BİR ŞEY YAPMALI

CUMHURİYET İÇİN DEMOKRASİ İÇİN HALK İÇİN GELECEĞİMİZ İÇİN ..................... cemaatlerin yönettiği bir coğrafya olmak istemiyorsak ................. Ama benim memleketimde bugün İnsan kanı sudan ucuz Oysa en güzel emek insanın kendisi Kolay mı kan uykularda kalkıp Ninniler söylemesi

25 Mayıs 2009 Pazartesi

BİTMEYEN YOL SUSUZ YAZ YASAKLANAN FİLM AFİŞLERİ
UMUT
DUVAR
Yılmaz Güney __ UmutDevrim Sineması deyince
Türkiye Sineması’nda Yılmaz Güney geliyor aklımıza... “Devrimci sinema yol gösteren değil düşünmeye sevkeden filmlerdir” demişti Güney. O bir Efsaneydi sinemamız için . O’nun “Umut” filminden de sözetmek gerek. “Güzel adam, bizim toplumun adamı değildir, ağam... Amerikan sinemasının adamıdır” diyordu Yılmaz Güney. Sinemamızının “Çirkin Kral”ının adı sansürle, yasakla, mahpusla, kelepçeyle anılmıştı hep. Fırtınalı yaşamın kollarında oradan oraya savrulurken yazdı, yönetti, üretti Yılmaz Güney. “Hep halkımın karakterini oynadım” diyordu. “İlk oynadığım filmlerde yarattığım tip aşağı yukarı ezilmiş bir adamdır,dürüst bir kişiliği canlandırdım, bunu düpedüz yaşamın getirdiği deneylerden çıkardım” diyordu.Umut filmiyle birlikte devrimci kişiliğinden sözetmek gerek Yılmaz Güney’in... Hem bir yönetmen hem bir oyuncu olarak zor hayatların insanıydı Yılmaz Güney.O, Orhan Kemal’lerin, Yaşar Kemal’lerin havasını solumuş, hem yalnızlığın hem de ekmek kavgasıyla çıkar kavgasının kol kola gezdiği bir dünyanın insanıydı. Daima haksızlığa karşı koyan cesareti, esmer, kavruk yüzünden eksik etmediği gülüşü ile sinemada ismi hep öne yazılmıştı. Hem de istemediği halde...Çünkü hayatın kendisiydi Yılmaz Güney, hep kendisiydi, insanı oynuyordu. “Çoğu zaman sokaktan hızla geçerken farkedemediğimiz şeyler vardır, ben durup baktım ve onları anlattım” diyordu. Halk tarafından sevilmesinin nedeni de buydu Yılmaz Güney’in. Sadece ülkesinde değil dışarıda da kısa sayılabilecek yaşamında sinemaya hem kendi yaşamını hem de gözlemlediği insanların yaşamlarını taşıyarak adından sözettirmeyi başarabilmişti.Umudunu bir milli piyango biletine, defineye bağlayan faytoncu Cabbarların, polisin emrinde çalışan kabadayı Tilki Selimlerin, kurbanlık katillerin, sevdiği kızı hain bir tuzakta kendi elleriyle öldüren sonra da kan kusan Seyyit Hanların ülkesinde, bu acılı insanların yaşamını başarıyla anlatmıştı. Umut, Acı, Ağıt, Arkadaş, Seyyit Han gibi filmler, bugün bile sadece Türkiye seyircisi için değil dünya seyircisi için de ilginç değerler taşıyor. “Devrimci Sinema” “Umut”ları geliştirerek yaratılacaktır. Umut, sorgulayan, eleştiren, yeniden üreten, çözüm yollarının ipuçlarını taşıyan, yarınlarımızı anlatan devrimci sinemanın başyapıtıydı. 70’li yılların toplumsal gelişimi içinde, Yeşilçam’ın geleneksel yapısını aşmaya yönelmiş, yani fakir kız-zengin erkek ya da tam tersi bir vuruşta beş on kişiyi yere seren başrol oyuncularının revaçta olduğu filmlerin aksine, ülkemizdeki sınıflar mücadelesinde geleceğe yönelik geleneklerin yaratıldığı, toplumsal muhalefetin yoğunlaştığı bir ortamın ürünü olmuştu. Büyük bir bölümü Yılmaz Güney’in kendi öz yaşam öyküsünü anlatıyordu. Özellikle kendi çocukluğu, ilk gençlik yılları ile ailesinin ve çevresinin yaşamından edindiği gözlemlere dayanıyordu. Umut’ta kalabalık ailesini geçindirmek için iskeleti çıkmış atıyla didinen faytoncu Cabbar’ın tek geçim aracını yitirmesiyle umudunu bir defineye bağlayışı ve büyük bir hayal kırıklığı içinde umudun büyük bir umutsuzluğa dönüşü anlatılıyordu. Umutları hiçbir zaman gerçekleşmeyecek düşlere bağlattırılanların öyküsüydü Umut. Ve Yılmaz Güney’in yıllar yılı yaşadığı, denediği, sabırla yüreğinde taşıdığı gözlemleri, gerçeğin kendiliğinden taşıdığı güç ve güzellikleriyle, başka bir katkıya gerek kalmadan gerçek değerini bulmuştu Umutta... İnsan onuruna olabildiğine aykırı, kopkoyu bir yoksulluğun içine itilmiş insanların gerçekleşemeyecek bir umuda, bundan da umutsuzluğa ve giderek doğaüstü güçlere yönelmelerini ve bir kısır döngüye kapılmalarını anlatan Umut sinemamızın o güne dek gerçekçilik yolunda ulaşabildiği son noktayı belirleyen bir yapıt olmuştu.Filmin gerçekleştirildiği koşullara bakıldığında, Yeşilçam geleneksel kalıplarını kıran Umut cesur bir çıkıştı. Verdiği mesaj net ve yalındı. Yılmaz Güney bu yalın öyküyü , buna çok uygun düşen yalın, abartısız bir dille ama görüntülerinin güzelliğine titizlik göstererek perdeye yansıtmıştı. Toplumsal sorunlara duyarlı, düşündüren, sorgulayan, kısaca yaşayan sinemanın ilk örneğini verdi ülkemizde Umut. Konu ve içerik ticari kaygılardan kurtulmuş, topluma yöneliyordu ilk kez. Bu yüzden yaratılan devrimci sinema üzerinde düşünülecek önemli bir basamaktı.Umuttan sonra da pek çok film çekildi, öncesinde olduğu gibi... Kimileri ciddi çabaların ürünüydü, kimileri ise toplumculuk adına duyguları sömüren devrimci değerleri yozlaştırarak dejenere etme suçuna ortak olmuşlardı. Yine “Arkadaş” filmi de sınıf gerçeğinin belirlediği toplumsal ilişkileri derinlemesine inceleyen yürekli bir adım olmuştur. Ancak Güney’den sonra toplumsal sorunlara, yaşananlara , sınıflar mücadelesine yaklaşımlar, eleştirel bakışlar, sadece rastlanabilen kareler olurken, yaşanan sorunların çözümüne ilişkin ipuçlarını veren filmler sinemamızın başat eksikliği olma özelliğini korudu.Sanatın diğer bazı dallarında gösterilebilen bu dönüşüm sinemada ise aksayan bir yan olarak kalmıştı. Bunda sinema tekniğinin özgünlüğü yanında konuyla ilgili birikim ve deneyim eksikliğinin olduğu yadsınamaz. Bu açıdan “Umut” çevrildiği koşullar gözönüne alınarak değerlendirilmeli ve toplumsal sorunların çözümü doğrultusunda düşündüren, öneren devrimci sinemayı bir çizgi haline getirme yükünü omuzlamamız gerektiği de unutulmamalıdır.
YOL
YÖNETMEN: YILMAZ GÜNEY
ÜLKÜ TAMER'İN 22.01.2007 TARİHLİ SİNEMADA SANSÜR KONUSU ÜZERİNE YAZDIĞI KÖŞE YAZISI
Bir Beynelmilel anısıEn sevdiğim filmlerin ilk sıralarına yerleştirdiğim Beynelmilel, o dönemi yaşamış hemen herkes gibi, beni de çeşitli anılara götürdü. Tutuklanan yazarlara, idamlara karşı bildirilere imza koymayan sanatçılara, Aydınlar Dilekçesi'ni imzalayıp böbürlenen, ama Selimiye Kışlası'nda "Ben onu konut kooperatifi dilekçesi sanmıştım" diyerek çark eden ünlülere...Bunlardan biri, filmin öyküsünü oluşturan Enternasyonal marşıyla ilgili... Yayınevi yöneticiliği yaptığım sıralarda bir yazar bize fena halde takmıştı. Günlük bir gazetede köşesi vardı. Sağcı kesimin etkili sözcülerinden biriydi. Yazdıkları önemsenir, görüşlerine değer verilirdi.Önce çocuk dergimizi diline doladı. Minikleri zehirlediğimizi öne sürdü. Aziz Nesin, Haldun Taner gibi sanatçılar büyükler için bile sakıncalıydı zaten; onları kalkıp da çocuklara tanıtmak planlı programlı bir "ihanet mekanizması" nın parçasıydı. Mıstık'ın çizgiromanı Uzay Çocukları' nda bile gizli alçaklıklar aradı. 12 Eylül döneminde de iki kere ihbar etti bizi. Times Dünya Tarihi Atlası ile ilgili ihbarı sonucunda yayınevini askerler bastı. Kitap incelemeye alındı. Sonunda aklandık. Öteki ihbarı Fellini'nin Amarcord filminde çalınan Enternasyonal'i temel alıyordu. Amarcord'u biz getirmiştik. Herkes filmin iki günde afişten kalkacağına inanıyordu. Biz ise filmin sansürden nasıl geçeceğini düşünüyorduk. Öyle ya, filmde o dönem yönetiminin istemediği her şey vardı.Sansüre filmin kopyasıyla birlikte İtalyanca bilen Deniz Türkali'yi yolladık.Sansür Kurulu'ndakiler filmi kavrayamamışlardı pek. Biraz da Deniz'in sayesinde elbet. Filmin ilk karesiyle birlikte konuşmaya başlamıştı Deniz. Sözleri dilediği gibi çevirmiş, kişisel yorumlarını da eksik etmemişti.Kurul üyeleri, Deniz'in laf kalabalığının da etkisiyle "Allah Allah? Hangi aklıevvel getirmiş bu filmi? İki gün bile oynayamaz" diyerek kahkahayı basmış, gösterim izni vermişlerdi. Amarcord, ilk matinesine bile tıklım tıklım bir salonla girdi, haftalarca oynadı. Ama bizim muhbir yazar Sansür Kurulu'ndakiler gibi değildi. Uyanıktı. Köşesinde zehir zemberek bir yazı döşendi. Filmin ne kadar sakıncası varsa hepsini saydı döktü, "Devlet uyuyor mu, filmde Enternasyonal çalınıyor," dedi. Bir sahnede Enternasyonal çalınıyordu gerçekten. Bir kilisenin çan kulesine yerleştirilen gramofondan Enternasyonal duyuluyordu; faşistler de kuleye ateş edip gramofonu "vuruyor", sonra da zafer çığlıkları atıyorlardı.Benim bildiğim kadarıyla, bu sahneyi izleyen hiçbir yurttaşımız o anda komünist olmadı.Ama Emek Sinemasını sivil polisler bastı. Sinemanın makinisti, "Ağabey," diye anlatacaktı sonradan, "makine dairesinin kapısına tık tık vuruldu. Açtım. Açar açmaz da anladım... Bunlar ne ahlaktan, ne hırsızlıktan. Bunlar siyasi. Kılıkları öyle gösteriyor. 'Filmi seyredeceğiz,' dediler, gelip yanıma oturdular. Salonda seyretseler belki biriki sahne atlatırım diye düşünüyorlar. Makine dairesinin deliğinden filmi seyrettiler, not aldılar." Anlaşılan polisler de filmi pek kavrayamamışlar. "Böyle film mi olur?" gibilerden sıkıntıyla seyretmişler. Enternasyonal sahnesinde biri huylanmış. "Nedir o çalan?" diye sormuş.Makinist, "Haa, o mu?" demiş. "Plak işte." "Haa... Doğru... Plak." O arada hem sinemanın hem de bizim filmin işletmeciliğini yapan İsmet Kurtuluş'a haber uçurmuş makinist. Sevgili İsmet Bey, sansürün verdiği izin belgesini kapıp gelmiş.Polisler, "Böyle filmde Komünist propagandası mı olur! Zaten bir şey anlaşılmıyor," demişler, çaylarını içip gitmişler. Sonuçta yazarımız hayal kırıklığına uğradı. Amarcord yasaklanmadı. Ama Sansür Kurulu bu olaydan sonra bize karşı daha "dikkatli" davranmaya başladı. Lina Wertmüller'in Kan Davası filminden "sosyalizm" sözcüklerinin çıkarılması istendi. Mephisto'ya ise Komünizm propagandası yapıldığı gerekçesiyle gösterim izni verilmedi.Aynı film yıllar sonra TRT televizyonunda boy gösterecekti.Beynelmilel'de Kızıl Ordu Korosu gibi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

No Pasaran !