi, duvarın sağladığı korumayla, egemenliğini belli bir ölçüde sağlamlaştırmayı başardı. Üretim araçlarının millileştirilmesi temelinde ve dünya ekonomisindeki genel büyümenin yardımıyla, önemli bir ekonomik gelişme sağlandı. 1950 ile 1974 yılları arasında sanayi üretimi yedi kat arttı. 1969 yılında DAC 17 milyonluk nüfusuyla, Alman Reich’ının 1936’da 60 milyon nüfusla ürettiğinden daha fazla sanayi malı üretiyordu. Bürokrasi şimdi işçi sınıfına hatırı sayılır toplumsal ödünler verebilecek araçlara sahipti. Eğitim, çocuk bakımı, konut, sağlık, sosyal güvenlik ve kültür alanında kapitalist ülkelerin bir çoğunun ötesine geçtiler. Ancak ne millileştirilmiş üretim araçları, ne de toplumsal kazanımlar DAC’yi, SED’in iddia ettiği gibi sosyalist bir toplum yapmıyordu. 17 milyonluk bir ülkede bürokrasi, yurttaşlarının yaşamının her veçhesini izlemesi için 200.000 tam zamanlı ve kısmi zamanlı gizli ajan besliyordu. Stasi –ya da halk arasındaki takma adıyla "millileştirilmiş dinleme ve yakalama şirketi"- şüpheli unsurlardan, onları tutuklamak istediğinde, arama yaparken köpekleri kullanabilmek için, koku örnekleri bile topluyordu. Örnekler plastik torbalar içinde, dikkatle saklanıyordu. Diğer pek çok alanda olduğu gibi, Stasi’de de etkinlik ve ucubelik, beceriksizlikle iç içe geçiyordu. Bürokrasi sadece siyasi muhalefetten korkmuyordu; bağımsız ya da orijinal olan her tür düşünceden de korkuyordu. Özellikle sanatçılar, birçoğu bütünüyle apolitik olmalarına karşın, dikkatle izleniyorlardı. Batıya yakınlaşma 1960’ların sonlarında Batı dünyasını sarsan militan işçi sınıfı ve öğrenci mücadeleleri Doğu Avrupa’ya da yayıldı. 1968 yılı, DAC’ninki de dahil olmak üzere, beş Varşova paktı devletinin orduları tarafından bastırılan Prag Baharı’na tanıklık etti. 1970’te Polonya bir grev dalgası ile sarsıldı. Gdansk tersanesi işçilerine karşı tanklar kullanıldı ve onlarca işçi öldürüldü. DAC’da da huzursuzluk belirtileri görülüyordu. 1971’de, Ulbricht, SED’in liderliğinden uzaklaştırıldı ve yerine en yakın çalışma arkadaşlarından biri olan Erich Honecker getirildi. Honecker, sistematik siyasi baskı politikasını işçi sınıfına verilen büyük maddi ödünlerle birleştirdi. Honecker bunu batıyla olan ekonomik ilişkilerini arttırarak yapabildi. Willy Brandt, 1969 yılında, savaştan bu yana Batı Almanya’daki ilk sosyal demokrat hükümeti kurdu. Brandt, kendi Doğu politikasını Ostpolitik uygulamaya koydu ve 1970 yılında Polonya’ya bir ziyaret gerçekleştirdi. 1972’de, Doğu ve Batı Almanya arasındaki siyasi ilişkileri normalleştiren bir anlaşma imzalandı. Bu politika Alman burjuvazisinin ve Stalinist bürokrasinin karşılıklı olarak yararınaydı. Burjuvazi için Doğu’ya doğru ekonomik genişleme, 1970’lerin ilk yarısında ekonomiyi etkisi altına alan krizin etkilerini bertaraf etmek açısından kritik öneme sahipti. Stalinist rejimler için Batının desteği, işçi sınıfının meydan okuyuşuyla başa çıkabilmek etkili bir önlem olacaktı. Sonuç olarak, iki Alman devleti arasındaki ticaret büyük bir hızla büyüdü. Geçen on yılın sonunda, Doğu Almanya dış ticaretinin yüzde 30’unu Batı ile yapar hale gelmişti. DAC, Batı Alman hükümetinden teknik yardım ve büyük tutarda borç aldı, transit geçişler karşılığında ve siyasi mahkumların özgürlüğünü satarak milyonlarca mark nakit elde etti. İki hükümet arasında yakın kişisel ilişkiler kuruldu ve düzenli olarak konsültasyonlar yapılır oldu. Doğu Almanya’da yaşam standartları bu temel üzerinde hızla yükselmeye başladı. 1970’ler boyunca gelirler üçte bir oranında arttı, tasarruflar ikiye katlandı ve perakende ticaret yüzde 56 oranında arttı. Hane halkının yüzde 40’ının bir otomobili vardı, yüzde 84’ü çamaşır makinesi ve yüzde 88’i televizyon sahibiydi. Fakat Honecker’in "tek ülkede sosyalizmin" başarısı olarak övdüğü şey, aslında tam tersi yönde bir gelişmeye işaret ediyordu. DAC, dünya ekonomisinin kaynaklarını ne kadar fazla kullanırsa, onun ticaret döngülerine ve krizlerine o kadar bağımlı hale geliyordu. 1980’lerde yaşanan değişimler DAC’nin altını oydu ve en sonunda da çöküşüne yol açtı. Bilgisayar teknolojisinin üretimin her veçhesinde kullanılmasının sonucunda emek üretkenliğinde yaşanan artışa ayak uyduramayan DAC, uluslararası rekabette geriye düştü. Dünya mühendislik ürünleri ihracatında 1973’te yüzde 3,9 olan pazar payı, 1986’da yüzde 0,9’a geriledi. Alınan kredileri ve ithal edilen malları, artan ihracatla finanse edebilme olanağı ortadan kalkmıştı. Dünya ekonomisindeki değişimler, diğer Doğu Avrupa ülkeleri ve Sovyetler Birliği üzerinde de benzer etkiler yarattı. Bu ülkelerin en önemli ihracat kaynağı olan hammaddelerin fiyatı düştü. Ucuz sanayi ürünleri sağlayıcısı olarak, en modern teknolojiyi en ucuz emekle bir araya getiren Doğu Asya kaplanlarının meydan okuyuşu ile karşı karşıya kaldılar. İhracatı arttırma umudu ile alınan devasa borçlar, işçi sınıfını artan oranlarda sömürerek ödenmek zorunda kaldı. Bu durumun siyasi etkileri ilk olarak Polonya’da görüldü. 1980 ve 1981’de bütün Stalinist rejimleri korkutan kitlesel Solidarnosc [Dayanışma] hareketi patlak verdi. Moskova’daki egemen kast, benzer bir hareketin Sovyetler Birliği ’nde de gelişebileceğinden ve kendilerini de önüne katıp götüreceğinden korktu. Egemen kast, epeyce tereddüt geçirdikten sonra, işçi devletinin, altmış yıl boyunca sömürmüş oldukları mülkiyet ilişkilerini terk etmeye ve ayrıcalıkları için burjuva özel mülkiyeti içinde yeni bir temel bulmaya karar verdi. Gorbaçov’un ve onun perestroyka politikasının yükselişinin önemi buradaydı. Honecker, perestroykaya karşı çıktı. Doğu Almanya’da bu politikanın uygulanması durumunda, DAC’nin sonunun geleceğini gayet doğru bir biçimde anlamıştı. Tarihte ilk kez, SED’in sloganı olan "Sovyetler Birliği ’nden öğrenmek kazanmayı öğrenmek anlamına gelir" sloganı bir kenara bırakıldı. Hatta popüler Sputnik dergisi gibi kimi Sovyet yayınları yasadışı yayın sayılmaya başlandı. Her şeye rağmen, DAC yok olmaktan kurtulamadı. Hızla iflasa doğru sürüklendi. Yıllar sonra, Politbüro’nun ekonomiden sorumlu üyesi Fuenther Mittag, Der Spiegel dergisiyle yaptığı bir görüşmede, o sıralarda "birleşme olmadan DAC’nin toplumsal sonuçları öngörülemeyecek bir felakete doğru gideceğine, çünkü kendi ayakları üzerinde durmaya devam edemeyeceğine" ikna olduğunu açıkladı. Mittag, 1987’nin sonunda "oyunun bittiği"ni anladığını itiraf etti. Fakat halkın büyük bölümünün bürokrasinin oyunu bırakmış olduğunu anlayabilmesi için iki yıl gibi bir süre geçmesi gerekecekti. DAC’nin çöküşü 1989 baharında DAC’deki siyasi atmosfere umutsuzluk ve felç olma hali damgasını vuruyordu. Eğer o günlerde bir kamuoyu araştırması yapmak mümkün olsaydı, büyük çoğunluk, hiç tereddüt etmeden, ilk olarak işlerin bundan böyle sadece daha kötüye gidebileceğini ve ikinci olarak da egemen kliği iktidardan uzaklaştırmanın hiçbir yolu olmadığını söylerdi. Volkskammer (Doğu Alman Parlamentosu) Haziran ayında oy birliğiyle Çin rejimini, Tiananmen Katliamı ile ilgili olarak kutlama kararı alınca, genel hüsran duygusu daha da yoğunlaştı. Altı ay sonra, Almanya’nın Gorbaçovu pozuna girecek olan Hans Modrow, kişisel olarak tebriklerini iletmek üzere Pekin’i ziyaret etti. Nihayet, genel hoşnutsuzluk kendisine bütünüyle apolitik bir çıkış yolu buldu. Yüzlerce Doğu Alman tatilci, Prag’da, Budapeşte’de ve Varşova’da Batı Alman elçiliklerini, Batı Almanya’ya gitmelerine izin verilmesi talebiyle işgal ettiler. Macaristan hükümeti Avusturya sınırını açınca on binlerce insan Batıya geçti. Bu terk etme dalgası, Doğu Alman hükümeti açısından otoritesinin altını oyan esaslı bir utanç kaynağıydı. Eylül ayının başlarında ilk ürkek gösteriler başladı. İlk başlarda gösterilere sadece birkaç yüz kişi katılırken, daha sonraları binlerce ve nihayet yüz binlerce insan katılır oldu. Devlet uzunca bir süre boyunca nasıl bir tepki vermesi gerektiğine karar veremedi. Kimi insanlar tutuklandı ve bunlara gözdağı verildiyse de, ordu olaylara müdahale etmedi. Gorbaçov, 7 Ekimde, gösterilerin tam orta yerinde, DAC’nin 40. kuruluş yıldönümü kutlamalarına katılmak üzere Almanya’ya gitti. Gorbaçov, yaptığı konuşmada Honecker’i desteklemeyeceğini belirtti. Bu, SED’in çizgisinin değişmesine neden oldu. Şimdi artık SED, aktif bir biçimde, kapitalist restorasyon ve Almanya’nın birleşmesi için çaba göstermeye başlamıştı. Honecker, Politbürodaki kendi adamları tarafından görevden uzaklaştırıldı ve yerine gösterileri "halkla diyalog" adını verdiği uygulama ile yatıştırmaya çalışan Egon Krenz getirildi. Meydanlarda yapılan siyasi tartışmalara binlerce insan katıldı. Ancak gösteriler gittikçe büyüyordu. 4 Kasımda, Doğu Berlin’de bir milyon insanın katılımıyla Almanya’nın tarihindeki en büyük gösterilerden biri yapıldı. Üçgün sonra, Gorbaçov’un destekçisi olarak bilinen Hans Modrow başbakanlığa getirildi. Ertesi gün Berlin Duvarı açıldı ve milyonlarca insan Batı Almanya’ya gidip gelmeye başladı. Bu, o an için, hükümetin üzerindeki baskının bir bölümünü ortadan kaldırdı. Bugün halihazırda PDS’nin onursal başkanı olan Modrow, daha sonraki yıllarda, başbakanlık yaptığı dönemle ilgili bir kitap yazdı. Modrow’a göre 1989-90 kışında bir devrimin yaşanması an meselesiydi: "Ahlaki çürümenin gündelik olarak sergilenişi ve SED’in üst düzey görevlilerinin yetkilerini kötüye kullanmaları genel öfkeyi patlama noktasına getirmişti… İnsanların öfkesi komün, şehir ve semt yetkililerine yönelmişti. Birçok yerde bunların faaliyet alanları büyük ölçüde daraltılmıştı. Grevler, geçici iş bırakmalar, iş yavaşlatmalar ve diğer karışıklıklar üretimde büyük boyutlu kayıplara yol açıyordu. Bunun dışında, ortaya mevcut siyasi yapılar tarafından gittikçe daha az denetlenebilen farklı türden toplumsal gerilimler çıkıyordu." Daha sonra Modrow kendi hükümetinin temel hedef olarak neyi önüne koyduğunu anlatıyor: "Benim temel görevim ülkeyi yönetilebilir konumda tutmak ve kaosu önlemekti. Benim görüşüme göre, Almanya’nın birliğine giden yol kaçınılmaz bir gereklilikti ve enerjik bir biçimde desteklenmeliydi." PDS’nin daha sonraları öne sürdüğü DAC’nin tecavüze uğramış olduğu ve Batı Almanya ile zorla birleştirildiği iddiası için söylenecek fazla bir şey kalmıyor. Aslında birleşmenin itici gücü Stalinistlerin kendisiydi. Kohl’ün ne yapacağına henüz tam olarak karar veremediği sırada Modrow "birleşik anavatan Almanya" sloganını temel slogan, haline getirmişti. Modrow, birleşmenin koşullarını görüşmek üzere Moskova’ya ve Bonn’a gitti. Modrow hükümeti, aynı sırada, gelecek birkaç yıl içinde bütün Doğu Alman ekonomisini özelleştirecek olan Treuhand ajansını kurdu. Dönemin ekonomi bakanı Christa Luft daha sonraları anılarını "Mülkiyetin Verdiği Neşe" gibi kışkırtıcı bir başlık altında yayınladı. PDS ancak, Mart 1990 Volkskammer seçimlerini kaybedip birleşme görüşmelerinden dışlanınca huysuzlanmaya başladı. İşçi sınıfı 1989’daki gösterilere kitlesel olarak katıldı ancak hiçbir şekilde bağımsız bir siyasi rol oynamadı. Bunun nedenini anlamak zor değil. Stalinizmin, 12 yıl süren faşist terörü izleyen 40 yıllık siyasi baskısı, işçi sınıfının bilincinde izlerini bırakmıştı. Kendilerine on yıllar boyunca DAC’nin sosyalizmi kurduğu söylendikten sonra birçok işçi kapitalizmi ciddi bir alternatif olarak görmeye başladı. Sonuçta Batı Alman işçiler çok daha iyi koşullarda yaşıyorlardı ve DAC’dekilerden daha fazla siyasi özgürlüğe sahiptiler. İşçi sınıfı içinde herhangi bir geçerli perspektifin olmamasına bağlı olarak, rastlantısal olarak ortaya çıkan olayların rotasını çözümlemekten tümüyle aciz, hatta kendi eylemlerinin sonuçlarını bile ölçemeyen orta sınıf figürler, hareketin sözcüsü haline geldiler. İlk gösterilerle birlikte ortaya bir dizi demokratik örgüt çıkıverdi. Bu örgütlerin programları belirsiz demokratik taleplerin ve "demokratik diyalog" için yapılan çağrıların ötesine gitmiyordu. Bu örgütler devrimci değişim için en ufak bir istek belirtisi bile göstermiyorlardı. Tam tersine, bunlar DAC’nin aniden yıkılması karşısında duydukları dehşeti ifade ettiler. Birden bire, milyonlarca insandan oluşan kitlesel bir hareketin başında bulundukları gerçeği karşısında korkuya kapılarak, inisiyatifi olabildiğince çabuk bir şekilde hükümete geri verdiler. Modrow hükümeti ile birlikte, hükümeti yükselen muhalefetten korumaya yarayan bir Yuvarlak Masa oluşturdular. Modrow’a karşı direncin büyümeye devam etmesi karşısında, nihayet Modrow’un hükümetine girdiler. Pablocular, Yuvarlak Masanın sol kanadını oluşturdular. 1953’te Stalinizmin sosyalizme giden yeni yollara girip yürüyebileceğini iddia ederek Dördüncü Enternasyonal’den kopmuş olanlar, şimdi kapitalizme giden yolda yürürken Stalinizme destek veriyorlardı. I. Tayvan Boğazı Krizi veya 1955 Tayvan Boğazı Krizi Çin Halk Cumhuriyeti ile Çin Cumhuriyeti arasında 1955 yılında yaşanan kısa süreli bir silahlı çatışmadır. Çatışma, Çin'in bazı adaları işgal etmesi ile başlamış, ABD'nin de Tayvan lehine müdahale etmesiyle derinleşmiştir. Sonuçta, bazı Tayvan adaları Çin denetimine bırakılmıştır. macar devrimi 1956 yılında Macaristan'daki Sovyetler Birliği destekli komünist hükümete karşı başlatılan halk hareketi. Moskova'ya bağlılığıyla tanınan ve 1952'de Macaristan İşçi Partisi sekreterliğinin yanı sıra başbakanlığı da üstlenen Mátyás Rákosi, SSCB lideri Stalin'in ölümünden kısa bir süre sonra Temmuz 1953'te bu görevini İmre Nagi'ye bıraktı.Siyasi baskıları yumuşatarak bazı ekonomik reformlara girişen Nagy, Moskova'nın desteğini yitirince 1955 ilkbaharında görevden alınarak partiden atıldı.Rákosi eski konumunu elde ederek reformcu gelişmeyi durdurduysa da, Temmuz 1956'da bu kez bütün görevlerinden uzaklaştırıldı. Sovyet lideri Nikita Kruşçev'in bu tutumunun temelinde daha önce Rákosi'yle sürtüşen Yugoslavya lideri Tito'yla ilişkileri düzeltme amacı yatıyordu. Rákosi'nin yerini alan Ernő Gerő ilk iş olarak reformcu çizgiye ödün verilmeyeceğini açıkladı. Ama Nagy döneminde temelleri atılan adımlar, SSCB'de Stalin'e karşı başlatılan kampanya ve Polonya'daki gelişmeler Macarlar arasında değişim isteğini güçlendirmiş bulunuyordu.23 Ekim 1956'da Budapeşte'de öğrencilerin yetkililere bir dilekçe sunmak üzere düzenlediği yürüyüş halktan da geniş destek gördü.Gerő'nün sert demeci üzerine polisin kalabalığa ateş açmasıyla barışçı gösteriler bir anda ayaklanmaya dönüştü.Ordu birliklerinin de ayaklanmacılara katılmasıyla halk silahlanmaya başladı.Ülkenin hemen her kentinde yerel konseyler ortaya çıktı.Köylüler kamulaştırılmış arazileri işgal etmeye girişti.Bürokrasi ve kolluk kuvvetleri hızla dağılmaya başladı.Yeniden iktidara gelen Nagy'nin üst üste verdiği ödünler, geçmişteki siyasi partilerin canlanarak neredeyse iktidara ortak olmasına yol açtı.Kilise de eski gücüne kavuştu. Sovyet birliklerinin Macaristan'dan çekildiği sırada, Nagy 1 Kasım'da Varşova Paktı'ndan ayrılma kararını açıklayarak Birleşmiş Milletler aracılığıyla büyük devletlerin korumasını istedi.Bu gelişme üzerine takviye edilerek geri döndürülen Sovyet birlikleri Budapeşte'yi işgal etti; Nagy Yugoslavya'nın Budapeşte'deki büyükelçiliğine sığınırken, reformcu önderlerin çoğu tutuklandı.Bu sırada Nagy hükümetinde görev almış János Kádár, karşıdevrimin bastırılmasından sonra reformlara gidilmesini öngören bir programla yeni bir hükümet kurulduğunu açıkladı.Sovyet birliklerine karşı silahlı direniş bir gecede kırıldı.İşçilerin başlattığı genel grevin sona erdirilmesi ise birkaç haftayı aldı.Düzenin sağlanmasından sonra geniş çaplı tutuklamalara girişildi.Bu arada 150 bin kadar Macar yurtdışına kaçtı. Bu olaydan sonra, Time dergisi 1956 yılında Macar halkını, "Macar Özgürlük Savaşçıları" olarak "Yılın Adamı" seçmiştir. Süveyş Krizi 1956 yılında İsrail, İngiltere ve Fransa'nın oluşturduğu gizli ittifak ile Mısır arasında yapılan savaştır. Mısır lideri Nasır'ın Süveyş Kanalını millileştirdiğini açıklamasından sonra çıkan savaş, Sovyetler Birliği'nin Londra ve Paris'e atom bombası atma tehditi karşısında İngiltere ve Fransa'nın geri adım atmasıyla sonlanmıştır. Süveyş Krizi, II. Dünya Savaşı öncesinde dünyaya egemen olan Batı Avrupalı devletlerin mutlak egemenliğinin son bulduğunu ve artık Amerika'nın desteği olmadan hareket edemeyeceklerini göstermiştir. Çatışmanın Temeli 1950'lere gelindiğinde Mısır’da egemen bir devlet kurulmuş olmasına rağmen Süveyş Kanalı’nın denetimi Batılı Devletler’in kontrol ettiği Kanal Şirketi’ndeydi. Şüveyş kanalı yoluyla başta İngiltere ve Fransa olmak üzere pekçok Batı Avrupa devleti, Körfez ülkelerinden petrol alıyordu. Mısır’da 1952 yılında iktidara gelen Cemal Abdulnasır, ülkesini askeri yönden güçlendirmeye ve İsrail karşısında üstün duruma geçmeye çok önem verdi. Bu amaçla, Sovyetler Birliği’ne yaklaşmaya ve Çekoslovakya üstünden silah almaya başladı. Ayrıca, Asuan Barajı’nı bitirip, ülkenin ekonomik kalkınmasını sağlamak istiyordu. Fakat bunlar için büyük miktarda mali yardıma ihtiyacı vardı. ABD ve İngiltere’den kredi almayı denediyse de, bu iki ülke Mısır’ın Doğu Bloğu’ndan silah alması ve İsrail karşıtı militanları desteklemesi sebebiyle kredi vermediler. Bunun üzerine Nasır, ihtiyacı olan mali gücü sağlamak için Süveyş Kanalı’nı işleten Kanal Şirketi’ni milleştirdiğini açıkladı. Kanal Şirketi’nin hisselerinin değerini sahip devletlere ödeyeceğini açıkladıysada, bu karar İngiltere ve Fransa’dan çok büyük tepki aldı. Çünkü, bu iki devlet için Süveyş Kanalı, Basra Körfezi'ndeki devletlerden aldıkları petrolün taşınması için çok önemliydi. Bu nedenle burada, Sovyetler’e yanaşmaya başlayan Mısır’ın denetim kurması tehlikeliydi. Ayrıca çok karlı olan Kanal Şirketi hisselerini Mısır’a devretmek istemiyorlardı. İngiltere, Fransa ve İsrail Anlaşması Anlaşmazlığı çözmek için toplanan Londra Konferansı’ndan sonuç çıkmadı. Bunun üzerine İngiltere başbakanı Antony Eden Paris’e gitti. Paris dışındaki Sevr’de toplanan İngiltere, Fransa ve İsrail Mısır’a askeri müdahele kararı aldı. Buna göre İsrail Mısır’a saldıracak, İngiltere ve Fransa ise savaşanları ayırmak bahanesiyle bölgeye asker çıkartıp kanalı işgal edeceklerdi. İki ülke arasındaki çatışmalar durdurulduktan sonra ise, “daha başka çatışmaları önlemek ve dünya ticaretinin bölge savaşlarından etkilenmemesini sağlamak” amacıyla bölgede kalıcı bir İngiliz-Fransız birliği konuşlandırılacaktı. İngiltere ve Fransa’nın Saldırısı Anlaşmaya göre İsrail 29 Ekim 1956’da Sina yarımadasını işgale başladı. Derhal harekete geçen İngiltere ve Fransa, Mısır’a bölgeye asker yollayarak “savaşı durdurmayı” önerdi. Nasır’ın bunu reddetmesinin ardından ise iki devlet askeri harekata başladı. İngiltere’den ve Fransa’dan birçok uçak gemisinin katıldığı harekat 5 Kasım’a kadar hava saldırısı; sonrasında ise paraşütçü birliklerin indirilmesi şeklinde gerçekleşti. Taktik açıdan harekat çok başarılı oldu. İngiliz ve Fransız birlikleri, Mısır birliklerini yenip kolayca kanalı ele geçirdi ve bölgeye hakim oldu. Savaşın Bitişi ve Barış Sovyetler ve Amerika’nın Tepkisi Hem Sovyetler Birliği, hem de Amerika Birleşik Devletleri bu saldırıya karşı cephe aldılar. Amerika ve Sovyetler’in savaşa karşı ortak tavır koymaları, Soğuk Savaş’ın ender olaylarından biridir. Sovyetler’in, Mısır’dan çekilmemeleri durumunda Paris ve Londra’ya nükleer saldırı yapma tehdidi sonrasında İngiltere ve Fransa ateşkes ilan edip geri çekilmek zorunda kaldı. Kasım’da başlayan geri çekilme Aralık ayında tamamlandı. Amerika Birleşik Devletleri, Sovyetler’in Doğu Avrupa’da yayılmasına büyük tepki gösterdiği halde kendi müttefiklerinin benzer emperyalist amaçlar için savaşması karşısında hem kendi içinde hem de uluslararası ortamda tepki görmüştü. Bu nedenle harekata karşı çıkmış ve Sovyetler’in saldırı tehdidi karşısında İngiltere ve Fransa’yı yalnız bırakmıştır. Ayrıca Amerika Birleşik Devletleri, Süveyş Krizi’nin daha büyük bir çatışmaya dönüşmesi ve Doğu/Batı Blokları arasında bir savaş şeklini almasından korkuyordu. ABD’nin bu harekata karşı olmasındaki diğer bir neden ise, bu savaşla bölgedeki Batı karşıtı akımların güçlenip Arap ülkelerinin Sovyetler’e yanaşmasıydı. Petrol sebebiyle çok önemli olan bu bölgede Sovyet etkisi, Amerika için kabul edilemez olurdu. Birleşmiş Milletler Barış Gücü Savaş’ın sonlanmasıyla, Kanada Dışişleri Bakanı Lester Pearson, Birleşmiş Milletler Barış Gücü kurularak Gazze Şeridi’ne ve Sina Yarımadası’na yerleştirilmesini önerdi. Birçok ülkenin katılımıyla oluşturulan bu gücün “barış sağlanıncaya kadar Mısır ve İsrail'in savaşmasını engellemek” sorumluluğunu üstlenmesi gerekiyordu. 1967’ye kadar bölgede kalan Barış Gücü, bu tarihte çekilmiş ve hemen ardından Altı Gün Savaşı çıkmıştır. Savaşın Sonuçları Süveyş Krizi’nin en verdiler sonucu, Avrupa Devletleri’nin zayıflığını göstermesi oldu. Yarım yüzyıl öncesinde dünyaya mutlak egemen olan İngiltere ve Fransa’nın artık Amerika’nın askeri desteği olmadan hareket edemeyeceği ortaya çıkmıştı. Bu, dünya hakimiyetinin Avrupa’dan Amerika ve Sovyetler’e geçtiğinin ilanı olmuştur. Süveyş Krizi, İngiltere’nin Falkland Adaları Savaşı’na kadar Amerika’nın desteği olmadan yaptığı son harekattır. Bu süre içinde İngiltere, askeri harekatlarında hep Amerika’nın desteğini arayacaktır. Fransa’da ise General de Gaulle, Fransa’nın dış politika amaçları için Amerika’ya güvenemeyeceğini anlamıştır. İktidara geldikten sonra de Gaulle, Fransa’nın bağımsız bir politika izleyebilmesi için nükleer silah geliştirilmesine başlayacak ve Fransa'yı NATO'nun askeri kanadından çekecektir. Süveyş Krizi’nden Nasır, Arap dünyasının en güçlü lideri olarak çıktı. Mısır, savaşı kaybetmiş ve büyük asker kaybı vermiş olmasına rağmen Süveyş Kanalı üzerinde denetimini kurmuştu. Mısır’da 1881 yılından beri var olan İngiliz etkisi ortadan kaldırılmıştı. Süveyş Krizi sonrasında Nasır yükselirken, İngiltere’de başbakan Antony Eden istifa etmek zorunda kalıyordu. İngiltere ve Fransa’nın zayıflığının ortaya çıkması ve Mısır’ın ayakta kalması kolonilerin bağımsızlaşma sürecini hızlandırdı. Bu iki devletin kalan kolonileri ileriki yıllarda bağımsız oldular. Mısır’ı kurtaran, İngiltere ve Fransa’yı geri çekilmeye zorlayan, Sovyetler Birliği’ydi. Bu tarihten sonra bölgede Sovyetler’in prestiji hızla artmaya başladı. II. Tayvan Boğazı Krizi, veya 1958 Tayvan Boğazı Krizi Çin Halk Cumhuriyeti ve Çin Cumhuriyeti arasında 1958 yılında yaşanan kısa bir silahlı çatışmadır. Çatışmanın sebebi, Çin'in Tayvan'a ait olan bazı adaları ele geçirmeye çalışmasıdır. 23 Ağustos 1958'de Çin'in bombardımanına Tayvan karşılık vermiş, ve 400 Tayvanlı, 50 Çinli ölmüştür. Bu olay, I. Tayvan Boğazı Krizi'nin devamıdır ve Kore Savaşı'ndan hemen sonra başlamıştır. Olaya ABD ve SSCB'nin de karışmasıyla derinleşmiştir. Küba devrimi 26 Temmuz Hareketiyle birlikte kovulan Fulgencio Batista rejimi yerine Fidel Castro önderliğinde yeni bir Küba hükümeti kurulmasıdır. Süreç 26 Temmuz 1953 Moncada Kışlası isyanıyla başlar, 1 Ocak 1959`da Batista`nın kovulması ve Santa Clara, Santiago de Cuba şehirlerinin Fidel Castro, Che Guevara, Raul Castro liderliğindeki isyancılar tarafından ele geçirilmesiyle son bulur. "Küba devrimi" terimi, aynı zamanda kısaca Batista`nın devrilmesi ve Marksist ilkelerin yeni Küba Hükümeti tarafından uygulanmasını da belirtir. Sputnik Krizi 4 Ekim 1957´de Sovyetler Birliği´nin uzaya fırlattığı Sputnik yapay uydusunun ardından ABD ve SSCB arasında yaşanan yarış. 1950´lerin başında hem ABD hem de SSCB uzaya ilk uyduyu fırlatmak için birbirleriyle bir yarış içine girmişlerdi.İki devletin başarısız denemelerinin ardından hiç beklenmedik bir zamanda SSCB, bir basketbol topu büyüklüğünde 85 kg ağırlığındaki Sputnik I uydusunun yörüngeye oturtulduğunu açıkladı. Bu ABD için tam bir şoktu. Bu olay hem uzay teknolojisinde yarışında geride kalmak demekti hem de daha önemlisi, bu denemeyi başaran Sovyetlerin nükleer bir silahı ABD üzerine gönderebileceği paranoyası tüm Amerikalıların aklına girmişti.ABD ardından uzaya uydular fırlattı ve SSCB'yi yakaladı.Ardından uzaya canlı ve insan gönderme yarışına girdiler.Amerika insanlık tarihinin en büyük Uzay Aracı olan Vogayer'i uzaya attı ve tam 35 yıldır bu araç hlen uzayda yürümekte.Daha sonra Yuri Gagarin uzaya çıkan ilk insan oldu.Bu iki devlet Soğuk Savaş'ın bir parçası olan Uzay Yarışı'nda da inanılmaz bir rekabete girdiler ve Amerika Birleşik Devletleri insanlık tarihinin en büyük olayını gerçekleştirerek Ay'a ilk insanı gönderdi.Neil Amstrong Ay'a ayak basan ilk insan oldu ve Amerika bu yarışı kazandı. Kronoloji 4 Ekim 1957 SSCB: Sputnik 1 (83.6 kg) fırlatıldı 3 Kasım 1957 SSCB: Sputnik 2 (508.3 kg) Laika ile beraber fırlatıldı 6 Aralık 1957 ABD: Vanguard TV-3 kalkış platformunda patladı 3 Şubat 1958 SSCB: Sputnik 3 denemesi başarısız oldu 5 Şubat 1958 ABD: İkinci Vanguard denemesi başarısız oldu 5 Mart 1958 ABD: Explorer 2 denemesi başarısız oldu 17 Mart 1958 ABD: Vanguard 1 (1.47 kg) fırlatıldı 26 Mart 1958 ABD: Explorer 3 yörüngede 28 Nisan 1958 ABD: Üçüncü Vanguard denemesi başarısız oldu (Kalkış sırasında devrildiği için bu mekiğe İngilizler alaycı bir şekilde Sputnik´le kafiyeli olsun diye devrilen mekik anlamına gelen Flopnik demeye başladılar) 15 Mayıs 1958 SSCB: Sputnik 3 (1,327 kg) yörüngede 27 Mayıs 1958 ABD: Vanguard denemesi dördüncü kez başarısız oldu 26 Haziran 1958 ABD: Vanguard beşinci kez başarısız oldu 26 Temmuz 1958 ABD: Explorer 4 yörüngeye girdi ve van Allen radyasyon kemerlerini haritaladı 24 Ağustos 1958 ABD: Explorer 5 denemesi dördüncü kez başarısız oldu 26 Eylül 1958 ABD: Vanguard denemesi altıncı kez başarısız oldu Vietnam Savaşı (II. Çinhindi Savaşı) Doğu Bloğu ülkeleri (Sovyetler Birliği ve Çin) ile ittifaka girmiş olan Vietnam Demokratik Cumhuriyeti (Kuzey Vietnam) ile Vietnam Cumhuriyeti (Güney Vietnam) ve başta ABD olmak üzere kapitalist müttefikleri arasında yaşanan savaştır. ABD birlikleri 1965 yılından 1973 yılına kadar savaşa dahil olmuştur ve 53,200 askerini kaybetmiştir. Viet Minh'in Kuruluşu ümit bittiğinde Çinhindi; İngiliz ve Fransız sömürgesiydi. III. Napolyon döneminde Fransızlar Annam, Kamboç, Koşen ve öteki bazı bölgeleri ellerine geçirmişler bu arada Hindistan ve Birmanya yoluyla Çinhindi'ne giren İngilizlerle Mekong'da çatışmışlar ve sonunda bu akarsuyu sınır yapmışlardır. II. Dünya Savaşı'nda Çinhindi, Japonya'nın eline geçti. Bu devlet, 1945 yılında yenileceğini anlayınca buradaki milliyetçi duyguları körüklemiş ve bölge halkını silahlandırmıştır. Çinhindi 'nde üç bağımsız devletin (Vietnam, Laos ve Kamboçya) kurulduğunu ilan ederek Vietnam'ı İmparator Bao Dai'nin yönetimine bırakmıştır. 1945 yılında Fransız Çinhindi'ne gelen ilk birlikler İngiltere'ninkilerdi. Bunlar Saygon'a geldiklerinde durumu karışık buldular. Çünkü, milliyetçi gruplar savaş sonu düzensizliğinden yararlanarak denetim kurmak için çaba gösterirken,1946 yılının sonuna gelindiğinde "Hür Fransa"ya bağlı birlikler de bölgedeki Fransızların hayatını korumak için mücadeleye başlamışlardı. Truman ve Vietnam Truman domino teorisine uyarınca Vietnam'da komunist bir iktidarın çevre bölgelere sıçrayacağını düşünerek bunu engellemek istemiştir. Truman'ın başkan olduğu dönemde, Fransızlar Vietnam'da hakim durumdaydı ve Ho Chi Minh liderliğindeki komünistlere karşı savaş vermekteydiler. ABD ise Fransa'ya cephane yardımında bulunuyordu. Eisenhower ve Vietnam Dwight Eisenhower döneminde Fransızlar Vietnam'dan çekilmişti ve Vietnam'da Komünistler ve milliyetçiler arasında iç savaş vardı. ABD'de Fransa Vietnam'dan çekilince, Birleşmiş Milletler'le beraber, 17. paraleller sınır olmak üzere Kuzey ve Güney olarak ikiye ayrılmasını sağlamıştır. O dönemde Eisenhower'ın politikası barışçıl yollarla çözümdü. Eisenhower, başkanlığında her zaman barışçıl bir politika yürütmüştür; öte yandan Vietkong (komünist gerillalar) Güneye saldırınca bölgeye asker göndermiş ancak bu askerler sadece Güney askerlerine eğitim amacıyla orada bulunmuş herhangi bir mücadeleye girmemiştir. John F. Kennedy döneminde asker sayısı 16 bini aşmış ancak yine mücadaleye girmemişlerdir. Başkan Lyndon Baines Johnson ve Richard Milhous Nixon döneminde mücadeleye girmiştir. SEATO'nun Kurulması Dünyadaki birçok yerde,II.Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan alt-bölgesel örgütlerin büyük bir çoğunluğu ise, sıkı iki kutuplu sistemde batı blok lideri ABD’nin, doğu blok lideri SSCB’yi çevreleme politikası doğrultusunda oluşturulmuşlardır.1949 NATO, 1954 Balkan İttifakı, 1955 Bağdat Paktı örgütleri ile müttefiklerden bir hat oluşturma yolundaki stratejinin Uzakdoğu ayağını da, 1954 yılında kurulan Güneydoğu Asya Antlaşması Teşkilatı (SEATO) oluşturmuştur. Tırmanma Vietnam'ın 20 yüzyıl tarihinin otuz senesinde savaş hüküm sürdü. Komünistlerin Fransız koloni kuvvetlerine karşı 1940'lı yıllarda başlattıkları mücadele, Saygon ve ülkenin tamamının kontrolünün 1975'te ellerine geçmesine dek sona ermedi. Kuzeyde mevzilenmiş komünist güçler, komünist lider Ho Şi Min liderliğinde 1954 yılında Fransızları bozguna uğrattılar. Ülke, yapılan anlaşmalarla komünist kuzey ve Amerikan yanlısı güney olmak üzere ikiye bölündü, arada askerden arındırılmış bir bölge vardı. Kalıcı bir çözüm için ülke çapında seçim sözü verildi ama bu asla gerçekleşmedi. Beş yıl içinde komünistler, güneyde gerilla savaşı başlattılar. 1964 yılında Kuzey Vietnam devriye botlarının, Tonkin Körfezi'nde seyretmekte olan Amerikan savaş gemisi 'Maddox'a ateş açmış olmaları gerekçe gösterilerek Amerika da Kuzey'i bombalamaya başladı. Bu saldırı hikâyesi sadece Kuzey'i bombalamak gibi bir avantaj sağlamakla kalmadı, ABD Kongresi'nin, Başkan'a yeni yetkiler veren 'Tonkin Körfezi Kararnamesi'ni onaylamasını da sağladı. Buna göre, Amerikan Başkanı, saldırganları püskürtecek ve yayılmasını engelleyecek her türlü yetkiyle donatılmış bulunuyordu. Amerika'nın Vietnam Savaşı'ndaki komploları bundan ibaret değildi. 1963 Kasım ayında Güney Vietnam Devlet Başkanı Diem askeri bir darbe sırasında öldürüldü. Bu cinayetin ABD istihbarat örgütü CIA tarafından işlendiği sonra kanıtlandı. Komünistlerle savaşmak üzere bölgeye yüz binlerce Amerikan askeri gönderildi. Bu, nihayetinde pahalı ve başarısız olacak; sivil huzursuzluğa ve uluslararası şaşkınlığa yol açacak bir süreçti. Amerika Birleşik Devletleri bilhassa domino teorisine dayanarak komünizmin yayılacağı yönündeki Soğuk Savaş kaygısıyla hareket etmişti. Vietnam Savaşı'nda on iki yaşında bir çocuk asker. Vietnam savaşı çok çetin geçtiği kadar iki tarafında birbirine acımadığı bir savaş olarak akıllara kazınmıştır. Vietkonglar akla gelebilecek her türlü işkenceyi ele geçirdikleri Amerikan askerlerine yapmaktan geri kalmamış, keza Amerikan askerleri de yakaladıkları Vietkonglar'ı diri diri helikopterle alçaktan (ölümleri geç ve can çekişerek olsun diye) atmışlardır. Toplu halde yapılan işkenceler, insanları canlı canlı yakmalar, biyolojik saldırılar, napalm bombaları, köy baskınları, toplu cinayetler ve yağmalar sıradan hale gelmiştir. ABD’den 19000 km uzakta cereyan eden savaş, televizyon sayesinde Amerikalılar'ın oturma odalarına taşınmıştır. Savaş görüntüleri olarak ölen, yaralanan, acı çeken asker görüntüleri, savaş sırasında mağdur olan sivil halkın durumu, özetle kan ve gözyaşı, insanları savaştan soğutmuş ve böylece ABD kamuoyunun savaşa olan desteği her geçen gün azalmıştır. Zaten, 1960lar'dan itibaren Vietnam Savaşı yaygın halk muhalefetini ortaya çıkartmış ve Amerikalı gençler arasında haksız bir savaşa karşı bir duruş ortaya çıkmıştı. 1970’lere gelindiğinde ise nüfusun %60'ı savaş karşıtı olmuştur. Ülkenin dağlık orta bölgelerinde bir kasaba olan Buon Ma Thuot'nın ele geçirilişiyle savaşın kaderi değişmiş ve Kuzey Vietnam güçleri iyice güçlenmiş ve moral kazanmış; ve nihayet iki ay sonra, 30 Nisan 1975 tarihinde Güney'in başkenti olan o zamanki adıyla Saygon'a girmiştir. 'Vietnam Savaşı' uzun ve kanlı bir savaş oldu. Hanoi hükümeti, 21 yıl süren çatışmalarda Kuzey ve Güney'de toplam dört milyon sivil ile bir milyondan fazla komünist savaşçının hayatını kaybettiğini söylüyor. ABD'nin verilerine göre ise , 200 ile 250 bin Vietnamlı asker ile 53 bin 200 Amerikan öldü ya da kayboldu. Saygon artık bugünün Vietnam'ının kurucusu ve o savaşın kahramanı ve lideri Ho Şi Min'in adını taşıyor. Sonuçları Bu savaşı S.S.C.B, Çin, Kuzey Kore, K.Vietnam kazandı. Vietnam Savaşı'nın başlangıcında Çin-Sovyet ilişkilerinin düzelmesini sağlayacağı varsayılıyordu, fakat algı farklılıkları ilişkilerin daha da bozulmasına sebep olmuştur. Sovyet-Çin farklılıklarının derinleşmesi, çokkutupluluğu güçlendirerek Yumuşama(detente) sürecinin hızlanmasına sebep olmuştur. Böylece, A.B.D'nin Vietnam'ı bölme planı suya düşerken, Kuzey Vietnam ve Güney Vietnam 1975 yılında birleştiler Kongo Krizi (1960-1965) Birinci Demokratik Kongo Cumhuriyeti'nin Belçika'dan bağımsızlığını kazanmasını sağlayan savaş. Sömürgeleşme karşıtı savaşta önemli bir nokta; kapalı bir şekilde de olsa SSCB ile ABD arasındaki çatışmadır. Çin-Sovyet Ayrılığı Çin Halk Cumhuriyeti ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği arasında yaşanan ciddi bir diplomatik ayrılıktır. 1950'lerin sonunda başlamış, 1969'da zirveye ulaşmış ve farklı yollarla 1980'lerin sonuna kadar sürmüştür. Sorun Çin'in 500 milyon köylüyü kapsayan bir toprak reformu gerçekleştirmeyi düşünmesi ve bu reformla sosyalizmi tam olarak tamamlayacağını dolayısıyla artık Sosyalist liderinin Sovyetler değilde Çin olması gerektiğini iddia ediyordu. Sovyetlerde ise Kruşcev sosyalizm basamaklarını sovyetlerin çoktan tamamladığını iddia ediyordu. Kruşcev iddiasını desteklemek için Doğu Avrupa ülkelerine bazı imtiyazlar vermiş ve yakın zamanda başlayacak olan çok merkezlilik döneminde Doğu Avrupa'nın da faal bir güç olarak katılımını sağlamış oldu. Sorun Gorbaçov işbaşına gelene kadar devam etti ve bu dönemde çözüldü. Bu ayrılık, uluslararası Komünist akımlarda da paralel etkilere sebep olmuştur. U-2 Krizi 1960 yılının Mayıs ayında Sovyet toprakları üzerinde bir Amerikan Lockheed U-2 casus uçağının düşürülmesi üzerine çıkan ve Sovyet-Amerikan ilşkilerinde önemli bir bunalıma yol açarak Soğuk Savaşı şiddetlendiren olaya denir. ABD’nin Türkiye dahil bazı NATO ülkelerinden kalkan uçaklarının faaliyetlerinin yarattığı bir olaydır ve yalnız doğu ve batı blokları açısından değil Türkiye açısından da önemli sonuçlar doğurmuştur Sonuçlar Soğuk Savaş hız kazanmıştır. ABD ve SSCB arasındaki gerginlik tırmanmıştır. Ekim Füzeleri Bunalımına zemin hazırlanmıştır. Amerika'nın Corona kod adlı uydu geliştirme projesi hız kazandı. Türkiye, ABD’nin kendi toprakları üzerindeki üsleri yine kendisini tehlikeye atacak şekilde kullanabileceğini görmüş; bu konuda ABD ile yapılan temaslar ise sonuçsuz kalmıştır. Domuzlar Körfezi Çıkartması 1961 yılında ABD´nin desteğini arkasına alan sürgün Kübalıların, Castro rejimini yıkmak için gerçekleştirdikleri başarısız işgal girişimi. Adını, çıkarmanın yapıldığı körfez olan Playa Giron'dan almıştır. Nedeni ve başlangıcı Kübalı devrimci Fidel Castro, ABD'nin desteklediği Batista diktatörlüğünü 1959'da devirdiği zaman, ülkedeki tüm kumarhane ve genelevleri kapattı, ekonomiyi millileştirdi. Bu, mafya ile United Fruit Company, ITT, Shell gibi birçok çokuluslu ve ABD şirketini çok kârlı bir birliktelikten yoksun bıraktı. ABD cephesinde ise, en iyi arkadaşı Bebe Rebozo ve diğerleri üzerinden mafyayla uzun zamandan beri bağlar kurmuş olan Başkan Yardımcısı Richard Nixon, CIA ile birlikte Castro'yu saf dışı bırakmak için gizli planlar yapmaya başladı. Bu işe, sonraki başkanın Nixon olacağı beklentisiyle, Eisenhower'dan habersiz girişilmişti. Nixon'ın yerine John Fitzgerald Kennedy (JFK) başkan seçilince, hakkında ciddi endişe duyduğu bir operasyon devraldı: Domuzlar Körfezi'nden Küba'yı işgal etmek. CIA, Castro'nun öldürülmesi için mafyayı kiralamıştı. Bunu hem CIA, hem de mafya canı gönülden istiyordu. Suikast, işgalle aynı anda olacaktı. Tetikçi, Castro'dan sonra Küba'yı yönetmek için seçilmiş JFK'nin desteklediği sekiz Kübalı göçmen liderden birisiydi. Fakat Nixon bu sekiz kişinin hepsini işgal girişimi sırasında tutukladı. Eğer işgal başarıya ulaşsaydı bu sekiz Kübalı öldürülecek ve yerlerine Nixon'un desteklediği Kübalılar geçecekti. CIA tarafından eğitilmiş ve silahlandırılmış 2000 sürgün Kübalı 17 Nisan 1961´de Domuzlar Körfezi´ne çıkarma yapmaya başladı. Sonuç Çıkarma birlikleri Küba ordusu tarafından altı gün içinde yenilmişti. İşgalcilerin hemen hepsi ya öldürüldü ya da esir edildi. Esir edilenler de vatana ihanet suçundan 30 yıl hapse çarptırıldı. Batista döneminde azılı işkenceci olan eski polis görevlisi esirler halk mahkemelerinde yargılanarak kurşuna dizilmişlerdir. Daha sonra ABD ile yapılan pazarlıklarla diğer esirler 53 milyon dolarlık yiyecek ve ilaç yardımı karşılığında serbest bırakıldı. Aslında, JFK de Castro´dan kurtulma arzusundaydı ancak bu iş için Amerikan kuvvetlerini değil, yalnızca Kübalı mültecileri kullanmak istiyordu. CIA, JFK'yi Amerikan ordusunu kullanmaya ikna edecek bir provokasyon yapabileceğini umdu. Fakat JFK inatla Amerikan silahlı kuvvetlerini bulaştırmayı reddedince, 1961 Nisanı'ndaki işgal harekâtı başarısız oldu. Belki de işgal her durumda başarılı olmayacaktı, 1500 kişilik işgal kuvvetinin eğitimi gibi, operasyonun güvenliği de zayıftı. Guantanamo'daki Amerikan üssünden başlatılması planlanan yanıltıcı saldırının yapılamamasının yanı sıra, CIA'nın öteki kozu olan, Castro'ya suikast da gerçekleşmedi. Bu olay sonucunda CIA başkanı işten alındı, Küba ile ABD arasındaki uçurum iyice açıldı, Amerika tekrar dünyanın gözünde itibar kaybederken Castro bir kahraman olarak görülmeye başlandı. CIA, kendisine yönelecek suçlamaları önlemek ve JFK'yi daha savaşçı bir tutuma zorlamak için, JFK'nin Küba'ya hava saldırısını iptal etmesinin Domuzlar Körfezi başarısızlığına yol açtığı yönünde propaganda kampanyası başlattı. Aslında, hava saldırısı kararı JFK'nin haberi olmadan alınmıştı. Tıpkı Eisenhower'ın benzer bir durumda yaptığı gibi, JFK de bütün sorumluluğu üstlendi. JFK'nin ölümünden sonra da CIA'nın Castro ile savaşı sürdü. CIA, en azından 1987'ye kadar, Castro'yu öldürmek için iki düzineden fazla girişimde bulundu. Ayrıca, biyolojik savaş da dahil, Küba'da çok sayıda CIA sabotajı düzenlendi. Domuzlar Körfezi'ne karışan Kübalılarin çoğu sonradan örgütlü suça yöneldi. Diğerleri, örtülü operasyonlarda CIA için çalışmayı sürdürdü. Elbette büyük bölümü ikisini bir arada yürüttü. Aslında birçok kişi ve kurum tarafından planlanıp uygulamaya konulduğu halde (çıkarmanın fiyaskoyla sonuçlanmasından dolayı) tüm yükün dönemin ABD başkanı John F. Kennedy'e kalması üzerine başkan, siyasi tarihe geçen o ünlü sözünü sarfetmişti: "Zaferin yüz tane babası vardır; ancak hezimet yetimdir." Ve bu olay JFK suikastinin ilk kıvılcımıdır. Ekim Füzeleri Bunalımı ABD’nin Türkiye’ye, SSCB’nin de Küba’ya nükleer başlıklı füze yerleştirmesi ile başlayan, Ekim 1962’de dönemin iki süper gücünü karşı karşıya getiren ve dünyayı nükleer savaş tehditi altında bırakan bunalımdır. Söz konusu bunalım “Küba Füzeleri Bunalımı” veya “Küba’da Ekim Füzeleri Bunalımı” olarak da bilinir. Özellikleri Ekim Füzeleri bunalımının en önemli özelliği, nükleer silahlara sahip iki süper gücün dünyada ilk kez doğrudan karşı karşıya gelmesidir. Bunalımın bir başka özelliği hem soğuk savaşın doruğunu hem de 1962 sonrasında yavaş yavaş ama kararlı bir tempoda yerleşmeye başlayan “yumuşama” (detente) olgusunun temelini oluşturmasıdır. Nedenleri Ekim Füzeleri bunalımının temelinde yatan asıl neden Amerikan Hükümetinin Fidel Castro rejimini devirmek istemesidir. Castro’nun 1959 yılında ABD’nin kontrolündeki Batista rejimini yıkarak iktidara gelmesi üzerine ABD önce Amerikan Devletleri Örgütü (OAS) bünyesinde Latin Amerika ülkelerinin ortak harekatıyla Castro rejimini yıkmayı denediyse de OAS üyeleri yalnızca Castro rejimini kötülemekle yetindiler. Daha sonra, ABD’ye kaçan Kübalı mültecilerin Amerikan hükümetinin yardım ve desteği ile Küba’yı işgal etmesini içeren bir plan yürürlüğe konduysa da mültecilerin “Domuzlar Körfezi Çıkartması'nda” başarısızlığa uğraması ABD’nin bu dolaylı müdahale girişimini sonuçsuz bıraktı. Bunalımın bir diğer nedeni ise, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) ABD’nin gerek OAS bünyesinde gerekse Domuzlar Körfezi Çıkartması’nda yaşadığı başarısızlıktan yararlanması ve Küba’daki Castro rejimine destek olmaya başlamasıdır. SSCB, ihtiyaç duymamasına karşın Küba’nın şeker ihracatının büyük kısmını satın aldı ve Küba’ya olası bir Amerikan müdahalesine karşı güvence verdi. Füzeler Amerika’ya ait bir U-2 casus uçağının (bknz. U-2 Olayı) 1 Mayıs 1960’ta düşürülmesiyle ABD-SSCB ilişkileri gerginleşirken Küba-SSCB dostluğu giderek sıkılaşıyordu. Bu sıcak ilişkilerin bir sonucu olarak 1962 sonbaharında Küba’ya Sovyet füzelerinin konuşlandırılmasına başlandı. Bir görüşe göre, Küba bunalımının ortaya çıkardığı tehlike gerçek olmaktan çok görünüşteydi. Bu görüşe göre, füzelerin yerleştirilmesi dönemin SSCB lideri Nikita Khrushchev açısından becerikli bir soğuk savaş oyunuydu ve füzeler dönemin ABD Başkanı J. F. Kennedy zorladığı takdirde sökülmek üzere yerleştirilmişti. Ancak, sökme bedeli olarak Khrushchev bazı ödünler beklemekteydi: Küba’nın işgal edilmeyeceğine dair güvence SSCB toprakları yakınına yerleştirilmiş füzelerin sökülmesi. Füzelerin yerleştirilme amacı ne olursa olsun Küba ile SSCB arasında gelişen bu ilişkiler ABD’yi bir müdahaleye doğru itmeye başladı. ABD Başkanı Kennedy 1962 yılı Ekim ayının hemen başında verdiği bir demeçte şu olasıklıkların gerçekleşmesi halinde Küba’ya müdahale edeceğini açıkladı: Küba’daki Amerikan Guantanamo Üssü, Panama Kanalı, öteki Latin Amerika ülkeleri veya kıtadaki Amerikalıların hayatları tehlikeye girerse; Cape Canaveral İstasyonu’na müdahale edilirse; SSCB’ Küba’da saldırgan üsler kurarsa. Bunalım Fidel Castro ABD’de seçim mücadelesinin hızlandığı bir dönemde 16 Ekim 1962 günü dönemin ABD Savunma Bakanı Robert McNamara Küba’da füze üslerini belirleyen hava fotoğraflarını Başkan Kennedy’e gösterdi. Fotoğraflardan edinilen bilgiye göre, Sovyet füzeleri yerleştirilmeye başlanmıştı ama ateşlemeye hazır hale gelmeleri için bazı parçaların Küba’ya gelmesi gerekiyordu. Kennedy teknik danışmanlarıyla uzun süren toplantılar yaptıktan sonra Küba’nın denizden abluka altına alınmasına karar verdi. ABD, abluka kararı konusunda Birleşmiş Milletler’e, OAS’a ve NATO’ya danışmadı ve sadece bu örgütleri kararından haberdar etmekle yetindi. 22 Ekim 1962 tarihinde abluka uygulanmaya başladı. Bu sırada, Atlantik Okyanusu’nda seyreden Sovyet gemileri Küba’ya yaklaşmaktaydı. Bu gemiler ablukaya uymadıkları takdirde batırılacaklardı. Khrushchev ilk tepki olarak saldırı değil savunma silahı taşıdığını söylediği gemilerin durması için emir vermeyeceğini açıkladı. Bu durum gerilimi daha da tırmandırdı. Khrushchev, 27 Ekim 1962’de Kennedy’e gönderdiği mektupta, ABD’nin Türkiye’deki benzer füzeleri sökmesi halinde (ABD 1960 yılında Türkiye’ye Jüpiter füzeleri yerleştirmişti) SSCB’nin de Küba’dakileri sökeceğini, Türkiye’nin toprak bütünlüğüne ve bağımsızlığına saygı göstereceğini, içişlerine karışmayacağını ve işgal etmeyeceğini belirtmiş ve Küba’daki füzelerin sökülmesinin karşılığı olarak ABD’nin de aynı güvenceleri Küba açısından vermesi gerektiğini eklemiştir. Başkan Kenedy ise aynı tarihli cevabi mektubunda, Kübadaki füzeler söküldüğü taktirde Küba’ya karşı uygulanan ablukaya son verileceğini ve Küba’yı işgal etmeyeceği güvencesini verebileceğini kaydetmiş ancak Türkiye’deki füzelerin sökülmesi konusunda kesin bir güvence vermekten kaçınarak “Dünyadaki gerginliklerin yumuşaması, mektubunuzda belirttiğiniz öteki silahlarla ilgili olarak daha geniş bir düzenlemeye gidebilmemize olanak sağlayabilir” demiştir. ABD Başkanı Kennedy kısa vadeli tedbirlerle uzun süreli tedbirleri birbirinden ayırmaktaydı. Kennedy için önemli olan ABD’ye yönelik tehditin ortadan kaldırılmasıydı. Jüpiterler ise daha sonra ele alınacak bir düzenleme içinde düşünülebilirdi. ABD’ye göre pazarlık unsurları da birbirine uymamaktaydı. Bir yanda birdenbire Küba’ya yerleştirilen füzeler öte yanda çok önce yerleştirilmiş bulunan ve yerleştirildikleri anda SSCB’nin tepkisiyle karşılaşmadığı için üstü kapalı olarak kabul edilmiş füzeler bulunuyordu. Khrushchev 28 Ekim 1962’da Kennedy’e ikinci bir mektup yazmıştır. Bu mektupta Türkiye’deki Jüpiter füzelerinden hiç bahsedilmemiş ve Kennedy’nin önerilerine sıcak bakıldığı vurgulanmıştır. Kennedy, aynı gün Khrushchev’e bir mektup göndermiş ve sağduyulu kararından dolayı kendisini tebrik etmiştir.[Amerika'da büyükelçiler nezdinde yapılan son görüşmede Sovyet elçi Küba'daki füzelerin kaldırmasının ancak Türkiye'deki füzelerin kaldırılmasına bağlıyacak Amerikan elçi yedekte tuttuğu kozu kullanıp "zaten Türkiye'ye koyduğumuz füzeler eskimişti 6 ay içerisinde kaldıracaktık" demiştir(Amerikan elçi Kenndy'nin kardeşi bakandır ve ayrıca sovyet elçi ile görüşmeden önce Türkiye'deki füze kozunu en son seçim olarak kullanmasını kararlaştırmışlardır.Füzelerin Sovyetlerin aynı dönemde kaldırılmamasının sebebi ise gelişen olaylar karşısında medyada sıkıntı çeken Kenndy'nin Türkiyede'ki füzelerin kaldırılmasının altında kalabilecek olmasıdır.Amerikan elçi bu gizli maddenin sadece sovyet kurmaylar tarafından bılınecegı Türkiye'deki füzelerin kaldırılmasının kamuoyu tarafından bilinmesinin anlaşmayı bozacağı ve askeri müdahalenin kaçınılmaz olacağını söylemiştir.Kim bilir belki de Khrushchev sadece ülkesinin böyle bir tehlikeyle karşı karşıya kalmaması için başkanlık koltuğundan indirilirken bu gizli maddeyi açıklamamıştır ama Sovyetler kendini tehdit eden yakınındaki nükleer füzelerden kurtulmuştur.]-->(Yakın Tehlike Thirteen Days filiminden) 28 Ekim 1962 tarihli mektuplar ve ABD’nin Küba’ya uygulanan ablukayı kaldırmasıyla bunalım atlatılmış oldu. Khrushchev’in füzeleri sökme kararı NATO’da da rahatlama yaşanmasına neden oldu. Çünkü, 28 Ekim 1962 tarihli NATO Konseyi toplantısında ABD Küba’yı işgal hareketine girişirse Türkiye’nin Sovyet işgaline uğrayabileceği ve NATO’nun savaşa sürüklenebileceğine değinilmişti. NATO Konseyi’ndeki bazı delegeler ABD’den Küba’yı işgal etmeme garantisi istemiş, ABD delegesi ise bu güvenceyi vermekten kaçınmıştı. Sonuçları Ekim Füzeleri bunalımı, biraz da çelişkili olarak, soğuk savaşın doruk noktasına vardığı bir dönemde “yumuşama” ve “görüşme” havası yaratmıştır. Nükleer savaşın eşiğine gelindiğini anlayan taraflar, bu bunalımdan sonra daha temkinli olacaklardır. (Örneğin ABD Türkiye’deki Jüpiter füzelerini tek taraflı bir kararla sökmeye başlamıştır.) NATO üyeleri, daha doğrusu NATO’nun Avrupa kanadı, böyle büyük bir bunalımda (kendilerini de tehikeye atan bir durum olsa dahi) görüşlerinin alınmayacağını, ABD’nin tek başına hareket edeceğini anlamışlardır. SSCB’de Khrushchev serüvencilik suçlamasıyla iktidardan düşürüldü. Ekim Füzeleri bunalımı, o dönemki iki kutuplu dünya düzeninde, blokları oluşturan devler arasındaki ilişkileri de etkiledi. Doğu Bloku içinde Çin-Sovyet anlaşmazlığı açığa çıktı. Pekin, Moskova’yı “devrimci davaya ihanetle” suçladı. Moskova Pekin’i serüvencilikle itham etti. Batı Bloku’nda Fransa iki süper devlet arasında denge kuracak bir “Batı Avrupa Koalisyonu” girişimi başlattı ve ABD ile ilişkilerini gevşetme yönünde önemli adımlar atarak kendi nükleer programnı başlatttı. ABD ve SSCB Ekim Füzeleri bunalımından sora nükleer silahların yayılmasını önlemek için Moskova’da 5 Temmuz 1963’te “Nükleer Silah Denemelerinin Kısmi Yasaklanması Anlaşması”nı imzaladılar. (Bu anlaşma atmosferde, uzayda ve denizaltında nükleer denemeleri yasaklıyor ancak toprak altındaki nükleer denemelere izin veriyordu.) Ekim Füzeleri bunalımı, bölgesel bir çatışmada geleneksel (klasik) silahların önemini artırmıştır. Herhangi bir bunalım sırasında Washington ve Moskova arasında doğrudan bir haberleşme hattının kurulması gerekliliği ortaya çıkmıştır. İki başkent arasında anında haberleşmeyi sağlayacak telefon hattı (hotline) kurulmuştur. Türkiye iki süper güç arasında sıkıştığını farketmiş ve coğrafi konumu ile ABD`ye olan yakınlığının kendisi açısından olumsuz sonuçları olabileceğini görmüştür. Berlin Duvarı (Almanca: Berliner Mauer) Doğu Almanya vatandaşlarının Batı Almanya'ya kaçmalarını önlemek için Doğu Alman meclisinin kararı ile 13 Ağustos 1961 yılında Berlin'de yapımına başlanan 46 km uzunluğundaki duvar. Batı'da yıllarca "Utanç duvarı" (Schandmauer) olarak da anılan ve Batı Berlin'i bir ada gibi abluka altına alan bu betondan sınır, 9 Kasım 1989'da Doğu Almanya'nın, isteyen vatandaşlarin Batı'ya gidebileceğini açıklamasının ardından tüm tesisleriyle birlikte yıkıldı. Yapılışı Berlin'in işgal güçlerince paylaşımı II. Dünya Savaşı´nın sonunda savaşı kaybeden Almanya ve başkenti Berlin işgal kuvvetlerince Amerikan, Fransız, İngiliz ve Sovyet bölgesi olarak dörde bölündü. Kısa süre sonra Batı ittifakı benzer şekilde olan yönetim birimlerini birleştirdi ve tek bir yönetim bölümüne dönüştü. Sovyetler ise bu birleşmeye karşı çıktı. Batılı işgal kuvvetleri Versailles'ten ders almış ve Almanya´yı tekrar inşaya girişmişken, Sovyetler intikam duygusuyla hareket etti ve Doğu Almanya´daki Almanları cezalandırmaya girişti. Ekonomisi çok kötü, siyasi yönetimi aşırı otoriter olan Doğu Almanya'dan Batı'ya kaçışlar başlamıştı. Sovyetlerden kaçış büyük ölçüde Berlin'den gerçekleşiyordu. Zamanla tel örgü ve mevzuat değişiklikleri de batıya kaçışı engelleyemez duruma gelmişti. Sovyetler, Batı Berlin'i Sovyetlerin içinde bir fesat yuvası, kapitalizmin kalesi, karşı propaganda merkezi olarak gördüğü için Berlin Duvarı'nı örmeyi çözüm olarak benimsedi. Duvarın kendisi 1961'de kurulmuştur; ancak Doğu ile Batı Almanya arasındaki katı sınır daha 1952'de çizilmişti. Amaç, sistemin ihtiyaç duyduğu ama sisteme ihtiyaç duymayan eğitimli ve genç insanların kaçmasını engellemekti. Ancak sadece Berlin metrosunu kullanarak 1955 yılına kadar 1950'lerin başında büyük bir ekonomik büyüme yakalayan Batı Almanya'ya 270 bin insan kaçmıştır. Berlin Duvarı bunun üzerine dönemin SED lideri Walter Ulbricht'in bir şeyler yapılması gerektiği konusunda Sovyet liderlerine danışması ve onaylarını alması sonucu kurulmuştur. Duvar Doğu Almanya’nın gittikçe daha da kötüleşen ekonomisine ek olarak, genç ve eğitimli kesimin de Batı Berlin’e sürekli geçiş yapmasıyla (1949-1961 yılları arasında sayıları 2,6 milyonu bulmuştur), Doğu Almanya meclisinin kararıyla 12-13 Ağustos 1961’de bir gecede örülmüştür. Planları tamamiyle gizlilik içinde gerçekleşmiştir. Öyle ki SED genel sekreteri Walter Ulbricht’in 15 Haziran 1961’de, Doğu Berlin’deki bir konferansta Batı Berlinli muhabir Annamarie Doherr’in sorusuna verdiği yanıtta geçen “Niemand hat die Absicht, eine Mauer zu errichten” (kimsenin bir duvar inşa etmeye niyeti yok) cümlesi bunun açık kanıtıdır. Duvarın ilk oluşturulan hali geçişleri engellemeyince yükseltilmiş mayın tarlaları köpekli askerler gözcü kuleleriyle geçiş tamamen engellenmiştir. Berlin Duvarı (1978) Bernauer Straße 1961 yılında Berlin Duvarı'nın yerine önce sadece basit bir tel örgü çekildi. Daha sonra bu örgünün yerine adı "Utanç duvarı" olarak da bilinen Berlin Duvarı inşa edildi ve bu tel örgü duvarın üstünde yeniden yeraldı. Doğu ve Bati Berlin'in arasındaki bu duvar, aslında biri 3,5 digeri 4,5 metrelik iki çelik parçadan oluşuyordu. Doğu tarafına bakan duvar kaçmaya yeltenecek insanların kolay görünmesi için beyaza boyanmıştı. Buna karşılık Batı Almanya'ya bakan taraf ise grafitti ve çizimlerle doluydu. Doğu kısmında duvar boyunca yerde çelik kapanlar ve mayın tarlaları bulunuyordu, 186 yüksek gözetleme kulesi ve yüzlerce lamba konmuştu. Doğu tarafında motorsikletli ve yaya polisler ve köpekler de kontrol halindeydi. Duvar boyunca 25 karayolu, demiryolu ve suyolu sınır kapısı yeralıyordu. Tüm bu kontrol ve gözetlemelere rağmen, yaklaşık 5 bin kişi tüneller, evde yaptıkları balonlar ve bunun gibi yollarla, Dogu'dan Batı'ya kaçmayı başardı. Duvarla birlikte Doğu'dan Batı'ya kaçışlarda en büyük dramlardan biri de Bernauer Strasse'de yaşandı. Nitekim bu sokaktaki evler Doğu'da yeralmalarına rağmen ön cepheleri Batı'daydı. İlk başlarda pencerelerden yaralanmayı ve sakatlanmayı göze alan kaçışlar oldu, sonraları bunu önlemek için evlerin pencereleri tuğlalandı. Kısa bir süre sonra ise bu evler tamamen yıkılarak yerlerine duvar örüldü. Doğu'dan Batı'ya kaçmak isterken yaşamını yitiren ilk kişi olarak bilinen Ida Siekmann, 22 Auğustos 1961'de işte burada can vermişti. Günümüzde eski Berlin duvarının bu bölgesinde duvarın bazı kalıntıları ve konuyla ilgili bir müze bulunmaktadır. 24 Ağustos 1961'de ise ilk kez silah gücüyle, 24 yaşındaki Günter Litfin'in Spree nehri üzerinden kaçışı ölümcül olarak engellendi. Sınır nöbetçilerin mermileriyle yaşamını yitiren son kişi ise, duvarın yıkılmasından 9 ay kadar önce 6 Şubat 1989'te kaçmaya çalışan Chris Gueffroy oldu. Berlin duvarını aşmak isterken can verenlerin sayısı hala kesin olarak bilinmemekle birlikte, en az 86 en fazla ise 238 olduğu tahmin edilmektedir. Duvar boyunca, burada yaşamını yitirenleri anımsatan pek çok küçük anıta rastlamak mümkündür. Yıkılışı Londra'daki Savaş Müzesi'nin bahçesinde Berlin Duvarı'ndan bir parça 1989 yılı başlarında Alman Demokratik Cumhuriyeti Hükümeti, isteyen Doğu Almanya vatandaşlarının Sovyetler Birliği dahilindeki diğer Doğu Bloğu ülkelerine geçiş yapabilmesine izin verdi. Bu iznin çıkmasıyla beraber binlerce Doğu Alman vatandaşı Polonya, Çekoslavakya, Macaristan, Yugoslavya gibi ülkelerin başkentlerine akın etti ve buralarda bulunan Amerikan, İngiliz, Fransız büyükelçiliklerine sığındı. Daha sonra da bu sığınmacılar özel trenlerle Doğu Bloğu dışındaki ülkelere kaçmaya başladılar. Kaçışın bu kadar yoğun olduğu bir durumda Dogu Almanya Hükümeti duruma bir çözüm bulmak için toplandı. Burada yaşayan insanlar artık bu şekilde zaten Doğu Almanya'dan çıkabildiklerine göre duvarın bir anlamı kalmamıştı. Doğu Alman hükümeti, duvarın kaldırılmasına onay vermişti. 9 Kasım 1989'da bu kararı halka açıklamak üzere bir basın toplantısı düzenlendi. Karar açıklandığı andan itibaren duvarın iki tarafında yüz binlerce insan birikmeye başladı. Gece yarısına doğru hükümet ilk olarak Brandenburg Kapısı'ndan başlayarak barikatları ve geçiş önlemlerini kaldırdı. Her iki Almanya tarafından yaklaşan insanlar duvarın üzerinde buluştular. İnsan seli bir saat içinde yüz binlere ulaştı. Duvarın yıkımına resmi olarak 13 Haziran 1990'da, daha önce de burada adı geçen Bernauer Straße'de 300 Doğu Alman sınır askeri tarafından başlandı. Alman Demokratik Cumhuriyeti de duvarın yıkımından sonra çok fazla dayanamamış, 13 Ekim 1990´da resmen sona ermiştir. Duvarın şehrin içinden geçen kısmı aynı yılın Kasım ayına kadar neredeyse tamamen ortadan kaldırıldı. Nitekim Berlinliler onlarca yıl bölünmüşlüğün yara izlerini bir an önce bertaraf etmek istiyordu. Duvar yıkıldıktan bir süre sonra yapılan ankette halkın bir kısmının duvar yıkılmadan önce daha memnun olduğu görülmüştür. Bunun başlıca sebeplerinden birisi, Doğu tarafında insanların eğitim, sağlık gibi hizmetleri parasız alıyor olması ve sosyalizmin nispeten eşit koşullar sağlıyor olmasıydı. Duvarın yıkılmasıyla beraber bu tarz hizmetlerin eksikliği duyulmaya başlandı, Batı Almanya'nın kapitalist sistemine ve rekabet ortamına uyum güçlükleri yaşandı. Batı tarafındakiler ise Doğu'nun yapılandırılmasına yönelik ek vergilerden rahatsızlık duymaktaydılar. İki Almanya'nın birleşmesinden sonra Batı Almanya'dan ve uluslararası sermaye çevrelerinden Doğu'ya sermaye akışı gerçekleşti. Emeğin daha ucuz olduğu bu bölgelerde ücretler hala Almanya'nın batı bölgelerine göre daha düşük seyretmektedir. Halen, Almanya'nın en yüksek işsizlik oranları Doğu şehirlerindedir. Sosyalizm döneminde işsizlik gibi bir soruna sahip olmayan Doğu Almanya vatandaşları, duvarın yıkılmasıyla birlikte kapitalist ekonominin farklı koşullarıyla karşı karşıya kaldı. Duvarın fiziksel kalıntıları Anı olarak satışa sunulan, şilt haline getirilmiş Berlin Duvarı'ndan bir parça Günümüzde duvar, sosyal açıdan yer yer kendini farkettiriyor olsa da, fiziksel olarak hemen hemen hiç algılanmamaktadır. Bir zamanlar duvarın şehrin tam ortasından geçtiği yerler, bugün yeniden imara açılmış, yerini bina, meydan ve sokaklara bırakmıştır, diğer yerler genelde yeniden kullanıma girmiş yol ya da yeşillendirilmiş park alanıdır. Duvarın kimi kesimleri anıtsal amaçlı olarak yerinde bırakılmıştır: Bernauer Straße/Ackerstraße Bernauer Straße/Gartenstraße Bösebrücke, Bornholmer Straße Checkpoint Charlie sınır geçiş kapısı, buradaki ABD sektörüne ait kontrol kulübesi orijinal değildir, orijinali Müttefikler Müzesinde'dir. Friedrichstraße/Zimmerstraße Schützenstraße East Side Gallery, Ostbahnhof ve Warschauer Platz arasında Spree ırmağı kıyısınca uzanır. Invalidenfriedhof, Scharnhorststraße 25 Mauerpark, Eberswalder Straße/Schwedter Straße Niederkirchner Straße/Wilhelmstraße Parlament der Bäume, Konrad-Adenauer-Straße, buradaki duvar kalıntıları Berlin'in farklı kesimlerinden getirilmiştir. Sadece buradan geçen yol, gerçekten de iç ve dış duvarın arasında yer alıyordu. Potsdamer Platz Stresemannstraße Erna-Berger-Straße Schwartzkopffstraße/Pflugstraße, evlerin arka bahçesinde. St.-Hedwigs-Friedhof / Liesenstraße Yukarıda adı geçen kalıntılardan bir kısmı önümüzdeki dönemde de yerlerinden sökülmeye devam edecektir. İç ve ama genelde daha çok dış duvarın geçtiği yerler, genel olarak asfalt ya da çimenler üzerinde özel taşlarla, ara ara da yere "Berliner Mauer 1961-1989" yazısı işlenmiş bronzdan levhalarla işaretlidir. Özel olarak dikilen tabelalar da, duvara ilişkin bilgiler içerir. Eski duvar hattı boyunca yeralan çok sayıda müzede duvar hakkında önemli belge, fotoğraf ve benzeri kaynaklar yer alır. Sokak köşelerindeki rastlanabilecek gri-beyaz "Mauerweg" levhaları da bir zamanlar buradan duvarın geçtiğine işaret eder. 43 kilometrelik duvarın kimi blok parçaları Brandenburg eyaletinde bir depodadır, ancak duvar kalıntılarının bir kısmı başta ABD olmak üzere çeşitli ülkelere satılmıştır ve o ülkelerde birbirinden farklı amaçlı mekanlarda sergilenmektedir. Las Vegas'ta Main Street Station otelinin erkekler tuvaletinde, Brüksel'de Avrupa Parlamentosu binasının önünde, Montréal'de Dünya Ticaret Merkezi'nde, New York'ta 53. caddede, Vatikan bahçesinde, Strazburg'da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi binasının önünde duvarın parçalarına rastlanabilir. Ayrıca duvar parçaları anı olarak şilt haline getirilerek satışa sunulmuştur. Bunun dışında, zamanında duvar boyunca yer alan 302 gözetleme kulesinden sadece beşi yine anıtsal amaçlı olarak ayakta durmaktadır: Treptow ile Kreuzberg ilçeleri arasında, günümüzde park haline getirilmiş sınır bölgesinde, Puschkinallee'nin bitiminde. Kieler Straße'de Federal Askeri Hastane'nin ziyaretçi otoparkı ile kanal arasındaki ara bölgede. Günter Litfin'e ithaf edilmişdir. Potsdamer Platz'ın hemen yakınında Erna-Berger-Straße'de. Trafiği engellediği için asıl yerinden bir kaç metre kaydırılmıştır. Henningsdorf ilçesinde, Havel'in kuzey uzantısı Nieder Neuendorf gölünün doğu kıyısında. Burada iki Almanya arasındaki sınır tesislerini konu alan sürekli bir sergi vardır. Berlin'in kuzeyindeki banliyölerinden Hohen Neuendorf'ta şehir sınırında, yeniden yeşillendirilen ve Alman çevreci gençler kulübüne ait park alanında. Achmed Sukarno ya da Ahmed Şükrani olayı (6 Haziran 1901, Surabaya, Cava - 21 Haziran 1970, Cakarta), Endonezya bağımsızlık hareketinin önderi ve 1949 - 1966 arası Endonezya'nın ilk devlet başkanı. Biyografi Cavalı yoksul bir öğretmenin oğluydu. Çocukluğunun büyük bir bölümünü Tulungagung köyünde büyükbabası ve büyükannesinin yanında geçirdi.15 yaşında Surabaya'daki ortaokula gönderildi.1921'de tanınmış din adamı Tjokroaminoto'nun 16 yaşındaki kızı Siti Utari ile evlendi. Sukarno öğrenciliği sırasında Cava, Sunda ve Bali dillerini çok iyi öğrendi. Çağdaş Endonezya dili üzerindeki çalışmaları, gelecekte bu dilin geliştirilmesine yapacağı katkıların temelini oluşturdu. Arapça ve Hollandacanın yanı sıra İngilizce, Fransızca, Almanca ve Japonca öğrendi. Zamanla feodal prenslerden kaçak komünistlere kadar, ülkenin hızla genişleyen siyasal yelpazesinin her kanadındaki yeni önderlerle tanıştı. İnşaat mühendisliği eğitimini tamamladığı Bandung'da 1927'de yaşamının gerçek yönünün siyaset ve hitabette yattığını hesapladı.1923'te Siti Utari'den boşanarak, İnggit Garnisih'le evlendi, ama 1943'te ondan da ayrıldı. Sonraki yıllarda birkaç kez daha evlendi. Sokarno, sömürgeciliğe karşı çıktığı için Hollandalılar tarafından Bandung'da 2 yıl (1929 - 1931) hapsedildi, Sumatra ve Flores'te sekiz yıla aşkın süre sürgünde yaşadı (1933 - 1942). Mart 1942'de Hint Adalarını işgal eden Japonları hem ulusu, hem de kendisi için kurtarıcı olarak karşıladı.II. Dünya Savaşı boyunca Japonların başdanışmanı ve propaganda görevlisi oldu.Buna karşılık Japonlardan Endonezya'nın bağımsızlığını talep etti.1 Haziran 1945'te yaptığı en ünlü konuşmasında, Beş İlke'yi (milliyetçilik, enternasyonalizm, uzlaşma, toplumsal refah ve tek tanrı'ya inanmak) tanımladı. Japonya'nın yenilgisi yaklaşınca önce tarafsız kaldı.Sonunda genç eylemciler tarafından kaçırılıp tehdit edilince 17 Ağustos 1945'te Endonezya'nın bağımsızlığını ilan etti.Yeni ve güçsüz cumhuriyetin devlet başkanı olarak Hollanda'ya bşarıyla meydan okudu.Eski sömürgelerinde denetimi yeniden ele geçirmek için iki başarısız harekat düzenleyen Hollanda, 27 Aralık 1949'da Endonezya'nın bağımsızlığını resmen tanıdı. Sukarno, Yogyakarta'daki devrim başkentinden Cakarta'ya 28 Aralık 1949'da zaferle döndü.Gösterişli bir yaşam sürmeyi yeğleyince kendisini eleştirenlerin sayısı hızla arttı.Siyasal gerilim yoğunlaşırken, Sukarno'nun saptırıcı siyasal manevraları da istikrarı olanaksızlaştırdı.Gene de eğitim, sağlık ve kültürel uyanış gibi alanlarda çarpıcı kazanımlar kazandı.Sukarno'nun çok önem verdiği Endonezyalılık gururu yerleşti.Ama bütün bunların ülke ekonomisi üzerinde yıkıcı etkisi oldu. Sukarno'nun 1956'nın sonlarında, çatışan siyasal partileri gömerek ulusal uzlaşmayı sağlama umuduyla parlementer demokrasiyi ve özel girişimi ortadan kaldırdı; Güdümlü Demokrasi ve Güdümlü Ekonomi uygulamasını başlattı. Marksist bir ideolojiye ve çoğu yozlaşmış kişilikleriyle tanınan kalabalık bir bakanlar kuruluyla bütünleşen kişisel ve siyasi taşkınlıkları, sürekli bir ulusal bunalımla sonuçlandı.1958'de Sumatra ve Celebes'te bölgesel ayaklanmalar çıktı.Enflasyon nedeniyle 1958'de 100 olan geçinme indeksi 1965'te 18 bine, 1967'de 600 bine yükseldi.Sukarno 1963'te ABD'yle ilişkilerini kesti. 1 milyar ABD doları değerinde silah ve malzeme aldıktan sonra SSCB'yle de ilişkilerini bozdu.Emperyalist ablukanın bir parçası olarak nitelediği Malezya'yı destekleyen BM'den 20 Ocak 1965'te resmen çekildi. 30 Eylül 1965'te, ülke Sukarno'nun da katıldığı kuşkusuz olan bir darbe girişimiyle sarsıldı.Askerler ve komünistlerden oluşan darbeciler 6 generali kaçırarak öldürdüler.Birkaç kent merkezini ele geçirdikten sonra yeni bir devrimci rejim kurduklarını açıkladılar.Darbeye kaşı direnen Cakarta garnizonunun komutano General Suharto ve Sukarno arasındaki iktidar mücadelesinde 300 bin ya da daha çok komünist ve komünist zanlısı katledildi.Sukarno'nun 11 Mart 1966'da geniş yetkiler vermek zorunda kaldığı Suharto Mart 1967'de geçici devlet başkanı, Mart 1968'de devlet başkanı oldu.Görevden ayrılışından ölümüne kadar Cakarta'da ev hapsinde tutuldu. Sukarnoculuk ideolojisi 1970'lerin sonlarına kadar yasaklı kaldı, daha sonra Sukarno'nun saygınlığı iade edildi. 1967-1974 Yunanistan Askeri Cuntası o yıllarda Yunanistan'da iktidarı ellerinde bulunduran bir dizi sağ-kanat askeri hükümete verilen isimdir. Aynı zamanda Albaylar Rejimi (το καθεστώς των Συνταγματαρχών) ya da sadece Cunta (η Χούντα) olarak da bilinir. Askeri yönetim, 21 Nisan 1967 sabahı yapılan darbeyle başladı. Darbe Yunan Ordusu'ndan bir grup albay tarafından yapılmıştı. Askeri yönetim 1974 yılının temmuz ayında sona erdi. Anka Kuşu silüetinin önünde duran, süngü takılmış tüfeği elinde asker resmi cuntanın sembolüydü. Üstte Yunanistan ve altta da 21 Nisan Yunanca olarak yazılıdır. Darbe Öncesi Siyasi Durum Haziran 1963'te Kral Paulos'la çeşitli konularda anlaşmazlığa düşen Konstantinos Karamanlis'in istifa ederek ülkeden ayrılmasından sonra Yunanistan'da yeni bir siyasi dönem başladı. Kasım 1963'teki seçimlerin ardından kurduğu hükümetle güvenoyu alamayan Georgios Papandreu, Şubat 1964'te yeterli bir çoğunluk elde ederek hükümetin başına geçti. Yeni hükümetin giriştiği reformlar çok geçmeden tutucu çevrelerin tepkisine yol açtı.Paulos'un ölümüyle Mart 1964'te tahta çıkmış olan oğlu II. Konstantinos, orduya solcuların sızmasına göz yumduğu gerekçesiyle Temmuz 1965'te Georgios Papandreou'yu görevden aldı. Kralın bu tutumu büyük ölçüde Merkez Birliği'nin sol kanadına dayanarak önemli görevlere yükselen Georgios Papandreou'nun oğlu Andreas Papandreu'nun girişimlerinden kaynaklanıyordu. Birbirini izleyen kararsız hükümetler dönemi ülkedeki siyasal bunalımı daha da derinleştirdi. Sonunda seçime gitmek üzere oluşturulan geçici hükümet Nisan 1967'de bir askeri darbeyle devrildi. Askeri Rejim Darbeden sonra kralın ısrarıyla Yüksek Mahkeme başsavcısı Konstantinos Kollias'ın başbakan olarak yer aldığı hükümette kilit mevkiler darbeci komutanların eline geçti. İzleyen dönemde geniş çaplı siyasal tutuklamalara gidilerek katı bir sansür kondu ve anayasal haklar askıya alındı. Rejimi yıkmaya çalışmaktan yargılanan Andreas Papandreou 9 yıl hapis cezasına çarptırıldı. 1967 sonbaharında ordu, bürokrasi ve eğitim kurumlarında büyük çaplı bir tasfiye hareketi başladı. Aralık ayında silahlı kuvvetleri ve halkı cuntayı devirmeye çağıran kral, girişiminin boşa çıkması üzerine Roma'ya kaçmak zorunda kaldı. Cuntanın buna gösterdiği tepki General Georgios Zoitakis'i naipliğe, Albay Georgios Papadopulos'u da başbakanlığa getirmek oldu. Bu arada siyasal tutuklular için çıkarılan afla serbest bırakılan Andreas Papandreou ülkeden ayrıldı. Göz hapsine alınan babası ise Kasım 1968'de öldü. Güdümlü bir halkoylaması sonunda Eylül 1968'de yürürlüğe koyduğu göstermelik anayasayı bile uygulamayan cunta, özellikle Avrupa'da yaygın bir diplomatik baskıyla karşı karşıya geldi. Öte yandan yurtdışındaki siyasi sürgünlerin örgütlediği güçlü bir muhalefet ortaya çıktı. Mart 1972'de Zoitakis'in yerine geçen Papadopulos, cuntanın Haziran 1973'te monarşiye son vermesinden sonra cumhurbaşkanlığı görevini üstlendi ve sivil yönetime dönüş hazırlıklarını başlattı. Halk arasında desteği zayıflamış olan rejime prestij kazandırmak isteyen cuntanın girişimleriyle 1974'te Kıbrıs'ta enosis'e yönelik bir darbe düzenlendi. Ama darbenin ardından Türk birliklerinin Kıbrıs'a çıkmasıyla doğan bunalım cuntanın hızla çökmesine yol açtı. Prag Baharı, (Çekçe: Pražské jaro, Slovakça: Pražská jar) 1968 yılının 5 Ocak gününde başlayan ve Çekoslavakya'nın politik olarak liberalleşmeye çalıştğı bir dönemdir. Alexander Dubček'in iktidara gelmesi ile baslayip aynı yılın 20 Ağustosunda Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği ve Varşova Paktı müttefiklerinin (Romanya hariç) ülkeyi işgal etmesi ile sona ermiştir. 1960'ların başından başlayarak Çekoslovak Sosyalist Cumhuriyeti ekonomik olarak darboğaza girmeye başladı. 1968 yılının başında Antonín Novotný'nin Çekoslavak Komünist Partisi'nin kontrolünü Alexander Dubček'e kaptırdı. 22 Mart 1968 günü Novotný koltuğunu Ludvik Svoboda'ya bırakarak emekli oldu. Nisan ayında Dubček liberalleşme politikasının ilk adımlarını attı. Bu politika basının özgürleştirilmesi, tüketim maddelerine önem verilmesi, hatta daha demokratik çok partili bir hükümet kurulması gibi değişik ve önemli düzenlemeler içeriyordu. Bu politikanın sonunda federal bir anayasa yazılarak Çekoslavak Sosyalist Cumhuriyeti'nin eşit iki ulusa bölünmesi tasarlanmıştı. Haziran sonlarına doğru başlayan Sovyet ve Varşova Paktına bağlı müttefik devlet askerlerinin Çekoslavakya'ya girme hareketleri, Ağustos aynda yapılan müzakerelerden bir sonuç alınamayınca Çekoslavakya'nın 20-21 Ağustos günü işgal edilmesi ile sona erdi. İşgal sırasında 5.000 - 7.000 civarında tank ve sayısı 200.000 - 600.000 arasında değişen asker Çekoslavakya'ya girdi. Çatışmalar sırasında 72 Çekoslavakyalı öldü ve yüzlercesi yaralandı. İşgalin sonucu olarak yaklaşık 300.000 civarında insan Batı ülkelerine göç etmek zorunda kaldı. USS Pueblo (AGER-2) ABD'ye ait istihbarat gemisi, 23 Ocak 1968 günü Pueblo Olayı olarak da bilinen operasyonla Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti deniz kuvvetleri tarafından ele geçirilmiştir. Olay sırasında Kuzey Kore yetkililerinin açıklamalarına göre gemi ülke sularına girmiş, ABD yetkililerine göre gemi uluslararası sularda bulunmaktaydı. Pueblo gemisi halen Kuzey Kore’nin elindedir ve sergilenmektedir. Geminin ilk görevleri [değiştir] Gemi Wisconsin’de üretilmiş ve 16 Nisan 1944 tarihinde ABD Ordusu tarafından FP-344 adıyla kargo gemisi olarak satın alınmıştır. 1966 yılında gemi ABD Donanmasına geçmiş ve ismi USS Pueblo olarak değiştirilmiştir. Önceleri kargo gemisi olarak kullanılsa da istihbarat ve casus gemisi olarak donatılacaktır. Gemiye 1967 yılında verilen AGER ismiyle beraber ulusal güvenlik programı dahilinde casusluk görevlerine başlar. Kore Demokratik Halk Cumhuriyetindeki olaylar Gemi 5 Ocak 1968 tarihinde Japonya’daki Sasebo limanından ayrılır, görevi Tsushima Boğazına gidereek bölgedeki Sovyet ve Kuzey Kore faaliyetlerine dair elektronik sinyal ve bilgi toplamaktır. Gemi görev bölgesindeyken 21 Ocakta 4 km yakınından Sovyet anti-denizaltı gemisi, ertesi gün ise 23 metre yanından iki adet Kuzey Kore balıkçı gemisi geçecektir. Ertesi gün olanlar ABD yetkililerine göre şöyle gerçekleşir: 23 Ocak günü USS Pueblo gemisine Kuzey Kore anti-denizaltı gemisi yaklaşır, Pueblo’ya milliyetini sorar, Pueblo ABD bayrağını göndere çeker. Bunun üzerine Kuzey Kore gemisi gemiye durmasını emreder yoksa ateş etmekle tehdit eder. USS Pueblo kaçmaya çalışır ancak öteki gemiden yavaştır. Ayrıca aniden beliren üç torpido bot da kovalamacaya dahil olur. Pueblo’nun cephanesi güvertenin altında sandıklarda, makinalı tüfekleri ise ambalajlı haldedir, gemi kendini savunamayacak haldedir. ABD yönetimi ve Pueblo mürettebatı yakalandıkları anda Kuzey Kore sularında olmadıklarını iddia etseler de Kuzey Koreli kaynaklara göre gemi ülke karasularındadır. Kuzey Kore gemisi Pueblo’ya bordalamaya çalışsa da bunda başarılı olamayacaktır, bunun üzerine makinalı tüfek ateşinin hedefi olur, bu sırada ABD personeli gemideki önemli teçhizatı ve belgeleri imha etse de tümünü imha edemeyecektir. Geminin Japonya’daki üssüyle radyo irtibatı kesilmediği için merkezin her olan bitenden haberi olmaktadır. Merkezden vaat edilen yardım gelmeyecek, Kuzey Kore gemilerine saldırmayı hiçbir komutan göze alamayacaktır. Durumdan ABD Başkanı Lyndon Johnson haberdar edildiğinde ise Pueblo artık çoktan ele geçirilmiş ve iş işten geçmiştir. Emredildiği üzere Pueblo Kuzey Kore gemisini izler, yarı yolda durunca gemiye açılan ateş sonucu bir ABD’li denizci ölür. Gemiye çıkan Kuzey Kore bahriyelileri mürettebatı etkisiz hale getirir ve yola devam edilir. Sonrası Pueblo, Wonsan’daki limana çekilir ve mürettebatı esir kampına götürülür. Kampta ABD askerlerine kötü muamele yapılacaktır. ABD hükümeti tarafından yapılan resmi özür yazısı ve casusluk faaliyetinin itiraf edilmesinden sonra ABD hükümetinin bir daha benzer faaliyetler yapmayacağını bildirmesi üzerine Kuzey Kore hükümeti 82 kişilik mürettebatı salıverir. 11 ay tutuklu kalan askerler 23 Aralık 1968 günü Güney Kore’ye teslim edilecektir. ABD Donanma Komutanlığı mürettebat hakkında soruşturma açacak ve gemi komutanının divanı harbe verilmesi teklif edilecektir. Ancak Deniz Kuvvetleri komutanı bu isteği reddedecektir. Gemi komutanı Bucher soruşturma sonucunda şuçsuz bulunacak ve askeri kariyerine devam edecek ve emekli olacaktır. Geminin ele geçirilmesine dair ortaya atılan sorularda Kuzey Kore gemileriyle ilk temastan sonra göreve son verilip verilemeyeceği, saldırıya karşılık verilip verilmemesi gerektiği dahil bir çok husus konuşulmuştur. Ayrıca gemi kaptanı uluslararası bir kriz çıkartmaması konusunda da tembihlidir. Kaptan Bucher 2004 yılında ölecektir. USS Pueblo halen Kuzey Kore’de bulunmaktadır. Halihazırda Pyongyang kentindedir ve Kuzey Kore’nin askeri gücünün sembolü olarak sergilenmektedir. Müze gemi USS Pueblo Pyongyang şehrine getirilmesinden sonra şehirdeki en önemli turist ziyaret alanlarından birisi olmuştur. Müze gemiye girişler rehber aracılığyla olmakta, gemiyi ziyaret edenler gemi tarihini ve olayları anlatan kısa bir film izlemektedirler. Gemideki her kısım ve özellikle istihabarat ile ilgili kısım gezilebilmektedir ve fotoğraf çekilebilmektedir. Kuzey Kore gemiyi geri vermeyi önerir Kuzey Kore hükümeti 2000 ve 2005 yıllarında ABD ile yürütülen ilişkiler sırasında iyi niyet gösterisi olarak gemiyi geri verebileceklerini ancak bu iyi niyet karşılığında üst düzey bir ABD'li yetkilinin Kuzey Kore'ye gelmesi gerektiğini belirteceklerdir. ABD yönetimi ise hala donanmasının bir parçası saydığı gemiyi almak istese de Kuzey Kore ile özellikle nükleer alanda yürütülen müzakerelerle daha çok ilgilenmekte, gemi konusunu ertelemektedir. Kamboçya Angkor krallığı bu bölgede kurulmuştur. O dönemde ülke uygardı. En önemli eseri Angkor Tapınağıdır. (900-1250)Fransız ve İngiliz sömürgesi oldu. (1710-1910)Ülke uzun zamanlar iç savaş yaşadı. Çin deslekli Kızıl Khmerler ülkeye egemen oldu. Pol Pot'un ideolojisine göre ülkede sadece köylü sınıfı olmalıydı. Bu amaçla ülkenin tüm aydınlarını, bilim adamlarını, sanatkarları, ağır koşullar altında pirinç tarlalarında çalışmaya zorladı. Çalışamayacak olanları orta çağ işkence yöntemleriyle öldürdüler. Pol Pot yönetiminde dünyanın en büyük katliamlarından birini yaptılar. Verilere göre 3.3 milyon Kamboçyalıyı öldürdüler(1975-1979). Bu katliamlar Vietnam ülkeyi işgal edinceye kadar sürdü. Ülkede 1991 yılında seçimler yapıldı. Kızıl Khmerler 1997'de Pol Pot'un ölümüyle tamamen dağıldılar. Bugüne kadar hiçbir Kızıl Khmer yargılanmamıştır Stratejik Silahların Sınırlandırılma Görüşmeleri (Rusça: Переговоры об ограничении стратегических вооружений) Sovyetler Birliği ile ABD arasında iki bölümden oluşan uluslararası antlaşmalara uymak için yapılan karşılıklı görüşmelerdir. Soğuk Savaş'ın iki büyük gücü silahlanma kontrolü için ilki SALT I ikincisi SALT II olan iki görüşme yaptılar. SALT II daha sonra START oldu. Portekiz Sömürge Savaşları (Portekizcesi: Guerra Colonial), aynı zamanda Denizaşırı Savaş (Portekizcesi: Guerra do Ultramar) ve Kurtuluş Savaşı (Portekizcesi: Guerra de Libertação) Portekiz Ordusuyla Portekiz’in Afrika’daki sömürgeleri arasında 1961-1974 yılları arasındaki savaşların adı. Soğuk Savaş döneminde Afrika kıtasındaki belirleyici ideoloji ve silahlı çatışmalardır. Portekiz, diğer Avrupa uluslarının aksine 1950 ve 60’lı yıllarda Afrika’daki sömürgelerini bırakmamıştır. 1960’lı yıllarda sayısız silahlı kurtuluş örgütü ülkelerdeki komünist hareketin de gelişmesiyle bağımsızlık savaşı vermeye başlayacaktır. Bölgede ABD, Çin Halk Cumhuriyeti ve aparthayd yönetimindeki Güney Afrika desteğinde örgütlenen anti-komünist silahlı kuvvetlerle bağımsızlık yanlıları arasında iç savaşa varacak çatışmalar yaşanacaktır. Bölgedeki Portekiz’e karşı en belirgin kurtulu savaşı veren ülkeler Angola, Mozambik ve Gine-Bissau olacaktır. Angola’da MPLA, Gine-Bissau’da PAIGC, Mozambik’de FRELIMO koordineli verdikleri silahlı mücadele karşısında Portekiz yönetimi zorlansa da öldürücü darbeyi 1974 yılında Lizbon’da gerçekleşen Karanfil Devrimi indirecektir. Portekiz Ordusu içerisinde örgütlenen Movimento das Forças Armadas (Silahlı Kuvvetler Hareketi) Afrika’da sürmekte olan kanlı sömürge savaşları ve Salazar yönetiminden genel olarak kamuoyunun rahatsızlığı nedeniyle halkı da arkasına alarak darbe yapmış ve devrim sürecini başlatmıştır. Ülkedeki siyasal yapıda çok önemli değişiklikler gerçekleştiren yeni yönetim sömürgelerde kalan askeri birlikleri hızla geri çekecek ve Afrika’daki sömürgelerde iktidar yerel örgütlere hızla bırakılacaktır. Nisan 1974’de Lizbon’da gerçekleşen Karanfil Devriminin sömürge savaşını sona erdirmesinin ardından sömürge ülkelerindeki yüzbinlerce Portekiz vatandaşı ülkeye geri dönmeye başlamış, askeri personelin yanısıra değişik etnik kökenden Afrikalı-Portekiz dönmüştür. Bu devasa göçten sonra özellikle Angola ve Mozambik’de uzun yıllar sürecek olan iç savaşlar çıkmıştır.Eski sömürge ülkeleri bağımsızlıklarını ilan ettikten sonra ciddi sorunlarla karşılaşacak, ekonomik ve sosyal gerilemenin yanısıra, yolsuzluk,yolsuluk, eşitsizlik ve merkezi planlama eksikliği bağımsızlık dönemi üzerine kurulan beklentileri yerine getirmeye engel olacaktır.Afrika’da ilk sömürge sahibi olan Avrupalı ülke olan Portekiz, sömürgelerini de en son terkeden ülke olacaktır. Eski sömürgelerdeki ülkeler olan Angola’da Agostinho Neto, Mozambik’de Samora Machel, Gine-Bissau’da ise Luis Cabral devlet başkanı olacaklardır. Nixon'ın Çin ziyareti Soğuk Savaş döneminde, ABD ile Çin arasındaki ilişkilerin normale dönmesi için atılan ilk resmi adımdır. 1972 yılında gerçekleşmiştir. İlk kez bir ABD Başkanı Çin Halk Cumhuriyeti'ni ziyaret etmiştir. ABD Başkanı Richard Nixon, 21 Şubat'tan 28 Şubat'a kadar Pekin, Hangzhou ve Şangay'ı gezdi. 1973 Şili Darbesi 11 Eylül 1973'te sosyalist başkan Salvador Allende'nin devrilip General Pinochet'in iktidara geldiği askeri darbedir. ABD'nin onayı ve desteği ile yapılan bu darbeyle dünyanın seçimle başa gelmiş ilk sosyalist hükümeti devrilmiş ve yerine 17 yıl sürecek bir diktatörlük kurulmuştur. Angola İç Savaşı Angola'nın Portekiz himayesinden Nisan 1974'te çıkmasından sonra oluşmuş bir ihtilaftır. Afrika'nın en uzun süren anlaşmazlığıdır. 2002 yılında resmen biten ve 27 yıl süren savaş, bitene kadar 500,000 insanın ölümüne ve binlerce insanın da göçüne sebep olmuştur. Soğuk Savaş'ın üçüncü dünya ülkelerindeki en büyük yansıması olarak görülen bu savaşta üç taraf vardır: Angola İşçi Partisi (MPLA), tabanı Kimbundu ve Luanda melezlerinden gelir, Sovyetler Birliği ve Doğu Bloğu ile bağlantıları vardır. Angola Ulusal Bağımsızlık Cephesi (FNLA), etnik kökeni Bakongo olmakla birlikte ABD, Çin ve Zaire'deki Mobutu rejimi ile bağlatılıydılar. Angola'nın Tam Bağımsızlığı İçin Ulusal Birlik (UNITA), Jonas Savimbi önderliğinde Ovimbundu bölgesi merkezli idiler. ABD, Güney Afrika'daki apartheid yanlısı yönetim ve birçok Afrikalı liderin desteğini alıyorlardı. Sovyet-Afgan Şavaşı Sovyetler Birliği'nin Aralık 1979'da Afganistan'a girmesiyle, 9 yıl sürecek bir savaş başlamış; Sovyetlerin dağılmasına varan gelişmelere ve hem iç ve hem de dış etkilere maruz kalmasına sebep oldu. Afganistan krallıkla yönetilen bir devlet idi. Ülkede 1973 yılında Davud Han liderliğinde Cumhuriyet ilan edildi. Davud Han'ın hazırladığı Anayasa 1977'de kabul edildi. Davud Han devlet başkanı sıfatıyla kendi aile çevresinden, yakınlarından, devrik kraliyet ailesinin üyelerinden kurulu bir hükümeti iş başına getirdi. Bunun üzerine 10 yıldır ayrı çalışan iki sol örgüt, Halk ve Bayrak partileri Davud Han'a karşı birleştiler. Halk kanadı lideri Hafızullah Amin'in düzenlediği bir darbeyle Davud Han devrildi, kendisi ve aile üyelerinin çoğu öldürüldü. 27 Nisan 1978'de Afganistan Demokratik Cumhuriyeti kuruldu. Ama Halk ve Bayrak kanatları arasındaki birlik hızla bozuldu. Orduya dayanan Halk kanadı giderek güçlendi. Yeni yönetimin reform programında kadınlara eşit haklar, toprak reformu ve klasik Marksist - Leninist doğrultuda yönetsel önlemler yer alıyordu. Temel Afgan kültür öğeleriyle çatışan bu program ve siyasal baskılar, nüfusun geniş kesimlerini karşısına aldı. 1978 yazında Nuristan bölgesinde ilk ayaklanmalar patlak verdi ve eşgüdümsüz de olsa tüm ülkeye yayıldı. 5 Aralık 1978'de, Sovyetler ile Afganistan arasında Dostluk, İyi Komşuluk ve İşbirliği Antlaşması imzalandı. Afganistan sorunu, Sovyetler Birliği açısından da önemli sonuçlar doğurdu. İşgal olayı, başarısızlık ve hezimetle neticelendi. Başarısızlık, Sovyet Cumhuriyetleri arasında tesirler yarattı ve bu ülkelerde Sovyetler'e karşı bağımsızlık mücadelesine yol açtı. Bu nedenle Afganistan hezimeti Sovyetler Birliği'nin dağılmasında önemli rol oynadı. Sovyet işgali, Afganistan'da, günümüzde de devam eden sorunların bir ölçüde temelini teşkil etti. Nitekim, Afganistan 1997'de aşırı dinci Taliban örgütünün ülkeyi sarsan olaylarına sahne oldu. Taliban örgütünün faaliyetleri tüm dünyayı ve özellikle de Rusya'yı yakından etkiledi. Mücadele bir süre sonra Taliban ile Özbek asıllı general Raşid Dostum kuvvetleri arasında iç çatışmalara dönüştü. Taliban Örgütü'nün özellikle Tacikistan'ı da hedef olarak alması, Rusya'yı daha da endişelendirdi. Gelişmeler üzerine Bağımsız Devletler Topluluğu Güvenlik Konseyi 27 Mayıs 1997'de Moskova'da toplandı ve Afganistan'daki gelişmeleri görüştü. Rusya ile BDT üyesi Orta Asya ülkeleri Tacikistan, Özbekistan ve Türkmenistan Taliban rejiminden kaçanların mülteci akımına karşı sınırda önlemlerini artırdılar. Tacikistan ve Kırgızistan'da 30,000 kişilik Rus askeri alarm durumuna geçirildi. Sonuç olarak Afganistan ne zaman sona ereceği tahmin edilemeyen bir iç kargaşa ortamına girdi. İran İslam Devrimi 1979 yılında İran'ın Muhammed Rıza Pehlevi liderliğindeki bir anayasal monarşiden, Ayetullah Humeyni yönetiminde İslam hukuku ve Şii mezhebi görüşlerini esas alan bir İslam cumhuriyetine dönüştüren hareketin adıdır. Devrimin nedenleri Şah yönetiminin halk arasında popüler olmaması ve son zamanlarda Şah'ın özellikle ABD'li yetkililerle fazlaca içli dışlı olması idi. 1902 doğumlu Humeyni, ülke içindeki Batı nüfuzuna, Şah'ın politikalarına açıkça karşı çıktı ve İslam'ın uzlaşmaz bir şekilde devlet politikası olması gerektiğini belirtti. 1960'larda sürgüne gönderilen Humeyni önce Türkiye'de, sonra Irak'ta kaldı. 1978'de Saddam Hüseyin Humeyni'yi Irak'tan kovunca ABD tekeliyetinden çekinen Fransa ona sahip çıktı. Humeyni devrimden önce Paris'te kaldı. 1 Şubat 1979'da İran'a milyonların katıldığı bir karşılamayla dönen Humeyni, cumhurbaşkanlığına getirildi ve ömür boyu devletin dini ve siyasi lideri olarak kaldı. Devrim sırasında ilk önce liberal, sol ve dini gruplar Şah'ı devirmek için birleşmiş, Şah'ın devrilmesinden sonra ise iktidara yükselen Ayetullah Humeyni, muhalif liderleri ve grupları ortadan kaldırmış veya sindirmiştir. Devrimin oluşum sürecinde rantiyeci devlet modelinin petrol krizleri sonucunda çökmesi etkili olmuştur. Muhammed Rıza Şah'ın İranın gereksinimleriyle örtüşmeyen tarım politikaları kırsaldan Tahran'a göçü hızlandırmış ve büyük kentlerde siyasi İslam'a yönelen bir alt sınıf yaratmıştır. İran Devrimi'nin oluşumunda Amerika'nın İnsan Hakları Politikası ivmeyi arttırıcı bir rol oynamıştır. Aydınlar yayınladıkları açık mektuplarla demokratikleşme isteklerini belirtirken, ABD'nin de bu süreçte Şah'a baskı yapacağını düşünmekteydiler. Devrim sürecinde farklı gruplar şahı devirme amacıyla birleşmiş, İslamcılar bu süreç içinde güçlenerek devrimi bir İslam Devrimi'nr dönüştürmüşlerdir. Bu devrimle ABD, Ortadoğu'daki müttefikini kaybetmiştir. İranlı radikal gruplar, ABD'nin Tahran Büyük Elçiliğini basarak, bir rehine krizi başlatmışlardır. 12 Eylül Darbesi veya 1980 İhtilali Türkiye'de, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin 12 Eylül 1980 günü emir komuta zinciri içinde gerçekleştirdiği askeri müdahale. 27 Mayıs 1960 darbesi ve 12 Mart 1971 muhtırasının ardından Türkiye Cumhuriyeti tarihinde silahlı kuvvetlerin yönetime üçüncü açık müdahalesi. Bu müdahale ile Süleyman Demirel'in Başbakan'ı olduğu hükümet görevden alındı, Türkiye Büyük Millet Meclisi lağvedildi, 1970 sonrasında değiştirilen 1961 Anayasası tamamen rafa kaldırıldı ve Türkiye siyasetinin yeniden tasarlandığı bir askeri dönem başladı. Bu dönem yaklaşık dokuz yıl sürdü.12 Eylül 1980 ardından partiler lağvedildi, parti liderleri önce askeri üslerde gözetim altında tutuldu, ardından yargılandı. Bu durum, siyasi partilerin sürekliliği konusunda tarihsel sorunlar yaşayan Türkiye'de siyasi temsilin demokratikleşmesi önünde yeni bir engel oluşturdu, siyasi gelenekler geçici de olsa alt-üst edildi. Darbenin gerekçeleri Siyasi iktidarsızlık 12 Eylül 1980 askeri darbesinin gerekçeleri arasında ülkede yaygınlaşan siyasi cinayetler, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin birçok tur ardından Cumhurbaşkanı'nı seçememesi ve 6 Eylül günü Konya'da Necmettin Erbakan önderliğinde yapılan ve darbe liderlerinin şerîat amaçlı bir kalkışma girişimi olarak nitelediği Kudüs Mitingi gösterildi. Ekonomik iktidarsızlık 12 Eylül öncesi dönemin son Başbakanı Süleyman Demirel'in "70 sente muhtacız" sözü ile özetlenen dış ticaret açığındaki artış ve döviz darboğazı ve işsizlik, kıtlık ve işyeri anlaşmazlıkları ile yoğunlaştı. Siyasal ve toplumsal şiddet olayları Sağ - sol gerginliği bireysel ve kitlesel siyasi cinayetleri besledi.Emniyet Teşkilatı bile mensupları arasında kurulmuş olan Pol-Bir ve Pol-Der dernekleri diye ikiye bölünmüştü. Sağ ve sol siyasi hareketin önde gelen temsilcileri ve tanınmış birçok kişi sağ ve sol gruplara mensup militanlar tarafından öldürüldü. Darbe öncesinde siyasi cinayetlerin sayısı her gün 30'a yaklaşıyordu. Dış siyaset etkenleri Darbe öncesi olan olaylar Darbe Öncesi Suikastları 1 Şubat 1979'da Abdi İpekçi İstanbul Teşvikiye'de, 10 Eylül'de Türkiye İşçi Partisi Adana eski il başkanı Ceyhun Can yazıhanesinde, Çukurova Üniversitesi Rektör Vekili Fikret Ünsal evinin önünde, 19 Eylül'de Malatya Ülkü Ocakları eski başkanı Mürsel Karataş İstanbul Sultanahmet'te, 28 Eylül'de Adana Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul , 19 Kasım'da eski Adalet Partisi İstanbul milletvekili İlhan Darendelioğlu İstanbul Beyazıt'ta, 20 Kasım'da İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekan Yardımcısı Ümit Doğançay İstanbul Etiler Profesörler Sitesi'nde, 3 Aralık 1979'da, Fedai Dergisi sahibi yazar Kemal Fedai Coşkuner İzmir Agora semtinde, 7 Aralık'ta İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi öğretim üyelerinden Cavit Orhan Tütengil İstanbul Levent'te, 11 Nisan 1980'de TRT İstanbul Radyosu prodüktörlerinden Ümit Kaftancıoğlu, 27 Mayıs'ta Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkan Yardımcısı Gün Sazak Ankara'da, 24 Haziran'da Milliyetçi Hareket Partisi Gaziosmanpaşa İlçe Başkanı Ali Rıza Altınok evinde eşi ve kızıyla birlikte, 15 Temmuz'da Cumhuriyet Halk Partisi İstanbul milletvekili Abdurrahman Köksaloğlu Şişli'deki işyerinde, 19 Temmuz'da Eski Başbakan Nihat Erim İstanbul'da Dragos Deniz Kulübü'nden çıkarken, 22 Temmuz'da Maden-İş Sandikası genel Başkanı Kemal Türkler İstanbul Merter semtinde silahlı saldırı sonucu öldürülmüştür. Çankaya hükûmeti (21 Haziran - 21 Temmuz 1977) Ana madde: 40. Cumhuriyet Hükümeti İkinci Milliyetçi Cephe hükûmeti (21 Temmuz 1977 - 5 Ocak 1978) Ana maddeler: Güneş Moteli pazarlığı ve 42. Cumhuriyet Hükümeti 22 Aralık 1977'de Bülent Ecevit, İstanbul Florya semtinde bulunan Güneş Moteli'nde daha sonra 11'ler olarak anılacak Adalet Partsinden ayrılan bağımsız milletvekillerden Enver Akova, Ali Rıza Septioğlu, Mustafa Kılıç, Şerafettin Elçi, Mete Tan, Tuncay Mataracı, Güneş Öngüt, Orhan Alp, Ahmet Karaaslan, Hilmi İşgüzar, Oğuz Atalay ile görüşmüş ve yeni kurulacak hükûmetteki bakanlık koltuğu karşılığıyla Demirel hükûmeti aleyhindeki gensorunu desteklemesi konusunda anlaşmıştı. 31 Aralık'ta İkinci Milliyetçi Cephesi hükûmeti düşürülmüş ve 5 Ocak 1978'de 229 güven oyunu sağlayan Ecevit Üçüncü Ecevit hükûmetini kurmuştur. Bakanlık koltuğunu istemeyen Oğuz Atalay dışındaki 10 kişiye bakanlık verilmiştir. Adalet Partisi bu duruma "Bir oya bir bakanlık" diyerek eleştirmiş ve bu hükûmet "Motel hükûmeti" olarak anılmıştır. Demirel bu hükûmetin gayrimeşru olduğunu iddia ederek Ecevit'e başbakanı demeden "hükûmetin başı" olarak hitap etmiştir. Kerhen MC hükûmeti (12 Kasım 1979 - 12 Eylül 1980) 14 Ekim ara seçimleri 24. CHP kurultayında Ali Topuz ve Deniz Baykal grupları, "parti meclisinin" tekrar kurulmasını savunuyorlardı (24 Mayıs 1979) 14 Ekim 1979'da yapılan seçimlerde AP ikinci parti olarak çıkmış olmasına rağmen Bülent Ecevit'in istifa etmesiyle Süleyman Demirel'e hükümeti kurma yetkisi verildi. "Yüz Gün Planı" Ana madde: 43. Cumhuriyet Hükümeti Üçüncü Ecevit hükûmetinin istifasından sonra Milliyetçi Hareket Partisi, Milli Selamet Partisi'nin hükûmete alınmasına karşı çıktığı için Üçüncü Milliyetçi Cephesi gerçekleştirilememiş ve 12 Kasım 1979'da Süleyman Demirel'in başbakanlığında azınlık hükûmeti kurulmuştur. Milliyetçi Hareket Partisi ve Milli Selamet Partisi bu hükûmeti dışarıdan desteklemiştir. Demirel "Yüz Gün Planı"nı açıklayarak anarşi ve enflasyon olmak üzere iki temel sorununu 100 günde çözeceğini iddia etmiştir. Bu plan tartışmalara yol açmış ancak tartışma yüz günün hükûmetin güvenoyu aldığı 25 Kasım 1979'dan itibaren mi yoksa Demirel'in Plan'ı açıkladığı 8 Aralık 1979'dan itibaren mi sayılacağı konusuna odaklanmıştır. TSK'nın Uyarı Mektubu :27 Aralık 1979'da Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Bülent Ulusu, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Tahsin Şahinkaya ile Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Sedat Celasun'un imzasını taşıyan, ülkedeki iç karışıklıkla ilgili bir uyarı mektubu Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'e gönderildi. 1 Ocak 1980'de Çankaya köşkünde Kenan Evren ve kuvvet komutanlarıyla bir görüşme yapıldı. "Türk Silahlı Kuvvetleri ülkemizin bugünkü hayati sorunları karşısında siyasi partilerimizin bir an önce, milli menfaatlerimizi ön plana alarak, anayasamızın ilkeleri doğrultusunda ve Atatürkçü bir görüşle bir araya gelerek anarşi, terör ve bölücülük gibi devleti çökertmeye yönelik her türlü hareketlere karşı bütün önlemleri müştereken almalarını ve diğer anayasal kuruluşların da bu yönde yardımcı olmalarını ısrarla istemektedir." 24 Ocak Kararları 24 Ocak Kararlarının mimarı "Sandalyesiz Bakan" Turgut Özal Ana madde: 24 Ocak Kararları Ekonomik olarak yaşayan istikrarsızlık, üretimin azalması ve karaborsacalığın oluşması gibi nedenlerin ortadan kaldırılması için kamu harcamalarının sınırlandırılması,ücretlerin düşürülmesi,serbest döviz kuru gibi ekonomik önlemler alınması kararlaştırılmıştır. Bunun için Süleyman Demirel Turgut Özal'ı başbakanlık müsteşarlığına atadı ve IMF ile bu kapsamda bir anlaşma imzalandı. "Kadayıfın Altı" Şubat 1980'de Milli Selamet Partisi başkanı Necmettin Erbakan Demirel hükûmetini kerhen (istemeyerek) desteklediğini açıkça dile getirmiştir. Bundan 43. Cumhuriyet Hükümeti "Kerhen MC (Milliyetçi Cephe)" olarak anılmaya başlamıştır. "Kadayıfın altı kızarmadan bu hükûmeti uzaklaştıracak olursanız, bu zihniyet milleti aldatmanın gene fırsatını bulacaktır. Onun için kadayıfn altının kızarmasını bekleyeceğiz. Evet bir ay daha kan ve gözyaşı." (Necmettin Erbakan, 13 Mart 1980 tarihli basın toplantısı) "18 Mayıs'a MSP il başkanları toplantısına kadar bekleyeceğiz. Kadayıfın altının kızarıp kızarmadığına bakacağız." (Necmettin Erbakan, 23 Nisan 1980 tarihli basın toplantısı) Cumhurbaşkanı Seçimi Bunalımı Cumhurbaşanı Fahri Korutürk'ün görev süresi dolduğu sırada meclisteki en büyük 2 partinin liderleri Ecevit ile Demirel daha Cumhurbaşkanlığı için aday bile belirlememişlerdi. Son anda adaylar bulundu. Seçimler sırasında hiçbir aday cumhurbaşkanı olmak için yeter oyu alamıyordu. Meclis onlarca defa tekrar oylama yaptı fakat bi türlü yeni cumhurbaşkanı seçilemedi. Bayrak Harekâtı Alparslan Türkeş 17 Haziran'da Genelkurmay Başkanı Kenan Evren, kuvvet komutanları ve Genelkurmay II. Başkanı Necdet Öztorun'u çağırmış ve kod adı "Bayrak Harekâtı" olan bir darbenin 11 Temmuz 1980'de gerçekleştirilmesi bildirmiştir: "Bayrak Planı'nın uygulanmaya giriş günü: 11 Temmuz 1980; saati ise: 04.00'tür..." Ancak 2 Temmuz'da Süleyman Demirel hükûmeti güvenoyu aldığı için ertelenmiştir. Ve daha sonra 28 - 31 Ağustos'ta "5 Eylül 1980'den itibaren her an hazır olunması" bildirilen "Bayrak Harekâtı" emirleri özel kuryelerle komutanlara teslim edilmiştir. Fatsa nokta operasyonu 14 Ekim 1979'de yapılan ara seçimler sonrası Dev-Genç'e yakınlığı ile bilinen bağımsız aday Fikri Sönmez Fatsa Belediye başkanı oldu. Belediye direniş ve halk komiteleri şeklinde örgütlenmişti. 8 Temmuz 1980'de askeri birlikler Fatsa ilçesine gönderilmiş ve 9 Temmuz 1980 tarihinde Kenan Evren ordu komutanlarıyla beraber inceleme yapmak için Fatsa'ya gitmiştir. Bakanlar Kurulu tarafından, «Küçük terör odaklarında» baskınlar yapılmasına ilişkin kararla 11 Temmuz sabah erken saatlerinde asker ve polis "nokta operasyonu" düzenlenmiş ve Fatsa Bağımsız Belediye Başkanı Fikri Sönmez ile beraber 300 kişi gözaltına alındı bunlardan 250 kişi 15 Temmuz'da serbest bırakıldı. 12 Temmuz'da sokağa çıkma yasağı ilan edildi ve kaymakam görevden alındı.DİSK genel başkanı ise Demirel'i Çorum'u unutturmak için Fatsa olayını yaratmakla suçladı.Sönmez 18 Temmuz'da tutuklanarak 12 Eylül'den sonra cezaevinde ölmüştür. Kenan Evren 25 Ekim 1982'de Trabzon gezisi sırasında yaptığı bir konuşmada bu olayla ilgili şu sözleri sarfetti: Ve yine biliyorduk ki, Fatsa kurtarılmış bir kasaba idi. Oralarda Devletin kanunları işlemiyordu. Buralarda vatandaşlar sorunlarını, Devletin ilgili makamlarına değil, mahalle komitelerine bildirmekte ve şikayetleri kendilerinin taktıkları isimle buralardaki (Halk Mahkemelerinde) neticelendirilmekte ve hatta bu halk mahkemelerinde ölüm cezaları dahi verilmekte ve bu cezalar sokak ortasında herkesin gözü önünde kurşunlanarak icra edilmekteydi. Böyle sokak ortasında, bu mahkeme kararlarının yerine getirildiği zamanları da biliyoruz. Zafer Bayramı ve Kudüs Mitingi Ana madde: Kudüs Mitingi Necmettin Erbakan "Karadeniz şehirlerinden birisinde vefat eden bir din adamının cenaze töreni"ni bahane olarak göstererek 30 Ağustos Zafer Bayramı'nın Anıtkabir'deki kısmı ile Genelkurmay Başkanlığı'nda yapılan kutlama törenlerine katılmamıştır 23 Temmuz 1980'de İsrail'in Kudüs'ü başkent ilan etmesi sonucu Milli Selamet Partisi 6 Eylül Cumartesi günü Konya'da "Kudüs'ü kurtarma yürüyüş ve mitingi" düzenlemiştir. Bu mitinge 100 bin kişinin üzerinde katılım olmuş,bazı kişiler şalvar, cübbe ve sarıkla, eski harflerin bulunduğu pankartlarla gelmiş ve "Şeriat gelecek, vahşet bitecek", "Dinsiz devlet, yıkılacak elbet" gibi sloganlar atmışlardır. Miting sırasında okunan İstiklâl Marşı topluluk tarafından yuhalanmıştır. Necmettin Erbakan mitingi partilerinin yapmadığını belirtir: "Konya Mitingini MSP olarak biz yapmadık. Bütün partilerin sahip çıkması için bir tertip heyeti düzenlendi ve önemine binaen, bütün partileri ve liderleri davet etti." Ancak dönemin MSP'li Konya Belediye Başkanı Mehmet Keçeciler, mitingin MSP tarafından düzenlendiğini, hatta kendisinin mitingten önce Necmettin Erbakan ve Oğuzhan Asiltürk'le, Ankara'da MSP Genel Merkezi'nde bu mitingi iptal ettirmek için görüştüğünü, iptal ettiremeyince MSP'den istifa ettiğini, fakat bununda kabul edilmediğini yıllar sonra belirtir. Milli Güvenlik Konseyi Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Tahsin Şahinkaya, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Nejat Tümer ve Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Sedat Celasun'dan oluşan Milli Güvenlik Konseyi, radyodan okunan ilk bildiriye göre: İç Hizmet Kanununun verdiği Türkiye Cumhuriyeti'ni kollama ve koruma görevini yüce Türk Milleti adına emir ve komuta zinciri içinde ve emirle yerine getirme kararını almış ve ülke yönetimine bütünüyle el koymuştur. Milli Güvenlik Konseyi üyeleri İsim 12 Eylül 1980'de görevi Görev tarihi 1Kenan Evren Genel Kurmay Başkanı 7 Mart 1978 - 1 Temmuz 1983 2Nurettin Ersin Kara Kuvvetleri Komutanı 9 Mart 1978 - 1 Temmuz 1983 3Nejat Tümer Deniz Kuvvetleri Komutanı 10 Ağustos 1980 - 6 Aralık 1983 4Tahsin Şahinkaya Hava Kuvvetleri Komutanı 21 Ağustos 1978 - 6 Aralık 1983 5Sedat Celasun Jandarma Genel Komutanı 25 Ağustos 1978 - 6 Aralık 1983 12 Eylül tarihli 2 numaralı bildiriyle ülke genelinde 13 sıkıyönetim bölgesine 13 general sıkıyönetim komutanı olatak atanmıştır. 7 numaralı bildiriyle siyasi partilerin faaliyetleri yasaklanmış olduğunu ve Türk Hava Kurumu, Çocuk Esirgeme Kurumu ve Kızılay dışındaki derneklerin faaliyetlerinin de durdurulmuş olduğunu duyurulmuştur. Emniyet Genel Müdürlüğü başta olmak üzere polis teşkilatı Jandarma Genel Komutanlığının emrine verilmiştir. 20 Eylül'de Kenan Evren eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Bülend Ulusu'yu başbakan olarak görevlendirmiş ve 21 Eylül'de Ulusu'nun sunduğu bakanlar kurulu listesi Milli Güvenlik Konseyi tarafından onaylanmıştır. Süleyman Demirel'e gönderilen tebliğ Darbenin gece 3:00'da ilanından sonra aynı gün sabah saat 5:30'da Süleyman Demirel, Bülent Ecevit ve Necmettin Erbakan'a Genelkurmay başkanı Kenan Evren tarafından birer tebliğ gönderildi. Tüm tebliğlerde : "TSK yönetime el koymuştur. Hükümetiniz feshedilmiş, parlamento üyeliğiniz düşmüştür. Talimatı getiren subayın ikazlarına uyunuz" ifadesiyle birlikte gidecekleri adresler belirtilmektedir. Bülent Ecevit ve Süleyman Demirel için Hamzaköy Gelibolu adresi belirtilirken, Necmettin Erbakan'a ise Uzunada İzmir adres olarak verilir. Ecevit ve Demirel eşleriyle birlikte aynı uçakla Hamzakoy'a götürülür. Yaklaşık bir ay boyunca, 11 Ekim 1980'e kadar burada kaldılar. Necmettin Erbakan aynı gün uçakla Uzunada'ya götürülür. Alparslan Türkeş evinde bulunamadığı için Milli Güvenlik Konseyi, 13 Eylül'de bir bildiri ile teslim olmaması halinde suçlu duruma düşeceğini belirtir.Bunun üzerine 14 Eylül'de Ankara Merkez Komutanlığına teslim olur ve Uzunada'ya gönderilir 12 Eylül dönemi Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren ve Kuvvet Komutanları tarafından oluşturulan askeri yönetim Milli Güvenlik Konseyi adı altında 1983 genel seçimine kadar Türkiye'ye ilişkin tüm kritik kararları aldı. "Asmayalım da besleyelim mi?" Darbeden sonra ilk idam edilenler 9 Ekim 1980 tarihinde ülkücü Mustafa Pehlivanoğlu ve sol görüşlü Necdet Adalı olmuştur. Daha sonra 19 Mart 1980 tarihinde idama mahkum edilen Erdal Eren'in idam kararı Yargıtay tarafından iki kere iptal edilmiş olmasına karşın, Milli Güvenlik Konseyi tarafından onaylanan kararla, 13 Aralık 1980'de Ankara Merkez Cezaevi'nde infaz edildi.ERDAL Eren'in idamına ilişkin Kenan Evren 3 Ekim 1984'de yaptığı Muş gezisi sırasındaki konuşmada şunları söylemiştir: "Şimdi ben, bunu yakaladıktan sonra mahkemeye vereceğim ve ondan sonra da idam etmeyeceğim, ömür boyu ona bakacağım. Bu vatan için kanını akıtan, bu Mehmetçiklere silah çeken o haini ben senelerce besleyeceğim. Buna siz razı olur musunuz?" Ana madde: 1402'likler 6 Kasım 1981'de çıkarılan 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu ile YÖK kuruldu.Bundan sonra 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanununun 2301 ve 2766 sayılı kanunla değişik maddelerince özellikle solcu olduğu düşünülen 71 Üniversite personeli YÖK tarafından görevlerinden uzaklaştırıldı. İlk uzaklaştırmalar Şubat 1983'de başladı.Genelkurmayın açılamalarına göre toplam 4891 kamu personeli görevden alınmış ve 38 profesör, 25 doçent, 10 yardımcı doçent'in 1402'lik olmuştur. Ancak 1402'lik olmasını istemediğinden bizaat istifa yolunu seçenleri dahil edildiğinde 20.000' civarında olduğu öne sürülmektedir. Dağ Türkleri 12 Eylül sonrasında Kürtlerin "Dağ Türkleri" olduğu ilan edilmiştir. Genelkurmay Başkanlığı'nın bastırdığı "Beyaz Kitap"'ta şu açıklama yer almıştır: "Dağların yüksek kısımlarında, tepelerde yaz kış erimeyen karlar vardı. Güneş açınca üzerleri buzlaşan camsı parlak bir tabaka ile örtülürdü karın yüzü. Üstü sert altı yumşak olurdu. Bu karın üstünde yürününce, ayağın bastığı yer içeriye çöker, 'kırt-kürt' diye ses çıkarırdı. Doğulu Türkmenlere, Kürt denmesinin nedeni buydu. Bölücülerin Kürt dedikleri, yüksek yaylalarda, karlık bölgelerde yaşayan Türklerin karda yürürken ayaklarından çıkardıkları sesin adıydı aslında." 1982 Anayasası Ana madde: 1982 Anayasası 7 Kasım 1982 yılında yapılan Halkoylamasıyla %82.7 evet oyuna karşılık, %8.6 hayır oyuyla kabul edildi. Oy kullanırken iki renk hakimdi: Mavi renk hayır, beyaz renk evet demekti. Kenan Evren yaptığı konuşmalarla halkı mavi oy vermemesi konusunda telkin ediyor ve çeşitli gazetelere mavi renkle ilgili sansür uygulanıyordu. Darbe ardından geçen 3 yıl içerisinde önemli kanunların tamamına yakını değiştirildi ve askeri yönetimin belirlediği Danışma Meclisi tarafından hazırlanan Anayasa, 1982 yılında yapılan ve aleyhte konuşmanın ve propaganda yapmanın yasak olduğu "güdümlü" referandumda, yüzde 92'lik "Evet" oyu ile büyük farkla kabul edildi. Halk oylamasında 'Hayır' oyu kullananları sandık başında baskı altında tutmak için rengi dışardan görünen oy pusulaları kullandırıldığı iddia edildi ama bu, Anayasa'nın çok büyük çoğunlukla kabul edilmesini açıklayan tek neden değildi. Anayasa'nın kabulünün bir başka önemli etkeni olarak, ihtilal öncesi iç savaş ortamı nedeni ile vatandaşların kendi hayatlarından endişe etmesi de ifade edilir. Aynı halk oylamasında, Kenan Evren otomatik olarak Cumhurbaşkanı seçildi. Kabul edilen Anayasa'da, askeri yönetim üyelerinin ömür boyu yargılanmasını engelleyen geçici 15. madde, daha sonraki seçimlerle iktidara gelen hiçbir hükümet tarafından kaldırılmadı ve 12 Eylül liderlerinin dokunulmazlığı sürdü. 83 Rejimi Zincirbozan Siyasi partilerin yeniden kurulmasına izin verilmiştir. Ancak Milli Güvenlik Konseyi'nin yayınladığı 31 Mayıs 1983 tarih ve 79 sayılı kararıyla Adalet Partisi'nden Süleyman Demirel, Ali Naili Erdem, Ekrem Ceyhun, Saadettin Bilgiç, Nahit Menteşe, Yiğit Köker, İhsan Sabri Çağlayangil, Cumhuriyet Halk Partisi'nden Sırrı Atalay, Metin Tüzün, Celal Doğan, Deniz Baykal, Ferhat Aslantaş, Süleyman Genç, Yüksel Çakmur, Büyük Türkiye Partisi'nden Hüsamettin Cindoruk ve Mehmet Gölhan olmak üzere 16 eski siyasetçi 121 gün süreyle Çanakkale Lapseki ilçesindeki Zincirbozan askeri üssünde zorunlu ikamette tabi tutulmuştur. Millî Güvenlik Konseyi'nin yeni kurulan partilerin kurucularını veto etmesi ve bazı partilerin ülke genelindeki gerekli teşkilatlanmayı seçim dönemine yetiştirememeleri nedeniyle 6 Kasım 1983 genel seçimlerine katılmasına izin verilmeyen Büyük Türkiye Partisi'nin devamı nitelinde olan Doğru Yol Partisi, Sosyal Demokrasi Partisi ve Refah Partisi'ne "Yasaklılar", Milli Güvenlik Konseyi tarafından genel seçimlere katılmalarını uygun bulunan Emekli Orgeneral Turgut Sunalp'in liderliğindeki Milliyetçi Demokrasi Partisi, eski Başbakanlık Müsteşarı Necdet Calp'ın liderliğindeki Halkçı Parti ve 24 Ocak Kararları'nı hazırlayan Turgut Özal'ın liderliğindeki Anavatan Partisi'ne "İcazetliler" veya "6 Kasım partileri" denilmiştir. 1983 Genel Seçimleri Ana madde: 1983 Türkiye Cumhuriyeti Milletvekili Genel Seçimleri 6 Kasım 1983 genel seçimine, kapatılan eski siyasi partilerin hiçbiri katılamadı. Yapılan genel seçimleri Anavatan Partisi kazandı, Halkçı Parti ikinci ve Milliyetçi Demokrasi Partisi de sürpriz bir şekilde üçüncü oldu. Seçimlerden sonra milletvekillerinin parti değiştirmeleri sonucunda Doğru Yol Partisi ve Sosyal Demokrasi Partisi de meclise girdi. Daha sonra alınan başarısız seçim sonuçları nedeniyle Milliyetçi Demokrasi Partisi kendisini feshetti, Halkçı Parti ise Sosyal Demokrasi Partisi ile birleşerek Sosyaldemokrat Halkçı Parti'yi kurdu. ABD'nin rolü Amerika Birleşik Devletleri yönetiminin darbeden haberdar olduğu ve darbe gecesi Başkan Jimmy Carter'a "bizim çocuklar işi bitirdi" anlamında bir mesajın, bir toplantının ortasında iletildiğinin anlaşılması, 12 Eylül'de ABD'nin rolü konusunu da tartışmalara açtı. İlk kez Mehmet Ali Birand'ın 12 Eylül 04.00 (1984) adlı kitabında ortaya atılan, 12 Eylül Darbesi sırasında dönemin ABD Ulusal Güvenlik Konseyi Türkiye Masası Sorumlusu Paul Henze'in askeri müdahaleyi haber alırken haberi ulaştıran diplomatın your boys have done it -- senin çocuklar işi bitirdi - anlamındaki konuşması, 12 Eylül Darbesi içinde ABD'nin rolü konusunda tartışmalara neden olmuştur. Paul Henze 2003 yılında Zaman Gazetesi'ne verdiği demeçte sözlerinin Mehmet Ali Birand'ın uydurması olduğunu belirtmiş, ancak kısa bir süre sonra Birand 2007'de Henze ile yaptığı görüşmenin sesli ve görüntülü kayıtlarını yayınlayarak Henze'i yalanlamıştır Sıkıyönetim uygulamasının kaldırılması Sıkıyönetim uygulamasının tarihlere göre kaldırıldığı iller 19 Mart 1984 Bilecik, Bitlis, Burdur, Çanakkale, Çankırı, Gümüşhane, Isparta, Kastamonu, Kırklareli, Kırşehir, Kütahya, İzmir, Sinop 19 Temmuz 1984 Afyon, Amasya, Aydın, Balıkesir, Bolu, Çorum, Muğla, Nevşehir, Niğde, Rize, Sakarya, Tekirdağ, Yozgat 19 Kasım 1984 Denizli, Giresun, Kayseri, Konya, Manisa, Uşak 18 Mart 1985 Antalya, Bursa, Eskişehir, Hakkari, İçel, Kocaeli, Malatya, Kahramanmaraş, Samsun, Sivas, Tokat, Zonguldak 19 Temmuz 1985 Ankara, Artvin, Edirne, Erzincan, İzmir, Ordu 19 Eylül 1985 Trabzon 19 Kasım 1985 Adana, Adıyaman, Ağrı, Erzurum, Gaziantep, Hatay, İstanbul, Kars 19 Mart 1986 Bingöl, Elazığ, Tunceli, Şanlıurfa 19 Mart 1987 Van 19 Temmuz 1987 Diyarbakır, Mardin, Siirt Darbenin sonuçları 650.000 kişi göz altına alındı. 1 milyon 683 bin kişi fişlendi. Açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı. 7 bin kişi için idam cezası istendi. 517 kişiye idam cezası verildi. Haklarında idam cezası verilenlerden 50'si asıldı (26 siyasi suçlu, 23 adli suçlu, 1'i Asala militanı). İdamları istenen 259 kişinin dosyası Meclis'e gönderildi. 71 bin kişi TCK'nin 141, 142 ve 163. maddelerinden yargılandı. 98 bin 404 kişi örgüt üyesi olmak suçundan yargılandı. 388 bin kişiye pasaport verilmedi. 30 bin kişi sakıncalı olduğu için işten atıldı. 14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı. 30 bin kişi siyasi mülteci olarak yurtdışına gitti. 300 kişi kuşkulu bir şekilde öldü. 171 kişinin işkenceden öldüğü belgelendi. 937 film sakıncalı bulunduğu için yasaklandı. 23 bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu. 3 bin 854 öğretmen, üniversitede görevli 120 öğretim üyesi ve 47 hâkimin işine son verildi. 400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi. Gazetecilere 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası verildi. 31 gazeteci cezaevine girdi. 300 gazeteci saldırıya uğradı. 3 gazeteci silahla öldürüldü. Gazeteler 300 gün yayın yapamadı. 13 büyük gazete için 303 dava açıldı. 39 ton gazete ve dergi imha edildi. Cezaevlerinde toplam 299 kişi yaşamını yitirdi. 144 kişi kuşkulu bir şekilde öldü. 14 kişi açlık grevinde öldü. 16 kişi -kaçarken- vuruldu. 95 kişi -çatışmada- öldü. 73 kişiye -doğal ölüm raporu- verildi. 43 kişinin -intihar ettiği- bildirildi. El Salvador olayları Kuzey Amerika'da yer alan yaklaşık 6.9 milyonluk nüfusa sahip bir ülkedir. Ülke, batıda Guatemala'ya, kuzey ve doğuda Honduras'a, ve güneyde de Büyük Okyanus'una komşudur. El Salvador, Amerika anakarasının nüfus yoğunluğu en fazla olan ülkesidir (özellikle başkent, San Salvador) ve ayrıca bölgenin en sanayileşmiş ülkesidir. Resmi adı El Salvador Cumhuriyeti'dir (İspanyolca: República de El Salvador, IPA: [re'puβlika ðe el salβa'ðor]). Ülke İsa peygambere atfen "Kurtarıcı" anlamına gelen İspanyolca karşılığından gelmektedir ve toprakları İspanyol himayesi öncesinde Cuscatlán diye adlandırılmıştır. Tarihi İspanyol kaşif Pedro de Alvarado 1524 yılında Meksika'dan yola çıkarak El Salvador adını verdiği yere geldiğinde, burada yerliler yaşıyordu. İspanya, El Salvador ile birlikte etrafındaki birçok ülkeyi 300 sene boyunca işgal etti. 1821 yılına kadar Guetamala' ya bağlı bir eyalet olan ülke, buradaki İspanyol yönetiminin sonaermesinden sonra 1823 yılında Orta Amerika Federasyonu içerisinde bulunan bir ülke oldu. Federasyonun 1840'ta dağılmasından sonra 30 Ocak 1841' de bağımsızlığını ilan etti. 1970'li yıllarda sağ ve sol çatışmalarına sahne olan ülke, 1979 yılında cuntacıların iktidara gelmesi ile duruldu. Cunta bazı reformları başlattı fakat şiddet tırmanmaya devam etti.1981'de ulusalcı gerillalara karşı ABD yardım yolladı. Grenada'nın İşgali (Operation Urgent Fury - Acil Öfke) 1983'te Karayipler'de bulunan Grenada adasının ABD ve birkaç Karayip ülkesi tarafından işgal edilerek, marksist hükümetin iktidardan uzaklaştırılmasıyla sonuçlanan askeri harekat.Soğuk Savaş nedeniyle Batı Yarımküresinde yaşanan en büyük uluslararası boyutlu çatışmalardan biridir.Aynı zamanda ABD'nin Vietnam Savaşı'ndan sonra giriştiği en büyük askeri harekattır. Savaşın sonuçları: Çatışmalar sırasında ABD rakamlarına göre 19 ABD askeri öldü ve 116'sı yararlandı, Grenada tarafında ise 45 asker ve 24 sivil yaşamını yitirdi. Farklı kaynaklar SBD askeri kayıplarının 100 dolayında olduğunu ve çoğunluğu solcu ve komünistlerle onların aileleri olmak üzere en az 600 Grenadalı sivilin ABD kuvvetleri tarafından öldürüldüğünü bildirdiler. Birleşmiş Milletler 38/7 kararıyla Grenada'nın işgalini kınadı.İngiliz Milletler Topluluğu üyesi olan Grenada'ya düzenlenen ABD müdahalesi Birleşik Krallık, Trinidad ve Tobago, ve Kanada'nın da tepkisini çekti.Müdahaleden sonra genel vali Paul Scoon yeniden göreve geldi. 1984'te yapılan seçimleri, Herbert A. Blaize önderliğindeki Yeni Ulusal Parti (NNP) kazandı.1985 ortalarına kadar ABD kuvvetleri adada kaldı. İran-Irak Savaşı İran'da Tahmilî Savaş (جنگ تحمیلی Jang-e-tahmīlī) veya Kutsal Savunma (دفاع مقدس Defā'-e-moghaddas), Irak'ta Saddām'ın Kadisiyesi (قادسيّة صدّام Qādisiyyat Ṣaddām) ve Arap Dünyasında Birinci Körfez Savaşı (حرب الخليج الأولى Ḥarb al-Khalīj al-'Ūlā) olarak anılan 1980-1988 yılları arasında Irak ve İran arasında yapılmış ve perde arkasında olan bir savaştır. Yaklaşık bir milyon kişinin ölümüne, 150 milyar Amerikan Doları maddi hasara, her iki ülkede de ağır yıkımlara yol açmıştır. Irak'ın zaferleri ile başlayan savaş, İran'ın direnmesiyle yıpratma savaşına dönüşmüş ve galibi olmadan sonuçlanmıştır. Savaşın Sonuçları Irak-İran Savaşı, yaklaşık bir milyon insanın hayatına mal oldu. Savaşan taraflar ufak kazançlar için ekonomik kaynaklarını tüketti. Savaşın sonucunda Irak-İran sınırı değişmedi. Savaşın etkileri yıllar boyunca hissedildi. İki ülkenin birbirlerinin petrol tesislerine saldırılar düzenlemesi sonucu petrol üretimi düştü, petrol fiyatları arttı. Savaş boyunca Irak, kendisini destekleyen devletlerden borç alarak silah satın almıştı. Bu borçları ödemekte zorlanması, 1990 yılında Kuveyt’e saldırarak oradaki petrol kuyularını ele geçirmeye çalışmasına yol açtı. Bu tavrı da Irak'ı uluslararası ilişkilerde yalnızlığa sürükledi ve desteksiz bıraktı. 1989 Devrimleri Soğuk Savaş'ı fiilen bitiren, Doğu Avrupa ve Orta Avrupa ülkelerini etkileyen devrim dalgasıdır. Birkaç ay içinde, Sovyet tarzı komunist rejimler iktidardan düşürülmüştür. Politik başkaldırılar ilk olarak Polonya'da başlamış, barışçıl denebilecek Doğu Almanya, Çekoslovakya, Macaristan ve Bulgaristan devrimleriyle devam etmiştir. Romanya, kanlı bir şekilde liderini indiren ve idam eden tek ülkedir. 1989 Devrimleri, Dünya'daki güç dengesini değiştirmiş, Sovyetlerin Çöküşü ile birlikte Soğuk Savaş'ın bitişini belirtmiştir. Kadife Devrimi (Çekçe: sametová revoluce, Slovakça: nežná revolúcia) 16 Kasım-29 Aralık 1989'da Çekoslovakya'da meydana gelen kansız bir devrimdir. Sonucunda, Komunist yönetim düşürülmüştür. 17 Kasım'da, Prag'da barışçıl bir öğrenci ayaklanması, polis tarafından bastırıldı. Bu olay, diğer ayaklanmaları tetikledi, ve 20 Kasım'da 200.000'den yarım milyona çıktı. Son olarak, tüm Çekoslovakya vatandaşlarının katıldığı 2 saatlik bir ayaklanma 27 Kasım'da düzenlendi. Romanya Devrimi Aralık 1989'da Romanya devlet başkanı Komünist Nikolay Çavuşesku'nun iktidardan indirilmesi için halk tarafından gerçekleştirilen devrimdir. Kanlı olaylar sonunda iktidardan indirilerek tutuklanan Çavuşesku ve karısı Elena kısa bir yargı süreci sonunda idam edilmiştir. Romanya, şiddet kullanarak Komunist liderini deviren ve idam eden tek Doğu Bloğu ülkesidir. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nin dağılması, 25 Aralık 1991 tarihinde SSCB Devlet Başkanı Mihail Gorbaçov'un istifa etmesinin ardında Sovyetler Birliği'ni teşkil eden cumhuriyetlerin bağımsızlığını kazanmalarıyla Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nin dağıldığı olay. Bu tarihten itibaren Avrupa ve Asya'nın siyasi haritası değişmiştir. 1917'de temelleri atılan ve 1922'de kurulan Sovyetler Birliği'nin dağılması ve yerini Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT)'na bırakması dönemin en önemli olaylarındandır. Sovyetler Birliği'nin çöküşü, Avrasya'nın merkezinde jeopolitik bir boşluk yarattı. Yakın çağın bu güçlü devletinin içine düştüğü durum Batı Avrupa ve Uzak Asya uçları arasında kalan bölgede yeni sıkıntıları ve belirsizlikleri de beraberinde getirdi. Bölgenin yakın geleceği tıpkı yakın geçmişi gibi tartışma konularına sahne oldu. Doğu Bloku'nda meydana gelen bu boşluk, Batı Avrupa ülkeleri üzerindeki tehdidi kaldırırken, uzun dönemde ciddi ve yeni politik gelişmelerin olabileceğinin de bir işaretidir. Sovyetler Birliği'nin çöküşünü hazırlayan etkenler Stalin 5 Mart 1953'te ölünce yerine, oldukça uzun bir mücadele sonunda, 1957 yılında Nikita Kruşçev geçti. Kruşçev döneminde Doğu-Batı ilişkileri çok sert ve tehlikeli boyutlara ulaştı. 1958'de başlayan Mao-Kruşçev mücadelesi, Kruşçev'in bir saray darbesiyle iktidardan düşürülmesi ile sonuçlandı. Yerine 18 yıl iktidarda kalacak olan Leonid Brejnev geçti. Brejnev döneminin en önemli olayı ise, 1 Ağustos 1975'te 35 ülkenin imzaladığı Helsinki Nihai Senedi veya diğer adıyla Helsinki Deklarasyonu oldu. Sosyalist Blok'un temellerini sarsan Helsinki Nihai Senedi; Mart 1985'te iktidara gelen Mikhail Gorbaçov'un ortaya attığı Glasnost (Açıklık) ve Perestrokya (Siyasi sistemin, devlet örgütünün ve hükümet organlarının yeniden yapılanması) fikir ve uygulamaları ile bütünleşince dağılma kaçınılmaz oldu. Çünkü, Doğu-Batı ilişkilerine bir yumuşama ve yakınlık getirilmek istenen Helsinki Nihai Senedi'nin yürürlüğe girmesi, Doğu Avrupa'daki tüm Sovyet uydusu ülkelerinde aydınları ve milliyetçileri harekete geçirdi. İnsan hakları ve hürriyet hareketleri şeklinde başlayan gelişmeler zamanla Moskova'nın hegemonyasına karşı bağımsızlık mücadelesine dönüştü. Ancak, bunlar patlama şeklinde değil, yavaş yavaş gelişen bir seyir takip etti. Kısacası, Gorbaçov iktidara geldiğinde Sovyet komünizminin yapısını değiştirmeye karar vermişti. Bu değişme veya yeniden yapılanma iki koldan olacaktı. Bunlardan birincisi, siyasal iktidarın veya devlet yapısının değiştirilmesiydi. Hedef, komünist iktidarın tepki çeken baskıcılığını demokratik bazı uygulamalarla halk egemenliğine yaklaştırmaktı. İkinci hedef ise; ekonomik yapıda radikal değişikliklerin gerçekleştirilmesiydi. Bu suretle Sovyet Sistemi'ni güçlendirmeyi düşünen Gorbaçov, ABD ile rekabet düzeyine ulaşacağını umuyordu. Bu iki ana hedefin yanında silahsızlanma gayretlerini de gözardı etmedi. Bir bakıma Sovyetler Birliği'ni kurtarmak için her yolu denedi. Ancak, tüm çabalarına rağmen başlamış olan çöküşü tamamlanmasını engelleyemedi. Dağılma süreci Gorbaçov iktidarının dördüncü yılı bittiğinde, Sovyetler Birliği'nin siyasal yapısında çözülmeler başlamış bulunuyordu. Bu çözülmeler, 1991 yılı sonunda dağılmaya dönüştü. "Glasnost" ve "Perestrokya" ilkelerinin 1987 yılından itibaren uygulanmaya konulmasından hemen sonra Baltık Devletleri başta olmak üzere bağımsızlık ilanları başladı. Baltık ülkeleri 23 Ağustos 1939'da Nazi Almanyası ile Sovyetler Birliği arasında imzalanan tarafsızlık ve saldırmazlık antlaşması ile Sovyet Rusya'ya terkedilmişti. Bu ülkelerden Litvanya 11 Mart 1990'da; Letonya 4 Mayıs 1990'da; Estonya da 8 Mayıs 1990'da bağımsızlıklarını ilan ettiler. Ancak, bağımsızlık ilanları Sovyetler'in dağılmasını istemeyen Gorbaçov başta olmak üzere Rus yöneticileri tarafından tepki ile karşılandı. Mücadele 21 Ağustos 1991'de Gorbaçov'u devirmek için girişilen darbe gününe kadar devam etti. Bu ülkeler aynı gün bir kere daha bağımsızlık ilanında bulundular. Bu arada 23 Ağustos 1990'da da Ermenistan, Sovyetler Birliği içinde kalmakla birlikte, bağımsızlığını ilan etti. Gorbaçov, ülkede gerginliğin giderek artması üzerine 16 Mart 1991'de bir halk oylaması yaptırdı. Oylamada halkın, " Eşit egemenlik ilkesi içerisinde bir federasyon" isteyip istemediği soruldu. Üç Baltık ülkesi ile Gürcistan, Ermenistan ve Moldova'nın boykot ettiği halk oylamasına katılan diğer 8 ülkeden evet oyu çıktı. 11 Haziran 1991'de, Rusya Federasyonu Cumhuriyeti, Rusya Anayasası'nın Birlik Anayasası'ndan üstün olduğu iddiası ile egemenliğini ilan etti. Boris Yeltsin Rusya Federasyonu Başkanı seçildi. Radikal komünistler 16 Ağustos 1991'de Gorbaçov'u karşı bir hükümet darbesi yaptılar. Gorbaçov, Kırım'da oturmak zorunda bırakıldı. Ancak Yeltsin karşı bir hareketle Gorbaçov'un Moskova'ya gelmesini ve görevine devem etmesini sağladı. 19 Ağustos 1991'de Kremlin Sarayı'na 1917'den önceki Rus bayrağı çekildi. Gorbaçov gelişmeler üzerine Komünist Parti Genel Sekreterliğini bıraktı ve 24 Ağustos 1991'den itibaren sadece Devlet Başkanlığı görevini üstlendi. Gelişmeleri yeni bağımsızlık ilanları takip etti. Sovyetler Birliği'nin dağılmasındaki en büyük gelişme Ukrayna'nın bir halk oylaması ile 24 Ağustos 1991'de bağımsızlığını açıklaması oldu. 25 Ağustos 1991'de de Beyaz Rusya'nın bağımsızlık ilanı birliğin tamamen dağılmasına neden oldu. 29 Ağustos 1991'de, Sovyet Komünist Partisi Yüksek Sovyet kararı ile resmen kaldırıldı. Bu karardan sonra Türk Cumhuriyetleri'nden Azerbaycan 18 Ekim 1991'de; Özbekistan ve Kırgızistan 31 Ağustos 1991'de; Türkmenistan 27 Ekim 1991'de; Kazakistan 16 Aralık 1991'de bağımsızlıkla ilgili halk oylamaları yapıldı ve oylama sonunda ülkelerin büyük çoğunluğu bağımsızlıklarını istediler. NOT: http://tr.wikipedia.org sitesinden alınmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

No Pasaran !