BİR ŞEY YAPMALI

CUMHURİYET İÇİN DEMOKRASİ İÇİN HALK İÇİN GELECEĞİMİZ İÇİN ..................... cemaatlerin yönettiği bir coğrafya olmak istemiyorsak ................. Ama benim memleketimde bugün İnsan kanı sudan ucuz Oysa en güzel emek insanın kendisi Kolay mı kan uykularda kalkıp Ninniler söylemesi

22 Mayıs 2009 Cuma

MARKS-ENGELS

1 . AYAKLANMA SANATI Karl Marks ve Friedrich Engels Günümüzde ayaklanma gerçekten savaş türünden bir sanattır ve ihmal edildiği zaman, ihmal eden partinin mahvına sebep olacak kurallara bağlıdır. Partilerin yapısından ve ayaklanma durumunda göz önüne alınması gereken hususlardan mantıksal olarak çıkarılan bu kurallar o kadar açık ve basittir ki, 1848'deki kısa deneyleri Almanlara bunları gayet iyi öğretmiştir. Önce, oyununuzun sonuçlarıyla karşılaşmaya tamamen hazır olmadıkça ayaklanma ile oynamayınız. Ayaklanma son derece berilsiz niceliklerle yapılan bir hesaptır. Bu niceliklerin değeri her gün değişebilir. Karşınızdaki güçler örgüt, disiplin ve yerleşmiş otorite bakımından sözden ileridirler. Sizin onlara karşı kuvvetli üstünlükleriniz olmadıkça yenilir ve mahvolursunuz. İkinci olarak, ayaklanma bir kere başladı mı, en büyük bir azimle ve hücum planında yürür. Savunucu bir eylem her silahlı ayaklanmanın ölümüdür. Düşmanlarla boy ölçüşmeye kalkmadan kaybedilir. Hasımlarınızı güçleri dağınıkken bastırınız; küçük de olsa her gün yeni başarılar, ilerlemeler tertipleyiniz. İlk başarılı ayaklanmanın size verdiği moral üstünlüğü muhafaza ediniz; daima en kuvvetli tahrike kapılan ve daha emin olan yanı gözeten, iki taraf arasında mütereddit kişileri kendi tarafınıza toplayınız; (sayfa 51) düşmanlarınızı size karşı güçlerini bir araya getirmeden geri çekilmeye zorlayınız. Devrimci politikanın bugüne kadar bilinen en büyük üstadı Danton'un dediği gibi, Atılganlık, atılganlık ve yine atılganlık.Friedrich Engels, Germany: Revulation and Counter-Revulotion, International Publishers, 1933, s. 100. İlk defa Marks'ın adıyla New-York Tribun'de 18 Eylül 1852'de yayınlanmıştır. 2. İSPANYA'DA GERİLLA SAVAŞI Karl Marks İspanyol hazır kuvvetleri yenilgiye uğrasa bile her yerde birden ortaya çıkmıyordu. Yirmi defadan fazla dağılmış olmasına rağmen yine de her zaman düşmanla karşılaşmaya hazırdı ve çoğu kez yenilgiden sonra artan bir kuvvetle yeniden ortaya çıkıyordu. Bu orduyu yenmek faydasızdı, çünkü zararı çabuk telafi ediyorlardı. İnsan kaybı genellikle az oluyordu, arazi kaybına ise aldırış etmiyorlardı. Düzensiz olarak dağlara çekilmeleri; yeniden bir araya gelip en umulmadık anda ortaya (sayfa 52) çıkmalarını, yeni takviyelerle güçlenmelerini sağlıyor ve Fransız ordularına direnmek değilse bile, onları sürekli hareket halinde tutmak ve güçlerini dağıtmaya mecbur etmek imkanını veriyordu. Ruslardan daha talihli olmak üzere. yeniden doğabilmek için ölmeye de ihtiyaçları yoktu. 19 Kasım 1809'da Ocana'daki müthiş savaş, İspanyolların yaptığı son büyük meydan savaşıydı. O zamandan itibaren sadece gerilla savaşları yaptılar. Düzenli savaşın terkedilmesi başat olgusu, yerel hükümet merkezleri karşısında, ulusal merkezlerin ortadan kalktığını kanıtlar. Ordunun bozgunları mutad hale gelmeğe başladığında gerillaların ortaya çıkışı da genelleşti ve ulusal yenilgilerin endişeye düşürdüğü halk kitleleri, kahramanlarının yerel başarılarıyla övünür oldular. Bu noktada hiç olmazsa Merkezi Cunta, halkın kuruntusuna katılıyordu. "Gerilla eylemlerine Ocana savaşından daha büyük bir önem verilmişti." Don Kişot'un mızrağıyla baruta karşı koyduğu gibi, gerillalar da Napolyon'a karşı koydular, yalnız sonuç farklı oldu. Avusturya Askeri gazetesi (cilt I, 1821) "Bu gerillalar" diyordu, "dayanakları kendi içlerindeymiş gibi davranıyorlar ve bunlara karşı yapılan her eylem, amacının kaybolmasıyla sonuçlanıyor." Gerilla savaşının tarihinde birbirinden ayrılabilecek üç devre vardır. İlk devrede bütün taşra halkı silaha sarılıp, Galiçya ve Avusturya'da olduğu gibi partizan savaşları yapmışlardır. İkinci devrede Fransız ordusundan kaçan İspanyollardan, İspanyol ordusunun kalıntılarından, kaçaklardan vb. oluşan gerilla çeteleri kendi davaları gibi, ve bütün yabancı etkilerden bağımsız olarak, çıkarlarına uygun bir biçimde savaşı devam ettirdiler. Şanslı olay ve durumlar sonucunda çoğu kez bütün mıntıkalar bunların bayrağı altında toplandı. Gerillalar bu (sayfa 53) şekilde oluştukları sürece korkulacak bir varlık gösteremediler ama yine de Fransızlar için son derece tehlikeliydiler. Halkın gerçek anlamda silahlandırılmasına öncelik verdiler. Bir yeri zaptetme fırsatı çıkar çıkmaz. ya da el birliği ile gerçekleştirilecek bir iş tasarlanır tasarlanmaz halkın en aktif ve en cesur öğeleri gelip gerillalara katılıyordu. Bunlar son süratle ganimetlerine hücum ediyorlar, ya da girişimlerinin amacına uyan bir savaş düzeni içerisinde yer alıyorlardı. Bunların, bir kuryeyi yakalamak veya düşmana gönderilen erzak ve levazımı zaptetmek üzere bütün bir gün ihtiyatlı düşmanı görecek şekilde ayakta durduklarına tanık olmak olağanüstü bir durum değildi. Genç Mina'nın Joseph Bonaparte tarafından atanan Navarra valisini tutuklaması ve Julian'ın Ciudat kumandanı Rodrigoyu esir etmesi bu yolla olmuştu. İş tamamlanır tamamlanmaz herkes kendi yoluna gidiyor, silahlı olanlar derhal her yöne dağılıyorlar, yalnız iş birliği yapan köylüler, yokluklarının farkına varılmadan sessizce günlük işlerinin başına dönüyorlardı. Böylelikle bütün yollar ulaşıma kapatılıyordu. Hiçbirinin yeri keşfedilemediği halde binlerce düşman o noktada bulunuyordu. Yakalanmaksızın hiçbir kurye gönderilemiyor, hiçbir ikmal malzemesi yolda tutulmaksızın yerine ulaşamıyordu. Kısacası, yüzlerce göz tarafından gözetlenmeksizin hiçbir hareket yürütülemiyordu. Aynı zamanda bu türden bir iş birliğinin köklerini baltalamak için hiçbir araç da bulunmazdı. Fransızlar hep uçup kaybolan, sonra daima yeniden ortaya çıkan, dağları perde gibi kullanarak, görünmeksizin her yerde hazır ve nazır olan bir düşmana karşı her an silahlı bulunmaya zorlanmışlardı. Abbé de Pradt, "Fransızların gücünü tüketen" diyordu, "savaşlar ve çarpışmalar değil, fakat görünmez düşmanın aralıksız saldırılarıdır. Bu düşman takip edildiğinde halkın içine karışıp kaybolur, sonra yine (sayfa 54) onların arasından yenilenmiş bir kuvvetle ansızın tekrar ortaya çıkar. Hikayedeki sivrisinek tarafından eziyet edilerek ölüme sürüklenen aslan, Fransız ordusunun durumuna tam bir önektir." Üçüncü devrelerinde gerillalar ordunun düzenini taklit ettiler. Mevcutlarını üç binden altı bine çıkardılar, mıntıkaların tümünün yürüttüğü bir eylem olmaktan çıkıp, bir kaç önderin eline düştüler. Bu önderler gerilla hareketlerini kendi amaçlarına en uygun düşecek şekilde kullandılar. Gerillaların sistemindeki bu değişim, Fransızlara, onlarla mücadelelerinde önemli avantajlar sağladı. Artan sayıları dolaysıyla gizlenme ve eskiden olduğu gibi, bir savaşa zorlanmadan ansızın ortadan kayboluverme olanağını kaybeden guerillero'lar artık sık sık kuşatılıyor, yeniliyor, dağılıyorlar ve uzun süre yeni bir saldırıya geçemeyecek duruma düşüyorlardı. Gerilla savaşının bu üç devresi İspanya siyasal tarihi ile karşılaştırıldığında, bu devrelerin, hükümetin karşı-devrimci tutumunun halkın devrimci ruhunu yatıştırmakta başarılı olduğu, ilerlemeler arzettiği görülür. Bütün halkın ayaklanmasıyla başlayan mukavemet savaşı daha sonra gerilla çeteleri tarafından devam ettirilmiştir. Bütün havali bu çetelerin yedeği olmakta ve onları çeteciklere bölündükleri veya alay ölçüsüne indikleri sıralarda, kardeş müfrezelerle (komandolar) tamamlamaktaydı. Baştaki hükümete yabancılaşmak, gevşeyen disiplin, sürekli felaketler, sabit biçimlilik. Cadrez'in altı yılı boyunca çözüşme ve yeniden birleşmeler, zorunlu olarak İspanyol ordusuna fertlerini, önderlerinin aynı zamanda hem maşası, hem baş belası olmaya hazır bir duruma getirerek, "Praetorianism" niteliğinin damgasını vurmuş olmalıydı. Generallerin kendileri de zorunlu olarak merkezi hükümete ya katılmışlar, ya onunla çatışmışlar, ya da onlara karşı gizli ittifaklar kurmuşlardır, ve daima siyasal dengeye kılıçlarının ağırlığını koymuşlardır. (sayfa 55) Böylece sonradan Merkezi Cuntanın güvenini kazandığı görülen Cuesta, ülkedeki savaşı kaybetmesiyle birlikte Conjeso Real (Kraliyet Meclisi) ile iş birliği yapmaya ve Leonese mebuslarını Merkezi Cuntaya celbetmeye başladı. Merkezi Cuntanın bizzat üyesi bulunan General Morla, Madrit'i Fransızlara teslim ettikten sonra Bonapartist kampa geçti. Yine Cuntanın üyesi olan züppe las Romeiras Markisi Cuntaya karşı, burnu büyük Francisco Palafoks'la sefil Montijo ile ve ortalığı karıştıran Seville Cuntasıyla gizli birlik kurdu. General Castanos. Blake, La Bisba, birbiri ardı sıra Cortes As Regents zamanında gösteriler yapıp dalavereler çevirdiler ve Valancia Genel Yöneticisi Don Xavicr Elio sonunda İspanya'yı, VII. Ferdinant'ın eline teslim etti. Praetorian öğe, şüphesiz, generaller seviyesinde, birliklerde olduğundan daha çok gelişmişti. Öte yandan ordu ve gerilla birlikleri savaş boyunca savunma hatlarından; Porlier, Lacy, Eroles ve Villacampa gibi bazı önderlerini alırlarken, savunma hattı da sırası gelince Mina, Empenicado vb. gibi bazı gerilla önderlerini alıyordu. Ordu ve gerilla kuvvetleri İspanyol toplumunun en devrimci kesimini teşkil etmekteydi. Bunlar her rütbeden asker bulundurarak kuvvetlendirildikten başka, gayet hararetli, yüksek emeller besleyen ve yurtsever gençleri de kapsıyorlardı. Merkezi Hükümetin uyuşturucu etkisine girmemişlerdi. Eski rejimin zincirlerinden kurtulmuşlardı. Mensuplarından bazıları (Riego gibi), Fransa'daki bir kaç yıllık bir esaretten dönenlerdi. Şu halde İspanyol ordusunun ilerideki karışıklıklarda ne devrimci inisiyatifi ele almakta, ne de devrimi, praetorianizm ile yozlaştırmakta gösterdiği etkenliğe şaşmamak gerekir. Gerillalara gelince, şurası açıktır ki, kanlı mücadeleler sahnesinde gösteriler yaptıktan, boş gezme alışkanlığını (sayfa 56) edindikten, bütün kin, intikam ve yağmacılık tutkularını serbestçe tatmin etme zevkini tattıktan sonra, bunlar barış zamanının en tehlikeli güruhu olacaklardır. Bunlar herhangi bir parti veya ilke adına kendinden istenecekleri yapmaya hazır, kendisine iyi para verecek, ya da yağma vesilesi hazırlanacak olanın tarafında bulunacak kimselerdir. 3. GERİLLA SAVAŞI ÜSTÜNE Friedrich Engels Son altı hafta zarfında Fransız-Prusya Savaşının karakteri önemli ölçüde değişmiştir. Fransa'nın düzenli orduları yok olmuştur. Mücadele, yeni harekete geçirilen birlikler tarafından devam ettirilmeğe başlanmıştır. Bu birliklerin tecrübesizliği de onları oldukça düzensiz hale getirmiştir. Açıklık yerlerde toplanıp savaşmaya teşebbüs ettiklerinde kolaylıkla yenilmişler, fakat barikatlar ve mazgallarla teçhiz edilmiş köy ve kasabalarda çarpıştıklarında ciddi bir direniş gösterebilecekleri ortaya çıkmıştır. Beklenmedik gece hücumları ve diğer gerilla savaşı yöntemleriyle, bu tip bir mücadelenin yürütülmesi, hükümet bildirileri ve emirleriyle de teşvik edilmiştir. Aynı zamanda hükümet bu güçlerin eylemde bulundukları bölgenin halkına, kendilerine mümkün olan her yardımın yapılmasını bildirmiştir. (sayfa 57) Eğer düşman bütün ülkeyi işgal etmeye yeterli birliklere sahip olsaydı bu direniş kolaylıkla kırılabilirdi, fakat Metz'in teslimine kadar düşmanın böyle bir gücü yoktu. Her yerde hazır ve nazır olan ve emirlerine mutlak itaat isteyen "Dört Uhlan" artık esaret ve ölüm tehlikesine maruz kalmaksızın kendi sınırları dışındaki bir köy veya kasabaya saldıracak durumda değillerdi. Savaşa girecek müfrezelere koruyucu birliklerin refakat etmesi ve münferit refakat birliklerinin ya da süvari bölüklerinin köy içinde dört yana dağılarak gece hücumlarına ve aynı zamanda, harekette iken de geriden yapılacak hücumlara karşı nöbette bulunmaları gerekiyordu. Alman mevzileri, tartışılmakta olan bir arazi bölgesiyle çevrelenmişti. Ve işte tam bu alanda halk direnişi kendini en ciddi şekilde hissettirmekteydi. Bu halk direnişini kırmak için Almanlar, modern geçmiş ve barbarca bir tür sıkıyönetime baş vurmaktaydılar. Almanlara ateş açan veya genellikle Fransızlara yardımcı olan bir veya daha fazla kişinin savunmakta olduğu köy ve şehirler ateşe verilecekti. Bundan başka silah taşıyan ve onların nazarında resmi asker olmayan herkes sorgusuz sualsiz vurulacaktı. Bundan başka bir şehrin önemli bir kesiminin böyle bir suçu işlediğinden herhangi bir şekilde şüphe edildiğinde, eli silah tutacak durumda olan herkes derhal katledilecekti. Geçen altı hafta boyunca merhametsizce yürütülen bu politika hâlâ şu anda da tamamen egemendir. İnsan, yarım düzine bu tür askeri infaz raporuyla karşılaşmaksızın bir tek Alman gazetesi okuyamazdı. Tabii, bunlar "dürüst askerlerin alçak katillere ve haydutlara karşı" faydalı bir tutum içerisinde yürüttüğü basit bir askeri adalet örneği olarak gösterilmekteydi. (sayfa 58) Şüphesiz, düzensizlik, yağma, kadınlara tecavüz, usulsüzlük söz konusu değildi. Gerçekten değildi. Herşey sistematik ve düzenli bir şekilde yapılıyordu. Mahkum edilen köy kuşatılıyor, ahalisi dışarıya çıkarılıyor, erzak müsadere ediliyor, evler ateşe veriliyordu. Gerçek veya hayali suçlular savaş divanına getiriliyorlar ve nasipleri, kısaca bir son itirafla, yarım düzine kurşun oluyordu. Alman ordularının Fransa içlerinde yürürken geçtikleri yolu kana ve ateşe boğduklarını söylemek mubalağ olmayacaktır. Bu 1870 yılında, asker oldukları derhal anlaşılmayan kimselerin eşkıyalarla bir olduklarını ve ateşle ve kılıçla susturulmaları gerektiğini iddia etmek yeterli değildi. Böyle bir iddia, resmi orduların savaşı dışında başka bir savaş türü bulamayan XVI. Louis veya II. Frederick zamanı için geçerli olabilirdi. Fakat Amerikan Bağımsızlık Savaşından Amerikan Ayrılma Savaşına kadar halkın savaş içinde yer alması, istisnadan ziyade, kural haline gelmiştir. Nerede bir halk, ordularının direniş gösteremeyecek durumda olması nedeniyle ve salt bu nedenle, boyun eğmeyi kabullenmişse, bir alçaklar ulusu olarak genel nefreti kazanmıştır; ve nerede halk olağanüstü bir savaşı enerjik bir biçimde yürütmüşse istilacılar çok geçmeden, modası geçmiş kan ve ateş kanununu yürütmenin imkansız olduğunu anlamışlardır. İngilizler Amerika'da, Napolyon'un yönettiği Fransızlar İspanya'da, ve 1848'de Avusturyalılar İtalya ve Macaristan'da, çok kısa bir zaman içinde halk direnişini tamamen yasal bir savaş biçimi olarak kabullenmeğe zorlanmışlardır. (sayfa 59) Onları buna zorlayan kendi esirlerine karşı bir misillemeye girişilmesi korkusu olmuştu. Dünyadaki bütün ordular içinde Prusya ordusu bu uygulamaları canlandıran son ordu olsa gerektir. 1806'da Prusya sadece, ülkenin hiçbir yerinde böyle bir ulusal direniş ruhundan eser olmadığı için çökmüştür. 1807'den sonra ordunun yeniden düzenleyicileri ve idarecileri bu ruhu meydana çıkarmak için güçlerinin yettiği her şeyi yaptılar. Bu, İspanyanın, bir ulusun istilacı bir orduya karşı direnişinin şahane bir örneğini verdiği sıralarda oluyordu. Prusya'nın askeri önderlerinin hepsi bunun, yurttaşlarının örnek almasına değer bir olay olduğuna işaret etmişlerdi. Scharnhorst, Gneisenau, Clausewitz, hepsi aynı kanda idiler. Hatta Gneisenau, Napolyon'a karşı yapılan mücadeleye katılmak için bizzat İspanya'ya gitmişti. Sonradan Prusya'da da uygulanan bütün askeri sistem, mutlak bir monarşi içerisinde ne kadar mümkünse o kadar düşmana karşı halk direnişini harekete geçirmeye teşebbüs etmekti. Orduya katılmak ve yedekte (Landwehr) hizmet görmek üzere sadece kırk yaşa kadar olan askerlik çağındaki kimselere baş vurulmuyor, 17-20 yaşları arasındaki delikanlılar ve 40-65 yaşları arasındaki kişiler kitleden toplanan askerlere dahil oluyorlar, son yedekleri (Landsturm) oluşturuyorlardı. Bunların görevi, düşmanın geri ve yan saflarında ortaya çıkarak, onların hareketlerine müdahale etmek, levazım ve kuryelerinin yolunu kesmekti. Bunların el attıkları her silahı kullanabilmeleri ve istilacıları rahatsız etmek için ayrımsız olarak her elverişli yola baş vurmaları bekleniyordu. "Yöntem ne kadar etkiliyse, o kadar iyiydi". Landsturm'daki kişiler, herhangi bir anda yeniden sivil karakterlerine bürünebilmek için hiçbir üniforma giymeyecekler, böylece düşman tarafından tanınamayacaklardı. (sayfa 60) Söz konusu olan bu 1813'ün Landsturm Düzeni adı verilen belge -ki, bunun yazarı Prusya Ordusunu örgütleyen Scharnhorst'tan başkası değildi- her yolun geçerli ve en etkilisinin en iyi olduğu bu uygunsuz ulusal direniş ruhuyla kaleme alınmıştı. Bununla birlikte bu sıralarda Prusyalıların Fransızlara bütün yaptıkları bu kadarla kaldı. Fransızlar da Prusyalılara aynı tutum içinde davranmaya karar verdikleri zaman ise, işler oldukça değişti. Bir durumda yurtseverlik olan şey başka bir durumda eşkıyalık ve katilliğe dönüştü. Gerçek olan şudur ki, bugünkü Prusya hükümeti eski yarı-devrimci Landsturm Düzeninden utanmakta ve Fransa'daki eylemleriyle bunu hafızalardan silmeğe çalışmaktadır. Fakat bizzat kendilerinin Fransa'da kasıtlı olarak yaptıkları mezalim, unutturmak şöyle dursun, her şeyi daha çok hatırlatacaktır. Bu alçakça savaş yönteminin lehinde ileri sürülecek her iddia, sadece şunu kanıtlamaya yarar: Eğer Prusya ordusu Jena'dan beri ölçülmez derecede düzelmişse, öte yandan Prusya hükümeti Jena'yı mümkün kılan koşulları tekrar geliştirmektedir. Labour Monthly, Londra, Ağustos 1943. İlk defa 11 Kasım 1870'de Pall Mall Gazette'de yayınlanmıştır. 4. PARİS KOMÜNÜ Karl Marks Bütün Fransız Ordusu, imparatorla birlikte, 2 Eylül 1870'de Sedan'da Prusyalılara teslim oldu. İki gün sonra Fransa'da cumhuriyet ilan edildi. Ve başında Thiers olduğu halde sözde Ulusal Savunma Hükümeti kuruldu. Bu hükümet geniş ölçüde toprak ağalarından ve kraliyet taraftarlarından oluşmaktaydı. Prusya Ordusu kapılarda iken Paris'te, çoğunlukla işçilerden meydana gelmiş olan Ulusal Muhafız Örgütü şehrin teslimini önlemek üzere bu hükümeti yıkmak için iki başarısız teşebbüste bulundu. (31 Ekim 1870 ve 22 Ocak 1871). Thiers'in bir başarısız teşebbüs sırasında Ulusal Muhafızları silahsızlandırmak için Vinoy kumandasındaki birlikleri göndermesinden sonra 18 Mart 1871'de Paris işçileri ayaklandılar. Komünü ve Geçici Hükümet olarak da Paris Ulusal Muhafız Örgütü Merkez Komitesini ilan ettiler. Hainlerin yardımıyla Thiers'in birlikleri 21 Mayıs 1871'de Paris'e girmeyi başardılar ve Paris halkının 8 günlük kahramanca direnişinden sonra Komün, tarihin en gaddarca mezalimlerinden biriyle kana boğuldu. Uluslararası İşçiler Birliği için yazılmış olan Fransa'da İç Savaş hakkındaki ünlü söylevinde Marks, Komüne klasik saygısını gösteriyordu. Aşağıdaki seçmeler, arkadaşı Dr. L. Kugelmann'a yazılmış iki mektuptan alınmıştır. Bu mektuplarda Marks, Komünün önemini bir kaç sözle özetlemektedir. (Lenin'in değerlendirmesi için ileride, "Komünden Alınacak Dersler" adlı yazıya bakınız.) (sayfa 62) Londra, 12 Nisan 1871 ... Onsekiz Brumaire adlı eserimin son bölümüne bakacak olursanız ikinci bir Fransız Devrimi teşebbüsünün, önceki gibi bürokratik-askeri mekanizmayı bir elden diğerine devretmeyip, ezeceğine ve bunun kıtadaki her gerçek halk devrimi için esas olduğunu söylediğimi göreceksiniz. Paris'teki kahraman partili arkadaşlarımızın teşebbüs ettiği şey de budur. Bu Parislilerde, ne çok esneklik, tarihsel insiyatif ve fedakarlık yeteneği var! Dış düşmandan çok içteki hainlerin sebep olduğu altı aylık açlık ve perişanlıktan sonra, Fransa ile Almanya arasında hiç savaş olmamış ve düşman Paris'in kapılarında değilmiş gibi, Prusya süngüleri altında ayağa kalktılar. Tarihte böyle bir büyüklük örneği daha yoktur. Yenilselerdi tek ayıplanacak şeyleri "iyi huylulukları" olacaktı. Derhal Versay'a yürümeliydiler. Sonra ilkin Vinoy, arkasından Paris Ulusal Muhafız Örgütünün gerici kesimleri kendiliklerinden geri çekilecekti. Kritik an, vicdani tereddütler yüzünden kaçırıldı. İç savaşı başlatmak istemediler. Sanki şu muzır yumurcak Thiers, Paris'i silahsızlandırma teşebbüsüyle iç savaşı zaten başlatmış değildi. İkinci yanlış: Merkezi Komite, Komüne yol açmak için iktidarı çok çabuk teslim etti. Yine çok "Namusluca" bir vicdanlılık! Bununla birlikte, -eski toplumun kurtları, domuzları ve aşağılık köpekleri tarafından bastırılmış (sayfa 63) bile olsa- bu ayaklanış, Paris'teki Haziran (1848) ayaklanmasından beri Partimizin en şerefli eylemlerinden biri sayılabilir. Bu Parislilerin, kutsallığa hücum etmesini ve uşakların hortlamış sahte tavırlarıyla, kışlaların pis kokusu ile, kilisesiyle, lahana junkerliğiyle Almanya-Prusya Kutsal Roma İmparatorluğunu ve her şeyden önce dar kafalı burjuvayı kutsallaştırmalarını bir karşılaştırınız. Londra, 17 Nisan 1871 ...Eğer mücadeleler sadece şaşmaz bir şekilde uygun koşullarla yapılsaydı, dünya tarihini yapmak gerçekten çok kolay olacaktı. Öte yandan, "ilinekler" (accidents) rol oynamasaydı, bu tarih çok mistik karakterli olacaktı. Bu ilinekler gelişimin genel süreci içerisinde kendiliklerinden ortaya çıkarlar ve yine başka ilineklerle telafi edilirler. Fakat gelişimdeki hızlanma veya gecikme, başlangıçta hareketin başında bulunanların niteliği, ilineğini de içine alan bu tür ilineklere sıkı sıkıya bağlıdır. Bu seferki kesin elverişsiz ilinek, katiyen Fransız toplumunun genel koşullarından değil, fakat Prusyalıların Fransa'da bulunmalarından ve Paris önlerindeki durumlarında kendini göstermekteydi. Parisliler de bunu iyice biliyorlardı. Fakat bunu, Versay'ın aşağılık burjuva takımı da iyice biliyordu. Tamamen bu nedenden ötürü, Parislileri, savaşa girişmek veya mücadele etmeksizin yenilmek ikilemiyle karşı karşıya bırakmışlardı. İkinci durumda, işçi sınıfının manevi çöküntüsü, bir-kaç liderin düşmesinden çok daha büyük bir felaket olacaktı. İşçi sınıfının kapitalist sınıfa ve bu sınıfın devletine karşı mücadelesi, Paris'teki olayla yeni bir safhaya girmiştir. Şimdiki sonuçlar ne olursa olsun, dünya tarihi için büyük önemi olan yeni bir çıkış noktası kazanılmıştır. (sayfa 64) Karl Marks and V. İ. Lenin, The Civil War in France: The Paris Commune, International Publishers, 1968, s. 86 -87 . 5. GÜÇ TEORİSİ ["Zor Teorisi", Anti-Dühring, Sol Yayınları.] Friedrich Engels Güç, günümüzde ordu ve donanma demektir, bunların ikisi de hepimizin, zararını çekerek, bildiğimiz üzere "korkunç derecede pahalı"dır. Ama gücün kendisi para getirmez, olsa olsa hazır parayı alır. Bunun da, yine zararını gördüğümüz Fransız milyarları olayında olduğu gibi, fazla bir yararı olmaz. Şu halde paranın ekonomik üretim aracılığıyla sağlanması gerekmektedir. Ve böylece güç de donatım kaynaklarının ve güç araçlarının korunmasını sağlayan ekonomik düzenle koşullanmış olur. Hepsi bu kadar da değildir. Ekonomik ön şartlara ordu ve donanma kadar bağlı olan başka bir şey yoktur. Silahlanma, birleşim, örgütlenme, taktik ve strateji, herşeyden önce zamanın üretim ve ulaşım olanaklarının eriştiği aşamaya bağlıdır. Savaşlarda devrim yapan etmen, dahi generallerin "zihinlerinin serbest yaratımları" değil, daha iyi silahların icadı ve insani materyeldeki, yani askerlerdeki, değişikliktir. Burada dahi generallerin rolü olsa olsa, savaş yöntemlerini yeni silah ve savaşçılara uyarlamakta kendini gösterir . Ondördüncü yüzyılın başlarında Araplardan (sayfa 65)Batı Avrupa'ya barutun gelmesi, her öğrencinin bildiği gibi, savaş yöntemlerinde devrim yapmıştır. Barutun ve ateşli silahların kullanılmağa başlanması sadece bir güç eylemi değil, aynı zamanda sanayie atılmış bir adım, ekonomik bir ilerlemedir. İster üretime, ister tüketime yönelmiş olsun sanayi, yine sanayidir. Ateşli silahların kullanılması, sadece savaş yönetiminde devrimci bir etki yapmakla kalmamış, aynı zamanda siyasal egemenlik ve bağımlılık ilişkilerini de etkilemiştir. Barutun ve ateşli silahların sağlanması için, para ve sanayi gerekliydi ve bunların ikisi de şehir burjuvalarının elindeydi. Bu yüzden ateşli silahlar, şehirlerin ve feodal soyluluğa karşı çıkan, şehirlerin desteklediği monarşinin tekelinde kalıyordu. Soyluların kalelerinin, o zamana kadar yanaşılmaz olan taş duvarları burjuvaların bombardımanları karşısında yıkılıyor, burjuva filintalarının kurşunları şövalyelerin zırhlarını delip geçiyordu. Feodal lordların, zırhlı süvarileriyle birlikte üstünlükleri de yıkılıyordu. Burjuvazinin gelişmesiyle piyade ve topçu, gittikçe daha önemli savaş güçleri oluyorlardı. Topçuluğun gelişmesi askerlik mesleği örgütüne yeni ve tamamen sanayiin bir kolu olan istihkamcılığı eklemeye mecbur ediyordu. Ateşli silahların gelişim süreci çok yavaştı. Toplar hantal, tüfekler, ayrıntıları etkileyen bir çok yeni icatlara rağmen, eksik kalmakta devam ediyordu. Bütün piyadeleri silahlandırmak için uygun bir tüfeğin yapılması 300 yıl sürmüştü. Süngülü çakmaklı tüfeğin piyade silahı olarak mızrağı ortadan kaldırması ancak 18. yüzyılın başlarında mümkün olmuştu. O çağın piyadeleri, prenslerin ücretli askerleriydi. Bunlar, toplumun en düşkün öğelerinden toparlanmış, sıkı disiplin görmelerine rağmen güvenilmez ve ancak kırbaç zoruyla bir arada tutulabilen kişiler veya çoğunlukla düşmandan alınmış ve hizmete zorlanmış savaş esirleriydiler. Bu askerlerin yeni silahları (sayfa 66) uygulayabildikleri biricik çarpışma şekli, II. Frederick zamanında gelişiminin doruğuna ulaşan saf taktiğiydi. Ordudaki bütün piyadeler üçer parçalık uzun bir dörtgen halinde düzenleniyor ve savaş nizamında ancak tüm olarak hareket ediyorlardı. Çok ender olarak iki kanattan biri biraz ileri veya biraz geri gidebiliyordu. Bu hantal kitle, düzenli olarak, sadece düz zemin üzerinde hareket edebiliyor ve bu durumda bile çok yavaş ilerliyordu (Dakikada yetmişbeş adım). Savaş süresince bu düzeni değiştirmek imkansızdı ve piyade ateşe geçince zafer veya yenilgi, süratle ve tek hamlede belli oluyordu. Amerikan Bağımsızlık Savaşında, bu hantal saflar talim yapmamakla birlikte, yivli tüfekleriyle daha iyi ateş edebilen asilerle karşı karşıya geldiler. Bu asiler kendi çıkarları için savaştıklarından, ücretli askerler gibi kaçmıyorlar ve İngilizlere saf halinde ve açık düzlüklerde saldırmak nezaketini göstermeyip, aksine dağınık ve hızlı hareket eden iyi nişancı birlikleri halinde ormanlık yerlerde savaşıyorlardı. Böyle bir durumda saf aciz kaldı; ve gözle görülmez elle tutulmaz hasımlarına yenik düştü. Müfreze düzeninde çarpışma yeniden icat edilmişti. Bu, savaşın insani materyelindeki değişikliğin sonucu olan, yeni bir savaş yöntemiydi. Askeri alanda da Fransız Devrimi, Amerikan Devriminin başlattığı şeyi tamamladı. Amerikan Devrimi gibi, Fransız Devrimi de koalisyonun tecrübeli ücretli askerlerden meydana gelen ordularının karşısına, pek az tecrübesi olan ve bütün ulustan toplanan geniş asker kitlelerini çıkarmıştı. Fakat bu kitleler Paris'i yani, belirli bir alanı korumak zorundaydılar. Bunun için ise, kitle seviyesindeki açık savaşta zafer kazanmak şarttı. Sadece müfreze çarpışmaları yeterli değildi. Geniş birlikler tarafından da kullanılabilecek bir şeklin bulunması gerekiyordu ve bu şekil kolon nizamında bulundu. Kolon nizamı (sayfa 67) az tecrübeli birliklerin de oldukça muntazam ve hatta daha süratle hareket edebilmelerini (Dakikada yüz adım ve daha fazla) sağlıyor, eski saf nizamının katı kalıbını kırmayı, her arazide, hatta saf nizamı için son derecede elverişsiz olan arazilerde çarpışmayı, birlikleri her türlü uygun biçimde guruplamayı mümkün kılıyordu. Aynı zamanda, bu taktiğin, dağınık nişancı birliklerinin hücumları ile bir arada yürütüldüğünde, düşman saflarının ilerlemesine engel olmak, onları meşgul etmek ve durumun en kritik anında, yedekte tutulan kitlelerin saldırısına kadar, takatten düşürmek gibi bir yararı daha vardı. Müfrezeler ve kolonların birlikte eylemine ve ordunun her tip silahla donatılmış bağımsız tümen ve kolordulara bölünmesine dayanan bu yeni savaş yöntemi -Napolyon tarafından taktik ve strateji yönleriyle tamamen geliştirilmiş olan bu yöntem- her şeyden önce Fransız devriminde askeri personelin değişmesi ile zorunlu hale gelmişti. Fakat aynı zamanda çok önemli iki teknik ön koşul vardı: Birincisi istenen süratli hareket imkanını tek başına sağlayabilen, Grfeauval'in yaptığı hafif top arabaları; ikincisi ise, o zamana kadar namlu hizasında oldukça düz bir şekilde uzanan dipçiğin meyillendirilmesiydi. Bu şekildeki silahlar 1777'de Fransa'da kullanılmağa başlandı. Av tüfeğinden ilham alınarak yapılan bu değişiklik sayesinde boşa ateş etme zorunluluğu olmaksızın tek kişiyi nişanlamak mümkün olmuştu. Bu ilerleme olmasaydı, eski silahlarla müfreze taktiği uygulanamayacaktı. Bütün halkın silahlandırılmasındaki devrimci sistem sonucunda, kısa zaman sonra mecburi askerlik usulü kondu, (zenginler askerlik yapmak yerine belirli bir para ödüyorlardı) ve bu usul Avrupa kıtasının büyük devletleri tarafından benimsendi. Yalnız Prusya, Landwehr sistemiyle, büyük ölçüde halkın savunma gücüne (sayfa 68) başvurmaya teşebbüs etti. 1830'la 1860 arasında geliştirilip savaşta kullanılmaya elverişli hale getirilen ağızdan dolma yivli tüfeğin kısa bir süre kullanılmasından sonra Prusya, bütün piyadelerini, en modern silahlarla, kuyruktan dolrna yivli tüfeklerle donatan ilk devlet olmuştu. 1866'daki başarısını bu iki etmene borçludur. Fransız-Prusya savaşı, her ikisi de kuyruktan dolrna tüfeklerle silahlanmış iki ordunun karşı karşıya geldiği ilk savaştı. Aynı zamanda bu iki ordu da, esas olarak eski yivli çakmaksız tüfekler zamanındaki taktik formasyonuna sahiptiler. Tek fark, Prusyalıların yeni tip silahlara daha iyi uyan bir çarpışma biçimi olmak üzere, hücumda bölük kolonları düzenini kullanmasıydı. Fakat 8 Ağustosta St Privat'da Prusya muhafızları bölük kolonu nizamını ciddi olarak uygulamaya kalkıştıklarında, savaşa katılan beş alay iki saatten kısa bir süre içerisinde gücünün üçte birinden fazlasını kaybetti. (176 subay ve 5.114 er). O zamandan itibaren bölük kolonu nizamı da, tabur kolonu ve saf nizamları kadar kusurlu bulundu. Birlikleri düşman ateş hattına yakın bir şekilde yerleştiren bütün usuller terkedildi. Almanlar bundan sonraki çarpışmaları, merkezdeki yüksek rütbeli subayların disipline aykırı olduğu için karşı çıkmalarına rağmen, sadece o zamana kadar kırıcı kurşun yağmuru altında kendini tüketen sıkı müfreze kıtaları halinde yönettiler. Ve düşmanın ateş sahası içerisindeki tek hareket şekli de, iki büklüm olmaktı. Burada askerler bir kere daha subaylardan akıllı çıktılar. Kuyruktan dolma tüfeklerin ateşi altında, o zamana kadar iyi sonuçlar verdiği kanıtlanmış olan tek çarpışma tarzını içgüdüsel olarak bulan askerlerdi ve üstlerinin karşı çıkmalarına rağmen, bu usulü başarıyla sürdürdüler. Fransız-Prusya savaşı, yepyeni bir özelliği olan bir dönüm noktası teşkil eder. Bir kere, kullanılan silahlar (sayfa 69) öyle mükemmelleşmişti ki, artık bunlar üzerinde devrim yapıcı bir yenilik imkansızdı. Ordular gözün seçebildiği mesafedeki bir tabura isabetli atış yapabilecek toplara ve aynı isabetle tek kişiyi hedef alabilecek, doldurulması nişan almaktan daha kısa süren tüfeklere sahip olduktan sonra, daha ileri gelişmelerin, meydan savaşı için pek önemi kalmıyordu. Bundan ötürü bu yöndeki evrim çağı, esas olarak kapanmıştı. İkinci olarak ise bu savaş, bütün kıta güçlerini Prusya Landhwehr Sistemini daha sıkı bir şekilde uygulamaya ve böylelikle de birkaç yıl içinde kendilerini mahva götürecek askeri masraflara girmeğe mecbur etmişti. Ordu, devletin esas amacı haline gelmişti. Devlet için halk, sadece asker yetiştirmek ve beslemekle yükümlü bir topluluktu. Militarizm Avrupa'ya egemen olmuş ve onu yutmuştu. Fakat bu militarizm aynı zamanda kendi mahvının tohumunu da içerisinde bulundurmaktaydı. Devletlerin birbirleriyle yarışması, bir yandan onları her yıl orduya, donanmaya ve savaş malzemesine daha çok para harcamaya zorluyor, böylece mali yıkımı gittikçe hızlandırıyor; öte yandan genel ve mecburi askerlik hizmetinin gittikçe daha ciddiye alınması, bütün halkı silah kullanmaya alıştırıyor, böylece de onların belirli bir anda komuta mevkiindeki askeri lordlara karşı kendi iradelerini yürütebilecek duruma ge1melerini sağlıyordu. Bu "belirli an" ise halk kitlelerinin -şehir ve köy işçilerinin ve köylülerin- bir isteği olur olmaz, gelecekti. Durum bu kerteye gelince, prenslik ordusu bir halk ordusu halini alıyor, makine artık çalışmayı reddediyor ve militarizm kendi evriminin diyalektiği ile çöküyordu. 1848 Burjuva Demokrasisinin, adı üzerinde burjuva olduğu ve proleter olmadığı için başaramadığı şeyi, yani işçi sınıfına içeriği sınıfsal durumlarına uygun olan bir irade vermek işini, sosyalizm, güvenilir bir şekilde başaracaktır. Bu da militarizmin ve onunla birlikte işlevsiz orduların (sayfa 70) içten patlak veren dağılması demek olacaktır. Bu modern piyade tarihimizden alınacak ilk derstir. İkinci ders ise, orduların bütün örgüt ve çarpışma yöntemlerinin, buna ilişkin olarak da, zafer veya yenilginin; maddi yani ekonomik koşullara, insan ve silah malzemesine ve dolayısiyle halkın ve teknik gelişmenin nicelik ve niteliğine bağlı bulunduğudur. Ancak Amerikalılar gibi avcı bir halk, müfreze taktiğini yeniden keşfedebilirdi ve onlar salt ekonomik nedenlerle avcı idiler. Nitekim bugün de yine salt ekonomik nedenlerle, eski Amerika'nın yankeeleri, çiftçi, sanayici, denizci, tüccar olmuşlardı. Bunlar artık vahşi ormanlarda çarpışmıyorlarsa da, daha etkili bir şekilde, kitle çapında geliştirdikleri spekülasyon alanında, atalarından geri kalmıyorlar. Ancak Fransız Devrimi gibi, burjuvaların ve özellikle köylülerin ekonomik kurtuluşunu sağlayan bir devrim, kitle ordusu yöntemini ve aynı zamanda eski kalıplaşmış safları, yani mutlakıyetin askeri alandaki, kendisiyle savaşılan kopyelerini parçalayacak serbest hareket şeklini getirebilirdi. Teknikteki ilerlemelerin askeri alanda kullanılır hale gelir gelmez ve kullanılır kullanılmaz; çoğunlukla ordu kumanda mevkiinin arzusu hilafına bile olsa, savaş yöntemlerinde ani ve neredeyse şiddetli değişiklikler yarattıklarını ve gerçekten bu alanda devrim yaptıklarını türlü olaylarda gördük. (sayfa 71) Friedrich Engels, Herr Eugen Dühring's Revolution in Science (Anti-Dühring), International Publishers, 1939, s. 184 -90. İlk defa 1877-78'de Leipzig'de Alman Sosyal Demokrat Partisinin organı olan Vorwärts'de, bir makaleler serisi olarak yayınlanmıştır. 6. BARİKAT TAKTİKLERİ Friedrich Engels Genel oy hakkının başarıyla kullanılması sonucunda proleter mücadelesinin yepyeni bir şekli ortaya çıktı ve bu, hızla gelişti. Burjuvazi egemenliğinin örgütlendiği devlet kuruluşlarının işçi sınıfına, aynı kuruluşlarla çarpışmak için daha ileri fırsatlar verdiği görüldü. İşçiler çeşitli Diyet Meclisleri, Belediye Meclisleri, İhtiyar Kurulları seçimlerine katıldılar. İşgalinde proletaryanın yeterli bir kesiminin söz sahibi olduğu her mevki için burjuvaziyle mücadele ettiler. Böylece burjuvazi ve hükümet, işçilerin partisinin yasa dışı eyleminden çok, yasal eyleminden, ayaklanma savaşlarından çok. seçim sonuçlarından korkar oldular. Çünkü burada da mücadele koşulları temelden değişmişti. Eski tarz ayaklanma, 1848'e kadar her yerde son sözü söyleyen barikatlı sokak çatışmaları, önemli ölçüde eskimişti. Bu konuda hayale kapılmayalım; sokak çatışmasında ayaklanmanın askeriye karşısındaki gerçek zaferi, yani iki ordu arasındaki çatışmada görülebilecek türden bir zafer, çok enderdir. Ama zaten isyancılar da buna o kadar güvenirlerdi. Onlar için bu, sadece, askerlere, savaşan iki ülke arasındaki bir çatışmada ya hiç rolü olmayan veya pek az rolü olan manevi etkide bulunmak sorunuydu. Eğer bunda başarılı olurlarsa ya askerler eylemden (sayfa 72) vazgeçerler, veya komutanlar kellelerini kaybederler ve ayaklanma kazanılırdı. Bunda başarılı olamadıkları takdirde ise askerin azınlıkta olduğu yerlerde bile daha iyi donatım ve eğitimin, tek elden yönetimin, askeri güçlerin planlı kullanılışının ve disiplinin üstünlüğü kendini hissettirirdi. Bir ayaklanmanın gerçek taktik uygulamasında ulaşabileceği en büyük başarı, tek bir barikatın doğru olarak kurulması ve savunulmasıdır. Karşılıklı destek, yedeklerin mevzilendirilmesi ve kullanılması. kısacası, değil büyük bir şehrin tamamının, bir şehrin bir tek kesiminin bile savunulması için vazgeçilmez olan birliklerin toplu ve koordine çalışması, en iyi ihtimalle, çok sınırlı bir ölçüde sağlanabilir, çoğunlukla da hiç sağlanamaz. Askeri birliklerin belirli bir noktada yoğunlaşması ise, tabiatiyle, imkansızdır. Bundan ötürü, pasif savunma, mücadelenin belli başlı şeklidir; şurada burada, zaman zaman, fakat çok ender olarak çıkışlara ve kanat hücumlarına geçilebilir; bununla birlikte genel kural olarak bu çıkışlar geri çekilen askeri birliklerin terkettikleri mevzilerin işgali ile sınırlanacaktır. Buna ilaveten ordu birliklerinin emrinde toplar, tamamen donatılmış ehil istihkam birlikleri vardır. Bunlar hemen her zaman ayaklananların yoksun oldukları savaş kaynaklarıdır. O halde. 1848 Haziranında Paris'te, 1848 Ekiminde Viyana'da. 1849 Mayısında Dresden'de olduğu gibi, en büyük kahramanlıkla yürütülen barikat mücadelelerinin bile, hücumun önderleri siyasal sorunlara girmeksizin salt askeri açıdan hareket etmeye başlar başlamaz ve askerler de kendilerine sadık kaldığı sürece, ayaklanmanın yenilgisiyle sonuçlanmasına şaşmamak gerekir. Asilerin 1848'e kadar kazandıkları birçok başarı, türlü nedenlere dayanmaktadır. 1830 Temmuzu ve 1848 Şubatında Paris'te; İspanya sokak çatışmalarının çoğunda olduğu gibi, isyancılarla ordu birlikleri arasında sivil (sayfa 73) milisler bulunuyordu. Bunlar ya doğrudan doğruya ayaklananların tarafını tutuyorlar, veya kayıtsız ve kararsız davranışlarıyla birlikleri de kararsızlığa sevk ediyorlar, ayrıca ayaklananlara pazarlık karşılığında silah temin ediyorlardı. 1848 Haziranında Paris'te olduğu gibi bu sivil muhafızların başlangıçtan itibaren karşı çıktıkları her yerde, ayaklanmalar bastırıldı. 1848'de Berlin'de halkın zaferi, kısmen 19 Mart gecesi ve sabahında önemli sayıda yeni mücadeleci güçlerle desteklenişinin, kısmen askeri birliklerin bitkinliğinin ve gıda ikmalinin kötü oluşunun ve nihayet kısmen de kumandan örgütünün felce uğramasının sonucuydu. Fakat her yerde zafer birlikler emirlere itaat etmedikleri, kumandanlar karar verme yeteneğini kaybettikleri veya eli kolu bağlı kaldıkları için kazanılmıştır. Demek ki, sokak çatışmalarının klasik çağında bile, barikatların maddi olmaktan çok manevi bir etkisi vardı. Askerlerin sebatını sarsmak için bir araç durumundaydı. Eğer bu sonuç sağlanana kadar dayanılırsa, zafer kazanılıyordu, aksi takdirde yenilmek vardı. Bu, ilerde çıkması muhtemel sokak çatışmalarının şansını hesap ederken, göz önünde tutulması gereken başlıca husustur. 1849 da şanslar zaten oldukça kötüydü. Burjuvazi hemen her yerde hükümetle birleşmişti. "Kültür ve mülkiyet" ayaklanmaya karşı harekete geçen askerleri alkışlıyor, onlara ziyafetler çekiyordu. Barikatın büyüsü yıkılmıştı; asker artık barikatların arkasında "halk"ı değil, "asileri, kışkırtıcıları, yağmacıları, toplumun tortusunu" görüyordu, subay zamanla sokak çatışmalarının taktiklerini öğrenmişti, artık barikatın üzerine açıktan ve tam karşıdan yürümüyor, bahçelerin, avluların ve evlerin içinden geçerek onu arkadan çeviriyordu. Ve bu usul, biraz maharetle, on durumdan dokuzunda başarı sağlıyordu. Fakat o zamandan beri hepsi askerlerin lehine (sayfa 74) olmak üzere birçok değişiklik oldu. Eğer büyük şehirler önemli ölçüde daha da büyüdülerse, ordular onlardan da fazla büyüdü. Paris ve Berlin, 1848'den bu yana dört mislinden az büyüdüler, fakat garnizonlar daha fazla büyüdü. Demiryolları vasıtasıyla garnizonlar 24 saat içerisinde iki mislinden fazlasına çıkartılabilir ve 48 saat içerisinde koca ordular haline getirilebilirler. Sayıları müthiş artmış olan bu askerlerin donatımı eskisiyle karşılaştırılamayacak ölçüde daha etkili hale getirilmiştir. 1848 de yivsiz. ağızdan dolma tüfekler vardı. Şimdi ise bundan on kere daha hızlı, on kere daha isabetli ve 4 misli uzak mesafeye ateş eden küçük kalibreli mekanizmalı tüfekler var. Eskiden topçunun, nispeten etkisiz güllesi ve iri saçması vardı, bugün, bir tanesi en iyi barikatı tahrip etmeye yeten patlayıcı mermiler var. Eskiden duvarları yıkmak için istihkam kazması vardı, bugün dinamit var. Öte yandan asiler tarafından bütün koşullar kötüye gitmiştir. Bütün halk tabakalarının sempatisini toplayacak ayaklanmaların tekrar ortaya çıkması zor olacaktır. Sınıf mücadelesinde orta tabakalar proletaryanın etrafında, hiç bir zaman burjuvazinin etrafında toplanan gerici partileri hemen hemen yok edecek yoğunlukta toplanmayacaklardır. Bu yüzden "halk" her zaman bölünmüş görünecek ve böylece 1848'de olağanüstü etkili olan kuvvetli bir destekten yoksun kalınacaktır. Asiler tarafına çok sayıda askerliğini yapmış savaşçı gelse bile, bunların silahlandırılması çok zor olacaktır. Silahçı dükkanlarındaki lüks av tüfekleri daha önceden polis tarafından horozları çıkartılıp kullanılmaz hale getirilmemiş bile olsalar -yakın mesafede dahi- askerlerin mekanizmalı tüfek1erine karşı koymaktan uzaktırlar. 1848'e kadar insan, zorunlu cephanesini, barut ve kurşundan kendisi yapabiliyordu, bugün ise her tüfeğin mermisi farklıdır ve birbirleriyle tek ortak noktaları, büyük (sayfa 75) sanayiin özel bir ürünü olmaları dolayısıyla extempore (o dakikada, ayak üstü) imal edilememeleridir. Bunun sonu olarak tüfeklerin çoğu kendi özel mermisi olmadıkça çalışmaz. Ve nihayet 1848'den bu yana. büyük şehirlerdeki yeni mahalleler, yeni topları ve tüfekleri tam tesirli kılmak için yapılmış gibi görünen uzun geniş ve düz caddelerle kurulmuştur. Bir devrimcinin barikat savaşı için Berlin'in doğu ve kuzeyindeki işçi mahallelerini seçmesi için deli olması gerekir. Bütün bunlar gelecekte sokak savaşının artık hiçbir rolü kalmayacağını mı gösterir? Elbette hayır! Bunlar sadece, 1848'den bu yana koşulların sivil çatışmalar için çok daha elverişsiz ve ordu birlikleri için çok daha elverişli duruma geldiğini gösterir. Şu halde ilerdeki bir sokak çatışması, ancak bu elverişsiz durumu başka etmenlerle telafi edebilirse, zafere ulaşabilecektir. Buna göre, bu çatışmalar büyük bir devrimin başlarında, ilerdeki aşamalarındakine oranla daha nadir yer alacak, aynı zamanda daha büyük güçlerle yürütülmesi gerekecektir. Bununla birlikte daha büyük güçler de, bütün Büyük Fransız Devriminde veya 4 Eylül ve 31 Ekim 1870'de Paris'te olduğu gibi, pasif barikat taktiklerine, açık hücumu tercih edebilirler. Okur egemen sınıfların niçin ısrarla bizi tüfeklerin konuştuğu ve kılıçların parladığı yere sürüklemek istediğini şimdi anlıyor mu? Bozguna uğrayacağımız başlangıçta belli olduğu halde sokağa inip olay çıkarmaya kalkışmadığımız için niye bugün bizi korkaklıkla suçluyorlar? Niye bir kerecik toplarına yem olmamız için bu kadar içtenlikle yalvarıyorlar? Bu baylar yalvarmalarını ve (sayfa 76) meydan okumalarını boşa harcıyorlar. Biz o kadar aptal değiliz. Bunlar aynı şekilde gelecek savaşta, düşmanlarının ihtiyar Fritz (Prusya kralı Büyük Frederik) zamanındaki savaş hattını benimsemesini veya Wagram ve Waterloo'daki gibi, hep tümenlerden kurulu kollarla ve ellerinde çakar almazlarla çarpışmasını isteyebilirlerdi. Uluslararasındaki savaş durumunda koşullar değiştiyse, sınıf mücadelesi durumu için de aynı şey söz konusudur. Baskınların ve bilinçsiz kitlelerin başında bilinçli bir azınlığın bulunmasıyla yapılan devirlerin artık zamanı geçmiştir. Toplum düzeninin tamamen değişmesi söz konusu olduğunda, kitleler de bu sorunun içinde bulunmalı ve ne gibi tehlikeler olduğunu maddi manevi bütün varlıklarıyla neye katıldıklarını bizzat kavramış olmalıdırlar. Son elli yılın tarihi bize bu gerçeği öğretmiştir. Fakat kitlelerin yapılan işi anlamaları için uzun ve azimli bir çalışma gereklidir. İşte bizim şimdi, düşmanlarımızı umutsuzluğa düşüren bir başarıyla yürütmekte olduğumuz iş budur. (sayfa 77) Karl Marks'ın "The Class Struggles in France, 1848-50" adlı eserine Giriş (1895), İnternational Publishers, 1964, s. 21-25. 7. DEVRİMCİ ORDU VE DEVRİMCİ HÜKÜMET V. İ. Lenin Odesa'daki ayaklanma ve Potemkin zırhlısının devrimi desteklemesi, istibdada karşı devrimci hareketin gelişmesinde ileri bir adım olarak görülür. Ayaklanma zamanının gelip çattığını ve geçici bir devrimci hükümet kurulması konusundaki çağrıların ne kadar yerinde olduğunu, olaylar şaşılacak bir hızla doğruladılar. Bu çağrılar, işçi sınıfını temsil eden Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi'nin sınıf bilincine ulaşmış sözcüleri tarafından halka yöneltilmişti. Devrimci ateşin bu yeni parıltısı, bu çağrıların pratik önemi üstüne ışık tutuyor ve Rusya'nın şimdiki durumunda devrimci savaşçıların ödevlerini daha kesinlikle belirlememizi gerektiriyor . Halkın silahlı ayaklanışı, gözlerimiz önünde, olayların kendiliğinden gelişmesinin etkisiyle de olgunlaşıyor ve kendi kendini örgütlüyor. Kısa bir süre önce halkın istibdada karşı savaşının tek belirtisi, bilinçsiz, örgütsüz, kendiliğinden ve kimi zaman ayaklanmalardı. Ama işçi hareketi, en ileri sınıfın -işçi sinifinin- hareketi olarak, bu ilkel aşamayi hizla aşti. Sosyal Demokratlarin amacini bilen propagandasi ve ajitasyonu etkisini gösterdi. Kargaşaliklarin yerini örgütlü grevler ve istibdada karşi siyasal gösteriler aldi. Son yillarin vahşi askeri misillemeleri, (sayfa 78) işçi sinifini ve şehirlerdeki siradan halki "egitti" ve onlari devrimci çarpişmalarin daha yüksek biçimlerine hazirladi. Istibdadin halki içine attigi kanli ve rezil Rus-Japon savaşi, halkin sabrini taşirdi. Kitleler, Çar'in birliklerine karşi silahli direnmeye başladilar. Halkla askeri birlikler arasinda gerçek sokak çarpişmalari, barikat savaşlari başladi. Pek az önce Kafkasya, Lodz, Odesa, Libau bize işçi sinifi kahramanliginin ve halk coşkunlugunun örneklerini gösterdiler. Çarpişma ayaklanmaya dönüştü. Çar birlikleri bile gitgide, kendilerine utandirici özgürlük katilleri ve polis cellatlari rolünün oynatildigini anlamaya başladilar. Ordu sallanmaya başladi. Önceleri tek tek itaatsizlik olaylari, yedekler arasinda ayaklanmalar, subaylarin protestolari, askerler arasinda propaganda, bazi bölüklerin ve alaylarin kardeş işçilere kurşun sikmayi reddetmesi gibi olaylar görüldü, sonra da ordunun ayaklanmadan yana geçişi. Odesa'daki son olaylarin büyük önemi, ilk defa olarak Çarlik silahli kuvvetlerinden önemli bir birligin -bir savaş gemisinin- açiktan açiga devrimden yana geçişindedir. Hükümet bu olayi halktan gizlemek ve denizcilerin başkaldirmasini daha başlarken bogmak için telaşla çabaladi, mümkün bütün hilelere başvurdu. Hiçbir yarari olmadi bunlarin. Yoldaşlarina karşi savaşmayi reddeden devrimci Potemkin zirhlisina karşi savaş gemileri gönderildi. Istibdat hükümeti bütün Avrupa'da Potemkin zirhlisinin ele geçirildigi ve Çar'in bu devrimci zirhlinin batirilmasini emrettigi haberini yaymakla dünyanin gözünde kendi rezaletini son kertesine ulaştirdi. Filo Sivastopol'a döndü, hükümet hemen tayfalari terhise, savaş gemilerinden silahlari sökmeye girişti; Karadeniz Filosundaki subaylarin toptan istifalari haberi dolaşiyordu; Georgi Pobedonosets zirhlisinda yeni bir ayaklanma çikti ve bastirildi. Şu siralarda Lubau ve Kronstadt'ta denizciler (sayfa 79) ayaklaniyor, askeri birliklerle çatişmalar daha da siklaşiyor; denizciler ve işçiler barikatlarda (Libau'da) birliklerle çarpişiyorlar. Yabanci basin başka birkaç savaş gemisinde de (Minin, Alexander II, v.b.) ayaklanmalar oldugu haberini veriyor. Çarlik hükümetinin donanmasi kalmadi. Yapabilecegi tek şey, donanmanin büsbütün devrimden yana geçmesini önlemektir. Potemkin zirhlisi hâlâ devrimin zaptedilmemiş bir ülkesidir, alinyazisi ne olursa olsun, kuşkusuz ve en önemli nokta bizim bir devrimci ordu çekirdegi kurmaya burada girişmemiz gerektigidir. Misillemeler, devrime karşi şurada burada kazanilan zaferler, bu olayin önemini azaltamaz. Ilk adim atilmiştir; Rubicon geçilmiştir. Ordunun devrimden yana geçişi bütün Rusya ve dünyaya kendini bir gerçek olarak kabul ettirmiştir. Karadeniz Filosundaki olaylari, bir devrimci ordu kurmanin daha ileri ve daha güçlü girişimleri elbet izleyecektir. Şimdi bizim ödevimiz bu çabalari durmadan desteklemek, özgürlük savaşinda devrimci bir ordunun ulus çapinda önemini geniş işçi ve köylü kitlelerine anlatmak, kitleleri kendine çekecek özgürlük sancagini açmakta bu ordunun çeşitli birliklerine yardim etmek ve Çar istibdadini paramparça edecek kuvvetleri biraraya getirmektir. Parlamalar - gösteriler - sokak çarpişmalari - devrimci ordu birlikleri: Işte, halk ayaklanmasinin gelişimindeki aşamalar bunlardir. Artik son aşamaya ulaştik. Ancak bu, hareketin bütünüyle yeni ve daha yüksek aşamaya ulaştigi anlamina gelmez. Hayir, harekette hâlâ büyük ölçüde bir gerilik var; Odesa olaylarinda eski zaman ayaklanmalarinin göze batan belirtileri var. Bunun asil anlami şudur: ilk taşkinin ön dalgalari daha şimdiden mutlakiyetçi "hale"nin işigini yalamaya başladi. Halk kitlelerinin ileri temsilcilerinin, teorik düşünceyle degil de, gelişen hareketin etkisiyle, Rus halkinin düşmanina karşi (sayfa 80) savaşta yeni ve daha yüksek ödevlere ulaştiklari anlamina gelir bu. Bu savaşi hazirlamak için mutlakiyet elinden geleni yapti. Yillardir halki silahli birliklerle çarpişmaya kişkirtip durdu; şimdi de ektigini biçiyor. Devrimci ordunun birlikleri ordunun kendi içinden çikiyor. Bu birliklerin ödevi, devrimi ilan etmek, her savaşta oldugu gibi iç savaşta da gerekli olacagi gibi kitlelere askerce önderlik etmek; açik kitle çarpişmasi için saglam noktalar yaratmak; ayaklanmayi komşu bölgelere yaymak; önceleri ülkenin küçük bir parçasinda da olsa tam siyasal özgürlügü kurmak; çürümüş mutlakiyetçi sistemin üstüne devrimci degişimi saglamak; bariş zamaninda bu faaliyetlere pek az katilan, ancak devrim dönemlerinde ön safa geçen kitlelerin devrimci-yaratici faaliyetlerine firsat -vermektir. Ancak bu yeni ödevleri iyice anlamak ve onlari açik seçik ortaya koymak suretiyle devrimci ordu, tam bir zafer kazanabilir ve devrimci hükümetin saglam bir dayanagi olabilir. Halk ayaklanmasinin bugünkü aşamasinda, devrimci ordu kadar bir devrimci hükümetin de büyük önemi vardir. Mutlakiyetin askeri kuvvetlerinin kalintilarina karşi savaşta, kitleleri askerce yönetip önderlik edecek bir devrimci ordu gerekir. Devrimci ordu gereklidir, çünkü büyük tarihsel sorunlar ancak kuvvet kullanarak çözülebilir, çagdaş çarpişmada da kuvvet örgütü demek askeri örgüt demektir. Mutlakiyetin askeri kuvvetlerinin kalintilarindan başka, sendeleyen Rus hükümetinin yardim dilenip durdugu komşu devletlerin askeri kuvvetleri de vardir ... Önceleri devrimci ordunun Çarlik boyundurugundan kurtardigi bölgelerde, sonra bütün ülkede, kitlelerin siyasal önderligini yapmak için devrimci hükümet gereklidir. Siyasal reformlarin çabucak başlatilmasi, ugruna devrim yapilan şeyin, yani halkin kendi devrimci yönetiminin kurulmasi, gerçekten halkçi ve gerçekten Kurucu bir (sayfa 81) Meclisin toplanmasi ve halk iradesinin gerçekten ifade edilebilmesini saglayacak "özgürlükler"in verilmesi için devrimci hükümet gereklidir. Sonunda, mutlakiyetten gerçekten kurtarilan halkin ayaklanan kisminin siyasal birleşmesi ve siyasal örgütlenişi için devrimci hükümet gereklidir. Halk araciligiyla hareket etmek ve halk iradesini gerçekleştirmek amaciyla halk adina iktidara gelen devrici hükümet nasil geçiciyse, bu siyasal örgütleniş de elbette geçici olacaktir. Ama bu örgütlenme işi hemen başlamalidir, ayaklanmanin her başarili adimiyla çözülmez bir şekilde baglanmalidir; çünkü, siyasal birlik ve siyasal önderlik bir an bile ertelenemez. Askeri kuvvetler üstün önderlik ne kadar önemliyse çarliga karşi tam bir zafer kazanmak için ayaklanan halkin siyasal önderligi de o kadar önemlidir. (sayfa 82) V. I. Lenin, Collected Works, Cilt 8, Progress Publishers, Moskova, 1962 s. 560 -64. Ilk yayinIanişi Proletary'de (Editörlügünü Lenin'in yaptigi, emekçi, gizli, Bolşevik, haftalik gazete; o zaman Cenevre"de yayinlanirdi) 10 Haziran 1905. 8. MOSKOVA AYAKLANMASINDAN ALINACAK DERSLER V. İ. Lenin Aralık 1905'te Moskova (Moskova, 1906) adlı kitap tam zamanında yayınlandı. Aralık ayaklanmasından alınacak dersleri bellemek, işçi partisi için geciktirilmeyecek önemli bir ödevdir. Yazık ki, bu kitap içine bir kaşık katran dökülmüş bir bal küpüne benziyor: Eksikliğine karşın çok ilginç malzeme; ama inanılmayacak kadar gevşek, inanılmayacak kadar sıradan yargılar. Bu yargıları başka bir zaman ele alacağız, şimdilik dikkatimizi günün alevli sorununa, Moskova ayaklanmasından alınacak derslere çevireceğiz. Moskova'daki Aralık hareketinin başlıca biçimleri sakin grev ve gösterilerdi; bunlar işçilerin büyük çoğunluğunun faal olarak katıldığı tek savaşma biçimiydi. Oysa, Moskova'daki Aralık hareketi, bağımsız ve üstün bir çarpışma biçimi olarak, genel grevin artık zamanı geçtiğini, hareketin esaslı ve karşı konulmaz bir güçlü bu dar sınırları aşıp daha yüksek bir mücadele biçimine -ayaklanmaya- yöneldiğini açıkça gösteriyordu. Grev çağrısında bütün devrimci partiler, bütün Moskova sendikaları bunun bir ayaklanmaya dönüşmesinden kaçınılamayacağını kabul etmiş, hatta bunu sezmişlerdi. 6 Aralıkta İşçi Temsilcileri Sovyeti "grevi, silahlı bir ayaklanmaya çevirmek için uğraşma" kararına vardı. Gene de örgütlerden hiç biri buna hazır değildi. Gönüllü Çarpışma Takımları Birleşik Meclisi bile, ayaklanmanın uzak bir olasılık olduğunu (9 Aralıkta) söylüyordu; sokak çarpışmalarına katılan ya da bunları yöneten adamları olmadığı belliydi. Örgütler hareketin büyüyüp genişlemesine ayak uydurmayı başaramadılar. Aslında, Ekim'den sonra yaratılan nesnel koşulların baskısı sonucunda, grev, bir ayaklanma durumuna (sayfa 83) geliyordu. Bir genel grev artık hükümeti gafil avlamıyordu: Hükümet artık karşı devrimci kuvvetler örgütlemişti, bunlar askeri hareket için hazırdılar. Ekim'den sonra bütün Rus devriminin gelişimi ve Aralık günlerinde Moskova'daki olaylar dizisi, Marx'ın derin önermelerinden birini açıkça pekiştirmektedir: Devrim, kuvvetli ve birleşmiş bir karşı devrim doğurarak ilerler, yani düşmanı daha aşırı savunma çarelerine başvurmaya ve bu yolda daha güçlü saldırı araçları bulmaya zorlar. Aralık 7 ve 8: Sakin bir grev, sakin kitle gösterileri. 8 Aralık akşamı: Akvaryum'un kuşatılması. 9 Aralık sabahı: Strastnaya Meydanındaki kalabalığa süvarilerin saldırısı. Akşam: Fiedler binasına baskın. Kafalar kızıyor. Örgütlenmemiş sokak kalabalıkları kendiliklerinden, çekine çekine ilk barikatları kuruyorlar . Aralık 10: Barikatlara ve sokaktaki topluluklara topçu ateşi açılıyor. Barikatlar daha bir düşünülerek kuruluyor; artık şurda burda değil, gerçekten geniş ölçüde. Bütün halk sokaklarda, şehrin başlıca yerleri bir barikat ağıyla çevrili. Gönüllü çarpışma birlikleri birkaç gün askerlere karşı inatçı bir gerilla savaşı veriyorlar; onları büyük kayıplara uğratıp, Dubasov'u [Moskova Askeri Genel Valisi] takviye istemek zorunda bırakıyorlar. Ancak 15 Aralıkta hükümet kuvvetleri üstün duruma geçip, 17 Aralıkta Semyonovsky Alayı ayaklanmanın son kalesi olan Presnya Bölgesini eziyor. Grevden ve gösterilerden tek tek barikatlara, tek tek barikatlardan kitlelerin kurduğu barikatlara ve askerlere karşı sokak savaşlarına geçildi. Örgütlerin ilişiği olmadan, geniş işçi sınıfı mücadelesi bir grevden başlayıp bir ayaklanmaya ulaştı. Rus devriminin 1905 Aralığında sağladığı en büyük tarihsel kazanç budur; bütün önceki kazançlar gibi bu da büyük fedakarlıklar bahasına kazanıldı. Hareket genel bir siyasal grevden daha yüksek bir (sayfa 84) aşamaya ulaştı. Devrime karşı koymada gericiliği sonuna dek gitmeye zorladı; böylece, devrimin de, saldırı araçları uygulamakta sonunda dek gideceği anı, daha bir yaklaştırdı. Gericilik, barikatları, binaları, kalabalıkları bombalamaktan ileri gidemez; ama devrim, Moskova gönüllü çarpışma birliklerinden çok daha ilerlere gidebilir, enine boyuna çok da ilerlere. Devrim Aralıktan bu yana çok ilerledi. Devrimi doğuracak buhranların temeli ölçülemeyecek kadar genişledi: artık bıçağın adamakıllı bilenmesi gerekiyor. İşçi sınıfı. mücadelenin nesnel koşullarındaki değişikliği ve grevden ayaklanmaya geçiş ihtiyacını, kendi önderlerinden daha çabuk anladı. Her zaman olageldiği gibi uygulama teorinin önüne geçti. Sakin bir grev ve gösteriler, artık işçileri tatmin etmemeye başladı; şöyle sordular: Bundan sonra ne yapmalı? Böylece daha kararlı ve cesur bir hareket istediler. Barikatlar kurulması talimatı mahallelere gelmeden çok önce, zaten şehrin merkezinde barikatlar kurulmuştu. Yığınla işçi çalıştı bunlarda; ama bu bile onları tatmin etmiyordu; bilmek istiyorlardı: bundan sonra ne yapmalı? Etkin çareler istiyorlardı. Aralık ayında biz, Sosyal Demokrat işçi sınıfı önderleri, birliklerini akıl almaz bir biçimde yayıp, çoğunun savaşa etkin olarak katılmamasına sebep olan bir başkomutan gibiydik. Kitleler kararlı ve cesur bir kitle hareketi için talimat bekliyorlardı ama alamadılar . Bunun gibi, Plekhanov'un, bütün oportünistler tarafından benimsenen fikrinden daha kısa görüşlü birşey olamaz: Ona göre, grev zamansızdı, başlatılmama1ıydı ve "silaha sarılmamalıydılar". Oysa, tam tersine, daha kararlı, daha saldırgan ve daha canlı olarak silaha sarılmalıydık; sorunları sakin bir grev sınırı içinde çözmenin imkansız olduğunu, korkusuz ve amansız bir silahlı çarpışma gerektiğini kitlelere anlatmalıydık, Şimdi artık siyasal (sayfa 85) grevlerin yetersiz olduğunu açıktan açığa kabul etmeliyiz; silahlı çarpışmadan yana kitleler arasında yaygın bir tahrike girişmeli ve "hazırlık aşamaları" yaveleriyle ya da herhangi bir yolla bu sorunu bulandırmaya kalkışmamalıyız. Gelecek devrimci hareketin baş ödevi olarak korkunç, kanlı bir yoketme savaşı gerektiğini kitlelerden gizleseydik hem kendimizi, hem halkı aldatmış olacaktık. Aralık olaylarından öğreneceğimiz ilk ders budur. Başka bir ders de, ayaklanmanın niteliği, bunu yöneten yöntemler ve askeri birlikleri halkın yanına çeken koşullarla ilgilidir. Bu son nokta üstüne partimizin sağ kanadında pek çok taraftarı olan bir görüş egemendir. Çağdaş askeri birliklerle çarpışmanın imkansız olduğu iddia edilir ve "askerler devrimden yana çekilmelidir" denir. Devrim genişleyip kitlelere inmezse ve askerleri etkisi altına almazsa önemli bir çarpışma sorunu olamaz elbet. Askerler arasında çalışmamız gerektiği söz götürmez bir gerçektir. Ama onların kandırılarak ya da kendileri inanarak, bir çırpıda bizden yana geçeceklerini hayal edemeyiz. Bu görüşün nasıl beylik ve cansız olduğunu Moskova ayaklanması açıkça gösterdi. Bununla birlikte, gerçekten halkçı her harekette olduğu gibi, askerlerin kararsızlığı, devrimci çarpışma kızıştığında iki tarafı da askerleri elde etme savaşına sürükler. Moskova ayaklanması, gericilikle devrim arasında, askerleri elde etmek için girişilen umutsuz, telaşlı bir savaşın kesin örneğiydi. Dubasov bile Moskova garnizonunda 15.000 adamından ancak beş binine güvenilebileceğini söylemişti. Kararsızları kendi saflarında tutabilmek için hükümet çeşitli çarelere başvurdu: yalvardılar, onlara yağ çektiler, rüşvet verdiler, cep saatleri, para, vb. verdiler, votkayla sarhoş ettiler, yalan söylediler onlara, gözdağı verdiler, kışlalara kapatıp silahlarını aldılar, bu arada hiç güvenemediklerini hile ve şiddetle temizlediler. Bu bakımdan hükümetin (sayfa 86) yanında yaya kaldığımızı açıkça ve çekinmeden itiraf etmek yürekliliğini göstermeliyiz. Bahsi hükümet kazandı; biz kararsız askerleri elde etmek için böyle etkin, cüretli, geniş kaynaklı, atak bir savaş için elimizdeki güçlerden yararlanmayı başaramadık. Şimdiye dek ordu içinde çalışmıştık ama, bundan böyle, askerleri, kafalarıyla "kazanmak" için çabalarımızı kat kat artıracağız. Ancak, bir ayaklanma anında askerleri elde etmek için bedensel bir savaş da gerektiğini unutursak, zavallı bilgiçler olup çıkarız. Aralık günlerinde Moskova işçileri, askerleri kafalarıyla "kazanma" konusunda bize büyük dersler verdiler. Sözgelimi, 8 Aralıkta Strastnaya Meydanında Kazakları bir kalabalık kuşattığı zaman aralarına girdiler, arkadaşlık ettiler ve onları geri dönmeye kandırdılar. Gene 10 Aralıkta Presnya bölgesinde 10.000 kişilik bir kalabalık içinde kızıl bir bayrak taşıyan iki işçi kız Kazakların önüne fırlayıp "Öldürün bizi. Sağ kaldıkça bayrağı teslim etmeyeceğiz" diye bağırdıklarında, Kazaklar dağılıp atlarını sürdüler, arkalarından kalabalık bağırdı: "Yaşasın Kazaklar". Bu cesaret ve kahramanlık örnekleri, işçilerin kafasından hiçbir zaman silinmeyecektir. Ama Dubasov'un yanında nasıl yaya kaldığımızın örnekleri de var. 9 Aralıkta askerler Bolshaya Serpukhovskaya sokağında, ayaklananlara katılmak için Marseillaise söyleyerek yürüyorlardı. İşçiler onları karşılamak için delegeler gönderdiler. Malakhov [Moskova Askeri Bölgesi Kurmay Başkanı] atını dörtnala onlara doğru sürdü. İşçiler geç kalmıştı, önce Malakhov yetişti askerlere. Duygulu bir konuşma yaptı, askerleri kararsızlığa düşürdü, süvarilerle çevirdi ve götürüp kışlaya kapattı. Malakhov askerlere zamanında yetişti, biz yetişemedik; oysa iki gün içinde 150.000 kişi çağrımıza koşmuştu, bunlardan, sokaklara devriyeler çıkarılabilirdi, çıkarılmalıydı. Malakhov (sayfa 87) askerleri süvarilerle kuşattı, bu ara biz Malakhov'u bombacılarla kuşatmayı başaramadık. Yapacaktık bunu, yapmalıydık; bir zamanlar Sosyal Demokrat gazetede denildiği gibi (eski Iskra), bir ayaklanmada sivil ve askeri şeflerin amansızca yokedilmesi, ödevimizdir. Bolshaya Serpukhovskaya sokağında olanlar, ana hatlarıyla belli ki Nesvizhskiye ve Krutitskiye Kışlaları önünde de tekrar edildi; ayrıca işçiler Ekaterinoslav alayını "çekme"ye kalkıştıklarında. Alexandrov'daki istihkamcılara delegeler gönderildiğinde ve Kolomna'da istihkamcıların silahları alındığında da aynı şeyler olmuştur. Ayaklanma süresince kararsız askerleri elde etme savaşında yetersiz olduğumuzu gösterdik. Aralık olayları Marx'ın derin önermelerinden başka birini, oportünistlerin unuttuğu bir önermeyi de doğrular: Ayaklanma bir sanattır ve bu sanatın başlıca kuralı müthiş cüretli ve dönmemecesine kararlı bir saldırıcı olmaktır. Yeterince sindirememişiz bu gerçeği. Bu sanatı, bu her ne bahasına olursa olsun saldırma kuralını, ne biz öğrenmişiz yeterince, ne de kitlelere öğretmişiz. Bütün gücümüzle bu kusurumuzu gidermeye çalışmalıyız. Siyasal sloganlar sorununda taraf tutmak yetmez; ayrıca bir silahlı ayaklanma sorununda da taraf tutmak gerekir. Buna karşı olanlar, buna hazır olmayanlar, gözünün yaşına bakmadan devrimi destekleyenler arasından atılmalı, tasını tarağını yüklenip devrim düşmanlarının, hainlerin, korkakların yanına gönderilmelidir; çünkü olayların baskısının ve çarpışma koşullarının bizi, dostu düşmandan ayırmak için, bu ilkeye göre davranmaya zor1ayacağı günler yakındır. Sakin ve durgun olun demeyelim; askerler bize "gelsin" diye "beklemeyelim". Hayır! Atak, yıkıcı, silahlı bir saldırı gerektiğini, böyle zamanlarda düşmana komuta eden kişilerin yokedilmesi gerektiğini, kararsız askerleri (sayfa 88) elde etmek için daha canlı bir savaş gerektiğini, evlerin damlarından bağırmalıyız. Moskova olaylarından alınacak üçüncü ders, bir ayaklanma için kuvvetlerin örgütlenişi ve taktikle ilgilidir. Askeri taktiğin dayandığı şey askeri tekniktir. Bu basit gerçeği Engels ortaya attı ve bütün Marksistlere kabul ettirdi. Askeri teknik bugünlerde ondokuzuncu yüzyılın ortalarında olduğu gibi değildir. Toplara karşı insan kalabalıklarıyla yürümek, barikatları tabancalarla savunmak delilik olur. Kautsky, Moskova olaylarından sonra Engels'in bu konudaki yargılarının yeniden gözönüne alınmasının tam zamanı olduğunu ve Moskova'nın "yeni barikat taktikleri" getirdiğini yazarken haklıydı. Bu taktikler gerilla savaşı taktikleridir. Böyle bir taktik için gereken örgüt, çok küçük ve hareketli birliklerdir; on kişilik, üç kişilik, hatta iki kişilik birlikler. Şimdilerde beş ya da üç kişilik birliklerden söz edilince, burun kıvıran Sosyal Demokratlara raslıyoruz. Alay etmek, çağdaş askeri tekniğin getirdiği koşullar altındaki sokak çarpışmasının ortaya çıkardığı yeni taktik ve örgüt sorununu bilmezlikten gelişin ucuz bir yoludur. Moskova ayaklanmasının hikayesini iyice bir inceleyin beyler, "beş kişilik birlikler" ile "yeni barikat taktiği" sorunu arasında nasıl bir bağlantı olduğunu göreceksiniz. Moskova bu taktikleri ilerletti, ama onları gerçekten büyük çapta, bir kitle çapında, uygulamaya yetecek kadar geliştirmeyi başaramadı. Gönüllü çarpışma takımları çok azdı, atak saldırı sloganı işçi kitlelerine verilmedi ve onlar bunu uygulamadılar; gerilla müfrezeleri nitelik bakımından birbirinin aynıydı, silahları ve yöntemleri yetersizdi, kalabalığa önderlik etme yetenekleri hemen hiç gelişmemişti. Bütün bunları gidermeliyiz; Moskova deneyinden birşeyler öğrenerek, bunları kitleler arasında yayarak ve daha da geliştirmeleri için onların yaratıcı çabalarını (sayfa 89) bileyerek yapacağız bunu. Aralıktan beri bütün Rusya'da süregelen gerilla savaşı ve korkunç şiddet hareketleri elbette bir ayaklanmanın doğru taktiğini öğrenmekte kitlelere yardım edecektir. Sosyal Demokrasi bu şiddet hareketlerini gözönüne almalı ve onu kendi taktiğiyle kaynaştırmalı, örgütleyip kontrol etmeli; bunu, işçi sınıfı hareketinin ve genel devrimci çarpışmanın koşullarına ve çıkarlarına indirgemeli; bu ara ayaklanma sırasında Moskovalı arkadaşlarımızın ve ünlü Letonya Cumhuriyeti günlerinde Letonyalıların (amansızca icabına baktıkları gibi) bu gerilla savaşının "sokak serserisi" sapkınlığını acımadan budayıp atmalıdır. Son zamanlarda askeri teknikte yeni ilerlemeler oldu. Japon savaşı, el bombasını ortaya çıkardı. Hafif silah fabrikaları, pazara otomatik silahlar sürdüler. Bu iki silah da Rus devriminde başarıyla kullanıldı, ama yeterli olmaktan uzaktı. Teknik gelişmelerden yararlanabiliriz, yararlanmalıyız; işçi müfrezelerine büyük sayıda bombalar yapmayı öğretmeliyiz; onlara ve bizim çarpışma takımlarımıza patlayıcı maddeler, bombalar, otomatik tüfekler elde etmekte yardım etmeliyiz. Şehirlerdeki ayaklanmalarda işçi kitleleri yer alırsa, düşmana karşı kitle saldırılarına girişilirse, Duma'dan sonra, Sveaborg ve Kronstadt'tan sonra büsbütün kararsızlaşan askeri birlikleri elde etmek için bilinçli, ustaca bir savaşa geçilirse, genel çarpışmaya köylerin de katılmasını sağlayabilirsek, bütün Rusya'nın gelecek silahlı ayaklanmasında zafer bizim olacaktır. (sayfa 90) Öyleyse Rus devriminin büyük günlerinin verdiği dersleri sindirerek çalışmamızı daha da yayıp geliştirelim ve ödevlerimizi daha bir cüretle ortaya koyalım. Çalışmamızın temeli, bu önemli anda ulusun gelişme isteklerine ve sınıf çıkarlarına kesin bir güvendir. Çarlık rejimini yıkma, devrimci bir hükümet tarafından bir kurucu meclis toplama sloganı altında işçi sınıfının, köylülerin ve ordunun gittikçe artan bir kısmını biraraya getiriyoruz, getirmeye devam edeceğiz. Şimdiye dek olduğu gibi çalışmamızın esaslı ve başlıca özü, kitlelerin siyasal anlayışını geliştirmektir. Ama bu genel, sürekli ve esas ödevin yanısıra Rusya'nın bugün içinde bulunduğu dönemin bize başka özel ödevler de yüklediğini unutmamalıyız. Bilgiç taslağı ve dar kafalı olmayalım, bu an için gerekli olan özel ödevleri, bu belli mücadele biçimlerinin öze1 ödevlerini, her zaman ve bütün koşullar altında değişmeden kalan sürekli ödevlerimiz var diye anlamsız mazeretlerle, yapmaktan kaçınmayalım. Büyük bir kitle çarpışmasının yaklaştığını hatırlayalım. Silahlı bir ayaklanma olacak bu. Mümkün olduğu kadar bir anda olmalı bu. Kitleler silahlı, kanlı, korkunç bir çarpışmaya gireceklerini bilmeli. Ölümü hor görmeliler ve zafere güvenmeliler. Düşmana şiddetle, canla başla saldırmalılar; "savunma yok, saldır" olmalı kitlelerin sloganı; ödevleri düşmanı amansızca yoketmek olacak; çarpışmanın örgütü hareketli ve esnek olacak; askerler arasındaki kararsız öğelerin bu yana etkin olarak katılması sağlanacak. Bu büyük çarpışmada bilinçli işçi sınıfının partisi ödevini son kertesine kadar yapmalı. (sayfa 91) V. İ. Lenin, Selected Works, International Publishers, 1967, Cilt I, s. 577-583. İlk defa 29 Ağustos 1906'da Proletary'de yayınlandı. 9. GERİLLA SAVAŞI V. İ. Lenin I Başından başlayalım. Mücadele biçimleri sorununun incelenmesinde, her marksistin temel istemleri nelerdir? İlk önce, marksizm, öteki tüm ilkel sosyalizm biçimlerinden tek bir özel mücadele biçimine bağlı kalmamakla ayrılır. En değişik mücadele biçimlerini kabul eder, ve onları "uydurmaz", ama devrimci sınıfların, hareketin gelişimi içinde kendisini gösteren mücadele biçimlerini sadece genelleştirir, örgütler ve bunlara bilinçli bir ifade verir. Bütün soyut formüllere ve bütün doktrinci reçetelere kesenkes düşman olan marksizm, hareket geliştikçe, yığınların sınıf bilinci arttıkça, iktisadi ve siyasal bunalımlar keskinleştikçe, savunma ve saldırının yeni ve daha değişik yöntemlerinin sürekli bir biçimde doğmasını sağlayan ilerleme içindeki kitle mücadelesine karşı dikkatli bir tutum takınılmasını gerektirir. Bu nedenle, marksizm, kesin olarak herhangi bir mücadele biçimini reddetmez. Marksizm, mevcut toplumsal durum değiştikçe, kaçınılmaz olarak bu döneme katılanlarca bilinmeyen yeni mücadele biçimlerinin doğacağını kabul ederek, yalnızca o anda mümkün ve var olan mücadele biçimleriyle kendini hiçbir koşul altında sınırlamaz. Bu yönden marksizm, kitle pratiğinden eğer öyle ifade edebilirsek, öğrenir ve "sistem yapanların" tek başına çalışmalarıyla keşfedilen mücadele biçimlerini yığınlara öğretmek yolunda hiçbir iddiada bulunmaz. Biz biliyoruz ki -toplumsal devrim biçimlerini incelerken örneğin Kautsky böyle demiştir- yaklaşan bunalım, bizim şimdiden görmek yeteneğinde olmadığımız yeni mücadele biçimleri getirecektir. İkinci olarak, marksizm, mücadele biçimleri sorununun kesenkes tarihsel bir incelenmesini ister. Bu sorunla, somut tarihsel durumdan uzak olarak uğraşmak, diyalektik materyalizmin esas ilkelerinin anlaşılmadığını gösterir. İktisadi evrimin farklı aşamalarında, siyasal, ulusal-kültürel, yaşam ve öteki koşullardaki farklılığa bağlı olarak, farklı mücadele biçimleri öne geçer. Ve mücadelenin başlıca biçimleri halini alır; ve bununla bağıntılı olarak, ikincil, yedek mücadele biçimleri de değişikliğe uğrar. Belirli bir hareketin, belirli bir aşamasındaki somut durumun ayrıntılı bir incelemesini yapmaksızın, herhangi bir özel mücadele aracının kullanılıp kullanılmayacağı sorununa evet yada hayır biçiminde verilecek bir yanıt, marksist tutumu tümden bırakmak anlamına gelir. Bunlar bize önderlik etmeleri zorunlu olan iki temel teorik önermedir. Batı-Avrupa'daki marksizmin tarihi, söylenmiş olanları doğrulayan sayısız örnekler vermiştir. Bugün Avrupa sosyal-demokrasisi, parlamentarizm ve sendika hareketine, mücadelenin başlıca biçimleri olarak bakmaktadır; geçmişte ayaklanmayı kabul etmiştik, ve gelecekte koşullar değişecek olursa, onu kabul etmeye tamamen hazırdır Rusya kadetleri ve Rezzaglavstsi gibi, burjuva liberallerinin düşüncelerine karşın. Yetmişlerde, sosyal-demokrasi, genel grevi, her derde deva toplumsal bir ilaç olarak, burjuvaziyi bir darbede alaşağı etmenin siyasal olmayan aracı olarak reddetmişti- ama sosyal-demokrasi kitle siyasal grevini (özellikle Rusya'nın 1905 deneyiminden sonra), belirli koşullar altında başta gelen mücadele yöntemlerinden biri olarak tamamen kabul etmiştir. Sosyal-demokrasi, kırklarda sokak barikat savaşını benimsemişti, belli nedenlerden ötürü, 19. yüzyılın sonunda bunu reddetti, ve bu son görüşü gözden geçirmeye ve Kautsky'nin sözleri ile yeni barikat savaşı taktikleri başlatan Moskova deneyiminden sonra barikat savaşı siyasetini kabul etmeye tamamen hazır olduğunu belirtti. II Marksist önermeleri koyduktan sonra, Rus Devrimine dönelim. Onun ortaya koymuş bulunduğu mücadele biçimlerinin tarihsel gelişimini anımsayalım. Önce işçilerin ekonomik grevleri (1896-1900) vardı, daha sonra işçilerin ve öğrencilerin siyasal gösterileri (1901-02), köylü ayaklanmaları (1902), çeşitli gösterilerle birleşen kitle siyasal grevlerinin başlangıcı (Rostov 1902, 1903 yazı grevleri, 9 Ocak 1905 grevleri), tüm Rusya'yı kapsayan siyasal greve, yer yer, yerel barikat savaşlarının eşlik etmesi (Ekim 1905), kitle barikat savaşı ve silahlı ayaklanma (Aralık 1905), barışçı parlamenter mücadele (Nisan-Haziran 1906), kısmi askeri ayaklanmalar (Haziran 1905-Temmuz 1906) ve kısmi köylü ayaklanmaları (1905 Sonbaharı-1906 Sonbaharı). Genel olarak mücadele biçimleri ile ilgili olarak, 1906 sonbaharında durum böyle idi. Otokrasinin "misilleme" olarak seçtiği mücadele biçimi kara-yüzlerin Kışinev'de 1903 baharından, Sedlet'te 1906 sonbaharına kadar yapmış olduğu katliamdır. Bütün bu dönem boyunca kara-yüzlerin katliam örgütlenmesi ve yahudilerin, öğrencilerin, devrimcilerin ve sınıf bilincine ulaşmış işçilerin dövülmesi, sürekli olarak gelişti ve yetkinleşti, kara-yüzler birliklerinin şiddeti, para ile tutulmuş zorbaların şiddeti ile birlikte, kasaba ve köylerde toplar kullanılmasına, herkesin önünde işkence gösterilerine, işkence trenlerine, vb. kadar vardırıldı. Görünümün esas dekoru böyledir. Bu dekorun önünde bu makalede incelenecek ve değerlendirilecek olan -kısmi, ikincil ve yedek olduğu tartışma götürmeyen- olgu durmaktadır. Bu olgu nedir? Biçimleri nelerdir? Nedenleri nelerdir? Ne zaman doğmuştur ve nereye kadar uzanmıştır? Devrimin genel gidişi içinde önemi nedir? Sosyal-demokrasinin örgütlediği ve önderliğini yaptığı işçi sınıfı mücadelesi ile bağı nedir? Görünümün genel dekorunu çizdikten sonra, şimdi incelenmesine geçmemiz gereken sorular bunlardır. Bizim ilgilenmekte olduğumuz olgu, silahlı mücadeledir; bu mücadele, bireyler ve küçük gruplar tarafından yürütülmektedir. Bir kesimi devrimci örgütlere ait iken, öteki kesimler (Rusya'nın belirli kesimlerinde çoğunluğu) herhangi bir devrimci örgüte bağlı değildirler. Silahlı mücadele, birbirlerinden kesenkes olarak ayrılması gereken, farklı iki amaca yöneliktir; önce, bu mücadele kişilere, liderlere ve ordu ve polisteki görevlilere suikast yapmayı amaçlar, ikinci olarak, hem hükümete ait, hem de özel kişilere ait para kaynaklarına elkoyar. Elkonulan paralar kısmen parti kasasına, kısmen özel silahlanma amacına ve ayaklanma hazırlığına, ve kısmen de tanımlamakta olduğumuz mücadeleye katılan kişilerin geçimine gider. Büyük elkoymalar (Kafkasya'daki 200.000 rublelik, Moskova'daki 875. 000 rublelik gibi olanlar) gerçekten de öncelikle devrimci partilere gitmiştir -küçük elkoymalar çoğunlukla, bazen de tümüyle "elkoyucuların" geçimine gider. Mücadelenin bu biçimi, kuşku yok ki, ancak 1906'da yani Aralık ayaklanmasından sonra geniş ölçüde gelişti ve yaygınlaştı. Siyasal bunalımın, silahlı mücadele noktasına dek yoğunlaşması, ve özellikle yoksulluk, açlık ve işsizliğin kasaba ve köylerde yoğunlaşması, tanımlamakta olduğumuz mücadelenin önemli nedenlerinden biriydi. Bu mücadele biçimi, toplumsal mücadelenin tercih edilen ve hatta tek biçimi olarak, halkın başıboş unsurları, lumpen-proleterya ve anarşist gruplar tarafından benimsenmiştir. Sıkıyönetimin ilanına, taze birliklerin harekete geçirilmesine, kara-yüzler katliamına (Sedlet'ler) ve askeri mahkemelere, otokrasi tarafından benimsenen bir "misilleme" mücadele biçimi olarak bakmak gerekir. III Sözünü etmekte olduğumuz mücadelenin alışılagelen değerlendirilmesi, bunun, işçilerin moralini bozan, halkın geniş tabakalarını geri iten, hareketin örgütlenmesini dağıtan ve devrimi yaralayan anarşizm, blankicilik, eski terörizm, yığınlardan kopmuş bireylerin hareketi olduğu yolundadır. Bu değerlendirmeyi destekleyen örnekler, hergün gazetelerde verilmekte olan olaylar arasında kolayca bulunabilir. Ama bu örnekler inandırıcı mıdır? Bunu sınamak için, incelemekte olduğumuz mücadelenin en gelişkin olduğu bir yeri alalım -Litvanya Toprakları, Novoye Vremya (9 ve 12 Eylül sayılarında) Litvanya sosyal-demokratlarının eylemlerinden böyle yakınmaktadır. Litvanya Sosyal-Demokrat İşçi Partisi'nin (Rus Sosyal-Demokrat İşçi Partisinin bir bölümü) gazetesi düzenli olarak 30.000 baskı yapmaktadır. İlan sütunlarında her dürüst insanın onu yoketmeyi görev sayacağı casusların listesini yayınlamaktadır. Polise yardımcı olan bir kimse, yokedilmeye layık ve, hatta mallarına elkonulması gereken "devrim düşmanları" olarak ilan edilmektedir. Halkın, Sosyal-Demokrat Partiye, yalnızca imzalı ve mühürlü makbuz karşılığında para vermesi öğütlenmektedir. Partinin en son raporunda, yıllık toplam geliri 48.000 ruble olarak gösterilmektedir, burada Libau silah kolunun katkıda bulunduğu, elkonularak elde edilmiş 5.600 rublelik bir toplam vardır. Doğaldır ki, Novoye Vremya bu "devrimci yasa"ya karşı, bu "terör yönetimine" karşı ateş püskürmektedir. Hiç kimse Litvanya sosyal-demokratlarının bu eylemlerini anarşistlik olarak, blankicilik olarak ya da terörcülük olarak nitelemek cesaretini gösteremeyecektir. Ama niçin? Çünkü burda biz, mücadelenin yeni biçimi ile Aralıkta patlak veren ve yeniden mayalanmakta olan ayaklanma arasında açık bir bağıntı görüyoruz. Bu bağıntı, bir tüm olarak Rusya hesaba katıldığında pek öyle anlaşılır değildir, ama bu bağ vardır. Aralıktan sonra "gerilla" savaşlarının belirgin bir biçimde yaygınlaşması gerçeği, ve onun yalnızca iktisadi bunalımın değil, aynı zamanda da siyasal bunalımın şiddetlenmesi ile de bağıntısı tartışma götürmez. Eski Rus terörizmi, aydın komplocunun işi idi; bugün, genel bir kural olarak, gerilla savaşı, işçi savaşçılarca, ya da doğrudan doğruya işsiz işçilerce verilmektedir. Blankicilik ve anarşizm, klişecilik zaafı olan kimselerin kafasında kolayca oluşur, ama bir ayaklanma ortamında, ki bu Letonya toprağında çok açıktır, böylesine bilinen yaftaların işe yaramazlığı artık herkesçe bilinmektedir. Litvanyalıların örneği, aramızda çok yaygın olan, bir ayaklanma ortamının koşullarına değinmeden gerilla savaşının tahlilini yapmanın ne denli yanlış, bilimsel ve tarihsel olmaktan uzak olduğunu açıkça göstermektedir. Bu koşullar akılda tutulmalıdır, büyük ayaklanma hareketleri arasındaki ara dönemin kendine özgü özellikleri düşünmeliyiz, bu tür koşullar altında ne tür mücadele biçimlerinin kaçınılmaz olarak ortaya çıkacağını anlamalıyız, ve papağan gibi öğrenilen bir söz yığını ile, tıpkı kadetler ve Novoye Vremya'cıların kullandıkları anarşizm, soygunculuk, serserilik gibi sözlerle sorundan kaçmaya çalışmamalıyız. Gerilla hareketinin bizim çalışmamızı örgütsüzleştirdiği söyleniyor. şimdi bu iddiayı 1905 Aralığından bu yana var olan duruma, kara-yüzlerin katliam ve sıkıyönetim dönemine uygulayalım. Böyle bir dönemde hareketi daha çok ne dağıtmaktadır: Direnmenin bulunmayışı mı, yoksa örgütlü gerilla savaşı mı? Rusya'nın merkezini, batı sınırlarıyla, Polonya ve Litvanya toprakları ile karşılaştırın. Tartışma götürmez ki, batı sınır bölgelerinde gerilla savaşı çok daha yaygındır ve çok daha gelişkindir. Ve gene tartışma götürmez ki, genel olarak devrimci hareket ve özel olarak da sosyal-demokrat hareket, merkezi Rusya'da, batı sınır bölgelerine göre çok daha dağınıktır. Elbette, bundan Polonya ve Litvanya sosyal-demokrat hareketinin gerilla savaşı sayesinde daha az dağınık olduğu sonucu aklımıza gelmemelidir. Hayır. Çıkarılabilecek tek sonuç, Rusya'da 1906'da, sosyal-demokrat işçi sınıfı hareketinin dağınıklığından ötürü gerilla savaşının suçlanmaması gerektiğidir. Bu açıdan, ulusal koşulların özelliklerine, sık sık anıştırmada bulunulur. Ama bu anıştırma pek açık olarak, yaygın iddianın zayıflığını göstermektedir. Eğer bu bir ulusal koşullar sorunu ise, o zaman, anarşizm, blankicilik ya da „terörizm sorunu değildir -bunlar bir tüm olarak Rusya'nın ve hatta özellikle Rusların ortak günahlarıdır- ama başka bir şeyindir. Bu başka bir şeyi somut olarak inceleyin baylar! O zaman göreceksiniz ki, ulusal baskı yada karşıtlık bir şey açıklamaz, çünkü bunlar batı sınır bölgesinde her zaman var olmuştur, oysa gerilla savaşı, ancak bugünün tarihsel döneminde ortaya çıkmaktadır. Ulusal baskının ve karşıtlığın bulunduğu çok yer vardır, ama kimi zaman ulusal baskı ve benzeri şeylerin olmadığı yerlerde olan gerilla savaşı, burada yoktur. Sorunun somut bir tahlili, bunun bir ulusal baskı sorunu olmadığını, ama ayaklanma koşullarının bir sorunu olduğunu gösterecektir. Gerilla savaşı, yığın hareketinin bir ayaklanma noktasına gerçekten ulaştığı ve iç savaşın "büyük girişimleri" arasında oldukça geniş bir aralık olduğu bir sıradaki kaçınılmaz bir mücadele biçimidir. Hareketi dağıtan, gerilla eylemleri değildir, ama böylesine eylemleri denetimi altına alma yeteneğinde olmayan partinin zayıflığıdır. İşte bunun için biz Rusların gerilla eylemine karşı sık sık savurduğumuz aforozlar, gerçekten de partinin dağınıklığına yolaçan, gizli, raslansal ve örgütlenmemiş gerilla eylemleriyle elele gider. Bu mücadelenin doğmasına yolaçan tarihsel koşulların neler olduğunu anlayamayışımız yüzünden, onun zararlı yanlarını gidermede yeteneksiz kalıyoruz. Oysa mücadele sürüyor. Güçlü iktisadi ve siyasi nedenler yüzünden bu mücadeleyi önlemek, bizim gücümüz içersinde değildir. Bizim gerilla savaşından yakınmalarımız, bir ayaklanma olayında partimizin güçsüzlüğüyle ilgili yakınmalardır. Dağınıklık konusunda söylediklerimizi moral bozukluğu için de söyleyebiliriz. Moral bozukluğu yaratan gerilla savaşı değildir, ama örgütlenmemiş, düzensiz, parti-dışı gerilla eylemleridir. Biz, gerilla eylemlerini suçlayarak, ona söverek bu en tartışma götürmez moral bozukluğundan birazcık olsun kendimizi kurtaramayız, çünkü suçlama ve sövme, derin iktisadi ve siyasal nedenlerden ötürü ortaya çıkmış bulunan bir olguyu, kesin olarak durdurmak gücünden yoksundur. Denebilir ki, anormal ve moral bozan bir olguya eğer bir son verme gücünde değilsek, bu, partinin anormal ve moral bozucu mücadele yöntemlerini benimsemesi için bir neden olamaz. Böyle bir itiraz, katıksız bir burjuva-liberal itirazdır, marksist bir itiraz değildir; çünkü bir marksist, iç savaşa ya da onun biçimlerinden biri olan gerilla savaşına genel olarak anormal ve moral bozucu olarak bakamaz. Bir marksist, kendini sınıf mücadelesine dayandırır, toplumsal barışa değil. Belirli keskin siyasal ve iktisadi bunalım dönemlerinde, sınıf mücadelesi doğrudan bir iç savaş, yani toplumun iki kesimi arasındaki silahlı mücadeleye doğru gelişme gösterir. Böyle dönemde marksistler, iç savaştan yana yerlerini almak zorundadırlar. İç savaşın herhangi bir moral suçlaması, marksist açıdan kesenkes benimsenemez. Bir iç savaş döneminde, proletaryanın ideal partisi savaşan partidir. Bu kesinlikle itiraz götürmez. İç savaş açısından herhangi bir özel andaki iç savaşın özel bir biçiminin elverişsizliğini savunma ve tanıtlamanın olanağını kabul etmeye tamamen hazırız. Askeri elverişsizlik açısından farklı iç savaş biçimlerinin eleştirisini tümüyle kabul ediyoruz ve bu sorunda son sözü söylemesi gerekenin, her özel yöredeki sosyal-demokrasinin pratik işçilerinin olduğunu kesin olarak benimsiyoruz. Ama biz, marksizm ilkeleri adına, iç savaşın koşullarının bir tahlilinden, anarşizm, blankicilik ve terörizm konusundaki harcıalem ve klişeleşmiş sözler yüzünden kaçınılmamasını istiyoruz, ve Sosyal-Demokrat Partinin, genel olarak gerilla savaşına katılması gibi sorunların tartışılması sırasında, Polonya Sosyalist Partisi'nin şu ya da bu örgütünün, şu ya da bu anda, benimsediği anlamsız gerilla eylemleri yöntemlerinin bir öcü olarak kullanılmamasını istiyoruz. Gerilla savaşının hareketi dağıttı tezine eleştirici bir gözle bakılmalıdır. Elbette yeni tehlikeler ve yeni fedakarlıkları da birlikte getiren mücadelenin her yeni biçimi, bu yeni mücadele biçimine hazırlıksız olan örgütleri, kaçınılmaz olarak "dağıtır". Bizim eski propaganda çevrelerimiz, ajitasyonun yöntemlerine başvurulmasıyla dağıldı. Gösteriler yolunun seçilmesinin sonucu olarak komitelerimiz dağıldı. Herhangi bir savaşta, her askeri harekât, belli ölçüde savaşçıların saflarını dağıtır. Ama bu, bir kimsenin savaşmaması gerektiği demek değildir. Bu bir kimsenin savaşmayı öğrenmesi gerektiği anlamına gelir. Hepsi bu. Sosyal-demokratların gururla ve böbürlenerek, "biz, anarşist, hırsız, soyguncu değiliz, biz bunların çok üstündeyiz, gerilla savaşını kabul etmiyoruz" dediklerini görünce kendime soruyorum: Bu adamlar ne söylediklerinin farkındalar mı? Ülkenin her yerinde kara-yüzler hükümeti ile halk arasında silahlı çatışmalar ve çarpışmalar oluyor. Devrimin gelişmesinin bugünkü aşamasında, bu, kesinlikle kaçınılmaz bir olgudur. Halk da kendiliğinden ve örgütsüz bir biçimde -ve işte tam da bu nedenden ötürü, çoğunca talihsiz ve istenilmeyen biçimlerde- bu olguya silahlı çatışma ve saldırı yoluyla tepki gösteriyor. Ben, örgütümüzün zayıflığı ve hazırlıksız oluşu yüzünden, belli bir yerde ya da belli bir zamanda, bu kendiliğinden mücadelede parti önderliğinden kaçınmamızı anlayabilirim. Ben, bu sorunun yerel eylem işçileri tarafından saptanması gerektiğini, ve zayıf ve hazırlıksız örgütlerin yeniden biçimlendirilmesinin kolay bir şey olmadığını kavrıyorum. Ama bu bir sosyal-demokrat teorisyen ya da yayımcının bu hazırlıksızlığı kınamadan çok, gururlu bir böbürlenme ve kendini beğenmiş bir edayla anarşizm, blankicilik ve terörizm konusunda gençliğinde papağan gibi öğrendiği tümceleri yinelediğini gördükçe, dünyanın en devrimci öğretisinin bu aşağılanması, bana dokunuyor. Gerilla savaşının, sınıf bilincine ulaşmış proleterleri, aşağılık sarhoş ayaktakımı ile yakın işbirliğine sokacağı söyleniyor. Bu doğrudur. Ama bu yalnızca demektir ki, proletaryanın partisi, gerilla savaşına, biricik, ya da hatta baş mücadele yöntemi olarak hiçbir zaman bakamaz; bu demektir ki, bu yöntem öteki yöntemlere bağlı kılınmalıdır, yani savaşın baş yöntemleriyle uygun hale getirilmelidir ve sosyalizmin aydınlatıcı ve örgütleyici etkisiyle yüceltilmelidir. Ve bu sonuncu koşul olmaksızın, burjuva toplumu içindeki mücadelenin tüm, kesinlikle tüm mücadele yöntemleri, proletaryayı, altında ve üstündeki proleter olmayan çeşitli katmanlarla yakın ilişkiye sokar ve olayların kendiliğinden akışı içine bırakılırsa, yıpranır, bozulur ve rezilleşir. Grevler, eğer olayların kendi akışı içine bırakılacak olursa, "ittifaklar" halinde -tüketicilere karşı işçilerle patronlar arasında anlaşmalar halinde- bozulur gider. Parlamento, bir burjuva politikacıları çetesinin, "ulusal özgürlük", "liberalizm", "demokrasi", cumhuriyetçilik, anti-klerikalizm, sosyalizm ve talep edilen bütün öteki satılık şeyleri toptan ve parekende trampa ettikleri kokuşmuş bir geneleve dönerek bozulur. Basın, bir orta pezevengine, avamın düşük içtepilerinin muhabbet tellallığını yapan bir yığın kokuşturma aracına dönerek bozulur, vb., vb... Sosyal-demokrasi, proletaryayı, birazcık altında ya da birazcık üstünde bulunan katmanlardan aralarına Çin duvarı çekerek ayıracak hiçbir evrensel mücadele yöntemi bilmemektedir. Sosyal-demokrasi, farklı dönemlerde farklı yöntemler kullanır, bunların seçimini kesenkes tanımlanmış ideolojik ve örgütsel koşullara bağlar.Rus devrimindeki mücadele biçimleri, Avrupa'nın burjuva devrimleriyle karşılaştırıldığında, çok büyük çeşitliliğiyle ayırdedilir. Kautsky, 1902'de, geleceğin devrimi (Rus devrimi belki de istisnadır diye ekliyordu), halkın yönetime karşı mücadelesinden çok, halkın iki kesimi arasındaki mücadele biçiminde olacaktır dediği zaman, bunu kısmen önceden görmüştü. Rusya'da, kuşku yok ki, bu sonucu mücadelenin gelişiminin Batıdaki burjuva devrimlerinden daha yaygın olduğunu görüyoruz. Devrimimizin düşmanları halkın arasında sayıca pek azdır, ama mücadele keskinleştikçe, bunlar gitgide daha çok örgütlenmekte ve burjuvazinin gerici katmanlarının desteğini almaktadırlar. Onun için, böyle bir dönemde, ülke çapında siyasal grevlerin olduğu bir dönemde, bir başkaldırmanın çok küçük bir zamanla ve çok küçük bir alanla sınırlanmış eski bireysel eylem biçimini alamayacağı kesinlikle doğal ve kaçınılmaz birşeydir. Başkaldırmanın bütün ülkeyi kucaklayan uzun bir iç savaş, yani halkın iki kesimi arasındaki silahlı bir mücadele şeklinde daha yüksek ve daha karmaşık bir biçim olacağı kesinlikle doğal ve kaçınılmazdır. Böylesine bir savaş, oldukça uzun aralıklarla çok az sayıda büyük çarpışmalar ve bu aralıklar arasında çok sayıda küçük çarpışmalar ve bu aralıklar sırasında çok sayıda küçük çatışmalar dizisinden başka birşey olarak anlaşılamaz. Böyle olunca -ve kuşku yok ki, böyledir- sosyal-demokratların, bu büyük çarpışmalarda ve aynı zamanda da olabildiği kadarıyla, bu küçük çatışmalarda yığınlara en iyi bir biçimde önderlik edecek örgütlerin yaratılmasını kendilerine görev edinmeleri kesinlikle zorunludur. Sınıf mücadelesinin iç savaş noktasına kavuştuğu bir dönemde, sosyal-demokratlar, yalnızca bu iç savaşa katılmayı değil, aynı zamanda da önderlik rolünü oynamayı da görev edinmelidirler. Sosyal-demokratlar, örgütlerini, düşman güçlerine zarar verecek bir tek fırsatı bile kaçırmayan bir savaşçı parti olarak gerçekten hareket edebilecek biçimde eğitmek ve hazırlamak zorundadırlar. Bunun zor bir görev olduğu yadsınamaz. Bu görev bir anda başarılamaz. İç savaşın gelişimi içinde, tıpkı halkın tümünün yeniden eğitilmesi ve savaşmayı öğrenmesi gibi, bizim örgütlerimiz de eğitilmelidir ve bu görevi karşılayabilecek şekilde, deneyimden çıkan derslerle uygunluk içinde yeniden kurulmalıdır. Bizim, mücadelenin herhangi bir yapay biçimini, eylem içindeki işçilere zorla kabul ettirme, ya da hatta Rusya'daki iç savaşın genel gelişimi içinde, gerilla savaşının herhangi bir özel biçiminin hangi rolü oynayacağına koltuğumuzda oturarak karar verme konusunda en ufak bir eğilimimiz yoktur. Belli gerilla eylemlerinin somut değerlendirilmesine, sosyal-demokrasi içindeki bir eğilim göstergesi olarak bakma düşüncesinin çok uzağındayız. Ama biz, pratik yaşamın doğurduğu yeni mücadele biçimlerinin doğru bir teorik değerlendirilmesine ulaşmada elden geldiğince yardımcı olmayı görev saymaktayız. Biz, yeni ve zor bir sorunun doğru olarak konmasında ve çözümüne doğru olarak yaklaşmada sınıf bilincine sahip işçileri engelleyen basmakalıp klişelerle ve önyargılarla, durmaksızın savaşmayı görevimiz olarak görürüz. Lenin, Collected Works, Cilt: 11, 1962, s. 213-223. İlk defa 30 Eylül 1906'da Proletari, Nr. 5'de yayınlandı. 10. KOMÜN'DEN ALINACAK DERSLER V. İ. Lenin 1848 Devrimini sona erdiren coup d'etat'dan sonra Fransa onsekiz yıl süreyle Napoleon'un boyunduruğu altında kaldı. (sayfa 103) Bu rejim ülkeye yalnız iktisadi yıkım değil, ulusal utanç da getirdi. Eski rejime karşı ayaklanmada, işçi sınıfı biri ulusal, öteki sınıf niteliği taşıyan iki ödev yüklendi; Fransa'yı Alman işgalinden kurtarmak; işçilerin kapitalizmden, sosyalist kurtuluşu. Bu iki ödevin birleşmesi Komün'ün kendine özgü niteliğini meydana getirir. Burjuva sınıfı bir "ulusal savunma hükümeti" kurdu ve işçi sınıfı ulusal bağımsızlık için bunun önderliğinde çarpışmak zorunda kaldı. Gerçekte bu, Paris işçileriyle savaşmayı ödev sayan bir "ulusal ihanet" hükümetiydi. Ama, yurtseverlik hayalleriyle körleşen işçiler bunu göremediler. Yurtseverlik ülküsünün kökleri onsekizinci yüzyılın Büyük Devrimindeydi; Komün'ün, sosyalistlerinin kafalarını da etkiledi; sözgelimi, su götürmez bir devrimci ve ateşli bir sosyalizm taraftarı olan Blanqui, gazetesi için şu burjuva narasından daha iyi bir başlık bulamıyordu: "Ülke tehlikededir!" Birbirine karşıt ödevleri -yurtseverlikle sosyalizmi- birleştirmek, Fransız sosyalistlerinin en büyük yanlışıydı. 1870 Eylülünde yayınlanan Enternasyonal'in Manifesto'sunda Marks, sahte bir ulusal ülküyle yoldan saptırılmamaları konusunda, Fransız işçilerini uyardı; Büyük Devrimden bu yana derin değişiklikler olmuştu, sınıf düşmanlıkları keskinleşmişti, o zamanlar Avrupa gericiliğine karşı savaş bütün devrimci ulusu birleştirmişti, ama artık işçi sınıfı çıkarını, kendine düşman öteki sınıfların çıkarlarıyla, birleştiremezdi; ulusal utancın sorumluluğunu burjuva sınıfı taşımalıydı; işçi sınıfının ödevi, burjuva sınıfının boyunduruğundan, emeğin sosyalist kurtuluşu için çarpışmaktı. Gerçekten de burjuva "yurtseverliği"nin içyüzü kendini açığa vurmakta gecikmedi. Prusya'yla rezilce bir barış yaptıktan sonra Versailles hükümeti hemen yeni (sayfa 104) ödevine geçti: Paris işçilerinin elinden, hükümeti dehşete düşüren silahları almak için bir saldırıya girişti. İşçiler buna Komün ve iç savaş ilan ederek karşılık verdiler. Sosyalist işçiler sayısız hiziplere ayrılmış oldukları halde Komün, burjuvaların ancak yaptıklarını iddia edebilecekleri demokratik ödevleri, işçilerin birleşerek yaptıklarının parlak bir örneğiydi. İktidarı alan işçi sınıfı, özellikle karmaşık yasalar koymadan, sade, dürüst bir yolla toplumsal sistemin demokratlaştırılmasını başardı, bürokrasiyi kaldırdı, bütün önemli resmi işlere seçimle gelinmesini sağladı. Ama iki yanış, bu parlak zaferin meyvelerini mahvetti İşçi sınıfı yarı yolda durdu. Mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesine, (istimlakçilerin istimlakine) girişeceği yerde, ortak bir ulusal ödevin birleştirdiği ülkede daha yüce bir adalet kurma hayallerine kaptırdı kendini; sözgelimi bankalar ve benzeri kuruluşlar zaptedilmedi; "haklı mübadele" vb. hakkındaki Proudhoncu teoriler sosyalistler arasında hâlâ geçer akçaydı. İkinci yanlış, işçi sınıfının aşırı akyürekliliğiydi: düşmanlarını yokedeceği yerde, onlar üzerinde ahlak yönünden etki sağlamaya çalıştı, iç savaşta doğrudan doğruya askeri hareketlerin önemini küçümsedi. Versailles'a karşı Paris'teki zaferini perçinleyecek kararlı bir saldırıya geçeceği yerde, oyalanıp durdu. Versailles hükümetine, kara kuvvetleri devşirip kanlı Mayıs haftasını hazırlayacak zaman verdi. Bütün yanlışlarına karşın, gene de Komün 19. yüzyılın büyük işçi hareketinin en iyi örneklerinden biriydi. Komün'ün tarihsel anlamına Marks büyük bir değer verir: Versailles çetesinin Paris işçilerinin silahlarını haince toplamaya giriştiği sırada işçiler buna çarpışmadan boyun eğselerdi, bu güçsüzlüğün işçi hareketine getireceği maneviyat bozukluğu, işçi sınıfının silahlarını savunma savaşında uğradığı kayıplardan çok çok daha fazla olurdu. (sayfa 105) Komün'ün ağır fedakarlıkları ancak bunun, işçi sınıfının genel savaşındaki önemiyle giderilebilir: Komün bütün Avrupa'da sosyalist eylemi harekete getirdi, iç savaşın güçlülüğünü ortaya çıkardı, yurtseverlik hayallerini yıktı ve burjuvaların ortak ulusal amaçlar için bir çaba harcayabilecekleri yolundaki saf inancı yoketti. Komün Avrupa işçi sınıfına sosyalist devrimin ödevlerini somutça ortaya koymayı öğretti. İşçilerin aldığı ders unutulmayacak. Rusya'da Aralık ayaklanması sırasında olduğu gibi, işçi sınıfı bu dersten yararlanacak. Rus devriminden önceki dönem, bu devrimi hazırlayan dönem, Fransa'nın Napoleon boyunduruğu altındaki dönemine benzer. Rusya'da da mutlakıyetçi güruh, ülkeye iktisadi yıkım ve ulusal utanç getirmişti. Ama toplumsal gelişme henüz bir kitle hareketi için gereken koşulları yaratmadığı ve gösterilen cesarete karşın devrim öncesindeki dönemde hükümete karşı tek tek hareketler kitlenin kayıtsızlığıyla karşılaştığı için, ihtilâlin patlaması uzun süre gecikti. Yalnız Sosyal Demokratlar ağır, sistemli bir çalışmayla kitleleri eğitip, daha yüksek mücadele biçimleri düzlemine -kitle hareketleri ve silahlı iç savaş düzlemine- getirdiler . Sosyal Demokratlar genç işçilerin "ortak ulusal" ve "yurtseverlik" hayallerini sarsabildiler, sonra da işçilerin doğrudan müdahalesiyle Çar'dan 17 Kasım [1905] Manifestosunu koparınca devrimin gelecek, kaçınılmaz aşamasına -silahlı ayaklanmaya- canla başla hazırlanmaya başladılar. İşçiler "ortak ulusal" hayallerini atarak sınıf güçlerini kendi kitle örgütlerine, -İşçi ve Asker Temsilcileri Sovyetleri, vb.- topladılar. 1871 Fransız (sayfa 106) devrimine göre Rus devriminin amaçları, ödevleri daha ayrı olduğu halde Rus işçi sınıfı da Paris Komünü'nün kullandığı aynı mücadele biçimine -iç savaşa- başvurmak zorunda kaldı. Komün 'ün verdiği dersler kafalarında, işçi sınıfının barışçı mücadele yöntemlerini de önemsemesi gerektiğini biliyorlardı; bunlar işçilerin basit, günlük çıkarlarına yarar, devrimi deneyine dokunan bazı ekler ve düzeltmeler yaptı... Öyleyse Kautsky Rus devrimi deneyindeki hangi sorunları yeterince önemli ve esaslı ya da hiç değilse genellikle "toplumsal devrimin silahları ve biçimleri" hakkında Marksist bir incelemeye yeni malzeme sağlayacak kadar önemli buluyordu? ... Yazar iki sorunu ele almış. Önce, Rus devriminde zafer kazanabilecek, onu gerçekten başarılı bir devrim yapabilecek kuvvetlerin sınıf bileşimi sorunu. İkincisi, Rus devriminin getirdiği kitle mücadelesinin daha yüksek -devrimci güçleri ve saldırıcı nitelikleri bakımından daha yüksek- biçimlerinin, yani Aralıktaki çarpışmanın, silahlı ayaklanmanın önemi sorunu. Rus devriminin olaylarını dikkatle inceleyen her sosyalist (özellikle bir Marksist) bunların Rus devrimini değerlendirmekte, ayrıca şimdiki durumun işçi partisine verdiği taktikleri değerlendirmekte gerçekten temel ve esas sorunlar olduğunu kabul eder. Nesnel iktisadi koşulların ışığında Rus burjuva devrimini başarabilecek sınıfların hangileri olduğunu tam ve açıkça anlayamazsak, bu devrimi başarmaya çalışmak konusundaki bütün sözlerimiz boş laflar, demokratik söylevler olacak, bu ara burjuva devrimindeki taktiklerimiz de kaçınılmaz olarak ilkesiz, kararsız olacaktır. Öte yandan, ülkenin yaşamakta olduğu genel buhranların en fırtınalı anında bir devrimci partinin taktiklerini (sayfa 107) somutça kararlaştırmak amacıyla, salt devrimi başarıyla tamamlama kıvancıyla hareket edebilecek sınıfları göstermek açıkça yetersizdir. Devrim dönemleri, barış içinde evrim denen dönemlerden, yani iktisadi koşulların derin buhranlar ve güçlü kitle hareketleri doğurmadığı dönemlerden, kesinlikle şu bakımdan ayrılır: Devrim dönemlerinde mücadele biçimleri kaçınılmaz olarak daha çok çeşitlidir ve kitlelerin doğrudan doğruya devrimci çarpışmaları, önderlerin millet meclislerinde, basında vb. giriştikleri propaganda ve ajitasyon hareketlerinden daha üstündür. Bunun için, devrim dönemlerini değerlendirmede, mücadelenin biçimlerini çözümlemeden yalnız çeşitli sınıfların faaliyet çizgisini tanımlamaya kalkarsak, tartışmamız bilimsel anlamda eksik ve diyalektik dışı olur, günlük siyaset bakımından da soysuzlaşıp raisoneur'ün hükmü kalmayan yazıları olur (ayraç içinde söyleyelim, Plekhanov Rus devrimindeki Sosyal Demokrat taktikleri üstüne yazılarının onda dokuzunda kendini bununla avutuyor.) Diyalektik maddecilik açısından devrimin gerçekten Marksist bir değerlendirmesini yapmak için bunun, özel bir yolla hareket edip, az çok başarıyla devrim için hazırlık dönemlerinde gereklidir, ama belli bazı koşullar altında sınıf savaşının silahlı çatışma ve iç savaş biçimini alacağı unutulmamalıdır. İşçi sınıfının çıkarlarının düşmanlarını silahlı çarpışmalarda amansızca yoketmeyi gerektirdiği zamanlardır bunlar. Bunu önce Fransız işçi sınıfı Komün'de ortaya koydu ve Rus işçi sınıfı da Aralık ayaklanmasında bunu parlak bir biçimde doğruladı. İşçi sınıfının bu büyük ayaklanmaları ezildi, ama bir başka ayaklanma gelecek; işçi sınıfı düşmanlarının kuvvetleri buna karşı hiçbir şey yapamayacak ve sosyalist işçiler tam bir zafer kazanacaklar. (sayfa 108) Karl Marks ve V. İ. Lenin, The Civil War in Frence: The Peris Commune, International Publishers, 1968, s. 96-99. İlk defa 23 Mart 1908'de Zagranichnaya Gazeta'da (Yabancı Gazete) yayınlandı. 11. 1905 DEVRİMİNDE SİLAHLI MÜCADELE V. İ. Lenin Başarısız 1905 Rus Devrimi ardından liberal burjuva ve Menşevik çevreler işçi sınıfının kullandığı devrimci Marksist taktiklerin yanlışlığının anlaşıldığını söyleyerek ve "artık Rusya'da hiç kimse Marks'a göre bir devrim yapmayı hayal etmiyor" deyip yenilgin bir tutum takındılar. Özellikle Rus işçilerinin ve köylülerinin kullandığı silahlı mücadele taktiklerine karşı çıkıyorlardı. Bu yazının alındığı makaleyi Lenin, Bolşeviklerin bütün devrimci taktikleri bütünüyle desteklediklerini belirtmek amacıyla bir Polonya Sosyal Demokrat gazetesi için yazdı. Bekleyin biraz. 1905 gene gelecek. İşte işçilerin görüşü bu. O mücadele yılı, onlar için, bir ne yapmalı örneği sağladı. Aydınlara ve dönek küçük burjuvalara göre o bir "delilik yılı", bir ne yapmamalı örneğiydi. İşçi sınıfına göre bu devrim deneyinin eleştirilip, değiştirilip kabul edilmesi, Kasım grevi mücadelesinin ve Aralıktaki silahlı çarpışmanın daha geniş, daha toplu, daha bilinçli olması için o zamanki mücadele yöntemlerinin daha (sayfa 109) başarılı olarak nasıl uygulanacağını öğrenmekten ibaret olmalıdır... Karl Kautsky bu sorunun temel teorik yönlerini ele aldı. Başlıca Avrupa dil1erine çevrilen ünlü eseri Toplumsal Devrim'in ikinci basımında Rus özel mücadele biçimleri uygulayan, özel nesnel koşullar altında bulunan canlı toplumsal güçlerin çarpışması olarak alınması gerekir. Mücadelenin teknik yanını çarpışmanın akımında ortaya çıkacak teknik sorunları değerlendirmede, bir Marksist için gerçekten esaslı ve uygun olan şey, ancak ve ancak böyle bir çözümleme temeline dayanmaktır. Belli bir mücadele biçimini kabul edip, bunun tekniğini inceleme gerekliliğini kabul etmemek, bazı seçimlere katılmayı kabul edip de bu seçimlerin nasıl yapılacağını gösteren yasayı tanımamaya benzer... Kautsky, broşürünün ikinci basımının önsözünde 1905 Aralık ayaklanmasının değerini tartışıyor... Şunları yazıyor: "Gelecek devrimlerde silahlı ayaklanmaların ve barikat çarpışmasının kesin bir rolü olmayacağını şimdi artık 1902'deki gibi kesin söyleyemem. Moskova'daki sokak savaşları deneyi bunun yanlışlığına açık kanıtlar veriyor: bir avuç insan koskoca bir orduyu barikat çarpışmasıyla bir hafta durdurdu; başka şehirlerdeki devrimci hareketin başarısızlığı orduya takviyeler aktarılıp sonunda ayaklanmalara karşı çok üstün bir kuvvet toplanmasına sebep olmasaydı, nerdeyse zaferi de kazanacaktı. Barikatlardaki mücadelenin bu nispi başarısı, elbet şehir halkının askerlerin maneviyatı bozulmuşken devrimcileri canla başla desteklemesiyle oldu. Buna benzer birşeyin Batı Avrupa'da imkansız olduğunu kesinlikle kim söyleyebilir?" Böylece, ayaklanmadan hemen bir yıl sonra, artık savaşçıların maneviyatını yükseltmek isteği diye birşeyin (sayfa 110) söz konusu olamayacağı bir zamanda, Kautsky gibi dikkatli bir araştırıcı, Moskova ayaklanmasını, barikat mücadelesinin "nispi başarısı" diye kabul ediyor ve gelecek devrimlerde sokak savaşlarının rolünün büyük olmayacağı konusunda, önceki genel yargısını değiştirmek gerektiğini düşünüyor. 1905 Aralık mücadelesi, askeri tekniğin ve örgütlenişin çağdaş koşullarıyla yürütülen silahlı ayaklanmanın zafer kazanabileceğini ispatladı. Aralık mücadelesinin sonucu olarak bütün uluslararası işçi hareketi, gelecek işçi sınıfı devriminde buna benzer mücadele biçimleri olasılığını bundan böyle hesaba katmalıdır. Devrimimizin deneyinden çıkan sonuçlar bunlar; geniş halk kitlelerinin sindirmesi gereken dersler bunlar. Bu sonuçlar ve bu dersler Plekhanov'un, Aralık ayaklanması üstüne ünlü Erostratos yorumuyla açtığı tartışma çizgisinden ne kadar uzak: "silaha sarılmamalıydılar." Bu değerlendirme büyük bir dönekçe yorumlar denizini dalgalandırdı! İşçilerin saflarına maneviyat bozukluğu, küçük burjuva uzlaştırıcılığı sokmak için sayısız kirli liberal el uzandı buna! Plekhanov'un değerlendirmesinde tarihsel bir gerçek tohumu yok. Komün'den altı ay önce bir ayaklanmanın delilik olacağını söyleyen Marks, gene de nasıl bu deliliği "ondokuzuncu yüzyılda işçi sınıfının en büyük hareketi" diye özetleyebildiyse Rus Sosyal-Demokratları da Aralık çarpışmasının Komün'den bu yana en esaslı, en haklı, en büyük işçi sınıfı hareketi olduğu inancını kitlelere iletmekte yerden göğe haklıdırlar. Sosyal Demokrasi saflarındaki bazı aydınlar ne derlerse desinler, nasıl yakınırlarsa yakınsınlar, Rus işçi sınıfı bu görüşlerle eğitilecektir. Bu makalenin Polonyalılar için yazıldığını hatırlayarak burada belki birkaç söz söylemek gerekiyor. Üzülerek söyleyeyim, Polonya dilini bilmediğim için oradaki koşulları yalnız kulaktan biliyorum. Anladığıma göre özellikle (sayfa 111) Polonya'da başkaldırma gelenekleri adına, işçilerin ve -Polonya Sosyalist Partisinin sağ kanadı denen- köylülerin ortak mücadelesi adına, büyük bir parti, kendini, güçsüz gerilla savaşları, terörizm ve "deli fişek" parlamalarla boğmuş. Bu açıdan Polonya koşullarının Rus İmparatorluğu'nun öteki yerlerindeki koşullardan kökten ayrı olduğu söylenebilir. Bu konuda bir yargıya varamam. Gene de, Polonya'dan başka hiçbir yerde, devrimci taktiklerden böylesine saçma bir uzaklaşma, haklı bir direnme ve muhalefet doğuran bir sapma görülmediğini söyleyebilirim. İşte burada şu düşünce doğuyor kendiliğinden: sahi, 1905 Aralığında silahlı kitle mücadelesi olmayan tek yer Polonya'ydı! Acaba ihtilâl "çıkarıcı" anarşizmin bozuk ve saçma taktiklerinin Polonya'da, yalnız Polonya'da yerleşmesi bu yüzden mi? Kısa bir süre de olsa koşulların orada silahlı kitle mücadelesini geliştirmemesi bu yüzden mi? Salt böyle bir çarpışma geleneği, silahlı Aralık ayaklanması geleneği, işçi partisi içindeki anarşist eğilimlere üstün gelmenin her zaman tek aracı değil midir? Bunu köhne, ikiyüzlü, küçük burjuva ahlakçılığı aracıyla değil de, amaçsız, anlamsız, dağınık şiddet hareketlerinden geniş hareketli, amacı olan kitle hareketine döndürerek ve dolaysız işçi sınıfı mücadelesini keskinleştirerek yapacak olan bu gelenek değil midir? ... (sayfa 112) "The Assessment of the Russian Revolution", V. İ. Lenin, Collected Works, cilt: 15, 1963, s. 53, 55, 59, 61. İlk defa Polonya Sosyal Demokrat gazetesi Przeglad Socjaldemokratyezniy'de, Krakov, sayı 2, Nisan 1908'de yayınlandı. 12. 1916 İRLANDA AYAKLANMASI V. İ. Lenin Halkların yönetimlerini kendilerinin kararlaştırmasına (self-determination) karşı olanların görüşü, emperyalizmin baskısıyla küçük ulusların canlılığının zaten bozulduğu, bunların emperyalizme karşı hiçbir rol oynayamayacakları, bunların salt ulusal umutlarını desteklemenin bir şeye yaramayacağı, vb. sonucuna yönelir. 1914-1916 emperyalist savaşı bu çeşit yargıları çürüten birçok olgular getirdi. Savaş, Batı Avrupa ulusları ve bütünüyle emperyalizm için bir buhranlar dönemi oldu. Her buhran, toplumsal alışkanlıkları yıkar, dış sargıları yırtar, eskileri süpürür, alttaki yayları ve güçleri ortaya çıkarır. Baskı altındaki ulusların hareketi bakımından neleri ortaya çıkardı? Sömürgelerde bir kaç ayaklanma girişimi oldu, baskıcı uluslar askeri sansürle bunları gizlemek için ellerinden geleni yaptılar. Gene de, Singapur'da Hint birlikleri arasındaki bir ayaklanmayı İngilizlerin gaddarca bastırdıkları, Fransız Annam'ında [Vietnam] ... Alman Kameronlar'ında. ..ayaklanmalar olduğu biliniyordu. Avrupa'ya gelince, İrlanda'da bir ayaklanma oldu; zorunlu askerliği İrlanda'ya kadar uzatmaya cesaret edemeyen "özgürlük sever" İngilizler, bu ayaklanmayı idamlarla bastırdılar; öte yandan. Avusturya hükümeti Çek Diet'inin milletvekillerini (sayfa 113) "ihanet yüzünden" ölüm cezasına çarptırdı ve aynı suçtan bütün Çek alaylarını kurşuna dizdi. Bu liste çok eksiktir elbet. Gene de, emperyalizmin buhranları yüzünden, ulusal ayaklanma alevleri hem sömürgeleri hem Avrupa'yı sardı, ulusal duygudaşlıklar ve nefretler ağır Drankon tehditlerine, baskı tedbirlerine karşın, kendilerini gösterdiler. Emperyalizmin bütün bu buhranları sadece gelip onun doruğuna çarptılar: emperyalist burjuva sınıfının kuvveti alttan alta hâlâ zayıflatılmadı (bu belki bir "yıpratma" savaşıyla yapılabilir ama henüz olmadı), ayrıca emperyalist ülkelerdeki işçi hareketleri de hâlâ pek çelimsizdi. Savaş tam bir bitkinlik getirdiğinde ya da hiç değilse bir devlette burjuva sınıfının kuvveti -1905'de Çarlığın olduğu gibi- işçi sınıfının darbeleriyle sallandığı zaman ne olacak? İçinde bazı Solcuların da bulunduğu Zimmerwald grubunun yayın organı olan Bedrer Tagwacht'da 9 Mayıs 1916'da, İrlanda ayaklanması üstüne, K. R. [Karl Radek] harfleriyle imzalanmış "Türküleri Bitti" başlıklı bir makale çıktı. İrlanda ayaklanmasının bir "putsch"dan başka birşey olmadığını, yazarın dediği gibi "İrlanda sorununun tarımsal bir sorun" olduğunu, köylülerin reformlarla yatıştırıldıklarını ve ulusal hareketin "sebep olduğu heyecana karşın toplumsal destekten yoksun, sadece şehirlere ait bir küçük burjuva hareketi" olduğunu anlatıyordu. Yazarın bu dehşetli öğretisel ve bilgiççe görüşünün, ayaklanmaya gene bir "Dublin putsch"u etiketi yapıştıran bir Rus ulusal-liberal Kadeti, A. Kulisher'in. .. görüşüyle birleşmesi şaşılacak birşey değildir: Atasözünün dediği gibi, "zararın neresinden dönülse kârdır". Küçük ulusların özgürlük hareketlerini hor görmekle ve ulusların "kendini yönetme" haklarını reddetmekle düştükleri bataklığın farkında olmayan birçok arkadaşın bir Sosyal Demokratla, emperyalist burjuva sınıfının (sayfa 114) bir temsilcisinin görüşlerinin bu "kazara" birleşmesini gördükten sonra gözlerinin açılacağını umarız. Bilimsel anlamında "putsch" terimi birtakım gizli işler çevirenlerin ya da budala manyakların giriştikleri ve kitleler arasında duygudaşlık uyandırmayan başkaldırmalar için kullanılabilir. Yüzyıllardır sürüp gelen İrlanda ulusal hareketi, çeşitli sınıf çıkarı aşamalarından geçerek, özellikle Amerika'da İrlanda bağımsızlığını isteyen büyük İrlanda Ulusal Kongresi halinde kendini göstermiş, uzun bir süre kitle tahriklerinden, gösterilerden, gazete baskılarından vb. sonra, şehirli küçük burjuvaların ve işçilerin bir bölümü tarafından sürdürülen sokak çarpışmalarına dönüşmüştür. Böyle bir ayaklanmaya "putsch" diyen, ya azılı bir gerici ya da toplumsal bir devrimi canlı bir olgu olarak görme umudunu yitirmiş bir doktrincidir. Toplumsal devrimin, sömürgelerdeki ve Avrupa'daki küçük uluslar ayaklanmadan, bütün önyargılarıyla küçük burjuvaların bir bölümünün devrimci parlamaları olmadan, mutlakıyetin, kilisenin, toprak ağalarının, vb. baskısına karşı siyasal bilince varmamış işçilerin ve yarı işçilerin hareketi olmadan yapılabileceğini hayal etmek toplumsal devrimi reddetmektir. Demek bir yerde bir ordu dizilecek ve "biz sosyalizmden yanayız" diyecek, başka bir yerde bir başkası da "biz emperyalizmden yanayız" diyecek ve bunun adı toplumsal devrim olacak! Ancak böyle gülünç, bilgiççe düşünceleri olanlar İrlanda ayaklanmasını "putsch" diyerek küçültürler. "Salt" bir toplumsal devrim bekleyenlerin ömrü, bunu görmeye yetmeyecektir. Böyle biri, devrimin ne olduğunu anlamadan devrime sözle bağlı demektir. 1905 Rus devrimi, burjuva demokratik devrimidir. Çarpışmalara halkın bütün hoşnutsuz sınıfları, grupları, öğeleri katıldı. Bunların arasında, en kaba önyargılarla, belirsiz ve acayip mücadele amaçlarıyla dolu kitleler vardı; (sayfa 115) Japonlardan para alan küçük gruplar vardı; karaborsacılar, serüvenciler vb. vardı. Ama nesnel olarak, kitle hareketi Çarlığın belini kırıyor ve demokrasi yolunu açıyordu; bu yüzden sınıf bilincine varmış işçiler önderlik etti ona. Avrupa'da, sosyalist devrim, baskı altındaki ve hoşnutsuz çeşitli öğelerin katılacağı bir kitle mücadelesi patlamadan olamaz. Küçük burjuvaların ve gelişmemiş işçilerin bazı bölümleri katılacaktır buna, böyle bir katılma olmadan kitle mücadelesi imkansızdır, bunsuz da hiçbir devrim olamaz; bunların önyargılarını, gerici hayallerini, güçsüzlüklerini, yanlışlarını bu harekete sokmalarından kaçınılamaz. Ama nesnel olarak bunlar sermayeye saldıracaklardır. Bu nesnel gerçeği bilen devrimin sınıf bilincine varmış öncüsü, ileri işçiler, değişik ruhlu, düzensiz, dağınık bir kitle mücadelesini birleştirip yönetmeyi başaracak, iktidarı alacak, bankaları ele geçirecek, herkesin nefret ettiği (ayrı ayrı nedenlerle) tröstleri dağıtacak ve tümüyle burjuva sınıfının yıkılıp sosyalizmin zaferinin sağlanmasında gerekli başka diktatörce tedbirleri alacaktır; gene de, bütün bunlara karşın, sosyalizm kendini küçük burjuva tortularından çabucak "arıtamayacaktır". Polonya Tezlerinden (1 ,4) şunu okuyalım: "Sosyal Demokrasi Avrupa'da devrimci buhranların keskinleştirmek amacıyla sömürgelerdeki genç burjuva sınıfının Avrupa sömürgeciliğine karşı mücadelesinden yararlanmalıdır". (Siyahlar, yazarındır.) Bu bakımdan sömürgelerle Avrupa'yı karşılaştırmak yapılabilecek en kötü şey değil mi? Avrupa'da baskı altındaki ulusların mücadelesi, ayaklanmaya ve sokak savaşına kadar gidebilecek, sıkıyönetimin ve ordunun demir disiplinini kırabilecek bir çarpışma, uzak bir sömürgedeki daha gelişmiş bir ayaklanmadan çok daha büyük bir ölçüde "Avrupa'daki devrimci buhranları keskinleştirecektir". (sayfa 116) İrlanda'daki bir ayaklanmanın emperyalist İngiliz burjuva sınıfı iktidarına vurduğu darbe, Asya ya da Afrika'daki buna eşit bir darbeden siyasal olarak yüz kere daha önemlidir. Fransız aşırı ulusçu (şöven) gazeteleri Belçika'da gizli bir gazetenin, Özgür Belçika'nın sekseninci sayısının yayınlandığını bildirdiler. Fransa'nın aşırı ulusçu gazeteleri sık sık yalan söyler elbet, ama bu haber doğru görünüyor. Oysa aşırı ulusçu ve Kautsky'ci Alman Sosyal Demokrasisi iki yıllık savaş boyunca kendisi için özgür bir yayın kuramayıp, askeri sansürün boyunduruğuna kafasını uzatmışken (yalnız Sol Radikal öğeler sansüre karşın kendi hesaplarına broşürler ve bildiriler yayınladılar) baskı altındaki uygar bir ulus devrimci bir protesto organı basarak azgınlıkta eşi olmayan bir askeri baskıya karşı çıktı. Tarihin diyalektiği şöyledir: Emperyalizme karşı savaşta bağımsız bir etken olamayacak kadar güçsüz küçük uluslar, emperyalizm düşmanı gerçek kuvvetin -sosyalist işçi sınıfının- sahneye çıkmasına yardım eden bir maya, bir basil rolü oynarlar. Şimdiki savaşta genel kurmaylar düşman tarafındaki ulusal ve devrimci her hareketten yararlanmak için ellerinden geleni yapıyorlar: Almanlar, İrlanda ayaklanmasından, Fransızlar, Çek hareketinden vb. yararlanıyorlar. Kendi görüşlerine göre doğru hareket ediyorlar. Düşmanın en ufak bir güçsüzlüğünden ve ortaya çıkan her fırsattan yararlanılmazsa, önemli bir savaş sürdürülemez; hep tetikte olmak gerekir, çünkü bir barut deposunun ne zaman, nerede, nasıl "patlayacağı" önceden kestirilemez. İşçi sınıfının sosyalizm için büyük kurtuluş savaşında, bu buhranları keskinleştirip yaymak amacıyla, emperyalizmin getirdiği her belaya karşı her halk hareketinden nasıl yararlanacağımızı bilmezsek zavallı devrimciler oluruz. Bir yandan bütün ulusal baskılara "karşı" olduğumuzu bir (sayfa 117) ayrı telden tekrarlarken, öte yandan baskı altındaki bir ulusun bazı sınıflarının en hareketli ve aydın bölümlerinin baskı yapanlara karşı kahramanca ayaklanışını bir "putsch" olarak tanımlamaya kalkarsak, Kautsky'cilerin düştüğü budalalık düzeyine düşmüş oluruz. İrlandalıların bahtsızlığı, Avrupa işçi ayaklanması olgunlaşmadan önce vakitsiz baş kaldırmalarıdır. Kapitalizmin, çeşitli ayaklanma kaynaklarının birtakım tersliklere ve yenilgilere uğramadan ve kendiliklerinden hemen birleşmelerine imkan verecek kadar uyumlu bir bünyesi yoktur. Öte yandan, ayaklanmaların ayrı zamanlarda, ayrı yerlerde patlamaları ve çeşit çeşit olmaları gerçeği, genel harekete genişlik ve derinlik sağlar; ama yalnız bu çeşit vakitsiz, tek tek, dağınık, bu yüzden de başarısız devrimci hareketlerde, kitleler deney sahibi olurlar, bilgi edinirler, kuvvet toplarlar, gerçek önderlerini -sosyalist işçileri- tanırlar ve bu yolla genel saldırıya hazırlanırlar. 1905'teki genel saldırının yolunu da yer yer ve bütün ülkede grevler, gösteriler, ordudaki başkaldırmalar, köylüler arasındaki ayaklanmalar hazırlamıştı. (sayfa 118) "Discussion on Self-Determination Summed Up", V. İ. Lenin, National Liberation, Socialism and Imperialism, International Publishers, 1968, s. 158 -162, Temmuz 1916'da yazılan bu makale ilk defa Ekim 1916'da yayınlandı. 13. EMPERYALİZME KARŞI ULUSAL SAVAŞLAR V. İ. Lenin Junius'un yanlış önermelerinden ilki Uluslararası Grup'un beşinci tezi içindedir. "Bu dizginsiz emperyalizm döneminde artık ulusal savaşlar imkansızdır. Ulusal çıkarlar, işçi kitlelerini can düşmanları emperyalizmin hizmetine almak amacıyla sadece bir kandırma aracı olarak işe yararlar." Bu saptamla sonuçlanan beşinci tezin başlangıcı, bugünkü savaşın niteliğini tartışıp bunun bir emperyalist savaş olduğunu söyler. Genellikle ulusal savaşların bu reddedilişi ya bir yanlışlık ya da bugünkü savaşın (Birinci Dünya Savaşı) ulusal bir savaş değil, emperyalist bir savaş olduğu görüşünü -bu yetkin, doğru görüşü- iyice belirtmek için rasgele bir abartma olabilir. Bu yanlışın üstünde durulması gerekir, çünkü çeşitli Sosyal Demokratlar bugünkü savaşın bir ulusal savaş olduğu yolundaki sahte yargıdan hareketle, herhangi bir ulusal savaş olanağını da kabul etmiyorlar... "Ulusal savaşlar artık mümkün değildir" tezinin (sayfa 119) savunmasında tek kanıt, dünyanın küçük bir grup sömürgeci kuvvet tarafından bölündüğü, bu yüzden önce bir ulusal savaş olarak başlasa bile her savaşın, emperyalist kuvvetlerden ya da gruplardan birinin çıkarıyla ilgili bir emperyalist savaşa dönüşeceği tartışmasıdır (Junius, s. 81). Bu görüşteki safsata ortadadır. Hem doğada, hem toplumda bütün bölücü çizgilerin uzlaşımsal ve dinamik olduğu, her olgunun belli koşullar altında kendi karşıtına dönüşebileceği, elbet Marksist diyalektiğin bir teme1 önermesidir. Bir ulusal savaş, emperyalist savaşa dönüşebilir, tersi de olur. İşte bir örnek: Büyük Fransız Devriminin savaşları ulusal savaş olarak başladı ve gerçekten de böyleydi. Bunlar devrimci savaşlardı; devrim düşmanı mutlakıyetler birliğine karşı büyük devrimi savunuyorlardı. Ama Napoleon Fransız İmparatorluğunu kurup bazı büyük, yaşayan, eski Avrupa devletlerini ele geçirince Fransızların bu ulusal savaşları, emperyalist savaş oldu, bu kere Napoleon emperyalizmine karşı ulusal kurtuluş savaşlarına yol açtı... Ayrıca, emperyalist dönemde sömürgelerin ve yarı sömürgelerin açtığı ulusal savaşlar hem mümkün hem de kaçınılmazdır. Bir milyar insan, yani dünya nüfusunun yarısından çoğu sömürgelerde ve yarı sömürgelerde yaşıyor (Çin, Türkiye, İran). Oralardaki ulusal kurtuluş hareketleri zaten, ya çok kuvvetlidir ya da gelişmekte ve olgunlaşmaktadır. Her savaş siyasetin başka araçlarla devamıdır. Sömürgelerdeki ulusal kurtuluş siyasetinin devamı kaçınılmaz olarak emperyalizme karşı ulusal savaş biçimini alacaktır. Böyle savaşlar şimdiki "büyük" emperyalist kuvvetler arasında emperyalist bir savaşa götürebilir; ama götürmeyebilir de. Bir yığın etkene dayanır bu... Bugünkü savaşta "büyük" kuvvetler büsbütün bitkin düşerlerse, ya da Rusya'da devrim zafere ulaşırsa, ulusal hatta başarılı ulusal savaşlar mümkündür. Emperyalist (sayfa 120) kuvvetlerin silahlı müdahalesi her zaman mümkün değildir. Bu bir; ikincisi: Küçük bir devletin bir deve karşı savaşının umutsuz olacağı yolundaki yüzeysel görüş umutsuz bir savaşın bile gene de bir savaş olduğu gözlemiyle karşılanmalıdır. Ayrıca, "dev" ülkeler içinde bazı etkenlerin işlemesi de -sözgelimi, ihtilâlin patlaması- "umutsuz" bir savaşı "umutlu" bir savaşa döndürebilir. "Ulusal savaşlar artık mümkün değildir" yanlış önermesi üstünde ayrıntılarıyla durmamızın nedeni, bunun yalnız teorik bakımdan açıkça yanlış o1masından değildir; Üçüncü Enternasyonal'in ancak bayağılaştırılmamış Marksizm temeli üstüne kurulmasının mümkün olduğu bir sırada "Sol"un Marksist teoriyi hafiften alması çok üzücü birşey olurdu. Ama bu yanlış, pratik siyaset bakımından da çok zararlı; çünkü gerici savaşlardan başka savaş olamayacağına değindiği için saçma "silahsızlanma" propagandasını doğuruyor. Bundan başka, daha da gülünç ve aşağılık gerici bir tutumu -ulusal hareketlere kayıtsızlık tutumunu- doğuruyor. "Büyük" Avrupa uluslarının, yani küçük halkları ve sömürge halklarını ezen ulusların üyeleri, yarı bilimsel bir havayla "ulusal savaşlar artık mümkün değildir" diye ilan ettikleri zaman, böyle bir tutum aşırı ulusçuluk olur. Emperyalist kuvvetlere karşı ulusal savaşlar yalnız mümkün ve olası değil, kaçınılmaz, ilerici ve devrimcidirler; ama başarılı olmaları için ya ezilen ülkelerdeki kalabalık (Hindistan'da ve Çin'de yüzlerce milyon) halkın birleşik çabası, ya da uluslararası koşulların özellikle uygun bir durumu (yani savaşla, düşmanlıklarla vb. bitkin düşen emperyalist kuvvetlerin müdahale edememeleri gibi), ya da büyük devletlerin birinde burjuva sınıfına karşı işçi sınıfının ardarda ayaklanması gereklidir. (Bu son olasılık işçi sınıfının zaferi için en uygun ve özlenen birşey olduğundan baş yeri tutar.) (sayfa 121) "The Junius Pamphlet", V. İ. Lenin, Collected Works, cilt: 22, 1964, s. 304-312. 1916 Temmuzunda yazıldı. 14. MARKSİZM VE AYAKLANMA V. İ. Lenin Ayaklanmaya hazırlanmanın ve genel olarak, ayaklanmayı bir sanat olarak görme biçiminin "blankicilik" olduğunu ileri süren oportünist yalan, Marksizmin çarpıtılmaları arasında, en kötü niyetlerden ve egemen "sosyalist" partiler tarafından belki de en çok yayılmış bulunanlardan biridir. Oportünizmin büyük ustası, Bernstein, Marksizme karşı blankicilik suçlamasını ileri sürerek, acıklı bir ün kazanmıştı, ve gerçekte, bugünün oportünistleri, blankicilik diye haykırdıkları zaman, Bernstein'ın yoksul "fikir" lerini ne azıcık yenileştiriyor, ne de onları en küçük bir şey ile "zenginleştiriyorlar". Marksistleri, ayaklanmayı bir sanat olarak gördükleri için, blankicilik olarak suçlamak! Ayaklanmanın bir sanat olduğunu açıklayarak, onu bir sanat olarak ele almak gerektiğini, ilk başarıları kazanmak ve kargaşalık içine düşmesinden yararlanarak, düşmana karşı yürüyüşü aksatmaksızın, başarıdan başarıya ilerlemek gerektiğini, vb., vb. söyleyerek bu konudaki fikrini en belgin, en açık ve en kesin bir biçimde açıklayanın Marks'ın ta kendisi olduğunu hiç bir Marksist yadsıyamayacağına göre, gerçeğin bundan daha apaçık bir çarpıtılması olamaz. Başarmak için, ayaklanma bir komploya değil, bir partiye değil, ama öncü sınıfına dayanmalıdır. İşte birinci nokta. Ayaklanma halkın devrimci atılımına dayanmalıdır. İşte ikinci nokta. Ayaklanma, yükselen devrim tarihinin, halk öncüsünün etkinliğinin en güçlü olduğu, düşman saflarında ve devrimin güçsüz, kararsız, çelişki dolu dostlarının saflarında duraksamaların en güçlü oldukları bir dönüm noktasında patlak vermelidir; İşte üçüncü nokta. Ayaklanma sorununu koyma biçiminde, Marksizmin blankicilikten ayrılması sonucunu veren üç koşul, işte bunlardır. Ama, bu koşullar yerine geldikten sonra, ayaklanmayı bir sanat olarak görmeyi kabul etmemek, Marksizme ihanet etmektir, devrime ihanet etmektir. Ayaklanmanın, olayların nesnel akışı tarafından gündeme konmuş bulunduğunu partinin tam da şu anda zorunlulukla kabul etmesi gerektiğini, ayaklanmayı bir sanat olarak ele alması gerektiğini tanıtlamak için, belki en iyisi karşılaştırma yöntemini kullanmak ve 3 ve 4 Temmuz günleri ile Eylül günlerini karşılaştırmak olacaktır. 3 ve 4 Temmuz günleri, gerçeğe aykırı davranmaksızın, sorun şöyle konabiliyordu: İktidarı almak daha yeğdir, yoksa düşmanlarımız bizi her durumda başkaldırma ile suçlayacak ve bize fesatçıymışız gibi davranacaklardır. Ama bundan, iktidarı o zaman almanın yararlı olduğu sonucu çıkarılamıyordu, çünkü ayaklanmanın zaferi için nesnel koşullar gerçekleşmemişti. 1) Devrimin öncüsü olan sınıf henüz arkamızda değildi. Her iki başkent işçileri ve askerleri arasında henüz çoğunluğa sahip değildik. Bugün, her iki sovyette de bu çoğunluğa sahip bulunuyoruz. Bu çoğunluk yalnızca Temmuz ve Ağustos ayları olayları tarafından, bolşeviklere karşı "bastırma"lar deneyimi tarafından ve Kornilov ayaklanması deneyimi tarafından yaratılmıştır. 2) Devrimci coşku henüz büyük halk yığınını kazanmamıştı. Bugün, Kornilov ayaklanmasından sonra, kazanmış bulunuyor. Taşradaki olaylar ve iktidarın birçok yerde sovyetler tarafından alınması, işte bunu tanıtlar. 3) Düşmanlarımız arasında ve kararsız küçük-burjuvazi arasında, o zaman ciddi bir siyasal genişlikteki duraksamalar yoktu. Bugün, bu duraksamalar büyük bir genişlik kazandı: baş düşmanımız, müttefik emperyalizm, dünya emperyalizmi -çünkü "Müttefikler", dünya emperyalizminin başında bulunuyorlar- zafere değin savaş ile Rusya'ya karşı ayrı barış arasında kararsızlık gösterdi. Halk içinde çoğunluğu açıkça yitirmiş bulunan küçük-burjuva demokratlarımız, kadetler ile blok kurmayı, yani birleşmeyi kabul etmedikleri zaman, derin duraksamalar içine düştüler. 4) Bu nedenle, 3 ve 4 Temmuz günleri, ayaklanma bir yanlışlık olurdu: iktidarı ne maddeten ne de siyasal olarak koruyabilecektik. Her ne kadar Petrograd zaman zaman bizim elimizde olsa da, (iktidarı-ç.) maddeten (koruyamazdık-ç.), çünkü işçilerimiz ve askerlerimiz Petrograd'ı elde tutmak için dövüşmeyi, ölmeyi o zaman kabul etmezlerdi: aynı zamanda hem Kerenski'lere ve hem de Çereteli'ler ve Çernov'lara karşı bu 'kızgınlık", bu yatışmaz kin o zaman yoktu; bolşeviklere karşı, sosyalist-devrimcilerin ve menşeviklerin de katıldıkları kıyımların deneyimi ile insanlarımız henüz yoğrulmamışlardı. Siyasal olarak 3 ve 4 temmuz günleri iktidarı koruyamayacaktık, çünkü, Kornilov serüveninden önce, ordu ve taşra, Petrograd'a karşı yürüyebilirdi ve yürüyecekti. Bugün durum bambaşkadır. Devrimin öncüsü, yığınları sürüklemeye yetenekli, halkın öncüsü olan sınıfın çoğunluğu bizden yana. Halkın çoğunluğu bizden yana, çünkü Çernov'un hükümetten ayrılışı, köylülüğün sosyalist-devrimci bloktan (ne de sosyalist-devrimcilerin kendinden) toprak almayacağının, her ne kadar tek belirtisi olmaktan uzaksa da, gene de en gözle görülür ve en somut belirtisidir. Başlıca nokta, devrime kendi ulusal niteliğini veren nokta da, işte budur. Tüm emperyalizm ve tüm menşevikler ve sosyalist-devrimciler blokunun görülmemişduraksamaları karşısında, partinin kendi yolunu çok iyi bildiği bir durumun üstünlüğü bizden yana. Kesin bir zafer bizden yana, çünkü halk artık umutsuzluğun kıyısındadır, ve biz, "Kornilov günleri sırasındaki" yönetimimizin önemini göstererek, sonra da "blokçular"a bir uzlaşma önererek ve onlardan kendi duraksamalarına bir son vermekten uzak bir red yanıtı alarak, tüm halka aydınlık bir persfektif sunuyoruz. Uzlaşma önerimizin henüz reddedilmemiş olduğuna, Demokratik Konferansın henüz onu kabul edebileceğine inanmak, en büyük yanlışlık olurdu. Uzlaşma, bir parti tarafından partilere önerilmişti: bu iş başka türlü de olamazdı. Partiler bu uzlaşma önerisini kabul etmediler. Demokratik Konferans, yalnızca bir konferanstır, başka hiç bir şey değil. Unutulmaması gereken şey, onun devrimci halk çoğunluğunu, yoksullaşmış ve kızdırılmış köylülüğü temsil etmediğidir. Bu bir halk azınlığı konferansıdır bu apaçık gerçeği unutmamak gerek. Demokratik Konferansa bir parlamento gibi davranmak, bizim bakımımızdan en büyük yanlışlık, en kötü parlamenter alıklık olurdu, çünkü o eğer kendini parlamento ve devrimin egemen parlamentosu olarak da ilan etse, her şeye karşın hiç bir şeyi kararlaştıramayacaktır: Karar ona değil, Petrograd ve Moskova işçi mahallelerine bağlıdır. Başarı ile taçlanmış bir ayaklanmanın bütün nesnel koşulları biraraya gelmiş bulunuyor. Halkı çileden çıkaran ve gerçek bir işkence oluşturan duraksamalara, yalnız bizim ayaklanmadaki zaferimizin son vereceği; yalnız bizim ayaklanmadaki zaferimizin toprağı köylülüğe hemen vereceği; devrime karşı ayrı barış manevralarını, yalnız bizim ayaklanmadaki zaferimizin başarısızlığa uğratacağı, bu manevraları, daha tam, daha adil ve daha yakın bir barış, devrime elverişli bir barış açık önerisi ile başarısızlığa uğratacağı bir durumun olağanüstü üstünlüğü bizden yana. Ensonu yalnız bizim partimiz, ayaklanmada zafer kazandıktan sonra, Petrograd'ı kurtarabilir, çünkü, eğer bizim barış önerimiz kabul edilmez ve bir silah bırakışması bile sağlayamazsak, o zaman "aşırıcılığın" asıl yandaşları biz olacağız, savaş partilerinin başında biz olacağız, en iyi "savaş" partisi biz olacağız ve savaşı gerçekten devrimci bir biçimde yürüteceğiz. Kapitalistlerin bütün ekmeklerini ve bütün çizmelerini ellerinden alacağız. Onlara ekmek kırıntılarını bırakacak, onlara çarık giydireceğiz. Bütün ekmek ve bütün kunduraları cepheye vereceğiz. O zaman Petrograd'ı başarıyla savunacağız. Gerçekten devrimci bir savaş için, maddi olduğu kadar manevi kaynaklar da, Rusya'da hala çoktur; Almanların bizimle hiç olmazsa bir silah bırakışması yapmaları için yüzde-doksandokuz şans vardır. Ve bugün bir silah bırakışması sağlamak, tüm dünyayı yenmektir. Devrimi kurtarmak ve Rusya'yı her iki koalisyon emperyalistlerinin de istedikleri "ayrı" paylaşımdan kurturmak için, Petrograd ve Moskova işçilerinin ayaklanmasının kesinlikle zorunlu olduğunun bilincine varmış bulunan bizler, ilkin, siyasal taktiğimizi, Konferansta, yükselen devrim koşullarına uyarlamalıyız; sonra da, Marks'ın ayaklanmayı bir sanat olarak görmenin zorunluluğu üzerindeki düşüncesini yalnızca sözde kabul etmediğimizi tanıtlamalıyız. Sayı ile etkilenmeksizin, kararsızları kararsızlar kampında bırakmaktan korkmaksızın, Konferansa katılan bolşevik kanada gecikmeden yeni bir birlik vermeliyiz: Kararsızlar devrim davasına orada (kararsızlar kampında-ç.) gözüpek ve özverili savaşçılar kampında olduğundan daha yararlı olacaklardır. Uzun söylevlerin yetersizliğini, genel olarak "söylev"lerin yersizliğini, devrimin kurtuluşu için ivedi bir eylem zorunluluğunu, burjuvaziden tam bir kopma, bütün bugünkü hükümet üyelerinin görevden alınma, Rusya' nın "ayrı" bir paylaşımını hazırlayan İngiliz-Fransız emperyalistlerinden tam bir kopma kesin zorunluluğunu, bütün iktidarı hemen devrimci proletarya tarafından yönetilen devrimci demokrasinin eline geçirme zorunluluğunu en kesin bir biçimde belirten kısa bir bolşevikler bildirgesi yazmalıyız. Bildirgemiz, program tasarımız ile bağlılık içinde, şu vargıyı en kısa ve en açık biçimde formüllendirmelidir: Halklara barış, köylülere toprak, yüzkızartıcı kazançlara el koyma ve üretimin kapitalistler tarafından edepsizce baltalanmasına karşı bastırma. Bildirgemiz ne denli kısa, ne denli kesin olursa, o denli iyi olacaktır. Yalnızca bu bildirgede çok önemli iki noktayı daha vurgulamak gerekir: Halk kararsızlıklar yüzünden çileden çıkmıştır, halk sosyalist-devrimciler ile menşeviklerin kararsızlığı yüzünden rahatsızdır; biz bu partilerden kesinlikle kopuyoruz, çünkü onlar devrime ihanet etmişlerdir. Başka bir şey daha: Hemen ilhaksız bir barış önererek, müttefik emperyalistlerden ve tüm emperyalistlerden hemen koparak, hemen ya bir silah bırakışması, ya da bütün devrimci proletaryanın savunmaya katılmasını, ve devrimci demokrasi tarafından, devrimci demokrasinin yönetimi altında, gerçekten adil, gerçekten devrimci bir savaşın sürdürülmesini elde edeceğiz. Bu bildirgeyi okuduktan sonra, sözler değil kararlar, yazılı kararlar değil eylemler istedikten sonra, bütün kanadımızı fabrikalara ve kışlalara göndermeliyiz: onun yeri oralardadır, devrimin dirimsel gücü oralardadır, devrimin kurtuluşu oralardan gelecektir, Demokratik Konferansın itici gücü oralardır. Ateşli, heyecanlı söylevlerimizde, programımızı oralarda açıklamlı ve sorunu şöyle koymalıyız: Ya bu programın Konferans tarafından eksiksiz kabulü, ya da ayaklanma. Orta yol yoktur. Beklemek olanaksızdır. Devrim mahvolur. Sorun böylece konduktan sonra, tüm kanadımız fabrikalar ve kışlalarda toplanmış bulunduğundan, ayaklanmanın başlaması gereken zamanı kararlaştırabilecek bir durumda olacağız. Ve ayaklanmayı Marksistler olarak, yani bir sanat olarak görmek için, aynı zamanda, bir dakika yitirmeksizin, ayaklanma müfrezeleri kurmayanı örgütlemeli, güçlerimizi yerli yerine dağıtmalı, güvenilir alayları en önemli noktalara göndermeli, Aleksandra Tiyatrosunu kuşatmalı, Piyer ve Pol kalesini kuşatmalı, genelkurmayı ve hükümeti tutuklamalı, harpokulu öğrencilerine ve "vahşi tümen"e karşı, düşmanı kentin dirimsel merkezlerine sokmaktansa, ölmeye hazır müfrezeleri göndermeliyiz; silahlı işçileri seferber etmeli, onları son ve amansız bir savaşıma çağırmalı, telgraf ve telefonu aynı zamanda işgal etmeli, bizim ayaklanma kurmayımızı Telefon Merkezine yerleştirmeli, onu bütün fabrikalara, bütün alaylara, bütün silahlı savaşım merkezlerine, vb. telefonla bağlamalıyız. Bütün bunlar, kuşkusuz, yalnızca yaklaşık, ve yalnızca, yaşadığımız anda, eğer ayaklanma bir sanat olarak görülmezse, Marksizme bağlı kalınamayacağı, devrime bağlı kalınamayacağı olgusunu aydınlatmaya yönelik şeylerdir. V. İ. Lenin, Selected Works, cilt: 2, s. 365-370. Bu mektup Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisinin (Bolşevik) Merkez Komitesine 13-14 (26-27) Eylül 1917'de yazıldı. İlk kez 1921'de Proletarskaya Revolutsiya No: 2'de yayınlandı. 15. DOĞU HALKLARININ KURTULUŞU V. İ. Lenin Sovyet Rusya'nın Kolchak'a karşı tam zaferini gördük. Kapitalist boyunduruğundan kurtarılan işçilerle köylülerin birleşmiş kuvvetlerinin mucizeler yaratabileceğinin pratik ispatıdır bu. Devrimci bir savaşın çalışan, ezilen halkın ilgisini çektiğinde, halkı sömürücülere karşı dövüştükleri bilincine ulaştırdığında, onlara mucizeler yaratma gücünü ve yeteneğini verdiğinin pratik ispatıdır bu. Kızıl Ordu'nun başardıklarının, çarpışmasının ve zafer tarihinin bütün Doğu halkları için büyük, çığır açıcı bir önemi olacağını sanıyorum. Bu deney onlara şunu gösterecek: Ne kadar güçsüz olurlarsa olsunlar, çarpışmada askerlik sanatının ve tekniğin bütün harikalarını (sayfa 129) kullanan Avrupalı ezicilerin iktidarı, ne kadar kırılmaz görünürse görünsün, gene de, ezilen halkların açtığı devrimci bir savaş, birçok olanağıyla çalışan ve sömürülen milyonlarca insanı eyleme geçirmeyi gerçekten başarırsa, Doğu halkları kurtarılabilir; bu yalnız uluslararası devrim bakımından değil, kuvvetli emperyalist ülkelerin silahlı istilasına katlanan Sovyet Cumhuriyeti'nin Asya'da, Sibirya'da edindiği doğrudan doğruya askeri deney bakımından da mümkündür. Bundan başka, Rusya'daki İç Savaş deneyi bize ve bütün ülkelerin komünistlerine iç savaş potasında devrim coşkusunun kaynayıp gelişmesi yanında, ülkenin iç birliğinin de kuvvetlendiğini gösterdi. Savaş bir ülkenin bütün iktisadi ve örgütsel güçlerini sınar. Sonunda, açlığa, soğuğa katlanan işçiler ve köylüler için savaş çok güç olsa da, bu iki yıllık deneye dayanarak kazandığımızı ve bundan sonra da kazanacağımızı söyleyebiliriz; çünkü çok geniş ve sağlam bir ülkemiz var, açlığa ve soğuğa karşın köylülerimizle işçilerimiz el ele duruyor, kuvvetleniyor, her ağır darbeye daha büyük bir güçbirliği ve artan bir iktisadi verimle karşılık veriyorlar... İzin verirseniz... Doğu ulusları bakımından gelişen durum hakkında birşeyler söylemek istiyorum. Sizler çeşitli Doğulu halkların Komünist partilerinin ve komünist örgütlerinin temsilcilerisiniz. Rus Bolşevikleri, yeni devrim yolları göstermenin çok güç ama çok soylu ödevini yüklenerek eski emperyalizmde bir gedik açmayı başardılar diyebilirim; oysa sizin, Doğulu işçilerin temsilcilerinin, önünüzde daha büyük ve daha yeni bir ödeviniz var. Bütün dünyada yaklaşan sosyalist devrimin sadece her ülkenin işçi sınıfının kendi ülkesinin burjuva sınıfına karşı zaferi olmayacağı açıkça görünüyor. Devrimler çabuk ve kolayca gelseydi bu mümkün olurdu. Emperyalistlerin buna izin vermeyeceğini, her ülkenin kendi Bolşeviklerine (sayfa 130) karşı silahlandığını, tek düşüncelerinin yurtta Bolşevizmi yenmek olduğunu biliyoruz. Bu yüzden her ülkede bir iç savaş mayalanıyor. Bu savaşta eski Sosyalist uzlaştırıcılar burjuva sınıfının yanında olacaklar. Bu yüzden sosyalist devrim sadece her ülkedeki devrimci işçi sınıflarının kendi burjuva sınıflarına karşı çarpışması olmayacak. Hayır! Emperyalistlerin ezdiği bütün sömürgelerin ve ülkelerin, bütün bağımlı ülkelerin uluslararası emperyalizme karşı çarpışması olacak bu. Geçen Mart ayında kabul ettiğimiz Parti programında, yaklaşan dünya sosyalist devrimini tanımlarken gelişmiş ülkelerdeki işçilerin emperyalistlere ve sömürücülere karşı iç savaşının, uluslararası emperyalizme karşı ulusal savaşlarla birleşmeye başladığını söyledik. Devrimci akım bunu doğruluyor, günden güne daha da doğrulayacak. Bu, Doğuda da böyle olacak. Doğuda da kitlelerin yeni bir yaşam kurmak ve buna bağımsız olarak katılmak için ayaklanacağını biliyoruz; çünkü halkın yüz milyonlarcası, şimdiye kadar uluslararası emperyalist siyasetin nesneleri olarak ve kapitalist kültürüyle uygarlığını verimlendirme malzemesi olan her türlü haktan yoksun bir biçimde, bağımlı uluslara aittir. Sömürgeler için mandalar verildiğinden söz ettikleri zaman, bunun soygun ve yağma mandaları demek olduğunu, yani önemsiz bir halk topluluğuna dünya nüfusunun çoğunu sömürme hakkı verildiğini çok iyi biliriz. Bağımsız devrimci bir kuvvet kuramadığı için o zamana kadar tarihsel ilerleme yörüngesinin dışında kalan bu çoğunluk, bildiğimiz gibi, yirminci yüzyılın başlarında böyle hareketsiz bir rol oynamayı bıraktı. 1905'in ardından Türkiye'de, İran'da, Çin'de devrimler olduğunu ve Hindistan'da devrimci bir eylemin geliştiğini biliyoruz. Emperyalist savaş da devrimci hareketin gelişmesine katkıda bulundu; çünkü, Avrupalı emperyalistler çarpışmalarında tam (sayfa 131) örgütlü sömürge birlikleri kurmak zorunda kaldılar. Ayrıca, emperyalist savaş, Doğuyu uyandırdı, ve Doğu halklarını uluslararası siyasete soktu. İngiltere ve Fransa. sömürge halklarını silahlandırdı, onların askeri tekniğe ve bugünün makinalarına alışmasına yardım etti. Bu bilgiyi onlar sömürgeci efendilerine karşı kullanacaklar .Çağdaş devrimde Doğunun uyanma döneminin ardından bütün Doğulu halkların dünyanın alınyazısını kararlaştırmaya katılacakları dönem gelecek ve artık sadece başkalarını zenginleştiren nesneler olmayacaklar. Doğu halkları pratik eylem gereksinmesinin, her ulusun bütün insanlığın alınyazısına biçim vermeye katılması gereksinmesinin farkına varmaya başlıyor. İşte bu yüzden, dünya devriminin gelişme tarihinde -başlangıcına bakılırsa bu devrim uzun yıllar sürecek ve büyük çabalar isteyecek- devrimci mücadelede devrimci eylemde sizlerin büyük bir rol oynamaya ve uluslararası emperyalizme karşı mücadelemizde bizimle birlik olmaya çağrılacağınızı düşünüyorum. Uluslararası devrime katılmanız sizi karışık ve güç bir ödevle karşılaştıracak, bunun yerine getirilmesi ortak başarımızın temelini atmaya hizmet edecek, çünkü, halkın çoğunluğu ilk defa burada bağımsız olarak hareket etmeye başlıyor; uluslararası emperyalizmi yoketme kavgasında yorulmaz bir etken olacak bunlar. Doğulu halkların çoğu Avrupa'nın en geri kalmış ülkesinden -Rusya'dan- daha kötü bir durumdalar. Ama biz, derebeylik kalıntılarına ve kapitalizme karşı çarpışmamızda Rus işçileriyle köylülerini birleştirerek başarılı olduk; işçilerle köylüler derebeyliğe, kapitalizme karşı birleştikleri için zaferimiz kolay oldu. Doğulu halklarla ilişki kurmak özellikle önemlidir; çünkü Doğulu halkların çoğunluğu kapitalist fabrikaların okulundan geçmiş işçiler değil, orta çağ baskısının kurbanları olan (sayfa 132) sömürülen ve çalışan halkların tipik temsilcileridir. Rus Devrimi, işçilerin kapitalizmi yendikten ve çalışan yaygın köylü kitlesiyle birleştikten sonra orta çağ baskısına karşı nasıl zafer kazandıklarını gösterdi. Şimdi Sovyet Cumhuriyetimiz uyanan Doğulu halkları bir araya getirip onlarla birlikte uluslararası emperyalizme karşı çarpışmalıdır. Bu bakımdan sizler, önceki dünya Komünistlerinin karşılaşmadığı bir ödevle karşı karşıyasınız: Komünizmin genel teorisine ve pratiğine dayanarak Avrupa ülkelerinde olmayan özel koşullara kendinizi uydurmalısınız; bu teoriyi ve pratiği, halkın çoğunun köylü olduğu yerlerin koşullarına, kapitalizmle değil orta çağ kalıntılarıyla çarpışmak gereken yerlerin koşullarına uygulayabilmelisiniz. Tek ödev bu. Güç ama hoşnutluk verici bir ödev; çünkü şimdiye kadar çarpışmanın dışında kalan kitleler ona katılmaya başladılar; ayrıca Doğudaki komünist hücre örgütleri size Üçüncü Enternasyonal ile sıkı ilişki kurma fırsatı verir. Dünyanın ilerlemiş işçileriyle orta çağ koşulları altında çalışan ve sömürülen kitlelerin bu bağlaşmasının özel biçimlerini bulmalısınız. Sizlerin büyük ölçüde yapacağınızı, biz ülkemizde küçük ölçüde başardık. Umarım bu ödevi başarıyla yapacaksınız. Sizlerin temsilcileri olduğunuz Doğudaki komünist örgütleri sayesinde ileri devrimci işçi sınıfıyla ilişki kuracaksınız. Ödeviniz komünist propagandasının her ülkede halkın anlayacağı bir dille sürdürülmesini sağlamaktır. Son zaferin ancak dünyanın bütün ilerlemiş işçi sınıfı tarafından kazanılabileceği açıktır; biz Ruslar, başka ülkelerin, yani İngiliz, Fransız, Alman işçilerinin pekiştireceği işe başlıyoruz. Ama bütün ezilen sömürge uluslarının çalışan halklarının, en başta Doğulu ulusların (sayfa 133) yardımı olmadan bunların zafere ulaşamayacaklarını anlıyoruz. Komünizme geçişin yalnız öncülerle başarılamayacağını bilmeliyiz. Ödev şudur: Çalışan kitleleri, eriştikleri düzleme bakmadan devrimci faaliyete, bağımsız eyleme, örgütleşmeye itmek; daha ilerlemiş ülkelerin komünistleri için yazılmış gerçek komünist öğretisini her halkın diline çevirmek; hemen yapılması gereken pratik ödevleri yapmak ve başka ülkelerin işçilerini ortak bir mücadelede birleştirmek. Bunlar, çözümünü hiçbir komünist kitabında bulamayacağınız sorunlardır; ama bu çözümü Rusya'nın başlattığı ortak mücadelede bulacaksınız. Bu sorunla uğraşacak ve onu kendi bağımsız deneyinizle çözeceksiniz. Bu işte bir yandan öteki ülkelerin çalışan halklarının öncüleriyle sıkı bir bağlantının yardımını, öte yandan temsilcisi olduğunuz Doğa halklarına gerçek yaklaşma yolları bulma yeteneğinizin yardımını göreceksiniz. Tarihsel nedenlerle, bu halklar arasında uyanmakta olan, uyanması gereken burjuva milliyetçiliği temeline dayanacaksınız. Aynı zamanda, her ülkenin çalışan ve sömürülen halklarına yaklaşma yolları bulup onlara anlayacakları bir dille tek kurtuluş umutlarının uluslararası devrimde olduğunu ve uluslararası işçi sınıfının Doğuda çalışan ve sömürülen milyonlarca insanın tek dostu olduğunu anlatmalısınız. İşte önünüzdeki büyük ödev bu; devrim çağı ve devrimci hareketin gelişmesi sayesinde -bundan kuşkulanılamaz- bu ödev Doğunun komünist örgütlerinin birleşik çabalarıyla ve başarıyla yapılacak, uluslararası emperyalizme karşı tam bir zaferle sonuçlanacaktır. (sayfa 134) "Address to the Second All-Russian Congress of Communist Organizations of the Peoples of the East", V. İ. Lenin, Selected Works, Cilt 3, s. 285, 289-93; Demeç 22 Kasım 1919'da verildi. I. SOVYETLER BİRLİĞİ Lenin'in, devrimci silahlı mücadele konusunda öne sürdüğü görüşlerin nasıl uygulandığını anlamak için, aşağıdaki seçme yazılarda canlanan Sovyet gerilla savaşı deneyi ile, mimarları arasında bizzat Lenin'in de bulunduğu Sovyet savunma siyasetine eğilmek durumundayız. Yazıya dökülmüş geniş bir Sovyet gerilla deneyi var; bu Alexander Fadayev'in Ondokuz adlı büyük romanından, Nazilere karşı gerilla savaşlarına katılanların anılarına kadar uzanan geniş bir literatürdür. Konumuza aydınlık getiren en geniş yayın dizisinden, ortak bir gerilla stratejisi ve taktikleri teorisi çıkarmamız mümkün. Sovyetler Birliği'ndeki gerilla savaşlarının özelliği, sadece ulusal bir kurtuluş savaşı olmayışı ve genel anlamda devrimci eylem çerçevesi içinde kalmayışıdır. Asıl önemli olan, bu ülkedeki devrimci savaşların, diğer ülkelerdeki devrimci mücadelelere maddi ve manevi yardım sağlayarak, yarattığı dış etkidir. SBKP Merkez Komitesi Prezidyum Yardımcı Üyesi olan Şeref R. Raşidof, Birinci Asya, Afrika ve Latin Amerika Dayanışma Konferansında (Küba'da. 3 -15 Ocak, 1966'da toplanan ve Üç Kıta Konferansı adı da verilen toplantıda) Sovyetlerin, gerilla savaşı konusundaki tutumlarını dile getirmiştir. Raşidof, "Sovyet halkının, halk savaşlarını ve ezilen halkların özgürlük ve bağımsızlık amacıyla giriştikleri silahlı mücadeleleri desteklediğini" öne sürdü. Örnek olarak. Sovyetler Birliği'nin Vietnam halkına yaptığı geniş yardımı ayrıntılarıyla anlattı. Raşidof'a göre, Sovyetlerin "Ayrı toplumsal sistemlere sahip egemen ülkelerle ilişkilerini, barış .içinde birlikte yaşama ilkesi üstüne kurup geliştirmesi", ülkenin uluslararası görevlerini yerine getirmesine engel olmuyor. (sayfa 137) Çünkü, "Ezilenlerle ezenler, sömürülenlerle emperyalistler, emperyalist saldırganlarla onların kurbanları arasında, barış içinde beraber yaşamak diye bir şey düşünülemeyeceği açıktır" ve bu gerçeği Sovyetler de pekala biliyorlar. 1 . İÇ SAVAŞDA GERİLLALAR I. Minz İç Savaş (1917-21), büyük bir kurtuluş savaşı, Sovyet halkının ilk büyük yurtsever mücadelesidir. Kızıl Ordu ve Donanma, bu savaş sırasında yaratılıp geliştiler, ülkeye sadakat ve yürekten bağlılık, yiğitlik ve kahramanlık gibi Kızıl Ordu'nun da bağlı olduğu bir takım sağlam geleneklerin tohumu hep bu iç savaş sırasında atıldı. Kızıl Ordu zaferi kazandı, çünkü Sovyet halkına sadakat göstermişti. Çünkü Sovyet halkı, Beyaz Muhafızların o eski, kokuşmuş yönetimi diriltmeğe çalıştığını, yabancı işgalcilerin ülkelerini bir sömürge haline getirmek istediklerini, bunun Almanya'nın Ukrayna'yı sömürgeleştirme çabasında gayet canlı olarak beliren bir niyet olduğunu biliyordu. Bunları bildikleri içindir ki, en yiğit oğullarını Kızıl Orduya yollamışlar ve onu, ellerinin erdiği, güçlerinin yettiği ölçüde desteklemekten geri durmamışlardır. (sayfa 138) İşçilerle köylülerin bu bağlılığı, bu kararlılığı sayesinde, bozuk donatımlı Kızıl Ordu, iyi donatımlı ve kendisinden sayıca yüksek olan Beyaz Muhafızları ve onun yardakçısı yabancı işgalcileri yenebilmiştir. Ruslar, Kazaklar, Ukraynalılar, Trajikler, Beyazruslar, Özbekler, Kafkas yaylalarının çocukları ve Kuzeyliler, Kızıl Ordu saflarında omuz omuza dövüştüler ve bu, Sovyetler Birliğinde yaşayan çeşitli halklar arasındaki kardeşlik bağlarını daha da sıkılaştırdı. Başlarında Büyük Rus halkı olmak üzere, Sovyet Cumhuriyetinin büyük halkları, anavatanı elbirliğiyle savundular ve gene elbirliğiyle Ukrayna'yı, Beyaz Rusya'yı, Azarbeycan'ı ve Türkmenistan'ı kurtardılar. Akıttıkları kan, Sovyetler Birliği halklarının dostluğunu pekiştiren harcın suyu olmuştur. Kızıl Ordunun zaferi konusunda Lenin şöyle yazıyor: "Zaferi kazanmamızın sebebi el ele verebilmiş olmamız, tutkunluğumuzdur." Kızıl Ordunun zaferine katkıda bulunan önemli öğelerden biri de, Komünist Partisi yönetimindeki hükümetin, ülkeyi savunma için örgütleyebilmiş olmasıdır. Bütün ülke, Kızıl Ordunun ardında, hiç bir çabayı esirgemeyen koskoca; birleşmiş bir kışla haline dönüştürülmüş bulunuyordu. Kızıl Ordunun zaferini perçinleyen çeşitli yardımlar arasında, düşmanın içinde savaşan gerillaların katkısı paha biçilmez niteliktedir. Bu kahraman gerilla savaşının bıraktığı deney ve yarattığı gelenekler Sovyet halkının tarihine silinmez harflerle yazılmıştır. Bugün de, (1942), halkımızın, faşist sürülerine karşı mücadelesinde o eski deney ve geleneklerin önemli yardımı oluyor. Yabancı işgalcilerin ve Beyaz Muhafızların eline düşmüş her bölgede, her cumhuriyette gerilla savaşı patlak verdi. Her bölgenin, kendi özelliklerine uygun özel savaş yöntemleri vardı; fakat bütünüyle ele alındığında, (sayfa 139) düşmanın gerilerinde durmadan onu vuran bir "küçük savaş" söz konusuydu. Bu "küçük savaş", özellikle Ukrayna'da, Beyaz Rusya'da ve Baltık ülkelerinde başarının doruklarına ulaşıyordu. Buğday hırsızlığı peşinde olan Almanlar 300.000 kişiyi aşkın bir orduyla Ukrayna'yı işgal etmişlerdi. Aslında bu büyük bir yağmacılık girişimiydi. Sadece şehirlerde değil, büyük köylerde de Alman garnizonları kurulmuş bulunuyordu. İşgal kuvvetleri köyler arasında mekik dokuyordu. İşte, Ukrayna halkının gerilla savaşına özelliğini veren, bu gerçekler oldu. Büyük gerilla birlikleri kurmak imkansız gibiydi. Çünkü büyük birlikler, Alman kuvvetlerinin eline kolayca düşebilir ve kolayca ezilebilirdi. Ülkenin özelliği de -geniş bozkırlar ve saklanma olanağı sağlayabilecek ormanların azlığı- büyük birlikler kurulmasını engelliyordu. Bir gerilla birliğinde genellikle 30 ila 50 çeteci bulunuyordu. Bunlar, dikkatle seçilmiş. Sovyet rejimine bağlılığı bilinen, yiğitlikleri ve tecrübeleri belli kişilerdi. Gerillacılar, farklı köylerden geliyor, gene kendi köyünde yaşamağa devam ediyor, işinin gücünün başında bulunuyordu. Silahları el altında bir yere dikkatle saklanmıştı. Çetenin başı, Alman garnizonuna bir baskın yapmağa karar verince, bütün arkadaşlarına özel ulaklarla haber gönderiyor ve kararlaştırılan gün, ellerinde silahları bütün çeteciler belli bir noktada buluşuyorlardı. Başarılacak işin büyüklüğüne göre, toplananların sayısı bir kaç yüze kadar çıkabiliyordu. Baskın gerçekleştikten, Alman garnizonu süpürüldükten sonra çeteciler gene köylerine dağılıyor, silahlarını iyi bir yere saklıyor ve eskisi gibi işlerinin başına geçiyorlardı. Gayet hareketli olan bu birlikler, baskından kısa bir zaman sonra, harekat alanından kilometrelerce öteye süratle kayarak gözden kaybolmasını biliyorlardı. Baskın haberi Alman (sayfa 140) Komutanlığına ulaşınca, derhal, yüzlerce kişilik bir kuvvet, hatta bazan koca bir tümen, gerillaların peşine gönderiliyordu. Bunlar derhal bölgeyi çembere alıyorlar, korulukları ve ovaları didik didik ediyorlar, fakat sonunda eli boş dönüyorlardı. Beyaz Rusya'daki gerilla savaşının da kendine özgü yanları vardı. Bu bölgede ormanlar, geniş bataklıklar yaygın olduğu için, saklanma olanağı da büyüktür. Fakat bunlar, büyük gerilla birlikleri kurmağa yetmiyordu. İşgal kuvvetleri anayolları ve tren yollarını tutuyor, ikide bir ormana, ya da bataklığa sapan küçük yollardan gitmekten çekiniyorlardı. Bu yüzden, muhabere hatları daimi tehlikede oluyor, bu da onların, yolları, özellikle köprüleri, zırhlı araba ve trenlerle ve makinalı tüfekle donatılmış özel piyade birlikleriyle korumalarına yolaçıyordu. Bu sıkı denetim, hiç de iyi donatılmamış olan gerillaların, eylemlerini, Kızıl Orduya ait birliklerin harekâtı ile işbirliği içinde yürütmeleri zorunluluğunu doğuruyordu. Bu tür gerilla savaşı, çetelerin Kızıl Ordu birlik karargahları ile doğrudan bağlantı kurabildiği ölçüde başarılı olmaktaydı. Bu bağlantı bir kere kurulunca, bu defa gerillacılar, nereye baskın yapılacağı, hangi köprünün uçurulacağı v.b. konularda, Kızıl Ordu Komutanlığının harekât planı içinde çalışmağa başlıyorlardı. Bu sıkı işbirliği sayesinde de Kızıl Ordu, düşmana daha etkili darbeler indirmekte başarılı oluyordu. Bu gerilla eylemleri düşmanı hayli yormakla kalmıyor, aynı zamanda devamlı bir gerginlik içinde bulunduruyordu: Göz açıp dinlenme fırsatı bulamayan düşman, iki cephede birden savaşmak zorunda bırakılmış oluyordu. Alman işgalciler, gece gündüz, yabancı bir toprakta olduklarını bir dakika bile akıllarından çıkaramıyorlar, tehlike, her kulübeye, her çalı dibine pusmuş durumda. (sayfa 141) Sibirya'da, Kolchak'ın gerilerinde, gerilla savaşı, eşi az bulunur bir yaygınlıktaydı. Burada yüzlerce gerilla birliğinin kurulmuş olduğunu görüyoruz. Bölgenin genişliği, Beyaz muhafızların her yerde üslenmesine elvermiyordu. Sadece büyük şehirlerde ve demiryolu boylarında garnizonlar kurabiliyorlar, demiryollarına yirmi kilometreden uzak bölgelerde yerleşmeğe cesaret edemiyorlardı. Bu sayede, büyük gerilla birlikleri, hatta tümenleri, alayları, taburlarıyla koskoca gerilla orduları kurulabiliyordu. Shchetinkin ve Kravchenko komutasındaki gerilla ordusundaki çeteci sayısı onbinlere ulaşmaktaydı. Kolchak hatlarının gerisindeki bütün bölgelerin Sovyetlerin denetiminde olmasını sağlayan güçler bunlardı. Buralarda, Sovyet yerel hükümeti olağan görevine devam ediyor, işleri yürütüyor, Sovyet gazeteleri muntazaman yayınlanıyordu. Taburlara, bölüklere ayrılmış olan gerilla kuvvetlerinin geri hizmetleri de gayet iyi örgütlenmiş durumdaydı. Bütün gizli eylemler, Kızıl Ordu Doğu-Cephesi Genel Kurmayının planları çerçevesinde yürütülüyordu. Gerilla kuvvetleriyle baş etme amacıyla Kolchak, kuvvetlerinin büyük bir kısmını dağıtmak zorunda kaldı. Sadece demiryollarını korumak amacıyla 200.000 kişi ayırmıştı. Zamanla bu büyüklükte bir kuvvetin bile yetersiz olduğu anlaşılacak ve Kolchak cepheden, demiryollarını korumak üzere, adam çekmek zorunda kalacaktır. Kızıl Ordu tarafından iyice sıkıştırılan Beyaz Kuvvetler çekilmeğe başladılar. Ancak, çekilme hatları da gerillaların devamlı tehdidi altındaydı. Bir kıskaç içine düşmüş, iki ateş arasında kalmış olan Kolchak kuvvetleri erimeğe başladı. Bir kısım kuvvetler, tümen tümen, Kızıl Ordu saflarına geçtiler. Sonunda, Kızıl Ordu ile gerillaların elbirliği sayesinde Kolchak bozguna uğratıldı. (sayfa 142) I. Minz, The Army of the Soviet Union, Yabancı Diller Yayınevi, Moskova, 1942, s. 90, 93. 2. II. DÜNYA SAVAŞINDA SOVYET PARTİZANLARI A. Fyodorov Almanlar gemi azıya almış, saldırılarını günden güne geliştiriyorlardı. Ukrayna'nın batısı savaş bölgesi halini almıştı. Düşman uçaklarının Chernigov üstünde düzinelerce uçuş yapmalarına, şehirleri durmadan dinlenmeden bombalamalarına rağmen, biz, Chernigov bölgesi yöneticileri için Almanların, Ukrayna'nın ta göbeğinde olan bu alanı işgal edeceklerine inanmak imkansız görünüyordu. 4 Temmuzda, Chernigov Demiryolu Deposunda toplanan işçilere yaptığımız konuşmada, faşistlerin şehrimize giremeyeceklerini ve sükunet içinde işimize devam etmemiz gerektiğini söyledim. Samimi inancım bu idi. Bölge Komitesi binasına döndüğüm zaman, Ukrayna Merkez Komitesi sekreteri Yoldaş Korotchenko'nun Kiev'den gelmiş olduğunu öğrendim. Chernigov'ta bir günden fazla kalmadı. Onun yardımıyla, bölgesel kuruluşlarca, önce kimlerin, hangi sanayi malzemesinin ve değerli malların kurtarılıp kaçırılması gerektiği konusunda planlar yapıldı. Ayrılmadan önce bize, İç Savaşa katılan partizanların kaydedilmesini salık verdi. "Onların tecrübesine çok iş düşecek!" dedi. O akşam Merkez Komitesinden bir telgraf aldım, Kiev'e çağrılıyordum. Hemen arabayla yola çıktım. (sayfa 143) Nikita Sergeyevich (Khrushchev) beni o gece kabul etti. Cephelerdeki durumu anlattı ve gerçekleri olduğu gibi kabul etmemiz gerektiğini belirtti. Alman taarruzunun küçümsenmemesi gerektiğini, düşmanın ülkenin göbeğine kadar ilerlemesinin bizi hazırlıksız yakalamaması için elden gelen herşeyin yapılması zorunluluğunu anlattı. Nikita Sergeyevich, derhal bir Bolşevik yeraltı hareketi için hazırlıklara girişmemizi ve henüz vakit varken her bölgede bir parti birliği örgütlenmesini bildirdi. "Chernigov'a döner dönmez, derhal halkın içinden seçeceklerinizi seçin, ormanlarda partizanlar için üsler kurun ve seçtiklerinizin askeri eğitimine hemen başlayın. Ayrıntılı emirleri Yoldaş Burmistrenko size verecektir". Mikhail Alexseyevich Burmistrenko bana yeraltı eylemleri için nasıl adam seçileceğini, bir partizan birliğinin nasıl bir örgüt olacağını, nasıl kurulacağını bir bir anlattı ve şifreleri verdi. Beni hayrete düşüren, Merkez Komitesinin yeraltı hareketinin planlamasını çoktan yapmış ve örgütlerin şemalarını bile çıkarmış olmasıydı... Chernigov'a varır varmaz Bölge Komitesini toplantıya çağırdım. Yeraltı hareketi örgütleyeceğimize dair haberim, üyeler üzerinde mavi gökte şimşek çakmışçasına bir etki gösterdi. Bir yeraltı hareketi örgütlemek mi! Bunlar gerçekçi olmaktan uzak, kitabi laflardı. "Bolşevik yeraltı hareketi." Bu da nereden çıktı? Bilinen, böyle bir hareketin partinin tarihinde yazılı oluşu, vaktiyle böyle bir harekete girişilmiş olması idi. Fakat birden herkes toparlandı, gençliğin o ilk çekingenliğine benzer şaşkınlıktan sıyrıldı. Sovyetlerin yetiştirdiği yeni kuşak bir yeraltı hareketi hazırlamağa başlıyordu... Bölge Komitesinin bütün üyeleri Chernigov (sayfa 144) bölgesinde kalacaklardı. Aynı toplantıda yedi kişilik bir yeraltı Bölge Komitesi seçtik. Yakalananların yerini alacak yedek üyeleri de saptadık. Yakalanma olanağını da elbette göz önünde bulundurmalıydık. Görev bölümü yaptıktan sonra. bir eylem plan taslağı hazırlamak üzere tartışma açtık. Herkes, kısa zamanda yeni duruma uymasını bildi. Partinin bölge komiteleri sayısı ikiye çıkmıştı: Yasal komite ve yeraltı komitesi. İkincinin varlığından sadece üyeleri haberdar olacaklardı. Bir iki gün sonra Komsomol (Genç Komünist Birliği) B.K. de bir yeraltı komitesi kurdu. Ben hem yasal, hem de yeraltı komitelerinin sekreteriydim. Ancak, ta başlangıcından beri, yasal işleri diğer yoldaşların üstüne yıkıp, bu yeni ve bilinmeyen yeraltı hayatının hazırlanmasıyla uğraşmaya yöneldim. Parti Merkez Komitesi, biz B. K. üyelerinden, hazırlıkları sıkı tutmamızı istiyordu. Yarınki partizanların günlük ihtiyaçlarına varıncaya kadar her şeyi inceden inceye düşünüp hesaplamalıydık. Geleceğin partizan komutanları şimdiden özel kurslara gidiyor ve köprü uçurmayı, tank yakmayı ve Alman kurmayından belge çalmayı öğreniyorlardı. Şimdiden ailelerinden uzaklaşmışlardı. Yeraltına geçecek olan partizanların adları da değişmişti: gerçek adlarıyla çağırıldıkları zaman cevap vermemeğe hazırlanmak üzere kendilerini yetiştiriyorlardı... Aramızda işbölümü yapmıştık. Benim görevim, yeraltı bölge ve Komsomol komitelerini örgütlemekti. Bölge halkının ve zenginliklerinin başka bir yere aktarılması işiyle de uğraşıyordum. Nikolai Nikitich Popudrenko, siper kazıcıların yetiştirilmesi görevini üzerine almıştı. Propaganda ve ajitasyon işleri sekreteri olan Petrik, yazı seçme, matbaa kurma, baskı ve paketleme işleriyle (sayfa 145) görevlendirilmişti; Novikov, Yaremenko ve Rudko, köy ve fabrikalardan yeraltı hareketinin çekirdeğini teşkil edecek kişileri seçme ve bunların yapacakları işe ne ölçüde uygun kişiler olduklarını inceleme işini yüklenmişlerdi. Kapranov yiyecek maddelerinin stok işleriyle meşguldü. Bir ay içinde, 900 kişiden fazlasını, yeraltı eylemlerine girişmeleri amacıyla bölgelere dağıttık. Bölgelerde yeraltı ve mukavemet eylemleri için yoğun birtakım hazırlıklara girişilmiş bulunuyordu. Sanayi donatımının ve hububat hasadının emin yerlere aktarılması konusunda telefon ya da telgraf yoluyla aldığımız raporların yanısıra, yeraltı hazırlıklarının durumunu bildiren günlük raporlar da -tabii hepsi şifreli- B.K.'ne muntazam ulaşıyordu. Kholmy bölgesinde eylem gösteren, gönüllülerden kurulmuş bir imha taburumuz vardı. Yoldaş Kurochka, ormanlarda düşmanla savaş konusunda şimdiden belli bir tecrübe kazanmış olan bu tabur mensuplarının, gelecekte aşağı yukarı aynı şartlar altında savaşacak olan yarınki savaşçı partizanların meydana getireceği alayın çekirdeğini teşkil etmesine haklı olarak karar vermişti. İmha taburundaki 240 kişinin hepsi de düşmanın gerisinde kalmayı ve partizanlara katılmayı kabul ettiler. Kholmy bölgesindeki komitenin bütün partili üyeleri, bölge yürütme komitesi üyeleri, İçişleri Halk Komiserliğinde çalışan partizanlar, tümüyle sözü geçen alaya katıldılar. Alay, atış ve elbombası eğitimine ve mukavemet gerilla taktiklerini öğrenmeğe başladı. Bölge, sivil Hava ve Kimya Savunma Kurumunun (Osoaviakhim) haddehanesi makina atölyesinde, eğitimde kullanılan bir makinalı tüfek, savaşta kullanılabilir hale getirildi... Kholmy bölgesi işgale uğramadan on beş gün önce, imha taburu ile ona sonradan katılan gönüllüler ormana (sayfa 146) çekildiler ve cephenin kendilerini geride bırakmasını sağladılar. Yoldaş Korotkov'un parti komitesi sekreteri olduğu Koryukhovka bölgesinde, Yoldaş Stalin'in radyodan halka hitabından sonra bütün partizanlar köylerin yolunu tutmuştu. Öyle ki. B.K. emrini beklemeksizin köylerdeki komünistleri ve kolektif çiftliklerin önde gelen kişilerini, Alman işgalinin kaçınılmazlığı ve düşmana karşı yürütülecek gerilla savaşı konularında hazırlama görevini, partizanlar kendiliklerinden yüklenmiş oluyorlardı. Zamanında, onbir komünist yeraltı savaş çekirdeği örgütlemeyi başardılar. Düşman cephesinin arkasında kalmağa razı olan herkese ayrıntılı emirler veriliyordu. Moskova bölge komitesi sekreteri yoldaş Stratilat (ki ilerde başarılı bir komutan olarak da kendisini gösterecektir), daha bu bölge işgale uğramadan çok önce, ilgi çekici bir karar verdi. Bu bölgeye yeni gelenlerle genç komünistlerin tümü bölge komitesine çağrıldı. Yeraltında kalmak isteyip de bu işe elverişli olduğu anlaşılanlar, kendilerini kimsenin tanımadığı köylere ve kasabalara gönderileceklerdi. Oralara varır varmaz, köy Sovyetlerinde, kolhozlarda, hastahanelerde v.s. önemsiz işlere girdiler. Bir süre sonra gizli toplantılar örgütlemeğe ve direnme gurupları kurmağa başladılar. Oster bölgesi yüz partizanı barındırabilecek bir üssün şimdiden hazır olduğunu bildirdi. Sekiz ay kadar yetecek yiyecek, silah, cephane ve daha pek çok gereç buraya saklanmış bulunuyordu. Biri onbeş, diğeri yirmi kişilik iki birlik kuruldu. Yeraltına geçecek bu bölge komünistleri hemen bir toplantıya çağrıldı. İşte, bu şekilde raporlar göndermeyen tek bir bölge bile yoktu. Chemigov Bölge Yürütme Komitesi eski, başkan yardımcısı ve şimdi yeraltı B.K. üyesi olan Vasili Logvinovich Kapranov, partizanlar için üsler kurup (sayfa 147) donatma görevini yürütüyordu. Bu küçük, topaç gibi adamın, bu dünyanın en yufka yürekli adamının yaptıkları, büyük bir gizlilik içinde sürüp gidiyordu. Tonlarca un, sandıklar dolusu konserve, fıçılarla içki, depolarda ona teslim ediliyordu. Kamyonlar yanaşıyor, ağır çuvalları yükleniyorlar, faturalar kesiliyor. Bütün bu malzemenin nereye gittiğini bilen tek kişi Kapranov. Kamyonun biri bir yerlerde, orman kıyısında bir tarlada durur, yükünü boşaltır ve döner. Boş kamyon gözden kaybolunca ormandan bir at arabası çıkar, arabacı malzemeyi yüklemeğe başlar. Beygir önce araba yolunu tutar, sonra ormana dalar ve kaybolur. Arabanın yanında yürüyen adam, tekerlek izlerini dal kırıklarıyla ve otlarla örtmeğe çalışır. Ama çokcası at arabası bile bulunmaz. Malzeme sırtlarda taşınır. Bunları taşıyanlar geleceğin partizanlarıdır. Mallar çok çeşitlidir: Şeker, bisküvit, fişek, makinalı tüfek, çizme, matbaa makinası... Normal bir depo, üç metre derinliğinde, otuz ila kırk metre kare genişliğindedir. Duvarlarına kalın keresteden payandalar vurulmuş, sağlam bir sipere benzetilmiştir. Tabii kereste, en az üçyüz adım ötedeki ağaçların kesilmesiyle elde edilir. Zemin önce sertleştirilir, sonra da malzeme nemden zarar görmesin diye dallarla örtülür. Artıklar mümkün mertebe uzağa götürülüp dağıtılır ya da bir ırmağa. bir ağaçlıklı dereye atılır. Böyle bir çukur -daha doğrusu inşaatı kaba yeraltı deposu- kereste ile örtülür, üstüne toprak atılır ve dam araziyle aynı hizada tutulur. Bundan sonra yapılacak iş, damı çim ya da yosunla kaplamak ve eğer mümkünse üstüne çalı ya da küçük ağaç dikmek. Kapranov sık sık beni bu gizli depoların yanına kadar götürmüştür. Bir keresinde bile olsun deponun nerde olduğunu keşfedemedim. Bana ağaç çentikleri ve diğer belirtileri gösterdikten sonra, çukurun yerini keşfetmemi isterdi. (sayfa 148) Kapranovo'un adamları böyle, tam dokuz çukur kazdılar. İşlerini gayet iyi biliyorlardı. Faşistler, bunlardan sadece birinin yerini keşfetmişlerdir, o da kaza eseri. Bölgemizdeki çukur1arın sayısı 200'ü buluyordu. Bunları bölgenin birlikleri inşa etmişti. Eğer bu iş başarılmasaydı, özellikle başlangıçtaki örgütlenme döneminde, partizan bir1iklerin hali haraptı. Çukurlar bir çok bir1iği kurtarmıştır. Halk bizi her zaman besleyemiyordu. Düşmanın yiyecek depolarını ele geçirebilmemiz için ise önce silah depolarını, cephaneliklerini ele geçirmemiz ve düşman sayesinde silahlanmamız gerekmekteydi... İşte, insanların toplanması, üslerin kurulması böyle oldu. Bize kalırsa artık davetsiz "misafirleri" ağırlayacak hale gelmiştik. Acaba, yeraltı işçilerimiz, en önemli işin, halkın desteğini sağlamak olduğunu, halkla beraber olmamızın kutsal görevimiz sayıldığını ve düşman, bölgemizde saltanatını sürerken, halkı da direnmeye katmamız zorunluluğunu tam anlamıyla kavramışlar mıydı? Biz komünistler, nihayet, örgütleyen kişiler olarak hareketin sadece çekirdeğini teşkil ediyorduk. Bunu aklımızdan hiç çıkarmamalıydık. Halkın desteğini sağlayabilirsek, hiç bir düşman kuvveti bizi yenemezdi... B.K.'nin komünistlere ve Komsomol üyelerine verdiği başlıca görevlerden biri, parti disiplinini en sıkı seviyede tutmak için ve gevşekliğe, tembelliğe, sorumsuzluğa karşı savaşmaktı. Bazılarına göre, partinin hareketi kendi başına, daha doğrusu başıboş, bırakmayacağı açıkça belirtilmeliydi. Tıpkı bir askerden beklendiği gibi, partizanlardan da disiplin, planlı eylem ve örgütlenme beklenmeli, ayrıca, çeşitli birliklerin ve insanların yardımlaşmasından emin olunmalıydı. Komünist her yerde komünisttir. İster ormanda, ister yeraltında, ister arkadaşları içinde, ister aile ocağında, (sayfa 149) bir komünist, komünist olduğunu unutmamalı, parti sorumluluğundan dışarı çıkmamalı ve parti kurallarını çiğnememelidir. Özellikle işgal başladıktan sonra örgütlenen bazı birliklerde, partinin eskiden beri yasak ettiği bir uygulamaya, subayların seçimle tayini usulüne başvurulduğu görüldü. B.K., bu uygulamayı yasakladı ve Chemigov bölgesindeki bütün birliklerin bölge karargahlarına bağlanarak komuta zincirine girmesini emretti. Aynı zamanda, B.K. tek kişi önderliğini ve komutan otoritesini güçlendirmeğe de çalışıyordu. Komutanın sözü kanundu. B.K., komutanın aldığı kararların ve verdiği emirlerin tartışılması amacına yönelmiş her türlü toplantıyı da yasaklıyordu. Partizanlar işgal edilmiş bölgelerde serbest bir takım vatandaşlardı. Fakat bu, ormanda keyfine dolaşmak için verilmiş bir serbestlik değildi. Bu savaştaki partizanlar, kendilerini, Kızıl Ordunun savaşçıları olarak görmek zorundaydılar. Her partizana, "Sovyet devletinin anayasası zorunlu kıldığı için, askerlik görevini yapıyorsun" diyorduk. "Şunu da hiç aklından çıkarma ki, sevgili yoldaş, düşman Ukrayna'ya girmişse de, Ukrayna Sovyetler Birliğinin bir parçasıdır. Partizan olmanın sebebi, Sovyet vatandaşı bilincinin seni partizan olmaya zorlamasıdır. Öyleyse, disipline gönül rızasıyla ve bilinçle uymalısın. Gönüllü yazılmış olman, disiplini bozma serbestliğinin bulunması anlamını katiyen tanımaz..." (sayfa 150) Fyodorov'un gerillada kullandığı takma adıyla yayınladığı aşağıdaki emir, Sovyet gerillalarının eylemlerini ve onlardan neler beklendiğini belirtmesi bakımından ilgi çekicidir. CHERNİGOV MUKAVEMET HAREKETİ BÖLGE KARAGAHININ GÜNLÜK EMRİ (Ombishi ORMANI) 9 Kasım 1941 Mukavemet hareketi bölge karargahından bildirilmiştir: Ichnya birliği önderleri -Yoldaş P .P .Sychov (birlik komutanı), Yoldaş V.D. Gorbat (Parti Komiseri) ve Yoldaş Popko (Bölge yeraltı parti komitesi sekreteri)- faşist Alman işgalcilerine karşı başarılı savaşlar verebilecek, sağlam bir mukavemet birliği çekirdeği kurmakla sonuçlanan örgütleme işlerine giriştiler. Fakat önderlik henüz fırsatlardan yararlanabilmiş değildir: Halk arasında, kitlelere siyasal bilinç verme ve partiyi güçlendirmeye de girişilmiş değildir; iyi bir istihbarat birimi kurulamamıştır; faşist Alman işgalcilerine karşı kitle halinde amansız ve merhametsiz bir saldırıya kalkışmamış; Alman işgalcilerle savaşta girişim üstünlüğü sağlanamamış; faşistlerin ve ajanlarının giriştiği şiddet hareketlerine karşı Kızıl Tedhişe başvurulmamış, daha şimdiden Ichnya bölgesinde düzinelerle tam anlamıyla masum insanı öldüren bu faşist saldırganlara kuvvetli darbeler indirilememiştir. Ölenler arasında Buromka köyünden Yoldaş Yaroshenkof, Rozhnovka köyünden bir kolhoz üyesi ve Zaudaika köyünden bir Kızıl Ordulu da vardır. Mukavemet hareketi bölge karargahı Ichnya parti birliği önderliğine şunları emreder: Hiç gecikmeden Kiev-Bakhmach demiryolunun tahrip; Kruty ile Plisky arasındaki demiryolu köprüsünü uçurmak; hiç ara vermeden Alman trenlerini raydan çıkarmak; motor1u araçları, zırhlı araçları ve cephanelikleri tahrip; Almanları ve ajanlarını temizlemek; Inchnya, Parafiyevka ve Kruty'deki Alman birliklerini püskürtmek. Almanlar tarafından hazırlanan komünist kayıt (sayfa 151) listelerinin ele geçirilmesi, Zauıdaika köyü muhtarı ile bu köydeki Ukrayna milliyetçilerini idam etmek; önümüzdeki on gün içinde komünistleri gruplar halinde toplayarak onlara, Alman işgalcilere karşı savaşmanın görevleri olduğunu anlatmak. Partizan birliği için, hiç vakit kaybetmeden, en iyi erkek ve kadınlardan en geniş şekilde üye kaydına başlamak. Sistemli arazi keşifleri yapmak, bölgedeki her köyde ve komşu bölgelerle temas kurmak; bu amaçla birliğe iki kadın, eğer mümkünse bir çocuk ve bir yaşlı adamı ulak olarak almak; her köyde, haber ve temas amaçlarıyla, iki ya da üç kişi bulundurmak ve böylece köyde olup bitenleri ve bölgenin genel durumunu günü gününe, hatta saati saatine bilmek. Her partizan, parti ve hükümet emirlerine kayıtsız şartsız uyar. Dolayısiyle, halk arasında siyasal bilinci arttıracak çalışmalar yapmak, emekçi halkın refahıyla ilgilenmek ve onlara maddi çıkarları konusunda yardımcı olmak her partizanın görevidir. Bütün bu işlerin yerine getirilmesi için, birlik, düzenli aralıklarla ve belli zamanlarda, savaş düzeninde olduğu halde, bölgedeki bütün köyleri dolaşacak, gerekirse başka bölgelere de gidecek ve yürüyüşü sırasında karşısına çıkan bütün görevleri yerine getirecektir: Düşman unsurları bölgeden süpürüp atmak; düşman üslerini, köprüleri, motorlu araçları, trenleri, v.s. tahrip etmek; halk arasında siyasi bilinci arttırmak için çaba göstermek; emekçi halka elle tutulur maddi yardım sağlamak v.b. Partizan eylemin ana ilkeleri, savaş görevleriyle birlikte halkı siyasal konularda eğitme görevlerini yerine getirmeyi de kapsamaktadır: Partizan, kendi siyasal ve ideolojik seviyesini de yükseltmeğe çalışmalı, halkla temasını sürdürmeli ve halka her yerde, her biçimde yardım (sayfa 152) etmeğe çalışmalı ve Alman işgalcilere karşı amansız bir savaşa girişmekten bir an bile geri durmamalıdır. Bu emrin yerine getirilmesi Chernigov Mukavemet Hareketi Bölge Karargahına bildirilecektir. (sayfa 153) Kurmay Başkanı, Bölge Karargahı. Fyodor Orlov A. Fyodorov, The Underground Committee Carries On, Yabancı Diller Yayınevi, Moskova, 1952, s. 15-27, 262-63. Fiyodorof, Ukrayna Komünist Bölge Komitesi sekreteriydi (1941) ve savaş sırasında Ukrayna'daki en büyük parti birliklerinin birinin komutanı oldu. II. AVRUPA 1. Dünya Savaşından beri, Avrupa, bir çok devrimci silahlı mücadeleye sahne oldu. Giriş bölümünde sözünü ettiğimiz İrlanda, İspanya ve Avusturya olaylarının yanısıra, 1917 yılında batı, cephesindeki Fransız ordusunda ve 1919"da yeni Sovyet Cumhuriyetine karşı girişilen emperyalist müdahale sırasında, Karadeniz'deki Fransız donanmasında görülen ayaklanma olaylarını anmak yerinde olacaktır. İspanya iç savaşı (1936-1939), Avrupalı (ve Amerikalı) komünistlerin. gerektiği zaman. silahlı mücadeleye de hazır olduğunu gösteren en iyi örneklerden biridir: Uluslararası Alayları hatırlatalım. Bu Alaylara katılan komünistlerin Franko cephelerinin arkalarında gerilla savaşlarına girişmekten geri kalmadıklarını ve II. Dünya Savaşında, burada edindikleri deneyleri, gerilla direnme hareketlerine ya bizzat katılarak ya da müttefik irtibat takımlarında görev alarak kullandıklarını da belirtelim. Fazla yerimiz olmadığı için, II. Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında karşılaşılan bütün gerilla direnme hareketlerine ait seçme yazıları bu kitaba alamadık. Bu yüzden, seçmeleri yaparken, çağdaş sorunlarla ilgili görünen olayları canlandıran parçalarla yetinmek zorunda kaldık. Direnme hareketleri, Nazi işgaline uğramış her ülkede ve faşist ülkelerin hepsinde görülmektedir. Yugoslav komünistlerinin önderliğindeki Yugoslav hareketi, klasik biçimde gelişmiş, önce partizan çeteleri kurulmuş ve bunlar zamanla düzgün ordu savaşı yürütecek hale gelmişlerdir. Yunanistan'da, savaşın bitiminde ELAS kuvvetleri bir hükümet kuracak, iktidarı alacak kadar güçlüydüler; bunu, İngiliz birlikleri önlemiştir. Tıpkı Yugoslavya'daki gibi, Arnavutluk'taki gerilla kuvvetleri de, (sayfa 154) savaştan sonra kurulan Arnavutluk sosyalist devletinin temelini teşkil ettiler. İtalya'da, partizan kuvvetler, Roma'da olsun, diğer şehirlerde ve kırsal yörelerde olsun, son derece önemli eylemlere giriştiler. Savaş boyunca dövüşen Çekoslovak gerillaları, daha Sovyet Kızıl Ordusu yetişmeden önce, ülkelerinin bir kısmını düşmandan temizlemiş bulunuyorlardı. Polonya'da, Macaristan'da, Bulgaristan ve Romanya'da gerilla kuvvetleri, çekilen Nazi ordularına, darbe üstüne darbe indirirken, Norveç, Danimarka, Hollanda, Belçika ve Fransa'daki çeteler de faşistlere karşı, uzun ve göğüs kabartıcı bir mücadeleden çıkmaktaydılar. Her yerde komünistler, gerilla savaşlarının örgütlenmesinde önemli bir rol oynamışlardır. James Connolly'nin sokak savaşlarını konu edinen aşağıdaki yazısı, 1916 Dublin ayaklanmasındaki taktikleri önceden kestirmektedir. Bu yazı, pekala, Milli Kurtuluş Cephesinin, Güney Vietnam'ın Saygon, Hue ve diğer şehirlerinde yürüttüğü sokak savaşları için de geçerli olabilecek niteliktedir. 1. SOKAK SAVAŞI James Connolly Bu yazı, İrlandalı Marksist James Connolly'nin Worker's Republic (İşçi Cumhuriyeti) adlı gazetede, 1915 Mayıs-Haziran aylarında yayınladığı bir dizi makaleden biridir. 1830-1905 yılları arasında görülen şehir (sayfa 155) ayaklanmalarını inceleyen bu makalelerde, Rusya deneyinin, "en ileri silahlarla ve bilgiyle donanmış bile olsa, meslekten bir askerin, iş, şehir savaşına dökülünce, bilinçli ve kararlı sivil devrimciler karşısında adamakıllı bocaladığı" gerçeğini ortaya çıkardığını öne sürmektedir. Connolly, yazılarının başındaki önsözde, bunların, "üyelerimizi, başarmak için el ele verdikleri işte aydınlatıp eğiteceğini" umduğunu ve bunların "kendisine verilecek her görevi başarmağa hazır bir Vatandaş Ordusunu en mükemmel hale getirmek amacıyla okunmasını, bunu yapmak isteyenler için bir değer ifade etmesi gerektiğini" belirtmektedir. Bu görev, 1916 yılının Bahar Yortusu Ayaklanmasında yerine getirilecektir. Askeri anlamda sokak nedir? Sokak şehirde bulunan bir geçittir. Geçit, birliklerin cephe daraltarak geçmek zorunda oldukları, dolayısiyle düşman için iyi bir hedef teşkil ettikleri dar boğazlara verilen addır. Özellikle iki yakası düşman tarafından tutulmuşsa geçitte askerlerin manevra yapması son derece zordur. Bir dağ geçidinin iki yakası yamaçlarla sınırlıdır. Bir köprü de, iki yakası ırmakla sınırlanmış bir geçittir. Sokak ise, iki yakası evlerle çevrili bir geçittir. Bir dağ geçidini güven içinde aşmak için herşeyden önce iki yakanın yancı birlikler tarafından tutulması gerekir. Bir köprüyü geçerken de, ırmağın alt ve üst yakaları tüfek ya da makinalı tüfekle kontrol edilmeli, böylece geçiş güven altına alınmalıdır. İyi barikatlanmış bir sokağı ele geçirmek ve iki yanındaki evlerde üslenmiş kuvvetleri yakalamak için ise evlere girmek ve göğüs göğüse, yumruk yumruğa savaşı göze almak zorunluluğu vardır. Barikatı top ateşinden zarar görmeyecek bir yere kurulmuş olan sokağa karşı cephe saldırısına girişilemez. Yeter ki, barikat top ateşinden korunabilecek bir uzaklıkta olsun. Topçu bataryasını barikatın bir iki yüz metre yakınına kurmak, iyi eğitim görmemiş birliklerin bile (sayfa 156) tüfeklerle bu bataryayı zararsız hale getirmelerine yol açacaktır. Moskova devrimi sırasında, başkaldıranların elinde seksen yerine sekiz yüz tüfek bulunsaydı, topçuları yerle bir etmeleri işten bile olmayacaktı. Haziran 1848 Paris ayaklanmasında, kasaba ve köylerin nasıl ele geçirilmesi gerektiğini görüyoruz. Sokakların kilit noktalarına barikatlar kuruluyor. Anayollara değil, bunları denetleyebilen sokaklara kurulmaları gerekli. Evlere girilerek, sokaklar boyunca evlerde geçitler açılıyor. Hem yan hem de ön duvarlarda delikler açılıyor, pencereler, kum torbaları, taş ve toprak dolu kutular, tuğla, dolap ve içine akla ne gelirse doldurulmuş diğer ev eşyası ile kapatılıyor. İşte böyle savunma mevzileri ardından, isyancılar, askeri birlikler üstüne ateş yağdırmışlardır. Bunun için de duvarlarda bu amaçla açılmış deliklerden yararlandı1ar. Napolyon'a karşı savaşan müttefiklerin Paris'e saldırısında da, bu şekilde savunulan bir köy, İngiltere'nin Prusyalı müttefiklerinin bir çok hücumunu püskürtebilmişti. Prusyalıların imdadına İngilizler yetişince, bunlar da cephe taarruzunu göze alamadılar ve önce baştaki bir eve girmek, sonra da birer birer evlere sızmak suretiyle köyün bir kısmını e!e geçirdiler. Böylece bütün çarpışma evlerde cereyan etti, tüfek çok küçük bir rol oynadı. Sokağın sadece bir yakası İngilizlerin eline geçti. Ateş kes ilan edildiği zaman köyün yarısı İngilizlerde, yarısı Fransızlardaydı. Ateş kesin arkasından barış geldi. Barış antlaşması imzalandığında köyün tek sokağının iki yakası hâlâ düşman kuvvetlerinin elindeydi. Bir şehir, kasaba, köy binasının savunulması da aynı kurallar içinde yürütülmelidir. Bütün dayanakları (sayfa 157) yenilmiş bile olsa, ele geçirilmemiş bir bina her zaman için bir tehlike yatağıdır. Çevresindeki barikatlar tahrip edilmiş bile olsa, hiç bir birlik, binayı düşman elinde bırakıp geri çekilme yolunu tutamaz. Çünkü geri çekildikleri takdirde, ilerde buradan açılacak ateş altında kalmaları tehlikesi ortaya çıkacaktır. Böylece, geride ele geçirilmemiş bir düşman kuvvetini barındıran bir binanın bulunuşu, felaketin ta kendisidir. Demek oluyor ki, sağlam bir binayı bir kale haline getirerek, kasabanın ya da köyün savunmasını bu çekirdekten yürütmeğe kalkmak, ister düzgün ordu ister başkaldıranlar için olsun, savunma gücü hazırlıklarının başlıca amacı olarak ele alınacak bir tedbirdir. 1870 Fransız-Prusya Savaşında, Geissberg şatosu ya da kalesi, 4 Ağustostaki Fransız cephesi için işte böyle bir durum arz ediyordu. Burası Fransızların elindeydi. Almanlar düşmanın bütün destekleme birliklerini sürüp şatonun dış avlularına kadar girmişler, fakat sonradan, pencerelerden ve duvar deliklerinden açılan yaylım ateşle geriye püskürtülmüşlerdi. Binanın sekiz yüz metre kadar yakınına dört topçu bataryası yerleştiren Almanlar duvarları şiddetli bir ateşle döğmüşlerdi. Ardı arası kesilmeden bataryanın biri bırakıyor, öteki alıyordu. Bu bina ele geçirilinceye kadar tüm Alman ordusunun ileri harekâtı durmuştu. Sadece iki yüz kişinin savunduğu bu şatoyu ele geçirmek için Almanlar, yirmiüç subay ve üç yüz yirmidokuz erlerini kaybettiler. Aynı savaşta, Bazeilles köyü de, iyi savunulmuş evlere dayanan bir savunma gücünün benzer örneğini verdi. Almanlar, Fransızları saf dışı ederek bir çatışmaya meydan vermeden köye girmişlerdi. Fakat köyün bir başından öteki başına geçebilmeleri için, bütün birliklerin tam yedi saat savaşmaları gerekti. Geçitleri ve vadileri yüzünden, dağlık bir ülkede girişilecek askeri eylemler her zaman güçlük arzetmektedir. (sayfa 158) Şehir de, sokakların ve dar yolların yarattığı büyük bir geçitler ve vadiler labirentinden başka bir şey değildir. Düzgün birliklerin dağlarda karşılaştığı her güçlük şehirde yüz misli artmaktadır. Düzensiz bir kuvvet ya da bir çete için dağlarda üstesinden gelinemeyecek kadar büyük güçlükler olmasına karşılık, sokaklarda, halkın sevgisi sayesinde işler tıkır tıkır yürümektedir. İncelediğimiz örnekten çıkartılması gereken genel kural, Vatandaş Ordusu gibi bir halk kuvveti için, katılacağı bir halk savaşında, savunmanın son derece önemli olduğudur. Bir yerin pasif savunması sadece değersiz bir eylem olarak kalmaz. Buna karşılık aktif savunma düşmanın oradaki üstünlüğünü, hatta varlığını tehdit eder. Komutanın dehası, böyle bir savunma için uygun yeri bulabilmekte, adamlarının hüneri, bu yeri hazırlayıp sağlam bir kale haline getirmekte ve cesaret, bu yeri savunabilmektedir. İşte bu deha, hüner ve cesaretin birleşmesinden, askeri başarının çiçekleri fışkıracaktır. Vatandaş Ordusu ve İrlandalı Gönüllüler, bu niteliklerini deneylerle ispatlamak isteyen herkese kapılarını açmış olan kuruluşlardır. James Connol1y, Revolutin Warfare, (Broşür), New Book Publication, Dublin ve Belfast 1966, s 32-34. 2. İSPANYA'DA GERİLLA SAVAŞ], 1939-1951 Enrique Lister İspanyol halkı ve Komünist Partisi, barışçı olan ve (sayfa 159) olmayan devrimci eylemlerde hiç de küçük olmayan bir deneye sahip. Savaş deneyi bakımından, zengin olan uzak geçmişe gitmeme lüzum yok. Sadece Aralık 1930 ile Nisan 1939 arasında geçen dokuz yıllık dönem üzerinde duracağım. Bu kısa dönemde bile, demokrat subayların başarısız ayaklanması gibi, 1931 Nisanında. silaha bile başvurulmadan, askeri diktatörlüğün, krallığın kaldırılması ve cumhuriyetin kurulması gibi, gerici subayların 1932 Ağustosunda girişip de başarıya ulaştıramadıkları darbe gibi, 1934 Ekimindeki halk ayaklanması ve nihayet 1936 Şubatında Halk Cephesinin zaferi gibi pek çok olay var. Sonra 1936 Temmuzundaki asker ve sivil faşistlerin ayaklanması, üç yıl kadar sürüp, bir milyon kişinin canına kıydıktan sonra, Mussolini ve Hitlerin silahlı müdahalesi sayesinde faşistlerin zaferiyle sonuçlanan iç savaş. Burada anlatmak istediğim iç savaş değil. İç savaştan yıllarca sonra halkın Franko diktatörlüğüne karşı giriştiği gerilla savaşından çıkarılması gereken dersler üzerinde duracağım. Daha iç savaş sona ermeden. Franko cephesi gerisinde kuvvetli bir gerilla hareketi kurma olanağı vardı. Franko faşistlerinin eline düşmüş bölgelerin dağlarında üslenmiş binlerce vatansever, eylem halindeydi. Fakat ardarda gelen Cumhuriyet hükümetleri ve savaş bakanları bu fırsatı bir türlü değerlendiremediler. Kendiliğinden örgütlenen gerilla birlikleri, Galiçya, Leon, Zamora, Endülüs, Estremadura, Asturyas ve diğer bölgelerde dövüşmeğe başladı. Gerek bunların gerekse Cumhuriyet bölgesindeki 14. Gerilla Kolordusunun eylemleri, Frankoyu, haberleşme hatlarıyla silah fabrikalarını korumak üzere, onbinlerce insanı görevlendirmeğe zorladı. 1939 yılında, Cumhuriyetin yenilmesinden sonraki (sayfa 160) dönem, dağlara sığınmış binlerce anti-faşist için büyük güçlükler getirdi. Cumhuriyetin yenilgiye uğramasından sonra, bir süre gerçek bir gerilla savaşı olmadı. Gerillacılar, bir yandan, kendilerini Franko'nun kana susamış birliklerine karşı savunmağa çalışırken, bir yandan da yiyecek ve giyecek sıkıntısına bir çare arıyorlardı.. Komünistler, dağlara sığınmış bu binlerce insanın mücadelesine bir yön verme çabasında idiler. Sonunda gerilla hareketi yeniden savaşçı gücünü kazandı. Halkın özgürlüğüne yeniden kavuşacağı inancını tazeleyen bu hareket, Frankonun İspanya'yı Hitlerin peşinden savaşa sürüklemesini de geniş ölçüde engelliyordu. İkinci Dünya Savaşı içinde olsun, ondan sonra gelen birkaç yıl boyunca olsun, Asturya-Santander, Galiçya-Leon, Endülüs, Katalonya, Levant, Aragon, Estremadura ve Kastilla bölgelerindeki gerilla birlikleri, hükümet birlikleriyle ve kamu düzenini koruma güçleri ile durmadan savaştılar. Kışlalara, levazım depolarına, haberleşme merkezlerine ve askeri trenlere baskınlar yaptılar. Levant ve Aragon bölgesindeki beş yüz gerilla yüzünden Valensiya, Kuenca, Castellon de la Plana ve Teruel illerinde kırk bir Franko askeri bulunduruluyordu. Biz İspanyol komünistleri, Hitlerin yenilgisinin Franko'nun da sonu olacağı düşüncesindeydik. Ancak bu inanç, kuvvetlerimizi gevşetmemiz sonucunu doğurmuyordu. Hitlerin yenilgisinden sonra, ABD Franko'ya yardım elini uzatıp onu rahatlattıktan sonra da, rejim aleyhindeki savaşımıza devam ettik. Aslında bu olay bizi kamçıladı, halkı ayaklandırmak umuduyla çabalarımızı arttırdık. 1945-1948 yılları arasında, gerilla hareketi, örgütlenme, askerlik ve siyasal bilinç yönlerinden doruğuna erişmiş bulunuyordu. Bu yıllarda partimiz, hareketi desteklemek için (sayfa 161) elinden gelen herşeyi yaptı. Sadece harekete üye, malzeme ve para göndermekle kalmıyor, yurt boyunca bir tüm olarak parti hareketin emrine girmiş bulunuyordu. İşçilere ve köylülere gerillacıları desteklemelerini söylüyorduk. İşçilerin, köylülerin ve gerillacıların Franko'ya karşı giriştikleri mücadeleleri, bir bütün haline getirmek için elden gelen yapılıyordu. Bazı bölgelerde gerillacılar işçilerin tam desteğini sağladılar. Sayısı pek de fazla olmayan bu bölgelerde faşistler köylüleri kuşatıp bazılarını öldürmek, bazılarını sürmek suretiyle göz korkutmaya çalışıyorlardı. Bu yüzden, bu gibi bölgelerde gerillalar, köylünün desteğinden yoksun bırakılmış oldular. Parti, bazı şehirlerde de gerilla birlikleri kurdu. Hatta bazı şehirlerde cesur eylemlere girişip başardı. Ne var ki, bu çeşit mücadele bir türlü yaygınlık kazanamadı. Tabii bunun başlıca sebebi, o günlerdeki vahşi faşist baskısının azalmak nedir bilmeyişiydi. Bir gün gelecek, İspanya, kara, ya da deniz yoluyla gönderilen tonlarca malzemenin, bunları sıfırın altında 20 derece soğukta dağ yollarından İspanya'ya geçiren ve bu arada da sırtlarında 30-35 kilo silah ve donatım taşımakta olan bir çok parti üyesinin yiğitliklerini anlatabileceğiz. Bir çok hallerde bu insanlar, sınırda ya da yolda Franko nöbetçilerini atlatabilmişlerdir. Gün gelmiş savaşmak zorunda kalmışlar, birçokları eşit olmayan bir kavgada yere serilmiştir. Bu yiğitlerin, gerillacıların yararlanabilmesi için kurdukları yüzlerce gizli yeraltı deposu var. Partimiz, mücadelemizi duyurmak için geniş ölçüde radyo yayını kullanmış, gerilla kuruluşlarına şifreli talimat göndermiş, haberciler, ulaklar salmış, düşman planlarını çalıp gerillacılara iletmiştir. Gene geril1alara yardım amacıyla, partimiz Sivil Muhafızlar ve Ordu içinde, özellikle genç subay ve erler (sayfa 162) arasında propaganda yapmıştır. Bu eylemlerin meyvaları da görülmedi değil... O zamanlar gerilla birliklerinin hayati önemleri vardı, muazzam hizmetleri olmuştur... Fakat gerilla kuvvetleri, tek başlarına, İspanya'yı Franko'dan kurtaramadılar. Diktatörlüğü yıkmak için halkın kitle halinde mücadeleye katılması gerekiyordu. Döğüştükçe şunu anladık ki, gerilla birlikleri ve parti, tek başlarına rejimi yıkamazlar. Sonra, gerilla birliklerini silah ve gereçlerle donatmak günden güne zorlaşmaktaydı. Denetim sıkılaşmış, cezalar artmıştı. 1944'ten 1950'ye kadar faşist yönetim sınır boylarındaki kuvvetlerini durmadan takviye etti. 60 kilometre derinliğinde bir bölgeyi tutan bu birliklerde Sivil Muhafızlara ve polis birliklerine ek olarak, dörtyüz ellibin kişi görev almıştı. Bu şartlar altında, mücadeleyi yaygınlaştırmak için, diğer tedbirler arasında, Direnme Kurulları kurmak zorunda kaldık. Bir yandan halkın 1939 yılında uğradığı yenilginin yarattığı çöküntü, diğer yandan artık iyice yoğunlaşmış olan baskı tedbirlerinin verdiği yılgınlık sebebiyle, atılımlarımız bir türlü sonuç vermedi. Bu durumun bir başka sebebi de, Franko'ya karşı çıkan kuvvetler arasında birlik bulunmayışı ve bu kuvvetleri yönetenlerin çoğunda, iş, silah kullanmaya gelince hemen ortaya çıkan çekingen davranıştı. 1948 Ekiminde, İspanya Komünist Partisi Siyasi Bürosu ile Katalonya Birleşik Sosyalist Partisi Yürütme Kurulu, bazı siyasiler ve gerilla önderleriyle bir toplantı yaptı. Toplantıda, son yılların deneyleri, geleceğin görünüşü gibi konular değerlendirildi ve taktiklerin değiştirilmesi karar altına alındı. Yeni taktikler, özellikle, yeraltı işçi sendikalarının dağıtılmasının çalışmaların resmi işçi sendikaları içinde yürütülmesinin (zaten her işçi bunlara (sayfa 163) üye olmak zorundaydı), gerilla savaşına son verilmesini dağlarda parti eylemlerini yöneten dağ komitelerinin güvenliğini sağlayacak sağlam ve etkili örgütlerin sayıca artırılmasını öngörmekteydi. Diğer örgütler dağılacaktı. Bir çok insanın üstün cesaretle katılıp savaştıkları gerilla hareketine son vermek üzüntülü bir işti. Ancak gerilla hareketinin durdurulması siyası sebeplerle de zorunluydu. Geriye baktığımızda, yaptığımız tek yanlışlığı, bu işi bir iki yıl önce durdurmamakla yaptığımızı düşünüyorum. Bu noktayı açıkça belirtmekte fayda var. Şimdi de gerilla savaşının iyi bilinen fakat her zaman uygulanmayan bazı ilkelerinden söz etmek istiyorum. Gerilla savaşı sadece belli şartlar altında ve belli sebeplerle yürütülür. Bu şartlarla sebepleri birlikte hatırlamağa çalışalım: Gerilla savaşı, ülkenin bir kısmına girmiş bir işgal ordusuna karşı yürütülebilir. Bu durumda, ülkenin düzgün ordusunun savaş alanlarında yürüttüğü mücadeleye yardımcı niteliktedir. İkinci Dünya Savaşında Sovyetler Birliği halkları bunun güzel bir örneğini verdiler. İşgal ettiği ülkenin düzenli ordusunu yenmiş olan ve haksız bir saldırı savaşıyla bir ülkeye girmiş bulunan yabancı bir orduya karşı da gerilla savaşı yürütülebilir. Bu durumda, sivillerden yardım gören yenik ordunun kalıntıları, işgalcinin durumunu perçinlemesini önlemek ve ilerde daha büyük çapta bir savaşa girişmek üzere gerillaya başvurabilirler. 1808 yılında İspanya'daki durum ile son savaşta Fransa ve diğer ülkelerdeki durum buydu. Gerilla savaşı, bir iç savaşta ya da devrimci savaşta kendi ülkesindeki gerici güçler tarafından yenilgiye uğratılan halkın mücadelesini devam ettirmesi amacıyla da yapılabilir. 1939 İspanyasındaki durum buydu. (sayfa 164) Gerilla savaşı, halkın kendi ülkesindeki gerici rejime karşı silahlı ayaklanması şeklinde de olabilir. Şüphesiz, gerilla savaşının başka biçimleri de vardır ve zamanla yepyeni biçimleri de ortaya çıkacaktır. Gerilla örgütleme işinde, halkın sevgisini kazanmayı halkın desteğini kazanmakla bir tutma yanılgısına düşmemek gerekir; bunlar ayrı ayrı şeylerdir, çünkü İspanya'da gerillacılar, kendilerine kahraman gözüyle bakan halkın sevgisini kazanmışlardı. Fakat sevgi bundan öteye geçmiyordu. Bu sevgi, hiçbir zaman, gerilla eylemleri için bir çeşit dayanak teşkil eden ve gerillacıların başlıca desteği olan bir yaygın ve cömert kitle işbirliği haline dönüşmedi. Halkın üç yıl süren bir iç savaştan yenik çıkmış olduğu, daha uygun şartlarda geliştirilecek bir gerilla hareketinin daha büyük bir desteğe kavuşacağı öne sürülebilir. Ancak bu kesin değildir. Böyle olabilir de olmayabilir de. Her şey zamanı doğru seçmeğe bağlı. Gerilla savaşı günlerinden bu yana İspanya'da halkın duyguları çok değişti ve yeni bir kuşak yetişti. Bana sorarsanız. gerilla savaşına yeniden girişmemiz halinde, halkı silaha sarılmak konusunda ikna etme işinde geçmiştekinden daha başarılı olamayacağımızı söylerim. İspanya sorununun nasıl bir çözüme bağlanacağını bugünden kesinlikle söyleyemem. Fakat. zor kullanmakla, silahlı mücadeleye dayanan bir çözüme kalkışmayı en hafif deyimiyle çılgınlık sayıyorum. Zaten silahlanma çağrısına sadece öncüler kulak vereceklerdir. Halk kitlelerine, yani ana kaynağa gelince. bize hayranlık besleyecekler, yenildiğimiz zaman, eminim, müthiş üzülecek perişan olacaklar, fakat bugünkü durumda, silahlarını alıp bize katılmayacaklardır. Ayrıca, gene bugünkü durumda, öncülerin kendilerini feda etmesi. tıpkı yıllarca süren gerilla savaşlarının başaramadığı gibi, diktatörlüğe diş (sayfa 165) geçirmeğe güçleri yetmeyecektir. Tam tersine, böyle bir hareket, bütün gerici ve burjuva unsurların, hatta Franko'nun devrilmesini isteyen bazılarının, onun çevresinde birleşmelerine yol açabilecektir. Elbet bir gün gelecek işler değişecektir, bu değişiklik süratle olacaktır ve biz böyle bir durum için şimdiden hazırlanmak durumundayız... Deneyimiz bize şunu öğretti: Gerilla savaşına kalkışan bir partinin eylemleri, halkın başvurduğu diğer biçimlerden ayrı düşünülemeyecek bir siyasal mücadele yolundan başka bir şey değildir. Halk tarafından desteklenmedikçe bir gerilla savaşı pek de var sayılamaz. Halk katıldığı takdirde bir kitle hareketi haline dönüşür, o zaman durumun ve nesnel şartların gerektirdiği biçimler alır ve hatta topyekun silahlı bir ayaklanmaya dönüşür. Gerilla eylemlerinin, halkın duygu ve umutlarıyla uygun bir biçimde yürütülmesi gerçeğini akıldan çıkarmamalı. Bu uygunluk ortadan kalktığı gün, gerilla savaşı da ortadan kalkar, onun yerini şiddet ve intikam eylemleri alır. Bunların da devrime katkıları son derecede küçüktür. Yabancı işgalciye, bir iç savaş sırasındaki yerli sömürücülere karşı kitle ayaklanması niteliğinde olan gerilla, keyfi ve mutlak bir idareye karşı halk mücadelesi niteliğini kazanır. Her iki halde de, özellikle ikincide, siyasi yön ağır basar. Zaten böyle olması da gerekir. Gerilla hareketi, halk tarafından anlaşılıp desteklenmedikçe varlığını sürdüremez ve yaygınlaşamaz. Dolayısiyle, ortak düşmana karşı halkın yürüttüğü mücadelenin bir parçası, özel bir biçimi halini de alamaz. Hiç değilse biz, Franko rejimine son verecek olanların gerilla birlikleri değil, bir bütün olarak ayaklanan halk kitleleri olacağını anladık ve böyle bir ayaklanmayı örgütlemek için elimizden geleni yaptık. (sayfa 166) Ulaştığımız sonuçlardan biri de şu: Orta derecede kalkınmış ülkelerde -burada ileri derecede kalkınmış ülkeleri bir yana bırakıyoruz- bir yandan devrimci kitle mücadelesine, bir yandan da şehirlerde silahlı eylemlere yönelmedikçe bir gerilla savaşını uzun süre yürütmek mümkün değildir. Başka bir deyimle, başarılı olması için silahlı mücadelenin bütün bir ulusu kapsaması gerekir. İspanya deneyi, bir yandan köylük bölgelerde silahlı mücadele yürütürken diğer yandan şehirlerde yaygın bir mücadeleye girişmenin, bir yandan da kanuni eylemlerle kanunsuz eylemleri uyuşturmanın, ortada şiddetli bir devrim bunalımı, bir çöküntü bulunmadıkça, adamakıllı zor olduğunu da göstermiş bulunuyor. Devletin elinde güçlü bir baskı makinası, kuvvetlerini kolayca oradan oraya kaydırabilmesi olanağını doğuran haberleşme hatları varsa, devrime uygun bir ortamın yokluğu da buna ekleniyorsa, o zaman, gerilla savaşına uzun süre devam etmek büsbütün imkansız bir hale gelecektir. Bugünlerde, önüne gelen, özel bir "merkez"den bir devrim için gerekli şartların geliştirilebileceğinden söz ediyor. Bunu doğrulamak üzere eylemlere girişenler bile var. Bu iddia, hem Marksist-Leninist öğretinin bu tür mücadele hakkında söyledikleri, hem de devrimci deneyler tarafından, çürütülmektedir. Bir devrim için uygun ortam insan iradesiyle yaratılamaz. "Merkez" ya da "merkezler", tek başlarına, devrim için gerekli şartları yaratamazlar. Gerilla savaşı, devrimci bir ortamın yaratılmasında. olsa olsa, bir ayraç, bir yardımcı rolü oynayabilir. Bunun için de, şartların uygun olmasının yanısıra, halk kitlelerinin gerilladan başka mücadele biçimlerine de girişmiş olması zorunluluğu vardır. Lenin, gerilla birliklerini, daima halkın yürüttüğü mücadelenin bir parçası, hayli yoğun bir ürünü olarak (sayfa 167) görür ve bu mücadelenin dışında bir araç olmayacağını söylerdi. "Proletaryanın partisi, gerillayı, hiçbir zaman, biricik mücadele biçimi, hatta başlıca mücadele biçimi olarak görmez... Bu yöntem, başka yöntemlere yardımcı olmalıdır... Belli başlı savaş yöntemlerine uygun olması gerekir" diye yazıyor Lenin. Biz İspanyol komünistlerinin de bu konuda bir parça tecrübemiz var. İç savaşın bitiminden hemen sonraki yıllarda, halkı faşist çapulculara karşı savunma ve halkın moralini yükseltmek amacıyla Franko rejiminin ilanihayet sürüp gitmeyeceğini yayma görevlerini üstümüze aldığımızı daha önce de belirtmiştim. Mücadelemiz sayesinde İspanya, Hitler ve Mussolini'nin peşinden savaşa sürüklenmedi. Daha sonraları, gerilla hareketini devrim için elverişli bir ortam yaratmak amacıyla kullandık. Şartlar uygun olmadığı için, ülkede bir çok gerilla "merkezi" yarattığımız halde, sonuç başlangıçta umduğumuz gibi olmadı. Aldığımız derslerden biri de, gerilla savaşını zamanında kesmeyi bilmektir. İspanya bu yönden de bir istisna değildi. Yelkenleri zamanında indirip toplamayı bilmeli, seçilmiş olan yöntemin en uygun yöntem olmadığı anlaşılıp da devrimci öncülerin eriyip tükenmesi tehlikesi belirince bu işte ayak diremekten vazgeçmeyi kabullenmeliyiz.... (sayfa 168) "Lessons of the Spanish Gerilla War (1939-51)", World Marxist Review, Şubat 1965, s. 35-39. Lister, İç Savaş sırasında, İspanya Cumhuriyet Ordusu generallerindendi. 3. YUGOSLAV KURTULUŞ MÜCADELESİNİN BELİRLİ ÖZELLİKLERİ Josip Broz Tito Aralarında, yurdumuza dost bazı solcuların da bulunduğu bir çok yabancı, kahraman halkımızın verdiği kurtuluş savaşını olduğu kadar, sonraki devrimci dönüşümü ve yeni bir Yugoslavya'nın yaratılışını, yeni bir toplumsal sistemin kuruluşunu ve kalkınma yolunda gösterdiğimiz başarıları, talihimizin yaver gitmesine, tesadüflere ve şansa bağlama yoluna sapıyorlar. Bunu, dün de yaptılar, bugün de yapıyorlar. Halkın topyekün ayaklanması ve kurtuluş savaşının zaferle sonuçlanması, ülkemizde yüksek dağların ve ormanların bulunuşu, savaş öncesi Yugoslavya'sında bulunan milliyetler arası eşitsizliklere ve hatta, bütün ilkel halklar gibi halkımızda da hayat ve ölüm karşısında, kaderci, umursamaz bir tutumun yerleşmiş bulunduğuna bağlamak isteniyor. Bütün bu sayılan sebepler, aslında, yanlıştır, akılsızca öne sürülmüştür ve halkımızı hor görmekte olanların marifetidir. Yugoslavya'daki ayaklanmayı bilinçsiz bir kendiliğindenliğe, serüven ve intihara umutsuzca atılmaya bağlayan bu görüşler halkımıza hareket etmek amacıyla öne sürülmüştür. Aslında Yugoslav halkı atıldığı mücadelenin güçlüğünü pekala biliyor, katlanacağı fedakarlıkları kavrıyor ve bu şekilde derin bir toplumsal bilinç ve (sayfa 169) tam uyanık bir tutumla kurtuluş savaşına girişmiş bulunuyordu. Ayrıca, bu çarpık görüşleri öne sürenler, Yugoslavya halklarının ülkemizi işgal edip tutsaklaştıran faşistlere karşı duyduğu sınırsız öfkeyi ya unutuyorlar ya da düpedüz görmezlikten geliyorlar. Halklarımızın özgürlük ve atalarımızın yüzyıllar boyu türlü çilelere katlanıp uğrunda bunca kan döktüğü bağımsızlık konularındaki köklü aşklarını ve gerektiği zaman, en değerli bildikleri şeyleri bile esirgemeyeceklerini bir türlü anlamak istemiyor, bu adamlar. Sadece ayaklanmayı gerçekleştirmekle kalmayıp, onun başarıya ulaşmasını da mümkün kılan, yani, ayaklanmanın iyi örgütlenip iyi yönetilmesini sağlamış bulunan Yugoslav Komünist Partisinin rolünü unutuyor ya da küçümsüyorlar. Parti üyeleri, tarihlerinin en elem verici günlerinde halkı yalnız bırakmadılar. Silaha ilk sarılanlar onlardı, savaşın yolunu ilk defa onlar tuttu. Halka bağlılığın kahramanca örnekleri ilk onlardan geldi. Şu da bir gerçektir ki, o yorucu mücadelenin daha ilk günlerinden itibaren, sosyalizmin büyük ülkesinin -Sovyetler Birliğinin- yenilmezliğine inanıyorduk; onun yanında yer aldık ve ortak düşmana karşı biz de payımıza düşeni yaptık. Yugoslavya'da sadece dağlar ve ormanlar yoktu. Ayaklanma bütün ülkeyi, baştan başa sarmıştı. Srem ovalarından, Bosna tepelerine kadar dört bucak dövüşüyordu. Hayatı sevdiği için, özgürlüğü sevdiği için katılıyordu halkımız savaşa. Gençlerimiz, hayattan bıktıkları için değil, aksine hayatı sevdikleri, daha iyi ve daha mutlu bir hayata, daha iyi bir geleceğe inandıkları için gidip ölüyorlardı. Savaş öncesi Yugoslavya'sında, geniş ölçüde yöneticilerin hatalarına dayanan eşitsizlikler, nefret ve anlayışsızlık, ayaklanmanın gerçek sebebi olamazdı; aksine bu durumlar, işgalcilerin, Yugoslav halklarını tutsak hale getirmelerini daha da kolaylaştırıyordu... (sayfa 170) Bütün milliyetleri, milli hakları kazanmanın, eski yöneticilerinden arınmış, tamamen yeni temellere dayanan bir Yugoslavya kurmanın sadece ve sadece halkın Kurtuluş savaşıyla, işgalcilere ve onların işbirlikçisi yerli hain gericilere karşı savaşmakla sağlanabileceği konusunda ikna etmek için büyük bir sabır gerekiyordu. Bütün Yugoslav halkları bu yolun doğru olduğunu, Yugoslav Komünist Partisi ağzından dinleyip kavrayınca, milliyetler sorunu da, kurtuluş savaşında güçlü bir kaldıraç haline gelmiş oldu... Yugoslav halklarının verdiği kurtuluş savaşının özellikleri nelerdir? İlk olarak şunu belirtelim: Yüksek rütbeli subaylarının korkaklığı, yeteneksizliği ve ihaneti yüzünden, zayıf bir direnmeden sonra, Yugoslav Ordusu teslim oldu; askerlerinin çoğu esir kamplarına gönderildi, eldeki bütün silah ve askeri donatım da işgal kuvvetlerinin eline geçti. Askeri ve sivil önderlerince ihanete uğrayan halkımız, şimdiye kadar tanıdığı en güçlü düşman karşısında. sadece tutsaklaştırmağa değil, yok etmeğe gelmiş bir düşman karşısında ordusuz ve silahsız kalakaldı. İkinci özellik şu: Kral başta olmak üzere hükümet, arkasında dağılmış bir yönetim bırakarak ve tutsak ülkeyi kaderine terkederek yurt dışına kaçtı. Üçüncüsü, ordusuz, silahsız. donatımsız, generalsiz ve subaysız (bir kaç subay dışında) kalan Yugoslav halkları, Yugoslav Komünist Partisi önderliğinde, işgalcilerle savaşmak için çıplak elle düşmandan silah kaçırma yoluyla ayaklandı ve özgürlük ve bağımsızlık uğruna bir ölüm kalım savaşına girişti. Dördüncüsü, halkın işgalcilere karşı savaşı yükselmeğe başladığı sıralarda, diğer partiler eyleme seyirci kalıyorlardı. Bunların önderlerinden bir kısmı düpedüz işgalcilerle işbirliği içinde diğer bir kısmı ise kenarda "hele (sayfa 171) bir bekleyelim bakalım" havasındaydı. Yugoslavya'nın hemen her tarafında durum buydu (Kuruluş Cephesinin kurulmuş olduğu Slovenya hariç). Komünist Partisinin çağrısı üzerine. halk; parti, milliyet ve din farkı gözetmeksizin savaşa katıldı. Beşincisi, savaş koyuldukça. çekirdeğini halkın arasından fışkıran ve eğitimlerini ardı arası kesilmeyen, kanlı ölüm kalım savaşlarında edinmiş yeni subayların yönetiminde partili birliklerinin teşkil ettiği yeni bir halk ordusunun çelikleşerek geliştiğini gördük. Altıncısı, ne partili birlikler, ne de yeni halk ordusu (bu ordunun ilk tugayı 1941 Aralığına kadar tamamlanmış, bunun için düzgün orduların uyduğu kurallar çerçevesinde kalmış, buna süratle yeni yeni tugaylar katılmış, tümenler meydana gelmiş ve 1942 yılında güçlü bir Halk Kurtuluş Ordusu doğmuştu) savaşı bir serüven olarak almıyordu. Bütün sonuçlarını kabullenerek sürekli, amansız bir dövüşe girişmişlerdi. Bu, işgalcilerle. yerli hainleri yoketme savaşıydı. Bütün ulusu sarmış, iyi örgütlenmiş. merkeze bağlanmış bir savaştı bu. Partili çetelerin savaşı ile cephe savaşını birlikte yürüten, hangi türden savaşılacağını, kurtarılmış toprakların ve tümen, kolordu gibi büyük birliklerin kurulmuş olup olmadığına bağlı bir biçimde saptayan Başkomutanlık Karargahı, hareketin merkeziydi. Yedincisi, düşmanın sayıca ve teknik yönden üstünlüğüne bakılmaksızın ve Yugoslavya'nın dört bir yanında dövüşülmesine rağmen, düşman, savaşın hiç bir anında halkımızı yıldıramadı. Aksine, kuvvet1erimiz her çatışmadan daha güçlü olarak çıkmaktaydı. Sekizincisi, hem can hem de mal olarak büyük fedakarlıkları gerektirmesine rağmen bu son derece de çetin mücadeleye sırt çeviren bir tek kişi bile yoktu. Aksine, can ve mal kaybı (çok defa, koca bir bölgenin tamamı (sayfa 172) yakılıp yıkılıyordu) halkımızı, mücadeleyi sonuna kadar götürme konusunda kamçılıyordu. Dokuzuncu özellik ise, Yugoslav halkının sadece işgalcilere karşı değil, onlarla işbirliğine girmiş olan yerli hainlere karşı da, yani Paveliç, Nedic, Pupnik ve Draza Mihailoviç çetelerine karşı da dövüşmek zorunda kalmış olmasıydı. İşte Yugoslav halkları kurtuluş savaşının özellikleri bu noktalarda toplanıyor, işin büyüklüğü de burada yatıyor. Avrupa'da işgale uğrayan hiç bir ülke, böyle bir mücadele vermiş olmakla öğünemez: halkımız verdiği mücadeleden dolayı ne kadar gurur duysa hakkıdır. Kurtuluş savaşı içinde yeni bir devlet de belirmeğe başladı. Savaş öncesi Yugoslavya'sından tamamen farklı bir toplumsal sisteme sahip olan bu devlet geniş halk kitleleri için hem daha iyi, hem daha adaletliydi. Yugoslav Federal Halk Cumhuriyeti, beceriksiz krallığın yerini alıyordu. Milliyetle:r sorununu doğru olarak çözen yeni devlet, yeni demokratik temellere dayanıyor, yeni bir toplumsal ve ekonomik örnek getiriyordu. Böyle büyük bir dönüşüm. genellikle. sadece bir devrimci halkın iradesine rağmen iktidarı elinde tutanlara karşı açık bir mücadele vererek elde edildiği halde, nasıl oluyordu da Yugoslavya'da gerçekleşebiliyordu? Yeni Yugoslavya'nın yaratılmasında ve gelişmesindeki özellik de işte bu noktada aranmalıdır. Yeni Yugoslavya, kurtuluş savaşı sırasında, düşman işgalini görür görmez dağılıp kaçan eski devletin kalıntıları üstüne kurulmuştur. Halklarımızın işgal ile içine düştükleri korkunç trajedi ve gerici yönetici kliğin ihaneti, bütün vatanseverlerin gözlerini açtı. Eski yönetici kliğin ihanet ve korkaklığını ve savaş öncesi yönetimlerinin gayri milli tutumunu gören Yugoslav halkları geçmişten nefret etmeğe başladı ve bir daha ona bağrını açmamağa (sayfa 173) karar verdi... Halka, mücadelesinin yeni bir düzen getireceğini anlatmadan, eskinin bir daha geri dönmeyeceğini söylemeden sadece işgalcilere karşı mücadeleye katılmasını söylemek, ne bu derece yoğun bir katılmayı sağlayabilir, ne de sonuna kadar, zaferi sağlayıncaya kadar, bu ölçüde sıkı bir direnmeyi gerçekleştirebilirdi. İşte bu sebeplerle, mücadelenin başında, daha 1941 yılında, gerek köylerde gerekse kasabalarda yeni hükümetin ilk kuruluşlarına biçim vermeğe, adını özelliğinden alan halk kurtuluş komiteleri dediğimiz örgütlerle yeni iktidar organları yaratmağa başladık. Bu komitelerin özellikleri yeni tip bir demokrasi getiren kuruluşlar olmalarıydı. Bunları kurmakla halkın duygularını en iyi şekilde ve doğru olarak değerlendirmiş olduğumuzun delili, sadece kurtarılmış bölgelerde değil, düşman elindeki bölgelerde de, hem köylerde hem de kasabalarda, derhal bu komitelerin kurularak çalışmağa başlamasıydı. İşgalcilere ve yerli hainlere karşı yürütülen kurtuluş savaşı süreci içinde yavaş yavaş ortaya çıkan yeni devletin çekirdeğini bu komiteler teşkil ediyordu. Bu ne bir rastlantı, ne de kendiliğinden gelişen bir olaydı; son derece iyi hazırlanmış, kararlı, örgütlü ve büyük, kanlı mücadeleler içinden geçilerek kurulmakta olan çekirdeklerdi bunlar. İşgalcilerin yanında, yeni devletin kurulmasını engellemek için elinden geleni yapan ve canla başla eski sistemi korumağa çalışan yerli hainlere karşı kanlı, büyük mücadeleler vermek gerekiyordu. İşte, savaşımızın bu iki özelliği -bir yanda işgalcilere, diğer yanda hain yerli gericilere karşı verilmiş olması- yeni devlete de niteliğini veren unsurlar oldu... Yukarda belirtilen gerçeklerden anlaşılmış olacağı üzere, bütün vatansever güçlerin seferber edilişi, direnme cephesinin yaygınlaşıp kökleşmesinin sağlanması, bu savaştaki en büyük güçlüklerin bile üstesinden gelebilmemizi (sayfa 174) sağladı. Savaş için doğru olan bu yargı, ülkemizin barış içinde kalkınması için de aynı ölçüde doğrudur... Josip Broz Tito, Selected Military Works, Belgrad, 1966, s. 204-12. Bu parça, Komünist adlı Yugoslav gazetesinin Ekim 1946'da yayınlanan 1. sayısından alınmıştır. Yugoslavya Başkanı olan Mareşal Tito, Yugoslav Halk Kurtuluş Ordusu Başkomutanıydı. 4. PARTİ VE KURTULUŞ ORDUSU Josip Broz Tito Bölgenizdeki parti (KP Makedonya Örgütü-Ed.), gerek askeri örgütlenmede, gerekse komutanlığın teşkilinde yanlış bir yol tutmuştur. Ordu içindeki parti örgütlenmesini, her bölükteki partililer bir hücre teşkil edecek şekilde kurmuş bulunuyorsunuz. Ordudaki parti birimi böyle bir bölük-bir hücre, Parti üyelerinin sayıları çoksa, hücre de guruplara, müfrezelere bölünüyor. Hücre sekreteri aynı zamanda bölüğün siyasi komiser yardımcısı oluyor. Tabur ya da alaydaki hücre sekreterleri, tabur ya da alayın parti komitesini meydana getiriyor. Komitenin sekreteri, tabur ya da alayın siyasi komiser yardımcısıdır. Parti örgütünün başında bulunan bu arkadaş, savaş alanında toplanan parti forumlarıyla, belediye komitesiyle ve bölge komitesiyle irtibat kurarak hem ordu içinde hem de savaş (sayfa 175) alanında parti görevlerinin yerine getirilmesine çalışıyor. Karargahlar, askeri eylemlerin önderliğinin toplandığı, askeri ve taktik görevler konusunda kararların alındığı, harekatın yönetildiği ve partili birliklere komut verilen merkezler. Bir karargahta şu görevliler yer alıyor: komutan, komutan yardımcısı, siyasi komiser ve siyasi komiser yardımcısı. İşler ortak önderlikle yürütülüyor, fakat. birliklerin ve eylemlerinin sorumluluğu komutanda toplanıyor. Tabur ya da alay karargahı da böyle bir komutan, bir komutan yardımcısı, bir siyasi komiser, bir de siyasi komiser yardımcısı. Karargahın bütün hücreleri mümkünse parti üyelerinden alınmış olmalı, komutan yardımcılarıyla küçük birlik komutanları partili olmayanlar arasından da seçilebilir. Parti forumlarında partinin emir, talimat ve yorumları, karargah parti hücreleri aracılığıy1a uygulama alanına indirilmiş olur. Karargahtaki bütün parti üyeleri karargahın hücresini meydana getirirler. Taburun ya da alayın siyasi komiser yardımcısı bu hücrenin sekreteridir. Bölüğün ayrı bir karargah hücresi yoktur, karargah mensupları doğrudan doğruya bölüğün hücresine katılırlar. Siyasi komiser karargah hücresi sekreteri olmayabilir. Karargah mensupları, askeri disiplin çerçevesinde, üstlerine karşı sorumludur. Fakat parti üyesi olarak da partiye karşı sorumludurlar. Parti, uygun görmediği takdirde kendilerini değiştirebilir. Görevden alma, normal yollarla. komutanlığa bildirilerek olur. Hücre toplantılarında, parti üyeleri, diğer parti görevleri yanısıra, eleştirme ve özeleştirme ile de uğraşırlar. Böylece parti ordunun işleyişine nüfuz etmekte ve onu denetlemektedir. Sorumlu yerlerdeki parti görevlileri sayesinde parti etkili olur ve yön verir. Siyasi çalışmalar ve eğitim yoluyla, halk kurtuluş mücadelesinin amaçlarını anlatarak partililer, partili olmayan savaşçıları yetiştirmeğe ve partiye kazanmağa çalışırlar. (sayfa 176) Siyasi komiser, Ordudaki parti delegesidir. Birlikteki savaşçılar arasındaki siyasi çalışma ve eylemler (ki bunların arasında siyasi çalışmalar yanında. kültürel çalışmalar, eğitim ve benzer eylemler de vardır) hep siyasi komiserin sorumluluğu altında yürütülür. Komiser, askerin sağlığıyla ve beslenmesiyle de ilgilidir. Görev ve talimatın yerine getirilip getirilmediğini karargahtan denetleyen de odur. Son olarak. birliğin dövüşme etkinliği, morali, siyasi seviyesi ve tutkunluğu da onun sorumluluğundadır. Parti örgütü ona. toplantılar (bölük ve taburda), konferanslar, raporlar, ders gurupları (teori ve genel eğitim), okuma yazma kursları, kora çalışmaları, amatör tiyatro çalışmaları v.s. gibi bir çok işte elinden gelen yardımı yapacaktır. Müfrezelerde siyasi delegeleri (parti üyeleri) vardır; bütün parti üyelerinin ve savaşçıların yardımıyla, ilgili birliğin yerleştiği bölgedeki halkı eğitmek için çaba gösterme işi de gene siyasi komiserin omuzlarına yüklenmiştir. Siyasi komiser yardımcısı parti örgütünun başıdır. Karargah mensubu olan siyasi komiser ve yardımcısı, askeri konularla da ilgilenmeli, bunlar üzerinde kafa yormalı ve karargaha bu konuda da yardımcı olmağa çalışmalıdır. Şunu anlamanız şart: birlikteki parti örgütü olsun, alandaki forumlar olsun, birliğin akıl hocaları haline gelmemelidir. Parti, önderliği fiilen elinde bulundurmakla birlikte, komutanlığın bağımsızlığını ve üstünlüğünü engelleyecek hiç bir eyleme girişmemeli, parti, emirleri ile komutanın arasına girmemelidir. Diğer taraftan, komutanlık, halk kurtuluş mücadelesinde önderlik eden parti örgütünün her türlü destek ve yardımına sonuna kadar güvenmelidir. Parti çizgisinin yanısıra bir de "ordu çizgisi" (bu terim sık sık kullanılmağa başlandı) bulunduğu, yani, (sayfa 177) askeri ve siyasi önderlikte bulunan parti üyelerinin, parti görev ve sorumluluklarına sıkı sıkıya bağlı olmaktan çıkıp, parti örgütlerine bağlılıklarını azaltarak sadece askeri görevlerini yerine getirdikleri görülüyor. Bu tutuma son verilmelidir. Bu tutum, uğruna savaştığımız siyasi hedef ten bizi uzaklaştırmaktan ve birliklerde parti önderliğinin yitirilmesinden başka bir sonuç vermez. Bazı birliklerde eylemlerin siyasi yönü ihmal edilmiş, savaşçılar sadece "asker" olarak kalmıştır. Bu durum belli kötülüklere yol açabilecek niteliktedir. Bunlar arasında, yenilgiyi, dağılmayı, aç kalmayı, düşmanın zararlı propagandasına zemin hazırlamayı ve korkak unsurların aleyhte konuşmasına çanak tutulmasını sayabiliriz. Parti örgütü ve parti üyeleri gözlerini dört açmalı ve parti görevlerinin hiç aksamadan yürümesini sağlamalıdır. Parti örgütünü güçlendirerek, siyasi çizgiyi doğru uygulayarak, kadrolarımızı eğiterek ve daima uyanık bulundurarak, siz yoldaşlarımın en kısa zamanda başarıya ulaşacağından asla şüphem yoktur. Faşizme ölüm. Halka Özgürlük! Ibid., s. 268-71. Mareşal Tito'nun Yugoslav Komünist Partisi Makedonya Bölge Komitesine yazdığı 16 Ocak 1943 tarihli mektuptan. 5. II. DÜNYA SAVAŞINDA FRANSIZ PARTİZANLARI Fernand Grenier İkinci Dünya Savaşında faşist Alman işgalcilerine karşı yürütülen direnme hareketlerinden bir çoğu şehir (sayfa 178) ve kasabalarda cereyan etti. Komünistlerin önderliğindeki Fransız direnme hareketi de böyle oldu. Bugünlerde yayınlanan bir broşürden alınan aşağıdaki yazılarda bu hareketin örgütlenmesi ve eylemleri canlandırılmaktadır. FTP*, manga. takım ve bölüklerden meydana geliyordu. Taburlar yeni yeni kurulmaktaydı. (Francs-Tireurs et Partisans Français (Fransız Gerillaları ve Partizanları) Her FTP mangasında yedi kişi var. Manga komutanının iki yardımcısı var: 1° silah, cephane, patlayıcı madde, demiryolu sabotajında kullanılacak özel malzeme, lokomotif, yük vagonu, telgraf hatları ve elektrik santrallarını uçurmak için gerekli özel malzeme gibi donatım sağlayan bir yardımcı; 2° haberalma işiyle, belli kişilerin alışkanlıkları ve adresleri, demiryolu haritaları, enerji santrallarının, polis ve özel birliklere ait karargah ve kışlaların krokileri gibi konularda. mümkün olan en geniş bilgiyi toplamaktan sorumlu bir başka yardımcı. Güvenlik amacıyla her manga üçer kişilik iki guruba bölünüyor. Böylece ünlü üç kişilik gurup ilkesi (hücre ilkesi -çev.) uygulanmış oluyor: hiç bir gurup diğer gurubun üyelerini tanımadığı gibi, gurup başkanı da bağlı olduğu örgütü kimin yönettiğini bilmiyor. Üç ya da dört manga bir takım ediyor. Takım komutanın da iki yardımcısı var. Ayrıca, takım komutanın yanında, siyası eğitimi yürüten ve propaganda işlerini denetleyen bir kurmay yardımcı var. Bir bölgedeki takımlar o bölgenin askeri komitesine bağlı. Bölgedeki takım sayısı üçe çıkıp da mangaları görevlerini yerine getirmeğe başladılar mı, bölge komitesi, bir bölük kurmağa çalışıyor. Bölüğün kurmay heyeti, bir komutan (yüzbaşı) ile bir siyasi eğitim (sayfa 179) görevlisi ve haberalma, haberleşme, gereç depoları ve ulaştırma işleriyle görevli bir "teknisyenden" ibaret. Her zaman, her yerde üç kişi ilkesi! Bölgedeki bölük sayıları üçü bulunca, askeri komite. bir tabur teşkiline girişebiliyor. FTP'nin örgütlenmesi işte bu şekilde oluyor: Bölge askeri komiteleri eylemlerini, bölgeler arası askeri komiteler aracılığıyla birleştirmekte, bütünlüğe kavuşturmakta. Bu sonuncular da milli askeri komiteye karşı sorumlu. Saldırı ve yoketme görevleri mangalarca yürütülüyor. Bir yıldırım baskınını yürütmek için yedi kişi gerekli: bir ya da iki kişi baskını yapıyor, diğerleri kaçmayı sağlıyorlar. Trenlere ve enerji santrallarına karşı girişilen saldırıları, bu eylemler daha çok insanı gerekli kıldığı için, takımlar yürütüyor. FTPnin 20 SAYlLI BİLDİRİSİ. 8-20 Ocak. 1943. 8-20 Ocak tarihleri arasında. FTP, Hitler'in haydutlarına ve yerli hainlere karşı mücadelesine cesaretle devam etmiş, düşman haberleşme sistemlerine zarar vermiştir. Vimy'de bir tren raydan çıkarılmış: zarar büyük olmuştur. Başka bir trene ait yirmi yük vagonu ile lokomotif tahrip edilmiştir. Almanya'ya doğru yol alan, balık yüklü bir tren uçurulmuş, balıklar o bölge halkı tarafından yağma edilmiştir. Lille'de, bir Alman eğlence merkezine el bombasıyla saldırılmış, altı kişi ölmüştür. Bethune sokağındaki başka bir saldırıda 15 ölü ve 20 yaralı var. Bassé'de bir Gestapo ajanı, Sailly'de beş, Avion'da üç Alman öldürüldü. Maubcuge'de bir yüksek gerilim dağıtım direği tahrip edildi. Caruin'de bir geneleve el bombasıyla saldırıldı: iki Alman subayı öldü. Louvroil'deki Heudemont fabrikalarım besleyen yüksek gerilim kabloları kesildi: zırh plakası yapılan bir fabrika üç gün tatil etti ve 600 işçi (sayfa 180) boş kaldı. Valenciennes'de tahrip edilen bir direk yüzünden bir çok fabrika paydos etmek zorunda kaldı. Maubeuge-Aunoye telefon irtibatı kesildi. Falaisc'de yeraltı telefon hatları kesildi. İki uçaksavar topu tahrip edildi. İşbirlikçilerinin ürününü depo ettiği ve Almanların emrine verilmiş iki depo yakıldı. Silah ve patlayıcı madde ele geçirildi. Saman dolu yük vagonları yakıldı. Seine-Inferieure (Aşağı Seine) bölgesinde dört Alman iş bürosu ve iki faşist karargah yakıldı. Üç Alman subayı yere serildi. Melante'taki SNAM fabrikası transformatörü yakıldı. Corbeil'de 1500 ton, Fitz Jeann'da 1000 ton, Framc'da 700 ton buğday ve yulaf yok edildi. Creil dolaylarında, Alman donatımıyla dolu bir yük treninin lokomotifi altında patlayan mayın, trafiği tam 12 saat aksattı. Abbeville ile Amiens arasında bir yol tahrip edildi (trafik sekiz saat işlemedi), bir tren raydan çıkarıldı. Alman birliklerini taşıyan iki kamyon uçuruldu. Toul'da bir düşman birliğine el bombasıyla hücum edildi; Homicourt'da bir tren dolusu donatım mayınla uçuruldu; Almanların eline geçmek üzere olan 500 ton buğday Meuse Irmağına döküldü. Pompey'de, bir yüksek gerilim direği yakıldı, beş yük vagonu ile bir lokomotif ırmağa döküldü: çoğunluğu subay olmak üzere 78 ölü saydık. Genlisıe (Cote D'or), 17 vagonlu bir marşandiz raydan çıkarıldı. Chatellerault ve Poitiers hattında bir başka tren raydan çıkarıldı. Chatellerault'da bir Alman birliğine hücum edildi, beş ölü ve bir çok yaralı. Angers'da bir bara el bombasıyla yapılan hücum sonucu 15 ölü ve yaralı. İşaretlerin sökülmesi demiryolu trafiğini altı saat aksattı. Saumur'da Almanlara çalışan bir içki fabrikası ateşe verildi; 80000 litre alkol yandı. Cholet'de bir yem deposu (sayfa 181) yakıldı. Orleans"da bir Alman birliği bombalandı. Bourges'te iki Gestapo ajanı öldürüldü; Vierzon'da üç lokomotife sabotaj yapıldı. Bordeaux'da Piquet adlı hain idam edildi. Bölge karargahı telefon hatları kesildi. Nantes'da iki casus idam edildi. Silah ve cephane ele geçirildi. Lorient'de bir Alman lokantası yakıldı; sekiz kişi öldü. Morlaix'te Lejyon karargahına, bir yatakhaneye ve ana binaya saldırıldı. Brest'te bir sinemaya saldırı ve altı Almanın öldürülüşü. St. Brieuc demiryolu istasyonu su kulesi yakıldı. Aynı kasabada bir Alman lokantasına ateş açıldı: beş ölü ve yaralı. Lezardrieux'da iki Alman lokantasına el bombasıyla saldırı. Bir demiryolu uçuruldu. Bir buharlı inşaat makinası tahrip edildi; Finistere, Morbihan ve Cotes du Nord'daki vatansever eylemler yüzünden gece 8'den sonra sokağa çıkma yasağı konuldu. Mans'da bir Alman eğlence merkezinde patlayan bomba; ölü ve yaralıları taşımak için altı cankurtaran geldi. İki lokomotif sabotaja uğradı, bir transformatör tahrip edildi. Paris'te, Boissy d'Anglas sokağında el bombasıyla bir Alman lokaline saldırıldı; Bourdonnais Caddesinde, Lafayette sokağında ve Piere Premier de Serbie Caddesinde de benzer lokallere el bombası atıldı. Laborde sokağında bir Alman garajı tamamen imha edildi. Coustou sokağındaki, Daumsenil Caddesindesi ve Maubeuge sokağındaki Alman yurtlarına molotof kokteyli atıldı. Billabcourt'daki Nazi stüdyoları yakıldı; Naziler hesabına çalışan bir doğrama atölyesi de yakıldı. Versailles-Chantier yakınlarındaki Stain bölgesinde bir Alman birlik treni saldırıya uğratıldı. Lyon'da Metral adlı hain, vatanseverler tarafından öldürüldü. Roanne'da enerji santralı yakıldı. Grenoble'da, İtalyanların gittiği bir bar tahrip edildi. Marsilya'da, Garibaldi Bulvarında, Grand Hotel'in (sayfa 182) girişinde bir gurup Alman subayına el bombası fırlatıldı: bir yüzbaşı öldü, bir yarbay ve bazı subaylar yaralandı. İki tanker gaz, 250 ton kömür ve 85 yük vagonu tahrip edildi. Nimes'da bir gaz kamyonu yakıldı. Clermont'dan gelen bir Alman tireni St. Germain des Fosses dolaylarında raydan çıkarıldı. Pontmort'da raydan çıkarılan bir tren 200 metre yolu da peşinde sürükledi; Clermont-Ferrand'da da bir tren raydan çıkarıldı. Limoges'da enerji santrali ile bir uçak fabrikası yakıldı. Bütün bu eylemler sırasında, FTPnin bazı savaşçıları cesaret ve disiplinleriyle yüceldiler; bir tek kayıp bile verilmedi; biri ağır olmak üzere dört vatansever yaralandı o kadar. Fernand Grenier, Francs-Tereurs et Partisans Français, (Broşür), Cobbett, Londra, 1943, s. 14-15, 21-25; Grenier direnme hareketinde Müttefik kuvvetleriyle irtibat sağlama görevinde çalışmıştır. 6. NAZİ İŞGALİNE KARŞI. . YUNAN DIRENME HAREKETİ E. Jeonnides ... Almanların Selanik'e girmesinden beş gün sonra*, Komünist Partisi bölge komitesi gizlice toplandı ve (sayfa 183) işgalciye karşı silaha sarılmayı kararlaştırdı. Silahlar bulunur bulunmaz, bir iki hafta içinde, Langadas dağlarında küçük gerilla gurupları çalışmağa başladı. 1941 Eylülünde, Makedonya'nın Kerdillia bölgesinde işgal kuvvetlerine ilk darbe indirilmiştir. * Yunanistan'ın Almanya tarafından işgali 6 Nisan 1941'de başladı, Selanik 9 Nisanda düştü. Alman gücüne karşı durmak kolay bir iş değildi. Yokuş yukarı bir savaştı bu. Metaksas diktatörlüğü** ve Alman çizmesi, gerek haberleşme gerekse insangücü ve örgüt konularında bir hayli hasara yol açmışlardı. Direnme hareketi, yavaş yavaş ve zorlaya zorlaya bütünleşip olgunlaşıyordu; düşman öldürülüp silahı alınıyor ya da halktan saklanan silahlar ele geçiriliyor, bu da kurtuluş savaşçılarının silah donatımını sağlıyordu. Kasabalarda ve dağlarda eylem yürüten silahlı birliklerin tohumu böyle atılıyordu. ** General Metaksas 1936'da diktatör oldu, 1941 Ocağında, ki ölümüne kadar diktatör kaldı. Ölümünden önce Nazi saldırısına çanak tutmuş biridir. EAM (Ethiko Apclefterotiko Metopo) yani Milli Kurtuluş Cephesi, işgali takip eden birkaç ay içinde kurulmuş oldu. Başlangıçta. bu cepheye, sadece Komünistler, Çiftçi ve Sosyalist partileri katılmıştı. Bütün bu partilerin siyasi geçmişleri temizdi. Hiç biri savaş öncesi darbelerine ya da diktatörlüklerine bulaşmamıştı. Hepsi de Metaksas'a karşı dövüştüler. Yavaş yavaş, sabır ve fedakarlıkla, EAM, örgütü genişletti, etkisini yaydı ve mücadelenin önderliğini eline aldı. Bir çok parti ve örgütü saflarına çekti. Bunlar arasında, İleri Liberallerin bir kanadı, Liberal Gençlik, İşçi Sendikaları Genel Federasyonu, Memur ve Demiryolcu Sendikaları, çeşitli kadın kuruluşları v.s. vardı. Mataksas'ı ve Almanları atlatıp kazasız belasız kurtulabilmiş bütün siyasi ve ekonomik örgütler bu özgürlük cengine katılmıştır. Hiç bir (sayfa 184) zaman örgütlü bir parti haline gelememiş bulunan Liberal Parti, diktatörlüğün darbeleri altında paramparça olmuştu. Önderleri, -ki bunların çoğu yaşlı kimselerdi- EAM'ye katılmadılar, en iyileri bile tarafsız kaldı, Liberallerin birçoğu ise, birer ikişer EAM'ye katıldılar. Köklü partilerin hiç biri direnme hareketine karışmamıştır. 1942 yılı başlarında bile EAM hatırı sayılır bir kuvvet olmuştu. Çeşitli gerilla guruplarını bütünleyip tek bir merkezi yönetime, yani ELAS'a (Yunan Halk Kurtuluş Ordusu) bağladı. Ülkenin dört bir yanı EAM komiteleriyle örülmüş, bir petek haline gelmişti; kasabalardaki sabotajlar daha sistemli ve örgütlü bir hale geldi. Dağlardaki çeteler de askeri eylemlerini plan çerçevesinde yürütmeğe başladı. EAM, bütün Yunanlılara, aralarındaki farkları unutmalarını ve ortak düşmana karşı birleşmelerini öğütlüyordu. Program şu şekildeydi: (a) Yunanistan'ı faşist işgalcilerden temizlemek ve tam bağımsızlığı ve egemenliği sağlamak, (b) Kurtuluştan sonra, gerçek anti-faşist elemanlardan kurulu bir geçici hükümet kurmak. Bu hükümet, halkın kaybettiği demokratik hakları yeniden verecek, herkese ekmek ve iş sağlayacak, Yunanistan'ın bağımsızlığını ve bütünlüğünü gerçekleştirecek, siyasi hükümlüler için af çıkaracak ve serbest seçimleri düzenleyecekti. (c) Vatan hainlerini ve savaş suçlularını cezalandıracaktı. (d) Halk, serbest plebisit ile krallık konusunda bir karar verinceye kadar kral Yunanistan'a dönmeyecekti. İşgalin ilk kışı içinde, EAM tam anlamıyla eyleme girişti. Atina sokaklarından her gün yüzlerce ceset toplanıyordu. Bunlar, Almanların halkı aç bırakma kampanyalarının bir marifetiydi. Yoksullar en çok ezilenlerdi. Elinin erdiği, gücünün yettiği kadar, EAM, yiyecek (sayfa 185) dağıtıyor, köylerden kasaba halkına üleştirilmek üzere gizli gizli, ihtiyaç maddeleri taşıyordu. Zaman zaman, zengin köylüleri ve tefecileri, ambarlarının bir kısmını boşaltmağa razı edebilmek için sert yöntemlere başvurmak gerekiyordu. Atina ve Pire halkı örgütlendi, karaborsacılar ve istifçiler mağazalarını açmak zorunda bırakıldılar. Askeri harekatında EAM'yi engelleyen bir gerçek vardı: zalim Almanların halka misilleme yaptığı konusundaki bilgimiz. Bu yüzden her saldırı ayrı ve dikkatle planlanıyordu; Yunan halkına ve müttefiklere yardımcı olacak bir biçimde dikkatle yürütmek ve tehlikelerini hesaba katmak gerekiyordu. İş artık dağınık gurupların kişisel çatışmalarından çıkmış, planlı bir milli savaş düzeni kurulmuştu. Bu düzen içinde düşmanla çatışmalarımız başarılı oluyordu. Bu çatışmalar, EAM'in askeri örgütü olan ELAS'a durmadan silah kazandırıyordu. Şiddet kullanan mücadele yöntemlerinin yanısıra yumuşak direnme araçlarına da başvuruluyordu. Yanına bir Alman sokulunca her Yunanlı sağır, dilsiz ve cahil kesiliyordu. Emirleri kimse anlayamıyordu! Metotlu çalışmağa alışık Almanlar şaşırıp kalıyorlardı bu durum karşısında. Üstüne üstlük grevlerden de geçilmiyordu. Atina ve Pire'de EAM tarafından yönetilen iki genel grev (Nisan ve Eylül 1942) işgal otoritelerinin ücret ve maaşları arttırmasıyla sonuçlandı. Ayrıca, ücretlerin bir kısmı mal olarak ödenecek, emekçiler ve emekçi aile1eri için aşevleri kurulacak ve bundan böyle Yunanistan'dan yiyecek maddesi ihraç edilmeyecekti. Bunlardan bir iki ay sonra, Almanlar Yunanistan'dan işçi sevketmeğe kalkınca derhal direnmenin her çeşidine başvuruldu ve düşman taktik değiştirmek zorunda kaldı. Bu defa da kuvvet yerine ikna yolunu denemeğe kalktılar. Bundan da bir sonuç çıkmadı. Bin1erce insanımızın Almanya'ya esirliğe götürülmüş olduğu doğrudur. Ancak, işgale uğramış diğer (sayfa 186) ülkelere oranla Yunanistan'ın Alman Devini beslemeğe çok küçük bir katkıda bulunmaktaki payı büyüktür. E. Joannides, Bloody But Unbowed: The Story of the Greek People's Struggle for Freedom, Hermes Press, Londra, 1949, s. 20-23. 7. YUNAN İÇ SAVAŞINDAN ALINACAK DERSLER Zizis Zografos Britanyalı emperyalistlerin ve Yunanlı gericilerin iç savaşın patlak vermesi için ellerinden gelen herşeyi yaptıkları artık ispatlanmış bulunuyor. Bunlar, sadece akan kanların sorumlusu değil (18 Mart 1952 tarihli Elefteria gazetesinde bildirildiğine göre, iç savaşta ölenlerin sayısı 154.561'i bulmaktadır) aynı zamanda, hem Geçici Devrim Hükümetinin tekrar tekrar öne sürdüğü teklifleri, hem de Sovyetler Birliğinin Yunanistan'ı sürekli bir barışa götürecek çözümlerini geri çevirmenin de sorumlusu oldular. Komünist Partisi önderliğinin işlediği sağcı oportünist hatalar, halkın ideolojik, siyasi ve örgütsel olarak hazırlıksız ve 1944 Aralığında Britanya'nın silahlı müdahalesi karşısında çaresiz kalması sonucunu doğurdu. Aralıktan sonra solcu oportünistlerin işlediği hatalar ise, Aralık ayında giriştiklerini tamamlamak, demokratik hareketi ezmek ve iktidarlarını pekiştirmenin tek yolu (sayfa 187) olarak gördükleri iç savaşı başlatmak için gericilere ve emperyalistlere fırsat vermiş oldu. Partimizin Sekizinci Kongresinde (1961), o zamanki parti önderliğinin işlediği hatalar şu şekilde sıralanmıştır: Birincisi, savaş sonrası dönemini (1945-1946) yanlış değerlendirmiş, halkın emekçiler çevresinde toplanmasına imkan verecek barışçı mücadele biçimlerini küçümsemiş, şartların hiç de elverişli olmadığı bir zamanda silahlı mücadeleye girişmiştir; ikincisi, silahlı mücadeleye karar verdikten sonra da işleri ağırdan almış ve düşman bundan yararlanarak üstünlük sağlamasını bilmiştir. Bu temel hatalar, bunlardan ve genel olarak o zamanki parti önderliğinin sol sekterliğinden doğan diğerleri, demokratik hareket için felaketli sonuçlar getirmiştir. Bir devrimci mücadelede halkın duygularını anlamanın önemi son derece büyüktür, nesnel şartlar ve baskılarla biçimlenen bu duygular, sağlam bir parti siyasetine somut, elle tutulur anlam kazandıran ileri sloganlarla istenilen yöne pekala çekilebilir. Kitle ruh durumunun ve devrimci bir mücadeleye hazır olup olmadığının anlaşılması, doğru değerlendirilmesi, özellikle, partizan savaşı biçimine dökülecek bir silahlı mücadele söz konusu olduğu zaman büsbütün önem kazanmaktır. Gericiler ve emperyalistler 31 Mart l946'da genel seçimlerin yapılacağını ilan etti. Bu şekilde, onların saldırılarına karşı savaş kritik bir safhaya girmiş oluyordu. İşte Komünist Partisi önderliği böyle bir aşamada, yukarda belirtilen noktaları dikkate almamak hatasını işlemiştir. Bu sırada ülkenin durumu ve kitlelerin ruh haleti ne merkezdeydi? Devrim için elverişli bir bunalım olgunlaşıyordu. Fakat henüz doruğuna erişmiş değildi. Komünist Partisi (sayfa 188) emekçi sınıfın çoğunluk desteğine sahipti. Sendika seçimleri bunu gösteriyordu. İşçilerin çevresinde köylüler ve şehirlilerin orta kesimleri toplanıyordu. Partimiz, halkın derinden bir istekle beklediği bağımsızlık, demokrasi ve barış için savaşmış ve bu kitleleri böylelikle kazanmıştı. Bu şartlarda tek doğru siyaset, bütün demokratik güçleri, "İç Savaşı körükleyen Britanyalı emperyalistler dışarı!" ve "Normal Demokratik Hayat!" gibi sloganların çevresine toplayarak seçimlere katılmaktı. Böylece iç savaş önlenebilirdi. Durum bu siyaseti gerekli kılmaktaydı. Bu yol tutulmuş olsaydı, Komünist Partisinin ve EAM'nin itibarı artacak, kitlelerle bağları daha da sıkılaşacak, daha güçlü durumlar elde edecekler (partinin seçimleri boykot kampanyasına tepki bunu kanıtlıyor) ve barışçı araçlarla demokratik amaçlara ulaşmanın yeni fırsatları değerlendirilmiş olacaktı. Elle tutulur bir olanaktı bu (hareket sadece halk kitleleri çoğunluğunca desteklenmekle de kalmıyordu çünkü, dünya arenasındaki güçler dengesi ile Balkanlardaki durum da lehimizeydi). Yerli gericiler ve Britanyalı emperyalistler gene de iç savaş çıkarmak için direnecek olurlarsa, bu defa, bizzat halk kitleleri kendiliklerinden silaha sarılmanın bir zorunluluk olduğunu anlayacaklardı. İşte böyle kritik bir kavşakta, Komünist Partisi önderliği, hiç de haklı sebeplere dayanmaksızın, barış için, hazırlıksız da olsa ardımızdan gelmekten çekinmeyen kitlelerin, gene hazırlıksız olarak, silahlı mücadele için de peşimize takılacağını, seçimleri boykot edeceğini, durumun elverişsiz olduğuna aldırmadan silaha sarılmakta bir sakınca bulmayacağını varsayıyordu. Bu varsayım altında önderlik, iç savaşa girişti ve böylece Britanyalı emperyalistlerin ve yerli gericilerin oyununa düşmüş oldu. Ayrıca, tutarsız siyasetinde kararlı olan o günkü parti önderliği, anti-emperyalist demokratik aşamadan (sayfa 189) geçmeden doğrudan doğruya sosyalist aşamaya yönelen bir devrimi gerçekleştirmek amacı içinde olduğunu da belirtmeliyiz. N. Zakariyades*, sonradan Yunan Halk Ordusunun "ta başından beri sosyalist devrim için savaştığını" ve "başarıya ulaştığı her yerde proletarya diktatörlüğünü kurduğunu" yazıyordu. Tutulan yanlış yol, Makedonya sorunundaki yeni tutum, EAM içindeki müttefiklerin küçük görülmesi ve silahlı mücadeledeki öznel (sübjektivist) davranış gibi yeni yeni hatalara yol açıyordu. Sekizinci Parti Kongresi, o günlerdeki parti önderliğinin temel hatalarından birinin de, partiyi silahlı mücadeleye sokarak, böyle bir mücadeleye hazırlamak için 18 aylık bir zamanı boşa harcadığı görüşünü de benimsemiştir. O günlerdeki parti önderliği, her şeyden önce, açıkça çelişmeli ve kararsız bir durumdaydı. Bunun göstergelerinden biri, 16-17 Nisan 1946 tarihlerinde toplanan kurultayda alınan kararlardır: iki ay önce başlamış bulunan silahlı mücadelenin kararı ancak şimdi çıkartılmağa çalışılıyordu. Komünist Partisi mücadeleye çoktan başlamıştı. Ancak bazı üyelerin durumdan haberleri bile yoktu. Yedinci Kongrenin (1945 Ekim ayında toplanmıştı), partinin köy ocaklarının kapatılması, buralara kayıtlı üyelerin Çiftçi Partisine katılmaları hakkındaki kararı artık uygulama alanına geçecekti. Partinin bütün örgütlerinin kuvvetlendirilmesi gerektiği böyle bir zamanda, silaha sarılacağımız bir sırada -silahlı mücadele bilfiil başlamıştı bile-, köylerdeki parti ocaklarını dağıtmağa kalkmak tam bir çelişmeydi. İkinci olarak, devrimci stratejide en önemli sorunlardan biri olan yedek güçler sorunu doğru biçimde (sayfa 190) çözülmemişti. Bildiğimiz gibi, bir silahlı mücadele için yeterli güçlerle yedek güçleri toparlamak için, l° doğru bir siyaset, 2° güçlerin, özellikle parti güçlerinin, zamanında, siyasi, ideolojik ve örgütsel yönlerden hazırlanması ve 3° düşmanın, halk hareketini, yedek güçlerinden yoksun bırakmak için girişeceği teşebbüslerin önceden kestirilerek, zamanında gerekli eylemlere girişilmesi zorunlukları vardır. Yedek güçlere hakim olmakta, düşmandan önce davranmak ve onları eyleme sokmak üstünlüğünü elden kaçırmamak son derece önemlidir. Buraya kadar söylediklerimizden anlaşılmış olacağı üzere, birinci şart yerine getirilmedi. Silahlı mücadele kararı halkın duygularına ters geliyordu. Hatta birçok parti görevlisi ve üyesi bunu kabul etmiyordu. Bu yüzden de ikinci şartı -güçlerin siyasi, ideolojik ve örgütsel yönden silahlı mücadeleye hazırlanmasını- gerçekleştirmek çok daha güç bir sorun haline geliyordu. Çünkü, ne de olsa, parti kararlarını uygulayacak olan, görevliler ve üyelerdi. Lenin, "Kitleler, silahlı, kanlı ve ümitsiz bir mücadeleye girmekte olduklarını bilmelidirler. Ölüm korkusunu küçümseme aralarında ne kadar yaygın olursa zafer o kadar garantilidir." diyor.** * O zamanki, Yunan Komünist Partisi genel sekreteri. ** V. İ. Lenin, "Lessons of Moscow Uprising" (Moskova Ayaklanması Dersleri) Birinci Bölüme bakın. Silahlı mücadele, sadece kırlık bölgelerde gerilla eylemi biçiminde yürütülürse, eninde sonunda, partinin ve demokratik kuruluşların yasaklanması sonucu ortaya çıkacaktır. Dolayısiyle, yeraltı parti eylemlerini daha işin başında garantileyecek adımların atılması zorunluğu vardı. Bu zorunluluk, özellikle, düşman denetiminde olan ve devrimin başlıca öncüsü işçi sınıfının yaşadığı şehirlerde yürütülecek eylemler için doğrudur. Bunların hiç biri yapılmadı. Bu yüzden de, (sayfa 191) düşmanın, partiyi ve Halk Ordusunu yalnız bırakmak için giriştiği çabalar hiç bir kararlı direnme hareketi karşısında kalmadı. Parti yalnız kalınca, kendi güçlerinin bir kısmına dayanmak zorunda kaldı; bu güçlerin de sadece küçük bir kesimi savaşıyordu. Bu kesim de diğer devrimci güçlerden ve özellikle halk kitlelerinden kopmuş durumdaydı. Bu sadece parti önderliğinin bir hatası olarak kalmıyordu: İşin içinde hazırlıkların eksik tutulması da vardı. Üçüncü olarak, ordu karşısında da yanlış bir tutuma saplanıldı. "Ordu birliklerindeki çalkalanma, her halk hareketinde kaçınılmaz bir olaydır. Bu çalkalanma. devrimci mücadele sertleştiği zaman orduyu kazanmak için mücadele haline dönüşür" diyor Lenin, "Moskova ayaklanması, gericilerle devrimciler arasında, orduyu kendi tarafına çekmek için kıyasıya, çılgın bir mücadelenin açık örneklerinden biridir". Yunanistan'da silahlı mücadele kararı alındığı zamanki durumu incelediğimizde ve parti önderliğinin bu konuda daha sonra takındıkları tutumu gözden geçirdiğimizde, ordu birliklerini kazanma, hazırlama ve silahlı mücadeleye ondan sonra kalkışma konusundaki Leninci ilke de ihmal edilmiştir. 1946 yılında, Merkez Komitesi, dümeni silahlı mücadele yönüne doğru kırdığı zaman, ordudaki durum bir halk hareketi için elverişli bir ortam teşkil ediyordu. Silah altında 60.000 kişiden fazla olmamasına rağmen, askerler arasında demokratik duyguların hayli yaygın olduğu anlaşılıyordu. Temmuz 1946'da, General Sakalatos'un, İkinci Kolorduya bağlı alaylardan birinde askerin yarısının tutuklu olduğunu söylemesi bunun göstergesi değil de nedir? O sırada İkinci Kolordu Larissa'da bulunuyordu. (sayfa 192) Bu, tek bir olay olarak da kalmıyordu. Bütün ordu bu durumdaydı. Ne var ki, Parti, Merkez Komitesi kararından ancak 15 ay sonra kımıldamağa ve silahlı mücadele için gerekli hazırlıklara başlayabilecekti. Bu zamana kadar ordu, 1946'da olduğundan çok daha değişik bir niteliğe bürünmüştü. Hem örgüt, hem de insan gücü yönünden köprülerin altından çok sular akmış, subaylar ve askerler değişmişti. Korkutmaktan işkenceye, kurşuna dizmeden "beyin yıkamaya", yolsuzluktan rüşvete kadar her yolu deneyen gericiler durumu değiştirmeyi başarmışlardı. Şurası da akılda bulundurulmalı: parti önderliği ELAS'ın askeri kadrolarını elde tutma konusunda çok az dikkat sarfetmiş, özellikle eldeki muvazzaf subayları elinden kaçırmıştır. Oysa bunların, bir Halk Ordusu kurmakta ve özellikle yönetmekte bilgi ve yetenek sahibi oldukları açıktır. Uzun süre, silahlı mücadeleyi yürütecek bir askeri merkez kurulamamış olmasının yanısıra, stratejik bir planın yokluğu da burada belirtilmelidir. Partinin taşra örgütleri bir süre kendi hallerine bırakıldı. Talimattan yoksun, kendi yağıyla kavrulan bu örgütler eylemlerini akıllarına nasıl eserse o şekilde yürütüyorlardı. 1946 baharında kurulmağa başlanan silahlı birliklere kimin alınıp kimin alınmayacağı konusu kendilerine bırakılmıştı. Mesela, 1947 yılında, bir çok birlik, kendilerine katılmağa gelen gönüllüleri yüz geri etmiş, köylerine göndermiş ve tutuklanmanın kucağına atmıştı. Stratejik bir planın yokluğu, diğer şartlara eklenince, eylemlerin örgütlenmesi ve yönetilmesi de başarısız oluyor, düşmanın keşfi, olanaklarının incelenmesi ve mücadelenin alacağı biçim gibi konular bir yana bırakılmış oluyordu. 1946 ve 1947 yıllarında durum o hali aldı ki, (sayfa 193) gericiler, halk kuvvetlerine karşı saldırıya geçmeğe başladılar. Britanyalı emperyalistlerin yardımıyla ordularını yeniden düzenlediler, devlet yönetimlerini kurdular ve baskılarını yoğunlaştırdılar. Komünist Partisi yasaklandı, EAM dağıtıldı, demokratik örgütlere ve 62 demokrat gazeteye yasak kondu, şehirli nüfusun hareketleri türlü kayıtlar altına alındı. 1947 yılı sonuna kadar, adalardaki esir kampları mevcudu 30.000'ni aştı; Makronisos'taki bir kampta 20.000' subay ve er tutukluydu. 15.000 kişi cezaevine sokulmuştu. Şehirlerin ve emekçi halkın Halk Ordusuyla bağlarının koparılması, parti örgütlerinin bir bir kapatılması ve sonuç olarak kitle hareketi diye bir şeyin kalmayışı, iç savaş sırasında halkın silahlı mücadelesi üstünde olumsuz bir etki bırakmaz da ne yapardı? İlk silahlı guruplarımızın teşkilinden sonra bile, parti önderliğinin olaylara seyirci kalması sayesinde, Halk Ordusunun, kırlık bölgelerde de halk kitlelerinden koparılması için düşman zaman kazanmış oluyordu. Yarım milyon köylü şehirlere yakın, gözaltında bulunan kamplara doldurulmuştu. Büyük topraklar bu yüzden çöle dönmüştü: ıssızdı. Böylece Halk Ordusu, son donatım ve bilgi kaynağından da yoksun bırakılmış oluyordu. Şehirli halkla ilişki kurmasına yarayan son araç da böylece elinden alınmıştı. Issız dağ köylerinde partili savaşçılardan başka kimseler kalmamıştı desek yeridir. İşte böyle, daha kendini toparlayıp gücüne kavuşamadan Halk Ordusu bütün savaş süresince kitleden kopuk bir duruma getirildi. Parti önderliğinin seçimleri boykot etmesi, erken ve kötü hazırlanmış bir ayaklanmayı yürütmeğe kalkışması ve bir de düşmanın ustaca oyunları sebebiyle parti kendini kitlelerden kopmuş, cansız bir halde buluverdi. (sayfa 194) "Some Lessons of the Civil War in Greece", World Marxist Review, Kasım 1967, s. 42-45. Bu yazı yazıldığında Zografos, Yunanistan Komünist Partisi siyasi bürosu üyelerindendi. 1968 Martında sağ hizipçiliğinden ötürü YKP'den çıkarıldı. Ancak, yukardaki çözümleme, yazıldığı zamanki YKP görüşünü yansıtmaktadır. IV. GÜNEYDOĞU ASYA Güneydoğu Asya'daki gerilla kurtuluş haraketlerinin uzun bir tarihi vardır. 16. yüzyıldan beri bölgede bir arazi ele geçiren her sömürge iktidarı, gerilla biçimini alan bir direnişle karşılaşmıştır. Hollandalılar Doğu Hint Adalarında, İngilizler Malaya ve Burma'da, Fransızlar Hindiçinide, İspanyollar ve Amerikalılar Filipinlerde. Çağdaş gerilla kurtuluş hareketlerinde, bir "Asya Modeli" bulunduğu (bunun da Çin deneyiyle örneklendiği kabul edilirdi) hakkındaki teori, her mücadelenin yakından incelenmesi sonucunda yıkıldı. Bu noktaya Giriş Bölümünde de işaret edilmiştir, fakat bölgedeki kurtuluş hareketleri herbirinin kendi tarihsel köklerinden, her sömürgedeki sömürgecilik sisteminin özel yapısından gelen ve herbiri kendi gelişim sürecini izleyen değişiklikler göstermekte olduklarını, daha açık biçimde belirtmek gerekir. Malaya'da ırksal ve toplumsal bölünmeler, İngilizlerin güttüğü, milliyetçiliği boğan ademi merkeziyetçi feodal saltanat yönetimi politikasının ve Çin ve Hint işçileriyle tüccar tabakasının ülkeye girmesinin eseridir. Bu, komünistlerin yönettiği Malaya Halk Kurtuluş Ordusu için, Güneydoğu Asya'nın başka bir yerinde karşılaşılmamış güçlükler doğurmuştur. Doğu Hint adalarında, temsilci hükümete asgari bir hak tanıyan ve burjuva milliyetçi güçleri etkilemek üzere yeterli sayıda Endonezyalı teknik ve profesyonel personel yetiştiren, daha merkezi hale gelmiş Hollanda sömürge idaresi, silahlı kuvvetleriyle birlikte, geniş ölçüde burjuva milliyetçilerinin denetimi altındaki Endonezya kurtuluş hareketin etkilemiştir. Bu, komşu ülkelerdekinden oldukça farklı bir durumdur. Hindiçini'deki her türlü temsilci hükümet ve gerek burjuva gerekse proleter nitelikteki milliyetçi siyasal eylemleri yasaklayan, son derece sınırlayıcı Fransız sömürge politikası, çok geniş bir Vietnam ulusal kurtuluş hareketine yol açmıştır. Gelişmiş siyasal burjuva öğelerinin bulunmayışı sonunda, bu hareketin başına kısa zamanda komünist yöneticiler geçmiştir. Bunun karşıtı olarak Filipinler'de çok sınırlayıcı bir İspanyol hakimiyetinden sonra gelen Amerikan sömürge politikası, Filipinlerin geniş bir burjuva siyasal eylemi yürütmelerine ve temsilci hükümet bulundurmalarına izin vermiştir. Bu ise, kuvvetli bir sömürge yönetici sınıfı etkisine yol açmış ve Huk ulusal kurtuluş hareketinin ana proleter niteliğini koruyarak ilerleme kaydetmesini çok zorlaştırmıştır. (Çağdaş Filipin gerilla hareketleri ilhamını, diğer Asya kaynaklarından çok, 19. yüzyılın sonundaki devrimci Kapitunan hareketi ve 1899'dan itibaren hemen hemen on yıl süren Amerikan fetih hareketine karşı yürütülen gerilla türündeki geniş çaplı Filipin Direnme Savaşı gibi, kendi tarihsel kökenlerindeki mücadelelerden almıştır.) II. Dünya Savaşından bu yana kurtuluş mücadelelerinin birbirini izleyen üç aşaması, bu farklı ulusal durumlar üzerinde etkide bulunmuştur. Bunların birincisi, savaş sırasında Japon işgaline karşı direnişti. Bu direniş, kurulu sömürge yönetimini yoldan çıkmış ve daha sert bir biçim empoze etmiştir. Savaş sırasında bölgede buna karşı bir tepki olarak ortaya çıkan her gerilla hareketi, kendi ulusal koşullarının oluşturduğu örneği izlemiştir. İkinci aşama, hemen savaş sonrası döneminde, yerlerinden çıkmış olan sömürge iktidarlarının, sömürgelerini yeniden işgal etmek ve Japon faşizmine karşı verilen mücadelenin arttırdığı ulusal bağımsızlık emellerini baskı altına almak üzere geri döndükleri sırada ortay açıkmıştır. Vietnam'da ve Endonezya'da bağımsız cumhuriyetler 1945'de ilan edilmiştir. Fransız ve Hollanda emperyalistleri, yıllar süren ezici savaşa rağmen, denetimi yeniden ele geçirmeyi başaramamışlardır. Endonezyalılar bağımsızlıklarını, burjuva milliyetçilerinin önderliğinde 1949'da kazanmışlardır. Vietnamlıların ise ülkelerini kısmen kurtarmaları komünist önderliğinde 1954'de olmuştur. Öte yandan Filipinler ve Malaya'da kurtuluş mücadelesinin daha dar alanlı olması ve sömürge sınıf ittigaklarının emperyalist yolda kullanılması sonucunda, Amerikan ve İngiliz emperyalizminin denetimi iade etmesini sağlayamayacak bir durum hasıl olmuştur. Kurtuluş mücadelelerinin üçüncü aşaması, Amerikan emperyalizminin, Güneydoğu Asyayı egemenliği altına almak, Vietnam'daki ve Endonezya'daki savaş sonrası kurtuluş zaferlerini akim bırakmak için çaba göstermeye başladığında ortaya çıkar. Vietnam'daki gerilla kurtuluş savaşının üçüncü aşaması bu dönemin ana niteliğini oluşturmuştur; fakat Amerikan askeri politikası ve askeri varlığının bölgeye yayılması, aynı zamanda gerilla hareketlerinin Laos'a ve Tayland'a sıçramasına ve Filipinlerde gerilla eylemlerinin yeniden canlanmasına da, doğrudan doğruya sebep olmuştur. Bu aşamaların herhangi birine gerilla savaşının "Asya Tipi" olmak niteliğini yüklemenin uygunsuzluğu, belki en iyi şekilde 1946-47 ve 1948-49 arasında Endonezya'da Hollanda'ya karşı verilen iki bağımsızlık savaşı süresince, gerilla güçlerinin yapısında kendini gösterir. Bu mücadeleler sırasında, komünistlerin yönettiği gruplar Cava'da çarpışmışlardır. Fakat diğer gerilla güçleri, burjuva cumhuriyetininin Genelkurmay Başkanı General Abdül Haris Nasution'un yönetimi alatındaydı. Bu general, Hollanda eğitimliydi ve kendi ordusunun denetimi altında tutulan gerillalar üzerinde, herhangi bir siyasal partının, ya da "yurtseverlik" dışında herhangi bir siyasal fikrin etki yapmasını önlemekteydi. "Gerilla Savaşının Temelleri" (Praeger, 1965) adlı eserinde (ki bu eser, gerillaya karşı ilkelerin benimsenmesi dolayısıyla daha çok emperyalistler tarafından kullanılmıştı) Nasution köy seviyesinde gerillaların kaydedilmesi ve yönetilmesiyle toprak ağalarının başını, Hollandalıların yerel mekanizmasında kullandıkları Lurah'ı görevlendiriyordu. Bağımsızlığın kazanılmasından sonra Nasution bu güçleri, yine Lurah'ın yönetiminde olmak üzere, anti-gerilla niteliğinde iç güvenlik elemanları haline getirdi. Bu şüphesiz Endonezya komünistlerinin 1965 Ekiminde başlayan karşı-devrime karşı geliştirdikleri silahlı mücadele sırasında karşılaştıkları etmenlerden biri olmuştur. Aşağıdaki seçmeler Vietnam'daki ve Filipinler'deki gerilla mücadelelerinin aşamalarına ve Endonezya kurtuluş mücadelesinin bazı yönlerine ışık tutar. Burma'daki karmaşık gerilla savaşını ilgilendiren kaynak materyel sağlanamamıştır. II. Dünya Savaşı sonrası döneminde Güney veya Güneydoğu Asya'da anti-emperyalist ya da anti-feodal nitelikte bir takım gerilla hareketleri daha ortaya çıkmıştır. Bunlar arasında, 1948-1952'de Hindistan'da, Bengal'in Telengana mıntıkasındaki geniş kapsamlı gerilla mücadelesi, 1962'de Burnei'deki (Kuzey Borneo veya Kalimantan) ayaklanma., 1963'de Malezya devletinin kurulmasına karşı Sarawak'taki gerilla direnişi bulunmaktadır. 1 . ULUSAL KURTULUŞ İÇİN VİETNAM PROPAGANDA ÜNİTESİ KURMA TALİMATNAMESİ Ho Chi Minh 1. Ulusal Kurtuluş için Vietnam Propaganda Ünitesi[1] isminden de anlaşılacağı gibi, askeri yönden çok, siyasal yöne önem verilmesi gerektiğini gösterir. Bu bir propaganda ünitesidir. Askeri alanda başarılı bir eylemde bulunabilmek için ana ilke, güçlerin yoğunlaştırılmasıdır. Bunun için örgütün (Hindiçini Komünist Partisi) yeni talimatına göre Cao, Bang, Bac ve Lang Son bölgelerindeki gerilla saflarından en cesur ve enerjik subaylar ve erler seçilecek, ve ana gücümüzü teşkil etmek üzere çok sayıda silah toplanacaktır. Bizim hareketimizin bütün halkın katıldığı ulusal bir direniş niteliğinde olduğu için, bütün halkı silahlandırmamız ve seferber etmemiz gerekmektedir. Bunun için de ilk üniteyi teşkil etmek üzere güçlerimizi bir araya toplarken, eylemlerinde işbirliği yapan ve birbirlerine her yönde yardımcı olan yerel silahlı kuvvetleri muhafaza (sayfa 244) etmeliyiz. Ana ünite, kendi payına, yerel silahlı ünitelerin kadrolarını yönetmek, onlara, talimde, yardım etmek ve mümkün olduğu takdirde silah takviyesinde de bulunarak bu ünitelerin sürekli bir şekilde gelişmesini sağlamakla görevlidir. 2. Yerel silahlı ünitelere gelince; bunların kadrolarını, eğitmek üzere toplayacağız, çeşitli bölgelere görgü ve bilgi alışverişinde bulunmak üzere eğitilmiş kadrolar göndereceğiz, ilişkiyi muhafaza edeceğiz ve askeri eylemlerle işbirliği yapacağız. 3. Taktikler konusunda ise: bugün doğuda, yarın batıda umulmadık bir anda ve dikkati çekmeksizin ortaya çıkan, gizli, süratli ve aktif bir hareket niteliği taşıyan gerilla savaşını uygulayacağız. Ulusal Kurtuluş İçin Vietnam Propaganda Ünitesi ilk kurulan ünitedir. İlerde diğer ünitelerin de kurulması umulmaktadır. Başlangıçta bu ünite küçük ölçüdedir, fakat geleceği parlaktır. Kurtuluş Ordusunun çekirdeğidir ve bütün Vietnam'da kuzeyden güneye kadar uzanabilecektir. (sayfa 245) [Ho Chi Minh, Selected Works, Foreign Languages Publishing House, Hanoi. 1961 Cilt II, s. 155-56.] 2. AĞUSTOS 1945 GENEL AYAKLANMAS1 Vo Nguyen Giap Daha 1941'den itibaren Merkez Komitesinin (Hindiçini Komünist Partisinin) sekizinci toplantısı halkın ayaklanmaya sevk edilebilmesi için ne gibi koşullar bulunması gerektiğini açık seçik saptama işiyle uğraşmaya başlamıştı: "Hindiçini'deki devrimin silahlı bir ayaklanmayla sona ermesi gereklidir. Silahlı ayaklanmayı yönetmenin koşulları şunlardır: "Ulusal Kurtuluş Cephesinin bütün ülkede birleşmiş durumda olması." "Kitlelerin artık Fransız-Japon boyunduruğunda yaşayamayacak hale gelmesi ve bir ayaklanmada her fedakarlığa hazır olması." "Hindiçinindeki egemen çevrelerin ekonomik, siyasal ve askeri bir krize sürüklenmesi," "Çin Ordusunun Japon Ordusu karşısındaki büyük zaferi, Fransız ya da Japon devriminin patlak vermesi, demokratik cephenin Pasifik'te ve Sovyetler Birliği'nde tam bir zafer kazanması, Fransız ve Japon sömürgelerinde devrimci bir zemin hazırlanması ve özellikle Çin ya da İngiliz-Amerikan ordularının Hindiçini'ye girmesi gibi nesnel koşullar da ayaklanma için elverişlidir." (sayfa 246) Viet Minh [Vietnam'ın Bağımsızlığı İçin Devrimci Cephe] Merkezi Komitesi tarafından 1944 Mayısında çıkarılan Ayaklanmaya Hazırlık adlı talimatnamede halkın hangi anda ayaklanması gerektiği açıkça belirtilmiştir: "1. Düşman saflarındaki umutsuzluk ve bölünmenin son haddine vardığı. 2. Ulusal kurtuluş örgütlerinin ve devrimci örgütlerin ayaklanmaya ve düşmanı ezmeye azmettikleri. 3. Geniş kitlelerin ayaklanmayı bütün kalpleriyle destekleyecekleri ve öncü güçlere kesinkes yardım edecekleri anda. Eğer ayaklanmayı tam zamanında başlatırsak, ulusal kurtuluş için yaptığımız devrim mutlaka zafere ulaşacaktır. Uygun fırsatları yakalayabilmek ve halk kitlelerini zamanında ayaklanmaya yöneltmek için daima hareketin nabzını yoklamak üzere tetikte bulunmamız, kitlelerin psikolojisini bilmemiz ve dünyanın durumunu ve her dönemdeki durumu iyi değerlendirmemiz gereklidir." Siyasal mücadeleden silahlı mücadeleye geçiş, uzun bir hazırlık devresi gerektiren, çok büyük bir değişimdir. Eğer ayaklanmanın bir sanat olduğu söylenebilirse, bu sanatın esas içeriği mücadeleye her aşamada siyasal koşullara uygun biçimler vermesini ve her dönemde siyasal mücadele biçimleriyle silahlı mücadele biçimleri arasındaki doğru ilişkileri muhafaza etmesini bilmektir. Başlangıçta siyasal mücadele esas görevdir, silahlı mücadele ikinci planda kalır. Gittikçe her ikisinin de önemi eşit duruma gelir. Daha sonra, silahlı mücadelenin anahtar rolü oynadığı aşamaya ulaşırız. Fakat bu dönemde bile, silahlı mücadelenin ne zaman sadece belirli bir bölge içerisinde, ne zaman ülke çapında anahtar rolü oynadığını açıkça tanımlamamız gerekir. Mücadele biçimleri (sayfa 247) konusundaki kılavuz ilkeleri temele almalı, çalışmalarımıza ve örgüt biçimlerine yön verecek ilkeleri açıkça ortaya koymalıyız. Daha sonraki durumda ise düşmanla aramızdaki mücadele son derece çetin ve şiddetli bir hal alacaktır. Eğer mücadelede ve örgütlenmede güdülen yol doğru değilse, yani, dikkatlilik ve belirleme ilkeleri ile öznel koşulların değerlendirilmesi ve devrimci güçlerle karşı- devrimci güçlerin karşılaştırılması konusundaki ilkeler doğru olarak izlenmezse, mutlaka güçlük ve başarısızlıkla karşılaşırız. Silahlı ayaklanma hazırlığında doğru bir önderlik, ayaklanmaya girişmek için koşullar olgunlaşıncaya kadar devrimci güçlerin sürekli ve muntazam gelişimini emniyete almak zorundadır. Merkez Komitesinin sekizinci toplantısında şunlar açıkça belirtilmiştir: "1. Ulusal kurtuluş örgütlerini geliştirip sağlamlaştırmalı, 2. Örgütleri şehirlere, iş yerlerine, madenlere ve çiftliklere kadar götürmeli, 3. Örgütleri devrimci hareketin hâlâ zayıf olduğu ve azınlıkta kalan alanlara inhisar ettiği taşra bölgelerine kadar götürmeli, 4. Parti üyelerine bir azimlilik ve fedakarlık ruhu kazandırmalı, 5. Parti, üyelerini, durumun yönetimini ele almalarını ve bu işin üstesinden gelmelerini sağlayacak yetenek ve deney1er kazandıracak şekilde eğitmeli, 6. Küçük gerilla grupları ve asker örgütleri oluşturmalıdır. .." Ayaklanmadan söz ederken V. İ. Lenin şu nokta üzerinde önemle duruyordu: "Ayaklanma, kitlelerin devrimci hareketinin yüksek bir olgunluk aşamasına dayanmalıdır, bozgunculuğa değil." Silahlı ayaklanma hazırlıklarından söz etmemiz, kitlelerin siyasal hareketine fazla önem vermemiz demek değildir. Aksine, devrimci (sayfa 248) kitleler tarafından yürütülen geniş ve derin bir siyasal hareket olmaksızın ayaklanma zafere ulaşamaz. Bundan ötürü, silahlı ayaklanma için iyi bir hazırlık yapma konusunda en önemli ve en başta gelen görev, kitleler arasında propaganda yapmak ve onları ulusal kurtuluş örgütlerini geliştirip, sağlamlaştırmak üzere örgütlemektir. Yarı silahlı örgütler ancak, kuvvetli siyasal örgütlere dayanarak ayakta kalabilirler. Daha sonra eylemlerini ve gelişimlerini ilerletmek için devrimci kitlelerle sıkı ilişkisi olan gerilla grupları ve üniteleri örgütlerler. İlk yıllarda. kitlelerin siyasal hareketi daha yeteri kadar kuvvetli değilken ve düşmanın güçleri henüz sağlamken, kitleler arasında siyasal bir seferberliğe girişmeye, silahlı ayaklanmanın hazırlanması için başta gelen bir ödev olarak bakılmalıdır. Ülkenin her yerinde ve özellikle kilit noktalarında, propaganda ve kitlelerin örgütlenmesi son derece önemlidir. Parti Merkezi Komitesi kısa zamanda Viet Bac dağlık bölgesini ve iki merkezi alan olarak da Bac Son-Vu Nhai ve Cao Bang'ı silahlı üsler olarak saptadı. O zamanın önde gelen koşullarına göre silahlı üsler, gizli tutulan, devrimci hareketin sağlam ve kitle örgütleşmesinin kuvvetli olduğu yerlerde bulunmalıydı. Kitlelerin örgütlenmeleri temele alınarak özsavunma grupları ve savaşçı özsavunma grupları[2] kurulmuştu. Bunlar daha sonra genişleyip, yerel silahlı gruplar veya üretim işlerinden ya kısmen veya tamamen affedilmiş silahlı müfrezeler ve en sonunda daha büyük gerilla üniteleri haline gelmişlerdir. Zamanla, yer altı eylemi yapan kadrolar, yer altı askeri kadroları, silahlı şok (sayfa 249) grupları ve yerel silahlı gruplar ile askeri müfrezeler ortaya çıktı. Eylemler için en uygun kılavuz ilke silahlı propaganda, siyasal eylemlerin askeri eylemlerden daha önemli olduğu ve savaşmanın propagandadan daha az önemli olduğu ilkesiydi. Silahlı eylem, siyasal temeli korumak, sağlamlaştırmak ve geliştirmek için kullanılmıştı. Siyasal temeller sağlamlaştırılıp geliştirildikten sonra, yarı silahlı ve silahlı kuvvetlerin sağlamlaştırılması ve geliştirilmesi için bir adım ilerledik. Bunların propaganda eyleminin merkezi noktaları olarak, hainlerin icabına bakılmasını sağlamak üzere, tam bir gizlilik içinde bulunmaları gerekiyordu. Askeri hücumlar da çok gizli ve süratli yapılıyordu. Hareketler hayalet gibi olmalıydı. Geniş kitleler için yasal mücadele tutumu devam ettirilmişti. Devrimci iktidarın kurulması için henüz durum uygun değildi. Kitlelerin bütün olarak ulusal kurtuluş örgütüne katıldıkları bölgeler vardı ve köy Viet Minh komiteleri devrimci gücün yer altı örgütü olarak kitleler arasında gerçekten tam bir itibar kazanmıştı. Fakat bu bölgelerde bile düşmanı yenmeye değil, kendi tarafımıza çekmeye ve onlardan faydalanmaya çalışmamız gerekiyordu. Bac Son-Vu Nhai'deki ulusal kurtuluş silahlı birliklerine Parti Merkezi Komitesinin verdiği talimat da bu yöndeydi. Başkan Ho Chi Minh'in, Cao Bang-Bac Can'daki silahlı birliklere silahlı propaganda ilkesinin önemini hatırlatması ve özellikle Vietnam Kurtuluş Silahlı Propaganda Birliğinin kurulması için emirler vermesi de, bununla aynı çizgideydi. Deneylerle kanıtlanmıştır ki, silahlı ayaklanma hazırlığının ilk döneminde, yukarıda sözü edilen kılavuz ilkeler tamamen anlaşılmamışsa, devrimci hareket sık sık geçici güçlükler ve zararlarla (sayfa 250) karşılaşacak ve bundan da silahlı ayaklanma hazırlığı etkilenecektir. Ağustos Genel Ayaklanması, halkımız ve partimiz için büyük bir zaferdir.[3] Bu, sömürge ve yarı feodal bir ülkenin Komünist Partisi önderliğinde yaptığı başarılı bir ayaklanmadır. Bu hareket. uzun bir siyasal mücadeleden geçerek, ayaklanma öncesi dönemde bölgesel silahlı mücadele haline gelmiştir. Sonunda. düşmanın tam bir kriz içinde bulunduğu sırada uygun fırsatları yakalayarak ve. silahlı ve yarı silahlı güçlerin desteği ile, esas olarak kitlelerin siyasal güçlerinden faydalanarak, şehirlerde ve kırsal bölgelerde kahramanca yükseldik, emperyalistlerin ve feodalistlerin egemenliğini ezdik ve halkın demokratik iktidarını kurduk. Ağustos Genel Ayaklanmasının başarısı, ezilen ulusların kurtuluş hareketlerinin, belli koşullar altında, ancak ayaklanma yoluyla zafere ulaşabileceğini kanıtlar. (sayfa 251) [Vo Nguyen Giap, People's War, People's Army, Foreign Languages Publishing House, Hanoi, s. 76 .67.] 3. FRANSIZ EMPERYALİZMİNE KARŞI DİRENME SAVAŞI Vo Nguyen Giap İkinci Dünya Savaşı başlarında Partinin güttüğü politika, ülkeyi bağımsızlığa kavuşturabilmek için silahlı bir ayaklanmaya hazırlanmaktı. Demokratik Cumhuriyetçi rejimin başa geçmesinden hemen sonra, 1945 -46 yıllarında partinin politikası, bütün halkın birleşip, bir direnme savaşı vermelerini, Ağustos Devriminin getirdiklerini ve yeni elde edilen bağımsızlığı korumalarını öngörür. Devrimin başarısından sonra Parti, Fransız sömürgecilerinin yarattığı saldırı tehlikesini açıkça kavramıştır. Parti, Bağımsızlık Bildirisinde ve Bağımsızlık Yemininde bile, halkı daha fazla uyanık ve hazırlıklı olmaya çağırmış ve gerektiğinde ülkelerini koruyabilmeleri için aktif eyleme hazırlanmak üzere harekete geçirmiştir. Fransız sömürgecileri, daha halk iktidarı tam anlamıyla yerleşmeden ve önümüzde her alanda çeşitli güçlükler yığılıyken, Saygon'da saldırıya geçtiler. Ülkemiz hiçbir zaman bu kadar çok yabancı ordunun boyunduruğu altına girmemişti. Japonlar teslim oldukları halde silahlıydılar. Kuzeyi elinde tutan Chiang Kai-Shek ordusu, Vietnam Quoc Dan Dang'a (Vietnam Kuomintangı) halk iktidarını devirebilmesini sağlamak üzere her türlü (sayfa 252) yardımda bulunuyordu. Güneyde ise İngilizler 16. paralele kadar ülkeyi işgal etmekte ve Fransızlara saldırılarını yaygınlaştırmakta yardımcı olmaya çalışmaktaydılar. Partimiz Nam Bo'da halkı, Fransız sömürgecilerine karşı bir direnme savaşına soktu. Bütün güçlerin en önemli düşmana yöneltilmesini sağlayabilmek için Parti, daha çok dost kazanıp, düşman yaratmama yolunu seçti. Ulusal Birleşik cepheyi genişletmeye çalıştı, kısaca Lien Viet denilen Vietnam Birleşmiş Ulusal Cephesini kurdu. Birleştirilebilecek bütün güçleri birleştirdi, tarafsız kılınması mümkün olan bütün güçleri tarafsız kıldı ve birbirlerinden ayrılması gereken güçleri ayırdı. Aynı zamanda iktidarını sağlamlaştırmak üzere silahlı kuvvetleri geliştirdi ve güçlendirdi. Milli Meclisi seçti ve Direnme için koalisyon hükümeti teşkil etti. Partimiz dış politikada da Chiang Kai-Shek ordusuyla samimi bir anlaşmaya varılıp, her türlü ihtilafın yok edilmesine çalıştı. Baş düşman saldırgan Fransız sömürgecilerine karşı ise Parti, Nam Bo'da halkı ve orduyu azimle savaşmaya yöneltti. Halkın tümünü güneye yardım için seferber etti, oraya bölükler gönderdi ve savaşın yayılması tehlikesine karşı direnişe faal olarak hazırlandı. Ayrıca Fransız kuvvetleriyle Chiang Kai-Shek kuvvetleri arasındaki en ufak anlaşmazlıklardan dahi yararlanma fırsatını kaçırmadı ve Fransız Hükümeti ile tutunabilecek bir barışın sağlanması için müzakerelere girişti. 6 Mart 1946'da imzalanan Ön Anlaşma da, bu doğru politika ve stratejinin bir sonucudur. Tarafımızdan tanınan bazı imtiyazlarla, Fransız birlikleri kuzeyde bazı bölgelere girip, Chiang bölüklerini buradan çıkartılar. Fransız Hükümeti de Demokratik Vietnam Cumhuriyetini, Fransız Birliği içinde, kendi ordusu, parlamentosu, maliyesi vb. olan bir cumhuriyet olarak tanımayı kabul etti. Böylelikle ülkemizden 200.000 Chiang Kai-Shek (sayfa 253) askerini çıkarmayı başardık. Bunu izleyerek, o sırada hâlâ sınır boyunda ve Kuzey Vietnam'ın iç kısımlarında beş ili ellerinde tutan karşı-devrimci Vietnam Quoc Dan Dang ordusu da yok edildi. Demokratik cumhuriyetçi rejim güçlendi. Ön Anlaşma ile "ilerlemek için barış" politikasını gütmüştük. Bu anlaşmanın imzalanmasından hemen sonra barış hayallerinin, sömürgeciler karşısındaki uyanıklığımızı gölgelediği bir dönem geldi. Fakat genellikle Parti bir yandan barışı güçlendirmeye çalışırken, öte yandan da düşmanın her türlü tuzağına karşı güçlerimizi artırma çabasında idi. Bir yandan yapılan anlaşmaya sadık kalırken, öte yandan bu anlaşmayı sabote etmeye kalkışan bütün düşmanca davranışlara karşı bir korunma çabasını azimle yürütmekteydi. Fransız sömürgecilerinin planları her geçen gün biraz daha aydınlığa çıkıyordu. Kendilerine ne kadar imtiyaz tanırsak, o kadar ileri gidiyorlardı. İmzaladıkları anlaşmayı açıkça yırtıp atarak, geçici işgal altında bulunan Güneyde yeni eylemlere girişerek, kışkırtıcı davranışlara katılıyor ve Haiphong ve başkent Hanoi dahil olmak üzere çeşitli yerlerde adım adım haklarımızı çiğniyorlardı. Böylece, barış imkanlarının ortadan kalktığını açıkça anlayan Partimiz, halkı Direnme Savaşına çağırdı. Gerçekler, halka, hükümetin ve Partinin barış için ellerinden geleni yaptıklarını, fakat Fransız sömürgecilerinin ülkemizi işgale iyice niyetli olduklarını gösterdi. Ülkeyi kurtarabilmek için tekrardan azimle silaha sarılmak gerektiği gerçeği artık açıkça ortaya çıkmıştı. Fransız halkına ve barış taraftarı herkese davranışlarımız, barış içinde yaşamayı arzu ettiğimizi, fakat Fransız sömürgecilerinin bizi ısrarla savaşa kışkırttıklarını kanıtlayacak nitelikteydi. İşte bu nedenle Halk Direnme Savaşı, Fransa'da ve (sayfa 254) bütün kitleler arasında sempati ve yardım duyguları yaratı. Partimizin direnme politikası. ha!kın saldırganlara duyduğu öfkenin doruğuna varmış olması dolayısıyla, gayet kesindi. Bundan ötürüdür ki, Başkan Ho'nun direnme savaşına devam arzusu üzerine ordu ve halk, hiçbir güçlük ve fedakarlıktan kaçınmadı. Bütün halk tek vücut olup, direnme savaşına devam ederek mutlak zafere ulaşmaya ve saldırganları yok etmeye kararlıydı. Direnme Savaşı aslında, milli demokratik devrimin halkımız tarafından silahlı mücadele biçiminde devam ettirilmesidir. Dolayısıyla direnme savaşının yönetiminde milli demokratik devrime sıkı sıkıya bağlı kalmak çok önemli bir sorundu. Vietnam aslen bir sömürge ve yarı-feodal bir ülkeydi. Toplumumuz Ağustos Devriminden sonra çok büyük değişikliklere uğradı. Ağustos Devrimiyle emperyalist bir yönetim yıkılmışı. Kralın ve mandarinlerin iktidarı, feodal toprak ağalığı sınıfının en gerici kesimini temsil eden emperyalist uşakları devrilmişti. Fakat bu sınıf toplumumuzdan tamamiyle silinememişti ve toprak sorunu da, ancak yarı yarıya çözümlenmişti Sömürgeci Fransız orduları saldırgan savaşı yeniden kışkırttılar. Ülkemiz halkı ile emperyalizm arasındaki aykırılık, en kesin bir biçimde tekrardan ortaya çıktı. Bu saldırgan düşman kimdi? Şüphesiz Fransız emperyalistleri ilk önceleri Fransız Hükümetinde ilerleme gösteren değişiklikler olması ve taktik sorunu dolayısıyla. düşmanı, gerici Fransız sömürgeciler diye adlandırdık. Fakat sonradan, özellikle 1947'den itibaren, Fransız Hükümeti gericileşti ve saldırganların, bütün halkın düşmanı olan ve ülkemizi işgal etmekte bulunan Fransız emperyalistleri oldukları açıkça belirdi. Bu durumda ulusal etmen çok büyük önem kazandı. Fransız emperyalizmine karşı (sayfa 255) savaşmak için bütün devrimcileri birleştirip, Birleşik Ulusal Cepheyi güçlendirmek gerekti. Partimiz halkı birleştirmek konusunda büyük başarı kazandı. Başkan Ho Chi Minh'in ortaya attığı slogan: "Birlik, birlik, geniş birlik; başarı, başarı ve büyük başarı" gerçekleşti. Ülkemizdeki anti-emperyalist Birleşik Ulusal Cephe, sömürge ülkeleri için bir model teşkil edebilecek kadar geniş bir cepheydi. Komünist Partisinin önderliği alındaki bağımsızlık devrimimiz. hiçbir zaman demokratik bir devrim olma yolundan sapmadı. Anti-emperyalist ve anti-feodal amaçlarımız yanyana ilerlemelerine rağmen anti-emperyalizme daha büyük önem veriliyordu. Vietnam az gelişmiş bir tarım ülkesiydi ve halkın büyük bir kısmını köylüler teşkil ediyordu. Devrimi yöneten işçi sınıfı olduğu halde, anti-emperyalist ve anti-feodal ruhla dolu köylüler de büyük bir güçtü. Ayrıca Direnme Savaşı sırasında askeri bölgelerimiz şehir dışında, köylerin yakınlarında idi. Böylelikle gerilla savaşında, şehirdeki düşmanlar, dışardan çevirip, şehri özgürlüğüne kavuşturma yoluna gidiyorduk. Dolayısıyla köylü sorunu büsbütün önem kazanıyordu ve anti-feodal yönde Direnme Savaşının başarısına güç katıyordu. Direnme Savaşı sırasında Partimiz anti-feodal sorunu, köylüyü seferber ederek nasıl çözdü? Ağustos Devriminde Kral ve mandarinler iktidarı yıkıldıktan sonra, bazı vatan hainleri cezalandırılmış ve toprakları köylüye dağıtılmıştı. Sömürgecilerin toprakları da geçici olarak köylüye dağıtıldı. Fransız emperyalistlerinin ülkemizi yeniden istila etmelerinden sonra, emperyalistlerle feodal toprak ağalığı sınıfının en gerici kesimi arasındaki gizli anlaşmalar büsbütün ortaya çıktı. Toplumumuzda en büyük çelişki, ulusumuz ve halkımızla Fransız emperyalistleri ve onların uşakları olan gerici feodalistler (sayfa 256) arasında idi. Bu yüzden biz, "gerici sömürgecileri ve vatan hainlerini imha" diye bir slogan ileri sürdük. Bunun sonucunda da, Direnme Savaşının daha ilk yıllarında, toprak ağası sınıfının en gerici kesiminden bazı kimseler, kukla idareciler ve vatan hainlerine karşı girişilen bazı eylemlerle yok edildiler. Bunların ve arazilerinde bulunmayan toprak ağalarının da toprakları köylüye dağıtıldı. Böylelikle pratikte anti-feodal görev de yerine getirildi. Bununla birlikte, Direnme Savaşının ilk yıllarında daha 1941'de, ulusal kurtuluş devriminin gerçek anlamı, zihinlerimizdeki ve politikamızdaki bulanık anlayış dolayısıyla, anti-feodal görev ihmal edilmiş ve köylü sorununun önemi küçümsenmişti. Ancak 1949 -1950 yıllarında bu soruna daha belirli bir yön verilebildi. 1952-53 yıllarında da Parti, kitleleri toprak kiralarının azaltılması için seferber edip, toprak reformuna girişti. Slogan, "toprağı işleyene toprak" idi. Böylelikle milyonlarca köylüde direnme ruhu kuvvetle uyandı, işçi-köylü ittifakı güçlendi, Ulusal Birleşik Cephe, İdare ve Ordu daha sağlamlaştı, direnme eylemleri şiddetlendi. Toprak reformunda bazı hatalar vardı, fakat bu hatalar barışın sağlanmasından sonra işlendiğinden, Direnme Savaşını herhangi bir şekilde etkilememiştir. Şunu da eklemeliyiz ki, toprak reformu sadece Kuzeyde değil, Güneyde de yapıldı ve 1951'den sonra köylüye toprak dağıtıldı. Toprak reformunun Direnme Savaşı sırasında başlatılması, Partimizin yaratıcı niteliğinden doğan, yerinde bir politikaydı. Geriye bakacak olursak, Partinin Direnme Savaşı sırasında genel olarak milli demokratik devrime bağlı kaldığını görürüz. Bu sayede halkı "halk savaşına girişmek" için harekete geçirmeyi ve saldırganların hakkından gelmek üzere halkın çok büyük gücünden yararlanmayı başardık. Direnme Savaşına giriştiğimizde, Parti gerek bizim, (sayfa 257) gerekse düşmanın zayıf noktalarını tespit etti ve stratejimizi kararlaştırmak üzere güçlerin denkliğini ve düşmanın stratejik planlarını inceledi. Düşman, II. Dünya Savaşından sonra zayıflamış olan bir emperyalist devlet olmakla birlikte, bize oranla yine güçlüydü. Ayrıca saldırgan savaşlarda tecrübeli, en modem silahlarla donatılmış ve geniş tahsisatlı bir orduya sahipti. Zayıf noktası, savaşında, haksız oluşuydu. Sonuç olarak içten bölünmüştü, kendi halkı tarafından desteklenmiyor ve dünya kamuoyunun sempatisini sağlayamıyordu. Ordusu başlangıçta kuvvetliydi ama, savaş azmi azaldıkça azalıyordu. Fransız emperyalizminin; sınırlı insan gücü ve para, yürüttüğü çirkin savaşın kendi halkı tarafından mahkum edilmesi gibi, başka zayıf noktaları ve güçlükleri de vardı. Bize gelince. ülkemiz bağımsızlığını yeni kazanmış, aslen yarı-feodal bir sömürge ülkesiydi. Dolayısıyla her alanda henüz yeteri kadar güçlenmemiştik. Ekonomimiz, geri kailmiş bir tarım ekonomisi idi. Ordumuz, modası geçmiş ve yetersiz silahlara sahip, tecrübesiz gerilla birliklerinden ibaretti. Tahsisatımız çok az ve kadrolarımız tecrübeden yoksundu. Bütün gücümüz, Direnme Savaşında haklı oluşumuzdan geliyordu. Bu nedenle bütün halkı birleştirmeyi başardık. Halkımız ve ordumuz düşmanla çarpışmalarında her zaman fedakarlık duygularıyla doluydu ve bütün dünya halklarının sempatisini ve desteğini kazanmışlardı. İşte bütün bunlar, Direnme Savaşında iki tarafın belli başlı özelikleri idi. Bunlar bizim zayıf olduğumuz yönlerde düşmanın güçlü, bizim güçlü olduğumuz yerlerde düşmanın zayıf olduğunu gösterdi. Ne var ki, düşmanın güçlü yönleri gelip geçiciydi. Bizimkiler ise temel noktalardı. (sayfa 258) Yukarıda sözü edilen özelliklere bağlı olarak, düşmanın stratejik ilkesi süratli hücum, süratli başarı idi. Savaş ne kadar sürüncemede kalırsa güçlü yönleri o kadar azalacak, zayıf yönleri o kadar zayıflayacaktı. Bu stratejik ilke, Fransız emperyalistlerinin II. Dünya Savaşından sonra azalmış olan belirli sayıdaki kuvvetlerinin çok aleyhineydi. Sonuç olarak ülkemizi istila edebilmek için ani saldırıp, süratli başarı kazanma planının yanısıra, ülkede adım adım ilerlemeye, hatta bu arada zaman kazanıp, daha fazla kuvvetlenebilmek için bizimle müzakereleri bir arada yürütmeye zorunluydular. Zayıf noktalarının ortaya çıkardığı birçok güçlüklere rağmen en ufak bir fırsatta, düşman, süratli başarı peşinde ani saldırılarda bulunuyordu. Savaşın başlarından itibaren Fransız sömürgecilerin bütün amacı, işgal ve "pasifikasyon"un bir hafta içinde tamamlanmasıydı. Bütün halkı kapsayan savaş başladı. Şehirlerdeki başlıca kuvvetlerimizi silme teşebbüsü başarısızlığa uğrayınca, güçlerini tekrar biraraya toplayıp, Viet Bac'da lider organlarımızı ve kuvvetlerimizi yok etmek üzere taarruza geçtiler. Viet Bac taarruzu başarısızlığa uğratıldı, düşman savaşı sürdürüp, gerisinde kalan bölgeleri sindirme yolunu seçti. Fakat bu arada, "ani saldırı, çabuk başarı" ilkesinde de vazgeçmemişti. Generallerin yerlerinin tekrar tekrar değiştirilmesi, özellikle General Navarre'ın Hindiçini'ye gönderilmesi, saldırgan savaşı kısa bir süre içinde sona erdirmek üzere, kesin darbeler vurmayı amaçlamaktaydı. Düşmanın ve kendimizin zayıf ve kuvvetli noktalarımızı gözönüne alarak, Partimiz, uzun süreli bir Direnme Savaşı yapma kararına vardı. Geçici olarak üstün durumda olan düşman kuvvetlerine karşı halkımız ani darbelerde bulunamazdı. Bu yüzden, kendi eksikliklerimizi tamamlayabilmemiz ve düşmanın daha zayıf düşmesi için zamana ihtiyaç vardı. Seferberliğe geçip (sayfa 259) örgütlenmek ve direnme güçlerini teşvik etmek, düşman kuvvetlerini yormak, zayıf ile güçlünün yerlerini değiştirmek her saniye daha çok bizden yana olan dünya kamuoyunun desteğini kazanıp, zafere ulaşmak için yine zamana ihtiyaç vardı. Uzun süreli bir devrimci savaşın genel kanunu, üç aşamalı olmasıdır: Savunma, denge ve karşı taarruz. Direnme Savaşımız da temelinde ana hatlarıyla bu kanunu izledi. Şüphesiz savaş , alanında görünen yönüyle gerçek, daha canlı ve daha karmaşıktı. Uzun süreli savaş kılavuz ilkesini uygulayarak düşman askerlerini yıpratmak ve denetim altına almak için bir süre savaştıktan sonra, kuvvetlerimizi korumak ve köylerdeki üslerimizi savunmak amacıyla, şehirlerden köylere doğru stratejik bir geri çekilme yaptık. Viet Bac'da düşman saldırısının yenilgiye uğramasından sonra durum gittikçe dengelendi. 1950'den sonra yerel karşı-saldırı hareketleri başarıyla yürütülmeye başlandı ve kuzey cephesinde insiyatif bizim elimize geçti. 1954 başlarındaki Dien Bien Fu harekâtı, Direnme Savaşını büyük bir başarıyla sonuçlandıran bir karşı-saldırıydı. Herkesin uzun süreli savaş kılavuz ilkesini kavramasını mümkün kılmak, sadece askeri ve ekonomik bir örgütlenme sorunu değil, Parti içinde ve halk arasında Direnme Savaşı yıllarında birçok kereler ortaya çıkan hatalı eğilimlerle mücadele ve ideolojik eğitim süreciydi. Bu hatalı eğilimler, ülkemizin küçük, nüfusumuzun az, ekonomimizin geri ve silahlı kuvvetlerimizin genç ve zayıf olmasından dolayı, değil uzun süreli bir Direnme Savaşı yürütmek, düşmanın karşısına bile çıkamayacağımızı iddia eden bozguncuların eğilimleri idi. Bunlar subjektivizmi, sabırsızlık, Direnme Savaşının başlarında temel gücümüzü korumak için kuvvetlerini geri çekmeye yanaşmayan birkaç bölgenin harekât planlarında, öznel ve (sayfa 260) nesnel koşulların elvermediği bir sırada, 1950'de ortaya atılan genel karşı-saldırı planında görülen hızlı kazanma isteğiydi. Parti bu hatalı eğilimleri düzeltmek ve halkı eğitmek için elinden geleni yaptı. Halkın, güçlüklerimizi ve avantajlarımızı açıkça görmesini ve bütün halkın savaş azmine sıkısıkıya bağlı kalmasını sağladı. Trung Chinh yoldaşın yazdığı "Direnme Savaşı Kazanacaktır" adlı kitapçık Direnme Savaşı çizgisinin ve Parti politikasının tam olarak kavranışına önemli katkıda bulundu. Burada, Merkez Komitesinin birinci toplantısında alınan ve bütün Partiye, "Direnme Savaşının uzun ve zorlu bir mücadele olduğunu" ve "sadece kendi güçlerimize dayanabileceğimizi" hatırlatan kararların büyük etkisi üzerinde durmak gerekir. Partideki ve Ordudaki yenileme kampanyaları ve Merkez Komitesinin talimatına uygun olarak yürütülen halk arasında propaganda eylemi, halkın uzun Direnme Savaşını yürütme azmini pekiştirdi, sonunda zafere ulaşacaklarına olan inançlarını arttırdı, ve uzun süreli, ve kendi güçlerine dayanan Direnme Savaşı kılavuz ilkelerinin, kitlelerin bilincine derinlemesine nüfuz etmesini mümkün kıldı. Uzun süreli bir Direnme Savaşı yapmak için, kendi kendine güven duygusunu yüceltmek zorundaydık. Direnmenin ilk yılları sırasında halkımız, her yandan kuşatılmış bir halde mücadele etmek zorunda kaldı. Bu durumda, kendi kendine güven, hayati bir sorundu. Halkımızın düşmanla başa çıkmak için kendi güçlerine dayanmaktan başka çıkar yolu yoktu. Kendi kendine güven duygusunu yücelterek askerlerimiz, halkın üzerindeki yükü hafifletmek amacıyla malzemelerini savaş alanlarında elde ettiler, silahlanmak için düşmanın silahlarını ele geçirdiler, cephane konusunda tutumlu davrandılar, dayanıklılıklarını geliştirdiler, güçlükleri yendiler, üretimde (sayfa 261) görev aldılar. İhtiyaçlarını asgariye indirdiler. Halkımız. kendilerinin ve cephenin ihtiyaçlarını karşılamak üzere, geri hatlarımızı güçlendirmek, direnme ekonomisini geliştirmek için çaba gösterdi. Halka başlıca ürünleri sağlamak amacıyla üretimi her bakımdan arttırdık ve düşmanın ekonomik ablukasına karşı mücadele ettik. Geniş, el değmemiş topraklar, besin maddeleri üretimini artırmak için ekilmeye başlandı. Askerlere silah sağlamak için çok sayıda silah fabrikası kuruldu. Özellikle, Beşinci Bölge ve Nam Bo'daki halk ve askerler, kendi kendine güven duygusunu büyük çapta arttırdılar. Direnme Savaşını son derece güç şartlar altında devam ettirmek için, ihtiyaçlarını kendi kendilerine sağlama konusunda büyük başarılar kazandılar. Uluslararası durum lehimize olarak değiştiğinde, bununla birlikte hâlâ birçok güçlüklerle karşılaştığımız sıralarda, Partide ve halk arasında bir bekleme ve dış yardımlara güvenme psikolojisi doğmaya başladı. Bundan dolayı, bir yandan halkı uzun bir Direnme Savaşına hazırlamaya devam ederken Parti, kendi kendimize güven duygusunu güçlendirmeye ve uluslararası dayanışma ve desteğin önemli olduğunu, fakat ancak kendi güçlerimize dayanarak halkımızın kurtuluş mücadelesinin zaferini güven altına alabileceğimizi anlamaya dikkat etti. Direnme Savaşını başarıya ulaştırmak için, sadece doğru bir stratejik kılavuz ilkeye sahip olmak yeterli değildi. Bu ilkeyi doğru bir şekilde uygulamak için uygun bir savaşma kılavuz ilkesi gerekliydi. Genel olarak Direnme Savaşımız. giderek düzenli savaşa. gerilla savaşından kısmen siperlere dayanan hareketli savaşa doğru ilerleyen bir savaştı. Temelde genel kanunu kavramıştık, bundan dolayı zafere ulaştık. Ancak bunu başlangıçta değil, bütün bir savaş içinde, deneme ve pişme sürecinden sonra tam olarak kavrayabildik. (sayfa 262) Direnme savaşında, gerilla mücadelesi son derece önemli bir rol oynadı. Gerilla savaşı halk yığınlarının, çok daha iyi donatıma ve tekniğe sahip olan saldırgan bir orduya karşı çıkan, zayıf ve kötü donatılmış bir halkın savaşma biçimidir. Modem silahlar karşısında zafere ulaşmak için halkın kahramanlığına güvenir. Düşman güçlü olduğu zaman onunla karşılaşmaktan kaçınır, zayıf olduğu zaman düşmana saldırır. Bir an gelir, etrafa dağılır; bir an gelir bütün kuvvetler bir araya gelir; bir an gelir, geri çekilir; bir an gelir, düşmana saldırıp yok eder. Her yerde düşmanla savaşmaya kararlıdır. Düşman nereye giderse gitsin, kendisine darbeyi vuran, maneviyatını bozup, kuvvetlerini tüketen silahlı bir halk tarafından kuşatılmıştır. Devrimci savaşta, böyle savaşılır. Düşmanı yıpratmak için etrafa dağılan birliklere ek olarak, düşmanı yok etmek için belirli bir yerde ve belirli bir zamanda saldırıda üstünlük sağlamak için, olumlu şartlar altında büyük çapta silahlı kuvveti bir araya toplamak gerekir. Çok sayıdaki küçük savaşlarda elde edilen başarılar, zamanla azar azar kendi kuvvetlerimizi güçlendirirken, düşmanın insan gücünü iyice yıpratır. Savaşın temel hedefi, düşmanın insan gücünün yok edilmesi olmalıdır. Kendi insan gücümüz, belirli bir yeri elde tutmak veya işgal etmek için tüketilmemelidir. Ancak böylelikle bütün düşman kuvvetlerini temizlemek ve ülkemizi kurtarmak için gerekli şartlar yaratılabilir. Gerilla savaşı, hiç şüphesiz direnme savaşımızın niteliğine uygun bir savaşma biçimiydi. Direnmenin ilk döneminde, ülkemizde düzenli savaş yoktu ve olamazdı, sadece gerilla eylemleri vardı. Direnme Savaşı, Güney Vietnam'da başladığı zaman, planımız gerilla savaşı yapmaktı ve pratikte de gerilla savaşı biçimlendi. Fakat bütün ulusu kapsayan Direnme Savaşı patlak verdiğinde, temel olarak gerilla savaşı yapma politikası açıkça ortaya (sayfa 263) konmadı. 1947 sonbaharının başlangıcında Parti Merkez Komitesi, işgal altında olan bütün bölgelerde gerilla savaşının başlatılması ve yayılması kararını aldı. Temel kuvvetlerimizin bir kısmı, halk arasında propaganda yapmak, üslerimizi savunmak ve gerilla savaşını yoğunlaştırmak için düşmanın gerilerine kadar sızan, ayrı ayrı hareket eden bağımsız bölüklere ayrıldı. Bağımsız bölüklerin yanısıra, bir yerde toplanan taburlar politikası, gerilla savaşının yönteminde çok başarılı bir tecrübeydi. Gerilla eylemleri yoğunlaştıkça ve geniş bir alana yayıldıkça, düşmanın geri hatlarının birçoğu bizim ileri hatlarımız halini aldı. Gittikçe yaygınlaşan gerilla eylemlerimizle başa çıkmak için düşman gittikçe daha büyük silahlı kuvvetlerle yapılan temizlik harekatına girişti. Bu hareketlerin hedefi, direnme güçlerimizi ezmek ve geri hatlarımızı "pasifleştirmek" için gerilla birliklerimizi yok etmek, siyasal üslerimizi ve ürünlerimizi mahvetmek ve mallarımızı yağmalamaktı. Bundan dolayı temizlik hareketi ve karşı-temizlik hareketi düşmanın geri hatlarındaki başlıca gerilla savaşı biçimini aldı. Karşı-temizlik hareketleri yoluyla halkımız, güçlükler karşısındaki dayanıklıklarını ve kahramanca mücadele ruhunu kuvvetlendirerek çok çeşitli savaşma biçimleri yarattı. Düşmanın geri hatlarındaki gerilla eylemlerini korumak ve daha da yaygınlaştırmak için, Partimiz, siyasal ve ekonomik mücadelenin, askeri mücadeleyle birlikte götürülmesini çok akıllıca yürüttü. Partimiz, halkı silahlı mücadeleye sokmak, kuvvetlerimizi geliştirmek, düşman kuvvetlerini yıpratmak ve yok etmek, geçici olarak işgal altında bulunan bölgeleri, gerilla bölgeleri yahut da daha sonra kendi üslerimiz haline çevirmek ve ortaya çıkan elverişli fırsatlardan yararlanmak için büyük çaba harcadı. Güç bir durumla karşılaştığında Partimiz hareketi tam (sayfa 264) zamanında durdurarak, kuvvetlerimizi korudu ve üslerimizi güvenlik altına aldı. Düşmanın gerilerindeki gerilla eylemleri halkımızın sağlam iradesinin ve büyük cesaretinin en yüksek ifadesi ve aynı zamanda Partinin ehil önderliğinin bir kanıtıydı. Stratejik açıdan, gerilla savaşı, düşmana büyük güçlükler yaratarak ve büyük kayıplar verdirerek onu yıpratır. Düşmanın büyük insan gücünü yok etmek ve toprağı kurtarmak için, gerilla savaşı daha ilerideki aşamalarında hareketli savaşa dönüşmelidir. Direnme Savaşımız uzun bir devrimci savaş olduğundan, gerilla savaşı hareketli savaşa dönüşebilirdi ve dönüşmek zorundaydı. Gerilla eylemleri yoluyla, ilk önce küçük birliklerle, daha sonra büyük birliklerle savaşarak, dağınık savaştan toplu savaşa doğru ilerleyerek, askeri gücümüz. gittikçe biçimlendi. Gerilla savaşı gittikçe, hareketli-düzenli savaş ilkelerinin ortaya çıktığı ve geliştiği, fakat hâlâ gerilla niteliği taşımaya devam ettiği bir savaş biçimi halini aldı. Hareketli savaş, toplu kuvvetlerin, nispeten büyük kuvvetlerin bir araya toplandığı ve nispeten geniş bir alanda eylemde bulunduğu, düzenli ordunun savaşma biçimidir. Hareketli savaşta düzenli ordu, insan gücünü yok etmek amacıyla, düşmana, nispeten savunmasız olduğu yerden vurur. Düşmanın elinde olan bölgelerde derinlemesine ilerler, sonra hızla geri çekilir. Büyük çapta dinamizme, insiyatife, hareketliliğe ve yeni durumlar karşısında süratle karar alma yeteneğine sahiptir. Direnme Savaşı devam ettikçe, hareketli savaşın stratejik rolü her geçen gün daha büyük önem kazandı. Hareketli savaşın hedefi, kendi kuvvetlerimizi geliştirmek için gittikçe daha çok sayıda düşman kuvvetini yok etmekti. Öte yandan gerilla savaşının görevi, düşman yedeklerini yıpratmak ve yok etmekti. Bundan dolayı, hareketli savaş, yok etme savaşı ile birlikte yürütülmek zorundaydı. Ancak düşmanın insan gücünü yok ederek büyük saldırılara (sayfa 265) karşı koyabilir, geri hatlarımızı ve üslerimizi güvenlik altına alabilir, harekât sırasında insiyatifi ele geçirebilir ve gittikçe daha çok düşman kuvvetini temizleyebilirdik. Ancak bu şekilde. gittikçe daha geniş alanları ardı ardına kurtarabilir ve zamanla düşmanın bütün silahlı kuvvetlerini mahvetmeyi ve tüm ülkemizi kurtarmayı başarabilirdik. Zamanla, gerilla savaşından hareketli savaşa geçiş kılavuz ilkesini uygulayarak, başlangıçtan itibaren, gerilla birliklerimiz içinde, ayrı olarak hareket eden bir kısmın yanısıra, yoğun eylem gösteren diğer bir kısım vardı ve bu, hareketli savaşın ilk tohumlarını taşıyordu. 1947'de, ayrı ayrı hareket eden bağımsız bölükler ve toplu taburlar planıyla birlikte, daha yoğun savaşlara, giderek hareketli savaşa geçtik. 1948'de, bir veya birkaç taburun katıldığı, nispeten büyük baskınlar yaptık ve tuzaklar kurduk. 1949'da sadece Kuzeyde değil, diğer savaş alanlarında da küçük hareketler başlattık. 1950'den itibaren, siper savaşı gittikçe yayılırken, hareketli savaşın kuzey cephesinde en önemli rolü oynamasını sağlamak üzere daha büyük çapta hareketlere giriştik. Bu gerçek, Dien Bien Fu harekâtında kendini açıkça ortaya koydu. Geri!la savaşı üremelidir diyorduk. Yaşamak ve gelişmek için, gerilla savaşının hareketli savaşa doğru ilerlemesi gerekir. Bu, genel bir kanundur. Direnme savaşımızın somut koşulları içinde, gerilla savaşı olmaksızın hareketli savaş mümkün değildi. Ancak, gerilla savaşı hareketli savaşa doğru gelişmediği takdirde, sadece düşmanın insan gücünü yok etme stratejik hedefi gerçekleştirilememekle kalmaz, gerilla eylemleri bile korunamaz ve yaygınlaştırılamazdı. Gerilla savaşını hareketli savaşa doğru geliştirmek gereklidir demek, gerilla savaşını bir yana itmek değil, geniş bir alana yayılan gerilla eylemlerinden zamanla düzenli ordu birliklerinin doğması ve bunların (sayfa 266) hareketli savaşı yürütebildikleri ve temel kuvvetin yanısıra, her zaman çok sayıda gerillacının ve gerilla eyleminin bulunması gerekir demektir. Gerilla savaşı cephesinde bir defa hareketli savaş başladı mı, direnme savaşını ilerletmek, daha çok sayıda düşman kuvvetini yok etmek ve gittikçe daha büyük zaferler kazanmak için, bu iki savaş biçimi arasında yakın ve doğru bir uyum kurulması gerekir. Bu, savaşın yürütülmesinde diğer bir genel kanundur. Bir yandan düşmanın insan gücünü yıpratmak, büyük miktarda yok etmek ve bu başarılarla hareketli savaşı ilerletmek ve hareketli savaşla uyum sağlanması amacıyla hareketli savaşın getirdiği yeni, elverişli şartlardan tam anlamıyla yararlanmak için gerilla savaşı yaygınlaştırılmalıydı. Öte yandan düşmanın büyük çapta insan gücünü yoketmek ve aynı zamanda gerilla savaşının daha da yaygınlaştırılmasına uygun şartları yaratmak için, hareketli savaş hızlandırılmalıydı. Hareketli savaşın gelişmesi sırasında, siper savaşı, gelişmeye devam etti ve gittikçe daha önemli bir durum kazandı. Savaşın yürütülmesi, savaş biçimleri arasında doğru bir orantıyı korumalıdır. Başlangıçta, gerilla savaşıyla yetinmek ve onu yaygınlaştırmak zorundaydık. Hareketli savaşın ortaya çıkmasıyla yeni bir aşamaya ulaşarak, başlıcası gerilla savaşı olmak üzere, iki biçim arasındaki uyuma sıkı sıkıya bağlı kaldık; bu sırada, hareketli savaş daha az önemliydi, ama gittikçe daha çok gelişmekteydi. Sonra yeni ve ileri bir aşama geldi; hareketli savaş, başlangıçta sadece bir cephede -bölgesel karşı saldırılar ortaya çıktı- sonra daha da geniş bir alanda birinci plana geçti. Kurtuluş savaşı eyleminde, bazı savaş alanlarında sayısız güçlüklerle karşılaştık, çünkü gerilla savaşını, hareketli savaşa doğru ilerletmek konusunda kararlı değildik; (sayfa 267) diğer savaş alanlarında, hareketli savaşı hızlandırmada gösterilen acelecilik, gerilla savaşı üzerinde kötü bir etki yaptı ve hareketli savaş da güçlüklerle karşılaştı. "Genel karşı-saldırıya hazırlık" sloganı ortaya atıldığında, bu durum nispeten yaygındı, ancak bir gün sonra düzeltildi. Genel olarak, denemeler ve sınamalardan geçerek, önderliğimiz, yukarıda sözü edilen orantıyı korumayı bildi ve bundan dolayı başarı kazandı. Hoa Binh harekâtı, kuzey cephesinde gerilla savaşıyla, hareketli savaş arasındaki uyumun bir örneğiydi. Dien Bien Fu harekâtı ve 1953-1954 sonbahar-kış harekâtı, hareketli savaşla gerilla savaşı arasında, yüzyüze savaşla düşmanın geri hatlarındaki eylem arasında, bütün ülkedeki ana savaş alanı ile birleşik savaş alanları arasındaki işbirliğinin başarılı örnekleridir. Gerilla savaşı ve hareketli savaş biçimleriyle ve düşmanın içinde bulunduğu şartlarla bizim kuvvetimize bağlı olarak, gücün ve topografyanın biçimlendirilmesiyle, savaş cephelerinde düşman denetimi altındaki bölgelerle içiçe olan, birbirini kesen ve çevreleyen özgür bölgeler ortaya çıktı. Düşman denetimi altında olan bölgelerde, gerilla bölgeleri ve gerilla üsleri de vardı. Bunlar da içiçe, birbirini kesen ve çevreleyen bir durumdaydı. Savaşın gelişme süreci, geniş alanların, sonra Kuzey'in kurtarılmasına doğru ilerleyerek, özgür bölgelerin ve gerilla alanlarının gittikçe genişletilmesi ve düşman işgali altındaki bölgenin gittikçe daraltılması süreciydi. Uzun süreli savaş stratejisinden ve gerilla savaşından zamanla, siper savaşını içine alan hareketli savaş biçimleriyle birlikte düzenli savaşa geçiş kılavuz ilkesi, ulusal kurtuluş savaşımızın son derece başarılı tecrübeleriydi. Bu tecrübeler, bir halk savaşının stratejisi ve taktikleri, halk savaşının askeri yönetimi sanatı, küçük, geri ve tarımsal bir ülkede Partimizin önderliği altında devrimci savaş sanatı idi. (sayfa 268) Ulusal Kurtuluş Savaşı sırasında, ısrarla ve uzun bir direnme için üslerin kurulması, önemli bir stratejik sorun ve partimiz için yine çok başarılı bir tecrübe idi. Bu sorunu derinlemesine incelemek ve zengin deneyleri derlemek bizim için bir zorunluluktur. Halkımızın kutsal Direnme Savaşı Ağustos Devriminin büyük görevini devam ettirmiştir. Sömürgeciliğe karşı ulusal kurtuluş bayrağını açarak şunu kanıtlamıştır: "Bugünkü uluslararası koşullar altında, işçi sınıfının önderliğinde bağımsızlık ve demokrasi için birleşen, zayıf ve küçük bir ulus bile bütün saldırgan kuvvetleri yenmek gücüne sahip olacaktır. Bu ulusal kurtuluş mücadelesi, mevcut koşullar altında, uzun süreli silahlı mücadele -uzun bir Direnme Savaşı- yoluyla başarıya ulaşabilir." Halkımızın başarıya ulaşan Direnme Savaşı, gittikçe çözülen sömürgecilik sistemine ağır bir darbe indirmiş, böylelikle emperyalistlerin savaşı kışkırtıcı komplolarının bozulmasına ve dünya halkının barış, demokrasi ve sosyalizm için mücadelelerine katkıda bulunmuştur. (sayfa 269) [Vo Nguyen Giap, People's War, People's Army, s. 88.112.] 4. DEVRİMCİ SAVAŞTA SİYASAL VE ASKERİ GÜÇLER Le Duan Ağustos Devrimi, diğer ülkelerdeki halk devrimleri gibi, Güney Vietnamlı devrimcilere, her halk devriminin, zaferin güvenliği için gerek siyasal gerekse askeri güçleri kullanması gerektiğini öğretmiştir. Devrim; ezilen ve sömürülen kitlelerin ayaklanması niteliğinde olduğundan, iki gücü -siyasal ve askeri güçleri- ve iki mücadele biçimini -siyasal ve silahlı mücadeleyi- gerektiren devrimci hareketi kavrayabilmek için devrimci kitlelerin görüş açısını benimsemek ve bununla bağıntılı olarak, devrimci ortam olgunlaştığında, devrimin hücum edici tutumunu gerçekleştirmek gerekir. Bunun aksine olarak, devrimci şiddet sadece silahlı mücadele olarak nitelendirilir, devrim ile karşı-devrim güçleri arasındaki ayrım yalnızca askeri yönden değerlendirilirse, kaçınılmaz yanlışlara düşülür: iki taraf ta devrimi küçümser ve kitleleri ayaklanma için harekete geçirmez, ya da ayaklanmaya girişildikten sonra devrimi ilerletmek için taarruza geçmeye cesaret edemez veya bir kere silahlı mücadele çözüldükten sonra, bir savunma stratejisine düşmek kaçınılmaz olur. 1959-1960 yıllarında Amerikan emperyalistleri ve (sayfa 270) onların uşakları dehşet yaratmak ve kitle katliamını gerçekleştirebilmek için en barbarca faşist yollara başvurdukları sıralarda. Güney Vietnam'lı devrimciler düşmanın bir politik yenilgiyi kabullendiğini ve artık eskisi gibi hüküm süremeyeceğini sandılar. Bu arada halk ise artık düşmanın boyunduruğu altında yaşayamayacağını ve özgürlüklerine kavuşabilmek için baş kaldırıp, bir ölüm kalım savaşma girişmenin gerektiğini iyice anlamıştı. Güney Vietnam halkı işte bu şartlar altında baş kaldırdı, çoğunlukla siya-yal mücadele ile düşmanın baskısını kırdı, geniş kırsal alanları denetim altına aldı, iktidarı geri aldı, toprağı tekrardan dağıttı, "kendini yönetim komiteleri" kurdu ve özgürlük mücadelesi için halk savaşını geniş bir şekilde başlattı. Güney Vietnam'da, geniş kırsal bölgenin şehirlere bağımlı olmayan tabiî ekonomisi vardı ve halkı da tarıma bağlı apayrı bir köylü çoğunluğuydu. Dolayısıyla, şehirlerdeki saldırganlar ve onların uşakları bu kırsal bölgeler üzerinde sıkı bir denetim sağlayamamaktaydılar. Koşullar devrim için yeteri kadar olgunlaştığı zaman, kukla idarenin zayıfladığı ve bir krize düştüğü köylerin en zayıf noktaları teşkil etmesinin nedeni budur. Ve böylece süratle yerel ayaklanmalara girişme ve düşmanın iktidar mekanizmasını önemli ölçüde tahrip etme imkânı ortaya çıkar. Geniş kırsal alanları kurtardıktan sonra halk, geniş ve güçlü silahlı kuvvetler kurdu, süratle etkili siyasal güçler örgütledi, devrimci hareketi bütün Güney Vietnam'da gayretle destekledi, siyasal ve askeri mücadeleye girişti, kesin bir taarruz durumuna geçti, düşmanın bütün siyasal ve askeri planlarını bozdu ve Güney Vietnam devrimini yürütmeye devam etti. O zamandan beri, siyasal ve askerî mücadelenin sıkı işbirliği Güney Vietnam'daki devrim hareketinin temelini teşkil eder. Bu, yeni-sömürgeciliğe karşı direnmek için en elverişli yoldu. Bu sadece (sayfa 271) ayaklanmalar sırasında değil, fakat Amerikan emperyalistlerine karşı girişilen "özel savaşta" ve "sınırlı savaşta" da kullanılmıştır. Siyasal ve askerî mücadelelerin bu birliği; kırsal, şehirsel ve ormanlık bölgelerden oluşan üç stratejik alanda da güçler dengesine ve devrimin genel görevlerine uygun düşecek biçimde devam ettirildi. Geçmişteki; bütün ülkede gerçekleştirilen milli demokratik devrim gibi, şimdiki Güney Vietnam devriminin de başlıca gücü, işçiler ve köylüler ile ulusal birleşik cephenin kilit noktasını teşkil eden işçi sınıfının yönettiği işçi-köylü ittifakı idi. Bundan ötürü devrim, sadece kırsal alanlardaki devrimci güçlerle yetinemezdi. Aynı şekilde, şehirlerde de devrimci güçler teşkil edilmeli ve devrimci mücadelenin her iki alanda birlikte yürütülmesi gerekmekteydi. Mücadele sırasında her iki alandaki devrimci mücadele sıkı bir işbirliği içerisinde, birbirlerini büyük ölçüde destekleyecek ve etkileyecek şekilde yürütülmüştü. Birkaç yıl önce kırsal bölgede ortaya çıkan devrimci ayaklanma, şehirlerdeki devrimci hareket üzerine etkisini kuvvetle hissettirebilseydi, şehir kitlelerinin mücadelesi bugün, kırsal bölgelerdeki ayaklanmalar için çok daha elverişli koşullar yaratabilir, halk savaşının yaygınlaşmasını mümkün kılabilirdi. Şehir halkının son ateşli siyasal mücadeleleri düşmanın savaş alanlarındaki askeri eylemini durgunlaştırdı, bazen yavaşlattı veya ciddi bir şekilde altüst etti. Böylece devrimci silahlı kuvvetlerin saldırısına etkili bir şekilde yardımcı oldu. Öte yandan, Kurtuluş Birliklerinin düşmanın geri üslerine ve, şehir ve kasabalardaki gizli hücrelerine yaptıkları hücumlar gibi, savaş alanındaki askerî başarılar da şehirlerdeki devrimci hareketin gelişimini hızlandırdı. Kısacası, Güney Vietnam Devrimi kırsal bölgelerde yerel ayaklanmalara girişmekte kitlelerin devrimci şiddetine başvurarak, gerek kırsal ve gerekse şehirsel alanlarda (sayfa 272) devrimci güçleri -askerî ve siyasal güçler- örgütleyerek, düşmana askeri ve siyasî eylemlere karşı koyma tutumuna sıkı sıkıya bağlı kalarak ve kırsal, şehirsel ve ormanlık alanlardan oluşan üç stratejik bölgede düşmanın bütün siyasal ve askerî eylemlerini adım adım ezmek üzere düşman birlikleri arasında tahriklerde bulunarak tam bir zafere ulaşacak şekilde gelişmiştir. Le Duan, Forward Under the Glorious Banner of the October Revolution, Foreign Languages Publishing House, Hanoi, 1967. Le Duan Lao Dong Partisinin (Vietnam İşçi Partisi) Birinci Sekreteridir. 5. HALK SAVAŞINDA «ÖZ-SAVUNMA» MERKEZLERİ Wilfred G. Burchett "Öz-savunma" merkezleri kavramı, Vietnam halkının gerilla savaşına yaptığı sayısız katkılardan biridir. Bu. onların "halk savaşı" anlayışlarının da ayrılmaz bir parçasıdır. Bu merkezler, tıpkı Vietnamlıların diğer birçok strateji ve taktikleri, özellikle Güney'de kullandıkları yöntemler, gibi, yabancı ülkelerde bilinmemekte ya da yanlış anlaşılmaktadır. Bunun sebeplerinden biri Güney Vietnamlıların savaşmaktan göz açıp da ellerine kâğıt kalem alacak kadar vakitleri olmayışıdır. "Öz-savunma", geniş ölçüde (sayfa 273) bir Vietnam buluşu olup ilkin Fransızlara Karşı Direnme Savaşında kullanılmıştır. Güney'de o zamandan beri bu buluş bir hayli geliştirildi. Şehirlerdeki "Öz-savunma" buluşunun şerefi tamamen Güneye aittir. Fransızlara Karşı Direnme"de de şehirlerin kuşatılması aşamasına erişilmiş olmakla birlikte. Cenevre Antlaşmaları, şehirlere saldırma gereğini ortadan kaldırdı ve böylece bu iş, o zaman için, yarıda kalmış oldu. Şehirlerde yürütülen "Öz-savunma", köylerde daha önce geliştirilmiş olan "öz-savunmanın" olgunlaştırılmış biçiminden başka bir şey değildir. Devrimde Devrim? adlı kitabında Regis Debray, Bolivya ve Kolombiya'da öz-savunmanın başarısızlıklarını çözümlemekte ve "bugün için, bir sistem ve bir gerçek olarak kendini-savunma tamamen iflas etmiş durumdadır.» sonucuna ulaşmaktadır. Ne var ki, bu yazarın kullandığı örnekler, bu iki ülkede, sadece siyasî-askerî durumdan değil, tüm olarak devrimci durum ve güçlerden de kopmuş savunma bölgelerine ait olduğu için, böyle genel sonuçlara ulaşmak için yeterli olmasalar gerektir. Güney Vietnam'da yürütülen öz-savunma ise son derece başarılı olmaktadır. Kurtarılmış köylerde öz-savunma birimleri kurulmasa ve sağlamlaştırılmış köylerin tümünün bir bütün haline getirilmesi gerçekleşmemiş olsaydı, direnme hareketi bugünkü aşamasına ulaşamaz, şehirlere saldırıyı göze alamazdı. Öz-savunma kavramını bir yana atmak, doğrudan doğruya, devrimci güçleri, deneyden geçmiş ve hayatî önemi olduğunu kanıtlamış bir silahtan yoksun bırakmak anlamına gelir. Güney Vietnamın halk savaşı anlayışı içinde öz-savunma birim ve bölgeleri yüzde yüz gerekli ve mantıklı bir aşama teşkil ediyorlar. Öz-savunma kavramı, silahlı mücadelenin siyasî ve demokratik yönüyle sıkı sıkıya ilişkili olduğu gibi, genel askerî-siyasî eylemlerin desteklenmesinde de (sayfa 274) son derece önemli bir rol oynamaktadır. Halkın yaratıcılığını uyandırarak, yeni teknikler, taktikler, hatta silahlar geliştirmesine yol açmakta ve bu uyanıklığın doruğuna ulaşmasıyla bütün bir ulus silaha sarılmaktadır. Öz-savunmanın daha bir, dolu yan etkileri ve faydaları da var. Öz-savunmanın Güney Vietnama özgü bazı şartlar altında gelişmiş olduğu doğrudur. Bunlar arasında, karşı-gerilladan korunmak için köy "öz-savunma" birimlerinin kuruluşunu, "stratejik köylerin" çevresinde karşı-gerillayı pusturmak için bir takım kaleler kurup bu köyleri hükümete karşı bir takım "kaleler" haline getirmeyi ve buraların savunmasını, karşı-gerillaların "öz-savunmasına" yarayan silahlarla, hiç değilse bunların bir kısmına dayanarak başarmayı sayabiliriz. Doğru olan başka bir husus da, "öz-savunma" köylerinin ve bölgelerinin Fransızlara Karşı Direnme Savaşı sırasında geliştirildiği ve bir ulusun kurtuluş uğruna silaha sarıldığı her ülkeye uygun bir biçime sokulup, ufak tefek değişikliklerle, her yerde kullanılabilir oluşudur. Elde edilecek başarı bu savunma türünün yurt çapına yayılıp yayılamamasına bağlıdır; kararlı ve uzun dönemli bir mücadele için mümkün olan en geniş anlamıyla, halk hazırlanmış, bunun için gerekli siyasî görev yerine getirilmiş olursa, başarı için sağlam bir dayanak da kurulmuş demektir. Öz savunma bölgeleri, ya oldukça geniş ya da tabiî yönden korunmuş olmalı ve böylece savunma güçlerine o bölgede belli bir hareket yeteneği sağlamalı veya zaman zaman sığınıp manevraya girişmelerine olanak sağlayacak sağlam üs bölgeleriyle ilişkili bulunmalıdır. Debray'nin verdiği örneklerin Güney Vietnam deneyi ile ilişkisi yoktur. Mesela Bolivyada, o zamanki oligarşiyi devirmekte büyük bir rol oynamış olan kalay madencileri, sonradan kendilerine 15 km. uzunluğunda, 10 km. (sayfa 275) genişliğinde, nerdeyse başına buyruk bir yönetimi olan (otonom) ve sıkı savunulan bir bölge kurmuşlardı. Ancak, ülkenin diğer yerlerinden kopmuş olan bu bölge, hükümet kuvvetlerinin sinsi sinsi hazırlayıp nihayet 1965 Mayısında, Amerikan eğitimi görmüş Ranger (Bekçi) paraşütçülerin de havadan destekledikleri bir saldırıyla hallaç pamuğuna çevrilmişti. Debray'nin böyle kopmuş bir "kendini-savunma" kavramına karşı tavır takınması elbette doğrudur. Ancak, bu örneğe dayanarak vardığı sonuç, yani "kendini savunma, gerilla savaşını salt taktik düzeyine indirir ve dolayısıyla devrimci stratejik önemini ortadan kaldırır... halkı geçici olarak korumakla birlikte uzun dönemde tehlikeye atar." yargısı yanlıştır. Bu şekilde savunulan köylerin tümü için gerekli silah donatımına sahip olduktan sonra Öz-savunma birliklerinin elini kolunu bağlayıp düşmanın gelmesini beklemesi ve düşman kendi köyüne girinceye kadar elini tetiğe değdirmemesi diye bir şey yoktur. Önce her köycükteki öz savunma eylemleri köy düzeyinde uyarlı, bütün bir biçime sokulur.[4] Sonra da bölge düzeyinde ve köy öz savunma eylemleri arasında uyum ve bütünlük sağlanır. Her öz savunma birliğinin baş görevi kendi köycüğü ya da köyünün savunulması ve çevredeki düşman birliklerini zararsız hale getirmek olmakla birlikte, düşmanın geniş çapta saldırıları karşısında, yoketmek eylemlerini, baskınlarını v.s. UKC (Ulusal Kurtuluş Cephesi) bölge birlikleri ve UKC ordusu kuvvet kazandıkça onlarla işbirliği içinde yürütmeğe başlamaktadır. Bu arada, öz-savunma birliklerinin, bölge birlikleri ve daha sonra düzenli ordu için eğitim merkezleri olarak, yani savaşa taze kan sağlayarak, başka bir hizmet daha görmekte olduklarını kaydedelim. (sayfa 276) Sürekli bir gelişim içindedirler; her başarılı eylemden sonra eldeki silah sayısı artmaktadır. Düzenli kuvvetler, gelişmelerinin belli bir aşamasında, öz-savunma birliklerinin düşmandan aldığı silahların önce yarısını, sonra da tamamının kendilerine verilmesini sağlamışlardı. Ancak, ağır makineli tüfekler ile bazukaları köylülere bırakıyorlar. Teknikler, taktikler ve işbirliği o dereceye kadar vardı ki bazı bölgelerdeki köycükler yeraltı yollarıyla birbirine bağlandılar... Öz-savunma birimleri üyeleri "neden ve kimin için" sorularını kolaylıkla kavrıyorlar. Görevleri ilk bakışta kendi evlerini ve tarlalarını korumaktan ibaretmiş gibi görünüyor. Öz-savunma birlikleri, kısa zamanda, bunun böyle olmadığını, düşmanı önce, gece ya da gündüz saldırılarından vazgeçirmeyi, olduğu yere mıhlamayı ve fırsatını bulur bulmaz, uyumlu eylemler zinciri içinde düşmanı püskürtmeyi ve böylece öz-savunma -bölgesini bir gerilla bölgesi haline getirmeyi, buralarda, geceleri, denetimi tamamen elde bulundurmayı genellikle, gündüzleri de terk etmemeyi öğrendiler. Bazan, kuvveti yettiği takdirde. Saygon'a bağlı birlikler gündüzlere mahsus olmak üzere bu bölgelere nüfuz edebilirler. Durum gelişip de aralarında uyumlu eyleme girişme güçlerinin arttığını hissettikleri zaman, özsavunma birliklerinin elbirliğiyle düşmanın mahallî kuvvetlerinin bölgeden süpürülüp atılabileceği, gerilla bölgesinin bir gerilla üs bölgesi haline getirilebileceği, bu bölgenin gündüz ve gece kendi denetimleri altında tutulabileceği ve düşmanın, sadece, ana kuvvetlerini kullanmak suretiyle bu bölgeye sızabileceği anlaşıldı. Öz-savunma birliklerinden UKC'ne katılma isteminde bulunulduğunda, düşmanın bölge ve il düzeyindeki üslerinin kuşatılması için yardım istendiğinde ve düşmanın süpürme eylemlerine karşı koyma ve saldırıya geçme çağrısı yapıldığında gönüllü sıkıntısı çekilmiyordu. Görüşler zamanla genişledi (sayfa 277) ve düşmanın ana kuvvetlerine karşı UKC ana kuvvetleri kurarak karşı çıkma ihtiyacı, özellikle Amerikan savaş birliklerinin katılmasından sonra, daha iyi anlaşıldı. Amerikan uçaklarının her saldırısı gönüllü sayısını arttırdı; bununla da yetinmeyenler uçakların üslendiği alanlara saldırmak için gönüllü yazılmağa başladılar. Tüfeklerle ve hafif otomatik silahlarla, uçaklara karşı çıkılamayacağı açıktır; öyleyse eri iyi yol uçaklar yerdeyken onlara saldırmaktı. Attıkları her adım açıkça doğru, açıkça kendilerinin, komşularının ve uluslarının çıkarına olduğu için, öz-savunma birliklerinden tabiî gerilla önderleri ve dev yürekli, üstün morali olan savaşçılar çıktı. Aslında, öz-savunma birimleri, bütün UKC silahlı kuvvetleri yapısının dayandığı piramidin temelini teşkil etmektedir. Halk savaşının en somut ifadesi onlarda toplanmaktadır. Halktan gelen, halk için savaşan, halkın tayin ettiği insanlardan kuruludur bu birimler; silahlı kuvvetlerin daha demokratik bir biçimini ve direnme mücadelesinin zorladığı görevler için daha mükemmel bir örgüt biçimini akılda canlandırmak son derece güçtür. Bu birimler, modern ulaştırma sistemlerinin yokluğu ve hava ulaştırmasındaki Amerikan tekeli yüzünden hareket yeteneği eksik görünen UKC'nin bu eksikliğini kapatmaktadır. Amerikalılar, belli eylemler için, birliklerini, cephanelerini, yiyeceklerini, hatta sularını havadan yüzlerce kilometre öteye taşımak zorunda oldukları halde, öz-savunma kuvvetleri, Güney Vietnamın dört iklim yedi bucağına dağılmış, her Amerikan üssünü ya da karakolunu kuşatmış, kısa zamanda düşmanın tepesine binmeğe hazır, düşmanın gezgin kuvvetleriyle hemen savaşabilecek kadar donatım merkezlerine yakın bekleyip durmaktadırlar. Bölge halkının kendilerini sürekli olarak besleyip donatacaklarından emindirler. Bu halk çok defa kendi kanları, anaları, babalarıdır. Öz-savunma birimleri, Amerikan ana birİlklerinin (sayfa 278) saldırışını bile karşılamayı, hiç değilse önemli ölçüde yavaşlatmayı başarmıştır. Maksat vakit kazanmak ve UKC kuvvetlerinin yetişerek kendileriyle uyumlu eylemler içine girmesini sağlamaktır. Gerekirse UKC'nin düzenli kuvvetleriyle de işbirliğine girişilmektedir. Wilfred G. Burchett'in, Güney Vietnam Ulusal Kurtuluş Ordusunun stratejisi ve tetkikleri üzerine yazmakta olduğu bir kitaptan alınmıştır. 6. FİLİPİNLER: HUKBALAHAP VE KİTLE İÇİNDEKİ DAYANAĞI Huk, her biri 100 kadar askerden kurulu bölüklerden teşekkül ediyordu. Her bölük takımlara ve mangalara bölünmüştü. Yukarı doğru gittikçe, iki bölük bir tabur, iki tabur bir alay ediyordu. Bu bakımdan düzenli bir orduya benziyorduk. Fakat bütün benzerlik bundan ibaretti. Bölükte şu subaylar bulunuyordu: komutan, komutan yardımcısı, siyasî öğretmen, gereç subayı ve bir de haberalma subayı. Bu subaylar ile geleneksel bir ordudaki subaylar arasındaki fark, "Temel Yasa"nın[5] başlangıç bölümünde belirtilmişti. Japonlara karşı Halk Ordusu temel yasa ilkeleri arasında, subay er eşitliğini, birlik ve kardeşliği görüyoruz. Subaylar ile erleri eşit tutmak niçin gerekliydi? Çünkü bir (sayfa 279) devrimci orduyu, devrimciler kurar. Siyasî durumları aynı olduğuna göre, subayları ve erleri, yüksek ya da alçak, zengin ya da fakir diye sınıflandırmanın âlemi yoktu. Bunlar orduya, bir kazanç kapısı olduğu, ya da bir mevki kazanma yolu olduğu için değil, kurtuluş ve toplumsal özgürlük uğruna gelen insanlardı. Subay er eşitliği kurulduktan sonradır ki bütün ordu tek bir vücut haline gelebilir ve sonuna kadar yılmadan dövüşebilirdi. "Dostluk ve birlik niçin zorunludur? Aynı siyasî iradeye sahip kişilere yoldaş denir. Yoldaşlar da birbirinin dostu olur. Arkadaşlık, dostluk, çok değerli bir erdemi, karşılıklı yardımı sağlar. Birlik kuvvettir. Birlik ne kadar sağlam olursa gücümüz de o kadar artacaktır. Savaş, kuvvetlerin boy ölçüşmesi demektir. Düşmanı yenmek için düşmandan kuvvetli olmalıyız. Kuvvetli olmak için birleşmeliyiz. Birleşmek için, uğruna birleştiğimiz bir siyasî emelimiz olmalıdır. Demek ki, subaylarımız ve erlerimiz birbirleriyle iyi geçinmeli, tek bir vücut halinde birleşmelidir. Bunu yaptıkları zaman demir gibi bir savaş gücü haline geliriz." "Temel Yasa", sözü, döndürüp dolaştırıp dostluğa, yoldaşlığa getiriyordu. Huk içinde "astlık", "üstlük" davası olmadığı için üyeler arasında bir uçurum bulunmuyordu. "Birliklerimizin üyeleri devrimci yoldaşlardır... Hiç kimsenin diğerine aşağılayıcı bir söz söylemeğe hakkı yoktur, hiç kimse ötekine yukardan bakamaz, hiç kimse ötekine baskı yapamaz... Herkes toplantıda fikirlerini serbestçe söyler. Bir anlaşmazlık çıktığı zaman, doğru fikir çoğunluğun fikridir, kabul edilir ve desteklenir. Herkes aynı kaderi bölüşür ve aynı güçlüğe göğüs gerer. Önderler askerlere örnek olurlar... Küfür, baskı ve kandırma yasaktır... Subaylar, astlarına karşı sevgi ve saygı içinde hareket etmelidir. Erleri kendilerinden daha önde görmelidirler. (sayfa 280) Deney alışverişi yapmalıdırlar. Hatalarını eleştirmelidirler... Subaylar ile erler birdir. Ne subayların ne de erlerin bir üstünlükleri, bir ayrıcalıkları vardır." "Temel Yasa" nın aynı derecede önemli bir başka bölümünde de ordumuzla halk arasındaki ilişkilere değinilmiştir. Özetle belirttiğimiz kurallar, normal bir orduda asla düşünülüp uygulanamayacak cinstendir; çünkü normal bir orduda bunlar «talimname dışı» bir takım kurallar sayılır. Temel Yasadaki ifademiz şöyleydi: "Devrimci bir ordu, halkı sevmekle ve korumakla kalmamalı, aynı zamanda onu temsil etmeli, ona layık olmalıdır. Halkın alınyazısını kendinin saymalıdır... Halkın çıkarları uğruna mücadele vermelidir. Her eyleminde, bu çıkarları gözetmelidir. Nerede olursa olsun halka yardım etmelidir. Bunları yaparsa halkın güvenini ve desteğini sağlar, her zaman yardım görür ve böylece düşmanı alteder." Bunlar bir takım boş sözler değil elbet. Bu sözleri bazı yardımcı ilkelerle somut hale getirdik: "Halkın verdiği evleri temiz tutun... Konuşmalarınızda dostça bir dil kullanın... Alış ve satışlarınızda adil davranın... Borç aldığımızı geri verin... Tahrip ettiğimiz şeylerin parasını ödeyin... Halka zarar verecek işleri yapmayın, yapmaktan kaçının." "Halkı ezen ve ona baskı yapan her türlü eylem yasaktır. Baskı, dayak ve küfür yasaktır. Irza geçmek ve soygun yasaktır. Bunlar devrimci bir orduya yakışacak eylemler değildir. Bunlar suçtur. Ordumuzda mutlak olarak yasaklanmış eylemlerdir." "Ordunun eylemlerine engel olmadığı takdirde, halka, çift sürmekte, ekimde, hasatta ve odun kesmekte yardımcı olun." "Halkın örgütlenmesinde ve kendi örgütlerini desteklemesinde ona yardımcı olun." (sayfa 281) Son olarak, halkla bütün ilişkilerimizde, bir yere girerken ya da ayrılırken, birlikte çalışırken ya da işbirliğine giriştiğimizde, askerlerimizin halka ortak amacımızı anlatmalarını şart koşuyorduk. Siyasî Öğretmen her bölükte dersler düzenliyor ve askerlerimiz derste öğrendiklerini, yani birlik ve mücadele bildirimizi her barrioya (köye) iletiyordu. Sonuna kadar sıkı bir mücadele verilmesini istiyorduk. Devrimci bir ordunun güçlüklere ve yorgunluğa göğüs germesi gerektiğini belirtiyorduk: "Devrimci bir ordu belli bir siyasî amacı gerçekleştirmek için mücadele eder. Mesela, Japonlara karşı dövüşmemizin sebebi, Japonları yenmek ve ulusal bağımsızlığımıza kavuşmaktır. Bu amaca ulaşıncaya kadar mücadele durmayacaktır. Ancak, sonuna kadar dövüşmek ve mücadele etmekle bu amaca ulaşılabilir. Bir tek kişi bile kalsak mücadeleye devam etmeliyiz. Zafere ulaşmadan düşmanla anlaşma imzalamağa kalkmak devrime olan inancımızı yitirmemiz anlamını taşır, düşmana karşı küçük düşmemiz demektir. Boyun eğmek, ihanettir ve yüz kızartıcı suçlardandır." Her askerin kendine çeki düzen vermesini ve demir bir disiplin altına girmesini istiyorduk. Dediğimiz şuydu: "Diğer ordularda, disiplinin sağlanması için belli ceza biçim ve tehditlerine başvurulur. Herkesin kurallara boyun eğmesi için zor kullanılır. Bu zor ne kadar zayıfsa ordunun disiplini de o kadar zayıf olur. Çünkü kurallara uyanlar, bu işi kendi irade ve gönülleriyle yapmazlar. Bu işi yapmağa zorlanılırlar. Bu yüzden de, subaylar ortalıktayken askerler kurallara uyuyor görünür, subaylar gözden kaybolunca disiplini filan unuturlar. Böyle bir disiplin hiç bir zaman kuvvetlenemez ve uzun süremez. Biz ise demir bir disiplini yaşatabiliriz. Çünkü bu iş bizde her üyenin bilincine ve kendi iradesine bırakılmıştır." (sayfa 282) Öz-disipline yardımcı olmak üzere, devrimci askerden "sekiz istekte" bulunduk: "1. Tedbirli davran, 2. Hızlı davran, 3. Silahlan koru. 4. Mallara dikkat et, 5. Her işi zamanında yap. 6. Düzgün ve tertipli ol, 7. Temiz ve sağlam ol, 8. Saygılı ol." Askerlere dayak, işkence ve hakareti kesinlikle yasaklıyorduk. Bunun yerine, askere görev ve amaçları anlatılacak, toplantılar ve ordu içi örgütlerle işlerin görülmesi sağlanacak, önderliğin gerekli olduğu, örneklerle, belirtilecektir, diyorduk. Üzerine en çok parmak bastığımız nokta, kuvvetlerimizi ve kararlılığımızı, halk kitlelerinden almış olduğumuz noktası idi. "Temel Yasa" hem Savaş Talimnamesi hem de Hukbalahap Anayasası hizmetini görüyordu.[6] Demokratik ordu ile halkın kenetlenmesine ait devrimci kavramları, üstüne direnme hareketini kurduğumuz temeli teşkil ediyordu. Bu öyle sağlam bir temeldi ki, Japonlar çekilip gittikten ve yerlerini Filipinlinin yeni düşmanlarına bıraktıktan çok sonra bile halkımız ona kabul gösteriyor ve destekliyordu... Japonlara karşı silahlı mücadelemizi anlatmakla yetinmek, Hukbalahap hikâyesinin sadece yarısını anlatmak demek olacaktır. Halk direnme hareketinin başlıca merkezleri köylerde, sivil kitlelerin ardındaydı... Filipin toprağında de facto (fiilî) bir hükümet kurulmamıştı. Bu boşluğu, hükümeti halkın eline teslim etmek suretiyle, kapattık. (sayfa 283) Bunu, BUDC (Birleşmiş Köy Savunma Birlikleri) aracılığıyla yaptık... O zamanlar daha BUDCH sözü yoktu. STB (Sandatahang Tanod ng Bayan, Yurt Savunma Birlikleri) deniliyordu. Bu, Birleşmiş-cephe eylemimizin birinci dönemi sayılmalıdır. Adından da anlaşılacağı üzere, askerî yönleri olan, ordumuzla sıkı işbirliği içinde bulunan ve kendi silahlı muhafızlarına sahip olan BUDC, köylere, o güne kadar bilmedikleri bir gerçeği iletiyordu: demokratik hükümet. Yüzyıllar boyu süren caciquism'den sonra[7] halka kendini yönetme fırsatı verilmiş oluyordu. Büyük bir köyde, BUDC kurulunda 12 üye bulunurdu; küçük köylerde üye sayısı beşe inerdi. Yönetim örgütünün büyüklüğü ise, köyün büyüklüğüne ve o bölgedeki eylemlerimizin önemine bağlı olurdu. Üyeler arasında bir başkan, bir başkan yardımcısı, bir sayman ve askere alma, haberalma, ulaştırma, haberleşme, eğitim, sağlık, tarım müdürleriyle bir polis şefi bulunurdu. Bazan bu görevlerden ikisi ya da üçü aynı üyede toplanıyordu. Köydeki bütün görevlere seçimle geliniyordu. 18 yaşını geçmiş ve Japonlara yardımcı eylemi tespit edilmemiş her köylünün bir oyu vardı. Halka karşı işlenen suçların cezalarından biri de oy hakkının kaldırılmasıydı. BUDC kurulları, sadece etki alanımızdaki bölgelerde kuruluyor; zamanla, bölüklerimiz tarafından korunup savunulan gerilla bölgeleri geline geliyordu buralar. Başka yerlerde, kurtarma dernekleri, soygunlara karşı dernekler gibi, hepsi de yeraltında çalışan örgütler kuruyorduk. Çok zaman, düşman örgütlerinin içine sızıyor, yönetimlerini (sayfa 284) ele geçiriyor ve faydasız kuruluşlar haline getiriyorduk. Savaş öncesindeki köy birliklerinin güçlü olduğu ve halkın örgütlü mücadeleye alışık olduğu yerlerde, ta başından beri kitlenin tam desteğini sağlamış bulunuyorduk. Fakat birliklerimiz yeni bir bölgeye girdikleri zaman çeşitli sorunların içinde buluyorduk kendimizi. Yabancı bir köye yaklaşırken, önce bir ilişki-eri gönderiyor, halkın Japonlara karşı mı, taraftar mı olduğunu, kuklaların ve casusların bulunup bulunmadığını, köy önderlerinin ne menem kişiler olduğunu öğrenmeğe çalışıyorduk. Köy Japonlara karşıysa, bölüğümüz köye giriyor, ileri gelenleri topluyor ve Huk programını açıklayan konuşmalar yapıyordu. Sonra aynı işi bütün köylünün huzurunda yapıyorduk. Böyle köyler hemen her zaman kolaylıkla örgütleniyordu. Kuklaların ve casusların bulunduğu bir köye girdiğimizde karşılaştığımız sorunlar tamamen farklıydı; Japon taraftarı duygulara sahip bir köyde de gene farklı sorunlarla karşı karşıya kalıyorduk; aynı durum, hareketli olduğumuz ve içindeki şartları bilmediğimiz bir köye girdiğimiz zaman içinde söz konusuydu. Buralarda da ilişkiyi sağlayacak bir er gönderiyor, kukla ve casusların kimler olduğunu, nerede oturduklarını ve neler yaptıklarını öğrenmeğe çalışıyorduk. Sonra köyü kuşatıyor, kimsenin köye girmesine ve köyden çıkmasına izin vermiyorduk. Daha sonra, kuklalarla casusları tutuklayıp, kilise ya da okulda toplanan halkın huzuruna çıkarıyorduk. Halka hainleri tutuklamak üzere geldiğimizi söylüyorduk. Tutukladıklarımıza karşı yaptığımız suçlamalar topladığımız bilgilere dayanıyordu; halka bu suçlamalarımızın doğru olup olmadığını, ekleyecek bir şeyleri olup olmadığını soruyorduk. Halk, suçlamaları yanlış bulduğu takdirde tutukluları salıyorduk. Suçlamalar halk tarafından da doğrulanırsa, (sayfa 285) bu defa da, sanığın zorla mı yoksa kendi rızasıyla mı bu şekilde hareket ettiğini araştırmağa başlıyorduk. Rızasıyla ihanette bulunmuş olanlar cezalandırılıyor ve eğer halk uygun görürse öldürülüyordu. Zor altında hareket etmiş kimselere ise direnme hareketinin ilkeleri anlatılıyor, durumlarını bozmamaları ve bunu Japonlar aleyhindeki çalışmaları için bir örtü olarak kullanmaları söyleniyordu. Köy tam anlamıyla aydınlatıldıktan sonra bölük çekiliyor, ancak bir süre, denetim amacıyla yeniden köye giriyordu. Eğer bu arada, şüpheli kişiler düşmana yardıma devam etmişlerse, yeniden tutuklanıyorlar, bölükle birlikte götürülüyorlar ve iki üç ay devamlı derse tabi tutuluyorlardı. Değiştikleri takdirde, Japon aleyhtarı eylemlere girişmek üzere yeniden köye gönderiliyorlardı. Bu gibi kimselerin köye dönüşü, bir yandan Huk disiplinine duyulan güveni arttırırken, diğer yandan düşmanın Huk"un eline geçen herkesi öldürdüğü şeklindeki propagandasını yerle bir ediyordu. Bu arada köy, birleşmiş cephe saflarına katılmış oluyordu. Köylere karşı böyle doğrudan bir askeri eyleme girişmemiz en yaygın yöntemimiz değildi. Temelin ve binanın büyük bir kısmı, yetişmiş kitle örgütçüleri kanalıyla kuruluyordu. Savaşmadan önce silaha ihtiyacımız olduğu gibi. örgütlemek için de bu işin ustalarına ihtiyacımız vardı. Hem askerî, hem de siyasî anlamda örgütleniyorduk. Bir avuç köy birliği örgütçüsü ile halk hareketlerine yakın usta örgütçüyle başladık işe ve zamanla örgütleme tekniklerinin öğretildiği kendi okullarımızı kurduk. Kitle Okulları adını verdiğimiz bu kurumlar, savaş boyunca çalıştı ve yüzlerce kitle işçisi yetişti. Okulda, yeraltı çalışmasının yöntemleri, her çeşit örgüt ile gerilla gurupları arasında birliğin sağlanması, demokrasi ve ulusal kurtuluş savaşımızın (sayfa 286) geleneksel ilkeleri ve Komşu Dernekleri, PC ve Ganaplar ile (Japon denetleme örgütleri) nasıl mücadele edilmesi gerektiği gibi konular ders olarak okutuluyordu. Okuldan çıktıktan sonra, tek başlarına, ikili, üçlü guruplar halinde sahaya dağılan bu kitle işçileri yayılmamızın temellerini atıyorlardı. Birçoğu kimsesiz ölümlerle hayatlarını yitirdilerse de, kitlenin belleğinde yaşamağa devam ettiler... Bir kere BUDC örgütüne kavuştu mu, köy işgalciler ve hainler okyanusunda kurtarılmış bir ada halini alıyordu. Casuslardan ve hainlerden temizlendikten sonra köyün içinde mutlak bir beraberlik, silahlı kuvvetlerimizle işbirliği, halkın kendi kendini yönetmesi gerçekleşiyor ve üstelik bütün bunlar, düşmanın gözüne batmayacak biçimde yürütülüyordu. Halk savaşının gereklerine uygun olarak, BUDC'nin eylemleri başlıca üç kanaldan gidiyordu: en önemlisi askerî mücadeleye yardımdı; ikincisi, bir yandan kendi ordumuzu beslerken diğer yandan ürünleri düşmana kaptırmamak ilkesine bağlı bir ekonomik programın geliştirilmesi; üçüncüsü ise, savaştan sonraki demokratik Filipinlerde önemli bir etmen olacak biçimde halka yeni siyasi görüşler kazandırmak... Gene BUDC sayesinde Huk için gerekli yedek güçleri sağlayabiliyorduk. Sahadaki her Huk askerine köyde iki yedek vardı, bunlar üretimle ve diğer sivil görevlerle uğraşarak genel mücadelemizde yardımcı oluyorlardı. BUDC'nin asker alma müdürü, yedeklerimizin talim görmeleri ve taktik dersleri almaları görevini üzerine almıştı. Genel olarak, savaşçılar, dönem dönem, yerlerine yedeklerinden birine bırakıyorlar, "sılada izinli" asker durumuna giriyorlar, yedekleri ise mevsimlik gerilla savaşçısı haline gelmiş oluyordu. Bu şekilde, tıpkı buzula benzeyen bir ordu kurduk, üçte ikisi suyun üstünde, üçte biri altında. (sayfa 287) Huk, köyün içinde hatta yakınlarında düşmanla karşılaşmaktan özellikle kaçmıyordu. Bunun sebebi, Huk'a yardım ettiklerinden şüphe ederek Japonların halkı cezalandırmalarını önlemekti. Köy dolaylarında bir baskın yapılacağı zaman, normal olarak, köy kurulu başkanıyla ilişki kuruluyor ve kurulun onayı alınıyordu. Acelemiz olduğu zamanlarda bile, köyü, savunma amaçlarıyla kullanıp kullanamıyacağımızı köylülerden sorup izinlerini almağa çalışıyorduk... Bütün köyler arasında, eylemleri BUDC'nin elinde olan bir haberleşme ağı kurulmuştu... Bazı bölgelerdeki haberleşme ağı oldukça karmaşık ve farklı bir kuruluşa sahipti. İki çeşit ulak vardı: doğrudan ulak ve eklemeli ulak. Önemli haberler, daima belirli bir yolu izleyen, doğrudan ulaklarla taşınmaktaydı; eklemeli ulak sistemi ise dolambaçlı bir yol izleyerek çalışıyordu. Elinde radyosu ve telefonu olan düşman, hiç bir zaman bizim ulaklarımızla ve diğer haberleşme araçlarımızla yarışamazdı. Düzenli orduların işaretleşme yöntemlerini diğer yöntemlerimiz arasında sayabiliriz. Bu gibi haberleşme işleri çoğunlukla köyün polis şefi tarafından yönetilirdi. Işık çakmaları, gece açık bir pencere ışığı, bayraklar, sancaklar, gündüz ipe asılan çamaşırlar gözle haberleşme araçlarımızdan bazılarıydı. Bunların bileşimi şifre ile çözülürdü. Bir dereceye kadar sesle haberleşme yöntemini de kullanırdık. Meselâ, kamış keserken satırın vuruş sayısı bir mesaj haline getirilebiliyordu... BUDC tarafından yapılan yeniliklerin en önemlisi adalet yönetimi ile ilgili olandı. Ceza davaları da, hukuk davaları da, köyde, kurul tarafından görülüyordu. Tarihlerinde ilk defa olarak, köy halkı arasına jüri önünde yargılama ve açık duruşma fikirleri sokulmuş oluyordu, bütün köylüler jüride görev almak yükümlülüğü altındaydı. Suçlanan köylü kendini savunacak olanları dilediği gibi (sayfa 288) seçebiliyordu. Suçlu bulunan sanık cezalandırılıyor, ıslaha tabi tutuluyordu... Düşman habercileri casuslar ve hainler gibi kişilerin yargılanmasından derhal Askerî Komiteye haber veriliyordu. Bunun sebebi, ulusal kurtuluşun çıkarları için yapılacak idamlardan sorumluluğunu köylülerin omuzlarına yüklememektir... Hasat Mücadelesi, BUDC ile ordunun elbirliğiyle yürütülüyordu. Şu sloganı ortaya attık: "Düşmana pirinç yok!" ve bir de "Halkın Yiyeceğini koru!" diyorduk. Hasat mevsimi bitmek üzereyken Orta Luzon boyunca aşağıdaki bildiriyi dağıttık: 1. Çeltik, olgunlaşır olgunlaşmaz, biçilip bağlanmalıdır. Şehir yakınlarında ve düşmanın kolayca el atabileceği yol kıyılarında ürün ambarlamaktan kaçınmalıdır. 2. Japon çeltik makinalarını ve biçerlerini tahrip etmek, kırmak ve yakmak için elden ne geliyorsa yapılmalıdır. Japonlara karşı olan makina sahipleri uyanık olmalı ve bunları düşmana kullandırmamalıdır. 3. Köprüler yakılıp yıkılmalı, düşman kamyonları tahrip edilmeli. Haberleşme hatları kesilmeli. Bunları yapamazsanız hemen en yakın bölüğümüzden yardım isteyin. 4. Köylerinizin çevresinde gece gündüz nöbetçi bulundurun. Sıkı disipline uyun. Nöbet yerinde uyumak ve nöbeti terketmek yasaktır. Disipline aykırı hareket edenler cezalandırılır. 5. Bütün yabancılar, çerçiler, alıcılar, dilenciler ve çeltikçiler sıkı aranmalıdır. Gerektiği zaman en yakın bölükten yardım isteyin. 6. Çeltiği saklamak için yollar bulun. Ürünü tek bir ambara koymayın. 7. Her köylünün bir silahı olmalıdır: balta, satır, mızrak, ok ve yay elde ne varsa. (sayfa 289) 8. Ürün düşman eline düştüğü takdirde, ambarları soymak için sabotaj gurupları kurun. Soyamadığınız ambarları yakın. BUDC mükemmel değildi. Kurul üyeleri bazan görevlerini yapmıyorlardı, yapılan programların hayal ürünü olduğu sık görülen olaylardandı. Bununla birlikte, Orta Luzon'daki binlerce insana demokratik yönetimin tadını ilk bunlar tattırmıştır. Kalkın başı daralıp da kendi elindeki imkânlarla bir şeyler yapmak zorunda kaldığı kara günlerde, ihtiyaçla atbaşı yürüyen deney, işleri yürütmenin en doğru ve en iyi yolunu buldurur. BUDC deneyleri ve öncülüğü ile bölgesel halk hükümetlerinin kurulması arasında kıl payı bir uzaklık vardı. Bunları da savaşın son aşamaları içinde kurmağa başladık. Halkın ufukları ölçüye sığmaz bir biçimde genişlemişti artık. (sayfa 290) Born of the People, International Publisher's, 1953, s. 67-70, 116-27. Luis Taruc imzasıyla yayınlanan bu kitabı aslında William J. Pomeroy yazmıştır. Yazar, birçok Huk önderiyle görüşmüş ve onların anılarını toplamıştır. (Yukardaki parçada da bir Huk önderi konuşmaktadır. Çev.) 7. FİLİPİNLERDE SAVAŞ SONRASI HUK Jorge Maravilla Japonyanın yenilgisinden sonra, Huk hareketinin silahlı mücadelesini yönetmiş olan Komünist Partisi, örgütlediği gerilla kuvvetlerini dağıttı, demokratik gelişim için ulusal birlik temeline dayanan gerçek bir bağımsızlığın sağlanması için yeni kanunî taktikler ve parlamenter mücadele yollan benimsedi. Yeni bir siyasi kuvvet olan ve Amerika Birleşik Devletleriyle sömürge ilişkilerinin yeniden kurulmasına karşı çıkan Demokratik İttifakı kurmak için ulusal burjuva unsurlarla birleşti. Demokratik İttifak, 1946 yılındaki bağımsızlık öncesi seçimlerinde, emperyalistlerin desteklediği Liberal Partiye- iktidarı kaptırmamak için yumuşak milliyetçi Nacionalista Partisi ile ortaklığa girdi. Bu seçimde, Demokratik İttifak, Orta Luzon illerindeki bütün milletvekillerini kazandı ve bu arada bazı komünistler de seçilmiş oldular. Yurt çapında seçimleri Liberal Parti kazanmış, Manuel Roas da cumhurbaşkanlığına seçilmişti. Ne var ki Filipin Kongresinde, Amerikan emperyalizmi tarafından istenen ekonomik ve askerî anlaşmaların onayı için yeterli çoğunluk Liberal Partinin ve başkanın yanında değildi. Ayrıca, Huk etkisindeki bölgelerde, Komünist önderliğinde kuvvetli bir Ulusal Köylü Birliği (PKM) ortaya çıkmış, Manila'da ve başka yerlerde yeni ve militan bir İşçi (sayfa 291) Örgütleri Kongresi (CLO) kurulmuş bulunuyordu. Her ikisi de yeni-sömürgeciliğin plânlarına şiddetle karşı çıkmaktaydı. Emperyalistlerin isteklerine boyun eğmek zorunda kalan gerici Liberal Parti yönetimi, halk muhalefetini susturmak için amansız bir baskı kampanyasına girişmişti. 1946'daki bağımsızlık gününden önce.[8] Demokratik İttifaka dâhil bütün milletvekilleri ve bazı Nacionalista Partisi milletvekilleri, kanunî usulüne aykırı olarak, keyfî bir şekilde Kongre'den çıkarıldılar. Bu yapıldıktan sonra sıra, "eşitlik" anlaşmasının[9] onayına geliyordu. Anlaşma gene de gerekli oy çoğunluğunun bir fazlasıyla onaylanabildi. Gerek hükümet birlikleri, gerekse toprak ağalarının beslediği "sivil muhafızlar" ulusçu ilerici güçlere karşı şiddete başvurarak, Demokratik İttifak önderlerine, komünistlere, eski Huk'çulara ve PKM ile CLO önderlerine karşı suikastlara ve işkencelere giriştiler. Amaçlan anti-emperyalizmin ve anti-feodalizmin dayanaklarını yıkmaktı. Bu saldırı karşısında o zamanki Komünist Partisinin dağıldığını ve moral çöküntüsüne uğradığını görüyoruz. Eski gerillalar ve köylülerin derhal silaha sarılmalarına, eski Huk birliklerini yeniden kurmalarına karşı, partinin önder organları, genel bir silahlı mücadele mi, ulusal burjuvaziyle işbirliği yapıp kanunî yollar izlenerek mi, yoksa (sayfa 292) bunların bileşimi yoluyla mı savaşılması gerektiği konusunda bölünmüş ve kararsız kalmıştı. 1948 ortalarında, Huk'çularla Liberal Hükümet arasında kısa ömürlü bir af anlaşmasına varıldı. Bunun görüşmeleri boyunca Komünist Partisi, yeni başkan Elpidio Quirino'yu, silahlı çatışmanın demokratik bir uzlaşmaya dönüşmesi için milliyetçi bir program benimsemeğe ikna etmek için çok uğraştı. Kös dinleyen Quirino ise af anlaşmasına sırt çevirdi ve Huk'çulara karşı kullanılmak üzere Amerikadan daha çok askerî yardım isteme yolunu tuttu. Bu gelişme ve Komünist Partisi önderliğinin yeniden örgütlenmesi ile kararlı bir silahlı mücadeleye öncelik verilmesi fikri benimsendi. Huk hareketi, Hukbong Mapagpalaya ng Bayan (Ulusal Kurtuluş Ordusu) adıyla canlandırıldı ve derhal yayılmağa başladı. Orta ve Güney Luzon'daki üslerinden, silahlı çıkışlar yapmağa ve Luzon adası ve Orta Vicayan Adaları boyunca kitle üsleri kurmağa girişti. Yeni-sömürgeciliğin büyüyen ekonomik bunalımı, Liberal hükümetin içine düştüğü, çöküntü ve her yerde halka karşı giriştiği şiddet hareketleri Huk'un işini kolaylaştırıyordu. Bu aşamada Huk hareketinin programı hâlâ demokratik barış, tarım reformu, Amerikayla imzalanmış ve eşitliğe dayanmayan anlaşmaların feshi ve demokratik hakların sağlanması gibi ilkeleri kapsıyordu. Ulusal burjuvazi ile ittifaklar kurma çabası devam ediyordu. Bu arada 1947 ve 1949 genel seçimlerinde Nacionalista Partisi'nin adaylarını destekledi. Ouirino, 1949 seçimlerinde, Liberal Partinin başta kalması için her türlü hile ve şiddete başvurdu. Filipin halkı içinde kitle halinde memnuniyetsizlik başgöstermişti. 1950 yılı Ocak ayında, siyasî ve ekonomik durumu dikkate alan Komünist Partisi, devrimci bir durumun var olduğu sonucuna vararak, kitle halinde silâhlı mücadele, emperyalizmin kuklası olan yönetimin silâhla devrilmesi, (sayfa 293) burjuva demokratik devriminin "işçi sınıfının önderliği altında" tamamlanması ve yeni bir demokratik yönetimin kurulması çağrılarında bulundu. "İktidarın alınması için hazırlıkları tamamlamak üzere" iki yıllık bir dönem öngörülüyordu. Bu dönem içinde Huk yaygınlaşması bütün illeri kapsayacak, bütün bölgelerde toprak dağıtımı ve fabrikaların işçi denetimine geçmesi için devrimci komiteler kurulacak, gerilla kuvvetleri düzenli ordu birlikleri haline gelecek, geçici bir devrimci hükümet kurulacaktı. Yoğun silâhlı mücadele Amerikan emperyalistlerinin uyanmasına ve çeşitli mücadeleci yollara başvurarak bize cevap vermeğe çalışmasına yol açtı. Filipinlere derhal askerî, ekonomik ve siyasî heyetler gönderdiler. Yeni sömürge ekonomisinin büsbütün batmaması için acele ithalât ve döviz kontroluna gidildi. Bir ekonomik yardım anlaşması imzalandı (1950. Quirino-Foster Anlaşması). Bu anlaşmanın hükümlerinden biri bütün hükümet dairelerine Amerikalı "danışmanların" gönderilmesini öngörüyordu. Fakat en büyük ağırlık, geniş askerî yardıma veriliyor. Filipin silâhlı kuvvetleri yeniden örgütlenip genişletiliyor. Amerikan "askeri danışma" gurubunun yönetimine veriliyor ve CIA'ın yönettiği bir haberalma örgütü silâhlı kuvvetlerin hizmetine bağlanıyordu. Son olarak, emperyalistler, artık gözden düşmüş olan Liberal Parti hükümetinin yerine, görünüşte reformcu bir Nacionalista Partisi yönetimi kurma işini üstlerine aldılar. Karanlık ve yumuşak bir kişiliği olan Liberal politikacı Ramon Magsaysay, JUSMAG[10] tarafından elinden tutulmak suretiyle Quirino Hükümetinin (sayfa 294) savunma bakanlığına getirildi ve ustaca yürütülen propaganda ile ulusun önderliği için "namuslu bir kişi" olarak tanıtılmağa başlandı. 1950-1956 yılları arasında, emperyalist karşı-saldırının etkisiyle Huk silâhlı mücadelesi yenilgiye uğradı. Komünist Partisi kadroları eridi ve ulusal kurtuluş hareketi büyük bir gerileme kaydetti. Filipinlerde, Komünist önderliğindeki Huk hareketinin niçin yenildiğini incelemek gerekir. Hataların çoğu, hareketin taktik ve tahmin hataları şeklinde beliriyor. Yenilginin ana sebepleri şunlardır: 1. 1950'de ülkede devrime elverişli bir ortamın bulunduğuna dair tahmininde parti yanılmıştır. Aynı şekilde, emperyalistlerin ve müttefiklerinin önü alınamayacak kadar kötü bir duruma düştükleri ve artık "eski yollarında ısrarla yönetime devam edemeyecekleri" konusundaki tahminler de yanlış çıkmıştır. Parti Filipin halkının "artık eski yönetime tahammül edemeyeceği" şeklindeki düşüncesinde de yanılmıştır. Gerçekte ise, emperyalistlerin geniş bir manevra alanları vardı (Korede ve Güney Vietnamda olduğu gibi, Filipinlerdeki Amerikan birlikleri Huk birlikleriyle karşı karşıya gelmemişlerdi) ve halkı çeşitli "reform" sözleriyle kandırabiliyorlardı. 2. Devrimci durumun varlığı ilân edildikten sonra parti, bütün gücünü ve kadrolarını silâhlı mücadele için seferber etmiş, kanunî mücadele biçimlerini ihmal etmiş ve müttefiklerinin bu en keskin mücadele biçimine henüz hazırlıklı olmadığı gerçeğini gözden kaçırmıştır. "Devrimde partinin önderliği ve egemenliği" ilân edildiği için, parti, emperyalizme karşı birleşmiş bir cephe kurmayı öngörmemiş ve tabi kuramamış, geniş halk kitlelerinin de eylemleriyle katkıda bulunabilecekleri başka mücadele yolları ortaya koymamıştır. Magsaysay'ın iktidara gelmesi için yol hazırlayan 1951 seçimlerini boykot etmiş (halk bu boykota katılmadı) (sayfa 295) ve üstelik silâhlı mücadelenin bir yüzünü de, her düzeyde ittifak imkânını bir yana iterek, büyük partilere çevirmiştir. Korkan ve karşı çıkan ulusal burjuvazi, 1951 ve 1953 yıllarında, aşın emperyalist taraftarı ve anti-Huk Magsaysay'ın yanında yer almıştır. Huk hareketi yavaş yavaş, Amerikan emperyalizminin yeni-sömürgeci tasallutuna karşı kendi bildiği yoldan direnmeğe devam eden diğer ulusal güçlerden kopmuş ve bunlarla ittifaka girememiştir. 3. 1950'de kendisine çok güvenen bir duruma gelen parti, güvenlik tedbirleri almakta dikkatsizliğe düşmüştür. Bunun fiyatı, 1950 Ekiminde ödenmiş ve Manila şehrinde, emperyalistlerin yönetimindeki. Filipin haber alma kuruluşları tüm parti sekreterliğini ve daha birçok önde gelen parti üyesini tutuklamalardır. Parti belgelerini ve haberleşmesini içine alan bütün dosyalar bu baskınlarda karşı tarafın eline geçmiş ve böylece hareketin bütün örgütlenme ve taktik hazırlıkları açığa çıkmıştır. Geride kalan önderler, hareketi yaymak amacıyla yurda dağıldığı halde, mücadeleyi yürütmek üzere bir merkezî organ kurma işini aylar geçtiği halde bir türlü becerememişler ve bunun yarattığı kopukluk ve atılganlık kaybı, sonradan da kapatılamayan bir açık yaratmıştır. 4. Ayrıca, Filipinlerdeki ulusal kurtuluş mücadelesi uluslararası müttefiklere de sahip değildi, emperyalist müdahalesine karşı, dışardan hiç bir yardım görmeden göğüs germek zorundaydı. Bu dönem boyunca Filipin Komünist Partisi kendisini yiğitçe yönetti. Binlerce önder ve üye, savaş alanlarında, ormanlarda, bataklıklarda ve şehir sokaklarında can verdi. Parti Siyasî Bürosunun 1950'deki yedi üyesinin yedisi de öldü ya da tutsak düştü. Aynı dönemde, Parti Merkez Komitesinin bütün üyeleri ya öldürüldü ya da hapse atıldı. Bugün olaylardan 15 yıl sonra bile hapiste (sayfa 296) yatanlar var.[11] Parti, silâhlı mücadelenin yenilgiye uğramasından sonra, hareketi yeniden kurabilecek önderlerin hemen hepsinden yoksun kaldı. Bununla birlikte, Luzon köylüleri ve sanayi kesimi işçileri arasında derin kökleri bulunan parti tamamen çökmek bir yana, yeniden örgütlenip canlanmayı başardı. 1956 yılından sonra, silâhlı mücadeleden yeraltı ve kanunî mücadele biçimlerine doğru bir taktik değişikliği yapıldı. "Upsurge of the Anti-Imperialist Movement in the Philippines," World Marxist Review, Kasım 1965 s. 41 - 42. 8. ENDONEZYA: BARIŞÇI OLAN VE OLMAYAN YOLLAR Aşağıdaki seçmeler, Endonezya'da, 1965 Ekiminde yer-alan Komünist katliamından ve karşı-devrimci darbeden sonra Endonezya Komünist Partisini (PKI) yeniden kurmağa çalışan gurupların iki bildirisinden alınmıştır. Bu bildiriler, farklı kaynaklardan gelmekte, PKI'nin uğradığı felâketin sebeplerine eğilmekte ve devrimci bir hareketi yeniden kurmak için alınacak tedbirler üzerinde durmaktadır. -I- Devrimin ancak şiddet araçlarıyla, yani, silâhlı bir karşı-devrime silâhlı bir devrimle karşılık verme yoluyla (sayfa 297) gerçekleştirilebileceği görüşünü savunan pek çok klâsik söz edilmiştir. Diğer taraftan, Marx'ın, Engels'in ve Lenin'in, devrimin mutlaka askerî yollarla geliştirilmesinin gerekmediğine inandıklarını kanıtlayacak kuvvetli deliller var; devrimin barışçı yollarla da pekâlâ başarılabileceğini savunan bu öncülerin zamanında, ne yazık ki, bu yollarla başarıya ulaşma imkânı pek küçük olarak kalmış ve olaylar tarafından doğrulanamamıştır. Bu yazıda ele almak istediğimiz asıl sorun bu değil. Dikkatinizi, bizim de onayladığımız Moskova Bildirisine ve Protokoluna[12] çekmekle yetinmek istiyoruz. Bu belgelerde, özellikle dünya sosyalist sisteminin ortaya çıkmasından sonra, devrimin barışçı yollardan gerçekleşmesi şansı da vardır, görüşü savunuluyor. Devrimin barışçı yoldan başarılıp başarılamayacağı, her ülkenin somut tarihî şartlarına bağlıdır. PKI (Endonezya Komünist Partisi) Tüzüğü, ülkemiz şartlarına uygun olarak, yolumuzun en az fedakârlıkla aşılacak bir yol, yani barışçı bir yol olması gerektiği görüşünü savunmaktadır. Endonezyadaki deneyimiz, fırsatların en büyüğü olan barışçı yolun izlenmesinin de, önce bu yolun açık olup olmadığından emin olmamızı, bu yolun açık olduğu iyimser varsayımından hareketle, devrime barışçı yollardan götürecek bütün şartlan hazırlamayı ve ikinci olarak bundan başka yol olmadığına dair yanılgılara kapılmadan, ideolojik, siyasî ve örgütsel uyanıklığımızı yitirmemek için barışçı olmayan yollara da hazırlanmamızı öğretmektedir. Kısacası, devrime barışçı yollardan ulaşmak için, (sayfa 298) her iki yolda da hazırlık yapmalı ve yukarda özetlenen şartlan sağlamağa çalışmalıyız. Fakat sonradan bu görüş değişikliğe uğradı ve tam aksi görüş haline yani devrim ancak ve ancak silâha sarılmakla başarılabilir, devrimci gelişmenin barışçı yollarla sağlanması konusunda bel bağlayamayız, şekline dönüştü. Devrimin ancak silâha sarılmakla başarılabileceği görüşü hepimiz üzerinde bir hipnoz etkisi yapmış, gözlerimizi bağlamış ve devrimimizin yolunu önemli bir değişikliğe uğratarak çıkmaza sokmuştur. İşte bu solcu revizyonist görüş, 30 Eylül Hareketi[13] diye tanınan o kumarı oynamamızın teorik yolunu çizdi. Olayları iyi incelediğimiz zaman. 30 Eylül Hareketinin, Cumhuriyet Silâhlı Kuvvetlerinde, özellikle Kara Ordusu içinde görevli ve son derece ileri bazı birlikler tarafından başlatıldığını görürüz. Hareketin merkezi Cakarta idi. Başka bir deyimle, zamanla ülkenin dört köşesine yayılacağı umulan ve bu yüzden merkezde başlatılan bir hareketti bu. Hareket şu maksatlara yönelmişti: 1. Generaller Kurulunun darbe plânını bozmak ve silâhlı kuvvetleri fesat unsurlardan[14] temizlemek. 2. NASAKOM'a (Ulusal Cephe) yardımcı olmak, halk demokrasisini getirmek ve Endonezya Devriminin beş ilkesini (Pantia Azimat) uygulamak üzere bir "Devrim Kurulu" teşkil etmek. 30 Eylül Hareketinin, darbeye karşı. Generaller Kurulunu (sayfa 299) devirmeğe yönelmiş, aynı zamanda, halk demokrasisinin müjdecisi olan bir devlet gücü kurma amacında olan bir hareket olduğu açıktır. Gerçekte, hareket sonradan askerî bir serüven haline dökülmüş ve yenilgiye uğramıştır. 30 Eylül Hareketinin yenilgiye uğramasının bir numaralı sebebi, ne düşmanın çok kuvvetli olması, ne bizim, ne de savaşçılarımızın yürekten yoksun oluşumuzdur. Yenilginin öznel sebepleri vardır. Bunlar arasında, yönetici parti önderliğinin densizliğini, ideolojik, siyasî ve örgütsel konulardaki dar kafalılığını sayabiliriz. Bütün bunlar küçük burjuva devrimbaz ideolojisinin, aşırı devrim düşkünlüğünün, acele bir zafer kazanma isteğinin, devrimci gelişmeyi zorlayıp çocuğunu düşürmesine yol açmanın, kuvvetler dengesi üstüne kumar oynamanın, serüvenci hayallere kapılmanın sonuçlarından başka bir şey değildir... O gergin günlerde, parti. Albay Untung'u desteklemek suretiyle aşağıdaki siyasî hataları işlemiştir: (a) Untung'un eylemlerini hazırlayanlar ve buna sonradan katılanlar, kitleleri yanlarına almak ve ülkedeki ilerici kuvvetleri kendilerine çekmek gereğini duymadan işe giriştiler. Endonezya Cumhuriyet Radyosunu (RRI) başarılı bir hamleyle ele geçirdikten sonra, halka olumlu bir sosyo-ekonomik program vermedikleri gibi, köylülerle işçilerin dikkatini Generaller Kurulunun fesat oyunları üzerine de çekmemişlerdir. Halk silâhlı kuvvetlerinin kurulduğuna dair bir bildiri yayınlamak yerine, mevcut orduya yağ çekmekle yetinilmiştir. Bütün bunlardan sonra, 30 Eylül Hareketini kitlelerin desteklemesini beklemek abestir. (b) Bütün siyasî önderler. Devrimci Kurula katılmadıklarını belirttikten nice zaman sonradır ki, Komünist Partisi önderliğinin, partinin 30 Eylül Hareketine katıldığını (sayfa 300) sanmak yanlıştır, mealinde bir bildiri yayınlaması. Bunun yanısıra parti önderliği, Untung'un ve adamlarının giriştikleri temizlik hareketlerini desteklediğini söylemiştir ki, bu da bir hatadır... 30 Eylül Hareketinin serüvenciliği ve partinin geçmişte yaptığı hataların birikimi şeklinde ortaya çıkan, yanlış ideolojik, siyasî ve örgütsel tutumun doğal bir sonucu olan sonraki olaylar, partinin nesnel tarihî gelişim tarafından cezalandırılmasına yol açmış oldu. Bugün Endonezyada Komünist ve İşçi hareketlerinin karşısında iki yol var: ya eski yanlış tutumlarda ayak direyecek ve serüvenci siyasete devam edecek, böylece olayların gerçek durumunu gözden kaçıracak, örgütsel sekterizmden (dar mezhepçilikten) kurtulamayacak, yani kitlelerden kopmuş olacak, ya da sahte devrimci kavramları bir yana itip yeniden doğru yolu bulacak. PKI-nın Beşinci Kurultayında kabul edilen ve Altıncı Kurultayda geliştirilen Tüzük ve Programa bağlı kalarak, geniş halk kitlelerinin sevgi ve bağlılığını kazanacak ve böylece devrimin sadece öncüsü değil, baş yöneticisi durumuna da girecektir. -II- PKI, Lenin tipi bir parti olarak yeniden kurulmalıdır. Yani, Endonezya proleteryasının öncü birliği ve en yüksek sınıf örgütü görevini başarabilecek bir parti, tarihî görevi Endonezya halk kitlelerini, anti-emperyalist, anti-feodal, anti-bürokrat-kapitalist mücadelelerinde zafere ulaştırmak için önderlik etmek olan bir parti, halkla birlikte sosyalizme yürüyen bir parti olarak yeniden kurulmalıdır. Böyle bir partinin şu şartlan yerine getirmesi gerekir: ideolojik olarak, Marksizm-Leninizm ile silâhlanmalı, sübjektivizmden, oportünizmden ve modern revizyonizmden (sayfa 301) arınmış olmalı; siyasî olarak, devrimci bir tarım reformunu, Endonezya devriminin stratejik ve taktik sorunlarının doğru çözümünü kapsayan ve başlıca mücadele tarzı olan proletarya öncülüğünde köylü silâhlı mücadelesinde ustalaşmış fakat diğer mücadele biçimlerini de yabana atmayan, işçi sınıfının önderliğinde işçi-köylü ittifakına dayanan ve bütün anti-emperyalist, anti-feodal sınıfları içine alan bir ortak cephe kurmayı başarabilen bir programa sahip olmalı; örgüt açısından, kuvvetli ve halk kitleleri arasında derin kök salmış, ulusal görevleri yerine getirmekte örnek olabilecek güvenilir, tecrübeli ve çelikleşmiş parti üyelerini içine alan kuruluşlara sahip olmalıdır. Bugün, hiç bir kayıt tanımayan, zalim, azgın bir karşı-devrimci beyaz terör yönetimi altında, partimizi yeniden kuruyoruz. Partimizin kanuniliği ve komünistlerin temel insan hakları namussuzca çiğnenmiştir. Dolayısiyle partimiz, tamamen kanunsuz şartlar altında çalışmak ve yeni şartlara uymak durumunda kalmıştır. Bu şartlar altında çalışırken parti, şartlara göre kanunî eylemlere girme fırsatlarını da değerlendirmeli, kitleleri harekete geçirmek amacıyla onlara uygun yollar ve araçlar bulmağa yönelmeli ve kitlenin mücadelesini adım adım bir düzeyden bir üst düzeye yükseltmesini bilmelidir... (sayfa 302) Birinci parça "To Brothers at Home and Comrades Abroad Fighting Against Imperialism, far Independence Peace, Demoeracy and Socialism, for a Second Indonesian Revolution", Information Bulletin, 18 (106), Prag, 1967, s. 53 - 54, 59, 62' den; İkinci yazı ise "Build the KPI." "Along the Marxist-Leninist Line to Lead the People's Democratic Revolution in Indonesia," Indonesian Tribüne, sayı 3, Ocak, 1967; Hsinhua News, Pekin, 7 Temmuz, 1967'den. V. AFRİKA Afrika'da anti-emperyalist mücadelenin sürekli bir stratejiye ve bütünlüğe kavuşabilmesi için bir çok teklif ortaya atılmışsa da, Afrika ülkelerinin ve bu ülkelerdeki şartların farklılığı gerçeği dolayısiyle bu bütünlük, bir türlü gerçekleşememiştir. Afrika Birliği Örgütü (OAU) 1963 yılında geniş ölçüde Ganalı Kwame Nkrumah'ın girişimiyle kurulmuş ve bu örgüt kanalıyla bütün kıtada tam bağımsızlığın elde edilmesi uğrunda çaba gösterilmeğe başlanmıştır. Silahlı Afrika kurtuluş hareketlerine fiili yardımda bulunmak üzere OAU'ya bağlı bir Kurtuluş Komitesi kurulmuştur. Ancak, birçok OAU ülkesindeki gerici yönetim ve bazı ülkelerdeki ilerici eğilimli yönetimleri emperyalist oyunu olan askeri darbelerin yok etmesi olayı bu yardımı engellemeğe başladı. Çeşitli Afrika ülkelerinin gelişim düzeylerindeki büyük farklara rağmen -Afrika'da bir dereceye kadar sanayileşmiş Güney Afrika gibi ülkeler de, ekvator bölgesindeki kapitalizm-öncesi toplumu ülkeler de vardır- Kıta ya da bölge düzeyinde anti-emperyalist birliği sağlayacak kuvvetli sebepler vardır. Bunlardan biri Afrika kurtuluşunun karşısına çıkan emperyalist birliğidir. Portekiz, Amerikan emperyalizminin NATO kanalıyla sağladığı yardım olmaksızın sömürgelerindeki gerilla hareketlerine karşı koyamaz. Aynı şekilde, Portekiz, Rodezya ve Güney Afrika arasındaki askeri ittifak Britanya ve Amerikan emperyalizminin desteklemesiyle 1967'den beri eylemlerini sürdürmektedir. Afrika'daki gerilla ve diğer kurtuluş güçleri, emperyalist hamlelerine karşı koyabilmek için, aralarındaki gelişme ve önderlik farklarına bakmaksızın kıta çapında bir takım çabalar yürütmek zorundadırlar. (sayfa 303) Bu konudaki güçlüklerden biri öncü parti ya da devrime önderlik edecek siyasi örgütün hangi kuruluş olacağı sorunudur. Tarihin sürüp getirdiği şartlar, Afrika ülkelerinin çoğunda işçi sınıfı partisinin doğuşuna imkan vermemiştir. Bilindiği gibi, proletaryayı, işçi-köylü ittifakları ya da ileri küçük burjuva guruplarının ortaya çıkışını belirleyen tarihi şartlardır. Bunlar olmayınca sömürgeciliğe ve yeni-sömürgeciliğe karşı mücadelenin başına diğer partilerin, merkez devrimci gurupların geçmesi zorunlu olmaktadır. Bu çeşit hareketlerin çoğu, şu ya da bu dereceye kadar, Marksist-Leninist kavramlardan etkilenmiş ve ulusal kalkınma amaçları için sosyalist amaçların ne kadar gerekli olduğunu kavramıştır. Bazı bölgelerde birlik ve bütünlük oldukça gelişmiş durumdadır. 1961 yılında, Portekiz sömürgeleri olan Angola, Guinea Bissau ve Mozambik'teki gerilla kurtuluş hareketleri birliği olan CONCP (Conference des Organizations Nationalistes des Colonies Portugaises) kuruldu. 1967 yılında, ANC (African National Congresse of South Africa) ve ZAPU (Zimbabwe African People's Union of Rhodesia) ittifakı ile Rodezya'da ve Güney Afrika'da gerilla savaşına başlandı. Başka bir düzeyde, Cezayir'in, kendi kurtuluşundan sonra, Afrika'daki diğer kurtuluş hareketleri için eğitim üsleri ve çeşitli yardımlar sağlayarak elinden geleni yapmakta olduğunu görüyoruz. Tanzania, Zambiya, iki Kongo, Gine ve Gana (Şubat 1966'daki karşı-devrimci darbeden önce), eğitim ve manevra üsleri ya da gerilla kuvvetlerinin geçebilmeleri için kapılarını ardına kadar açmaktadır. Her hareket kendine özgü olduğundan ve sorunlarına kendine göre bir yaklaşım tarzı bulması gerektiğinden, kıta çapında bir bütünlük ve işbirliğinin, bu sınırların ötesine çıkıp çıkamayacağı hâlâ tartışma konusudur . Kwame Nkrumah'ın Devrimci Savaş Elkitabı'nda, (sayfa 304) Afrika kıtası, askeri yönden, kurtarılmış bölgeler, çatışmalı bölgeler ve emperyalistlerin elindeki bölgeler olmak üzere üç bölüme ayrılmıştır. Bu kitapta silahlı kurtuluş kavramının sadece gerilla savaşını değil düzenli ordu savaşını da kapsayacak kadar geniş tutulduğunu görüyoruz. Gerçekte, Afrika ülkelerinden kurtulmuş olanlar bu işi farklı askeri usullerle gerçekleştirmişlerdir. 1963'te Zanzibar'da başarılan devrim, bir ayaklanmaydı. Tunus ve Fas'ta kitle mücadelesi ve silahlı eyleminin büyük şehirlerde başarıya ulaşması kurtuluş için yeterli olmuş, buralarda, Cezayir'deki gibi sürüncemeli bir savaş gerekmemiştir. Sudan'da, 1965 yılında Abud yönetimini deviren hareket, özü itibariyle, şiddete başvurmamış ve bu hareketten önce Komünist Partisi silahlı mücadeleye girişmenin iyi ve kötü taraflarını ciddi bir biçimde tartıştıktan sonra hareketin temel niteliği ortaya çıkmıştır. Kenya'da Mau Mau baskısına rağmen, gerilla ayaklanması, rüzgarları, ancak Britanya'nın açık sömürge yönetimini gevşetmesi yönünde esmeğe başlamasını sağlayacak kadar etkili olmuştur. Tek başına, dünyadan kopuk ve kötü donatımlı bir Mau Mau hareketiyle, (1950'1erde Kenya'da görülen) bugün, Güney Afrika'da savaşan, uluslararası yardıma ve eğitimli halk ordularına sahip hareket arasında dağlar kadar fark vardır. Afrika kıtasında özellikle Sahra-altı bölgelerdeki hareketler, Asya ve Latin Amerika'daki silahlı kurtuluş savaşlarından geniş ölçüde yararlanmaktadır. Başarıya ulaşmış her hareketten (Vietnam, Küba, Cezayir) dersler ve öğütler almakta, sosyalist ülkelerden ise (Sovyetler Birliği, Çin) daha dolaysız yardım sağlamaktadırlar. Diğer hareketlerin Afrika'ya daha az yardımı dokunmaktadır. Aşağıda sunduğumuz parçalar, başka ülkelerin deneyleri etkisiyle, Afrika'da kurtuluş mücadelesi veren ulusların adımlarını, ne kadar hesaplı ve dikkatli attıklarını göstermektedir. (sayfa 305) 1. CEZAYİR: SİLAHLI MÜCADELENİN ÖZELLİKLERİ Cezayir halkının silahlı mücadelesinin, Çin, Vietnam, Endonezya, Fas ve Tunus'taki ulusal kurtuluş savaşlarıyla bir çok ortak yanları, benzerlikleri var: köylü kitlelerinin topraksız olduğu bir tarım ülkesinde yürütülen bir ulusal kurtuluş savaşı olması; ülkede çok sayıda işsizin bulunması; küçük tüccar ve zanaatkarların bulunuşu gibi. Bunların yanısıra Cezayir'deki hareketin kendine özgü bir takım nitelikleri de yok değil. Bunları şu şekilde sıralayabiliriz. 1. Sayısı oldukça fazla bir Cezayir proletaryası var. Siyasi yönü oldukça gelişmiştir. Mücadele tecrübesi ve çatısı altında Cezayir'in her katından insanı barındıran 20 yıllık bir Komünist Partisi mevcut. 2. Avrupalı kökenden gelen insan sayısı diğer sömürgelerdekinden daha çok ve bunların büyük kısmı işçi. 3. Ulusal kuvvetlerin birliği gerçekleşmiştir. Tek bir ulusal kurtuluş ordusu var. Kurtuluş Mücahitleri bu orduya katılmış durumda. 4. Fransız sömürge kuvvetlerinin içinde çok sayıda parasız asker var: 600.000 kişiden 200.000'i askere alınmış Fransız yurttaşları olup düzenli savaş birliklerinde görevlidir. Bu durum, mesela Endonezya'daki duruma hiç benzemiyor. (sayfa 306) 5. Silahlı mücadelenin bu özellikleri yanısıra Cezayir'in coğrafi durumunun da bir takım özellikleri vardır. Bütün bu toplumsal, ekonomik, siyasi ve coğrafi nitelik, Cezayir halk silahlı kuvvetlerinin strateji ve taktiklerinin biçimlenmesinde rol oynamıştır. Askeri strateji, hedef alınan siyasi amaçlara göre belli olur, yani ikinci plandadır. Cezayir Komünist Partisi çeşitli vesilelerle siyasi amaçlarını açıklamıştı: Cezayir ulusal bağımsızlığını istemektedir, fakat, ateşkes ve görüşme konusunda Cezayir ulusunun gerçekleri göz önüne alınmadan bir şey yapılamaz. Cezayirli vatanseverlerin silahlı mücadeledeki hedefleri, sömürgeci birlikleri yoketmek ya da kısa dönem içinde bir Dien Bien Phu başarısını tekrarlamak değildir. Le Monde gazetesinin Buenos Aires'teki muhabiri şöyle soruyordu: "Gerilla savaşçıları askeri bir zafer peşinde midir, yeni bir kış saldırısından hiç korkmuyorlar mı?". Ferhad Abbas bu soruya hakkettiği cevabı veriyordu: "Gerilla savaşçıları Fransız Ordularına karşı askeri bir zafer kazanmayı asla düşünmüyorlar. Büyük bir milletin küçük bir halkı kolayca ezip yokedebileceğini biz de biliyoruz. Bununla beraber, gerilla kuvvetlerimiz yenilmez olduklarını ve siyasi hedeflerine ulaşıncaya kadar varlıklarını sürdüreceklerini de görüyorsunuz herhalde. Gerektiği takdirde daha pek çok kış saldırısına karşı koyabilecek güçleri vardır." Cezayirli vatanseverlerin bütün istediği, göz boyamak için zafer üstüne zafer kazanır görünmek değil, fakat, düşman kuvvetlerine devamlı sıkıntı vermek ve darbe indirmek, sömürge yönetimini, ajanları ve aşırı-sömürgeci kişileri canlarından bezdirmektir. Palestro, Aflon, Tebessa (sayfa 307) gibi başarıların devamlı tekrarından murat sömürgecilere hayatı yaşanmaz hale getirmekten ibarettir. Bir zamanlar, İspanyol gerillaları Napolyon Ordusunun büyük bir savaşa girip yenilmeden İspanyayı terketmeleri sonucunu yaratmışlardı. Amacımıza ulaşmak için elimizde, bir dereceye kadar örgütlü bir ordu, subay, silah, cephane ve askerlik bilgisi olmalıdır. Ancak burada, Cezayir halkının da. kurtuluş savaşı veren diğer halklar gibi çarpıştığını ve özgürlük uğruna savaşan insanların elindeki maddi kaynakların, sömürgeci elindeki kaynaklardan, yüz misli daha büyük bir savaşma gücü sağladığını da belirtmeliyiz. Siyasi öz, "psikolojik yön" daima, devrimci savaşların, haklı savaşların lehinde unsurlardır. Cezayir'in nerdeyse bir adaya benzeyen coğrafi durumu, ta başından beri, silah ve cephane ikmali konusunda büyük güçlükler yaratmıştır. Fakat burada da halkın girişkenliği bu güçlükleri yenmiştir: halk, düşmanın silahlarını kaçırmış, oturup kendisi silah yapmış, soğuk çeliği işlemeğe kalkmış vb. işlere girişmiştir. Askeri taktiklerimiz de, siyasi taktiklerimiz de ülkemizin içinde bulunduğu durumla sıkı sıkıya bağlantılıdır. Siyasi bakımdan, komünistler, daima bütün ulusal kuvvetlerin anti-emperyalist birliğini salık vermişlerdir: Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi kurulmasını önermişlerdir. Silahlı kuvvetlerin birleşip bir bütün haline gelmesi tek başına büyük bir anti-emperyalist zaferdir. Sendikaların birleşmesi ve siyasi birlik de aynı şekilde büyük zaferler sayılmalıdır. Ulusal kuvvetlerin birleşmesi, aşırı-sömürgeci unsurlarla, Avrupa kökenli olmakla birlikte, hatta eski ülkelerini sevmekle birlikte bir kısmı ikinci bir yurdu benimsemeğe bile hazır Avrupalı işçilerinin çoğunluğu arasındaki bağları koparma olanağı da sağlıyordu. Bu çoğunluk Cezayir'in davasını haklı görmekteydi. Silahlı mücadele Cezayir siyasi sahnesinin başlıca (sayfa 308) aktörü olmakla birlikte, kitle eylemlerinden kopmuş değildi. 5 Temmuzdaki genel grev, 1 Mayıs sokak gösterileri, üniversite öğrencilerinin, okulluların, tüccar ve esnafın boykotları, tütün ve alkollü içkileri boykot gibi olaylar hep halk kitlelerinin kendi buluşları olarak ortaya çıkmış ve ulusal amacımıza katkıda bulunmuş eylemlerdir. Bunların sayısı arttıkça düşmanımız zayıfladı. Bunlar, halkın, günlük yaşantısı içinde keşfettiği ve tamamen kendi girişimiyle gerçekleştirdiği çeşitli eylem biçimleridir. Ulusal Kurtuluş Ordusunun ve kırlık bölgelerdeki silahlı gurupların siyasi rolleri vardı. Mücahiddin (savaşçılar), genellikle, kitlelerden hiç bir zaman kopmamış köylülerdi. Bunlar, sadece düşmanı canından bezdirmek, pusuya düşürüp yakalamak, hiç acımadan yoketmek, silahlarını almak gibi işlerle yetinmiyorlardı. Aynı zamanda, ulusal amaca yürekten bağlı, vatansever bilinci olan halkla beraber savaşı en geniş ve en yüksek biçimine eriştirmek isteyen yiğitlerdi. Propaganda yapıyorlar, halka, Ulusal Kurtuluş Ordusunun amaçlarını, savaşın niteliğini, yurdu kimin kurtaracağını ve köylülere kimin toprak dağıtacağını bir bir anlatıyorlardı. Aynı zamanda, halkı kendi kendini yönetmeye hazırlayan, köylerde ve köylük bölgelerde mahalli yönetim örgütleri haline gelecek devrimci örgütleri kurmakla uğraşıyorlardı. Bu işte de, halkın kendi girişiminin büyük yardımı dokunuyordu. Bir yandan da köylünün dostu olan Mücahid, ona günlük sorunlarında yardımcı oluyor, işinde, hasadında ve tarladaki diğer işlerinde elindeki imkanların ve askeri gereklerin elverdiği ölçüde ona omuz vermekten kaçınmıyordu. Mücahid, köylü kitlelerini karşısına aldığı ve onlardan koptuğu zaman işinin bitik olduğunu pekala biliyordu. Şunu da pekala biliyordu ki, işbirlikçilere ve ulusal amaca zarar veren diğer sorumlu kişilere eylemlerinin (sayfa 309) ciddiyetine uygun ceza vermekten kaçınmanın da hiç bir yararı yoktur. Gerilla savaşçıları ve partili savaşçılar, her zaman, kara liste hazırlamaktan, (İspanyol gerillacılarının yaptığı gibi) kulak kesmeğe, (Fransa'nın kurtuluşunda görüldüğü gibi) işbirlikçi kadınların saçlarını kesmeğe kadar ve Cezayir savaşında tövbekar olmayan işbirlikçilerinin burunlarının ikiye bölünmeleri gibi çeşitli ve özgün cezalar verme zorunda kalmışlar, bu da, ne yazık ki, halkın kendileri hakkındaki iyi duygularını bir parça zedelemiştir. Mücahiddin, Fransız sömürgeci kuvvetleri içinde hem yedeklerin hem de muvazzafların (işi askerlik olanların) bulunduğunu, bunların Cezayir'e zorla gönderildiklerini, Fransa'dan ayrılmalarının, Fransız halkı için tamamen gereksiz olan böyle adaletsiz bir savaşa karşı (bazan şiddetli) gösterilere yol açtığını biliyorlardı. Her devrimci mücadelenin tarihinde halka, zalimlerin ve sömürücülerin elindeki orduyu kendi tarafına çekme görevi verilmiştir... Şehirlerde de, Ulusal Kurtuluş Ordusunun taktiği düşmanı canından bezdirmekti: ordu, polis, yöneticiler ve işbirlikçilere göz açtırılmıyordu. "Temsilci bakan" Lacoste'un bizi inandırmak istediğinin aksine, silahlı mücadele köyden şehire kaymış değildi. Köylük bölgelerde büyüyüp şehire taşıyordu hareket; gerçek buydu. Lenin 1905 Moskova ayaklanmasıyla ilgili olarak, şehirlerdeki "gerilla savaşının" zamanla nasıl barikatları aşıp bütün şehire yayılmış silahlı bir mücadele biçimini aldığını açıklamaktadır: "Bu gibi eylemlerin taktiği, son derece küçük, on kişilik, üç hatta iki kişilik hareketli birliklerle yürütülmesidir". (sayfa 310) Demek ki, Cezayir şehirlerinde de vatanseverler, Fas ve Tunus'ta görülen silahlı mücadeleyi yürütüyorlardı. Kendiliklerinden şehir şartlarına uygun gerilla savaşını benimsediler: ordu, polis, sömürge yönetimi ve işbirlikçiler bu kahraman eylemlerin karşısında elleri bağlı ve çaresiz bocalamaktan başka bir şey yapamıyor. Her gün, gene de, devlere karşı savaştığımız için onlarca yiğidimiz can vermektedir. Görevimiz, bu mücadele biçimini geliştirmek, gururla devam ettirmek ve sonuçlarına katlanmak, siyasi olarak yüceltmek ve eksiklerini gidermektir. Kitlelerin giriştiği şiddet hareketlerinden söz ederken Lenin, guruplarının "sürüleri denetleyemediğinden" yakınmaktadır. Başka bir deyişle, silahlı gurupların eylemi, kitlenin siyasi-askeri eylemi olmalıdır. Cezayir şehrinin Kazbah semtinde, Bone'da ve Tebessa pazar yerinde. eskiden böyle silahlı çatışmalar oldu ve silahlı guruplar yüzlerce, binlerce insanı mücadelenin içine çekti. Silahlı gurupların, bölge ya da şehir halkı tarafından korunması, ortalığı yaygaraya vermemesi, sömürgecilere koşup şikayet eden haberci kişilerin çıkmayışı kitlelerin, gelişen ve yükselen silahlı mücadeleye katılmasının ilk biçimleri saymak gerekir. Halk kitlelerinin küçük zalim ve sömürücü azınlığına karşı giriştiği bu "şiddet hareketlerinin" de "örgütlenmesi ve denetlenmesi" gerekmektedir. Ülkemizde bu gerekliliği arttıran husus, nüfusumuzun büyük kısmının köylü ve küçük burjuva (tüccar ve zanaatkar) oluşu ve bunların silahlı mücadeleye geniş katkılarda bulunmalarıdır. "Küçük üretici" niteliğini taşıdıkları için. zaman zaman, sapık özellikte hareketlere girişecek bir ideoloji sahibidirler ve bu ulusal mücadelenin doğru niteliğine aykırı düşer. Mesela, Diar es Saada'daki otobüs saldırısı, şoven, ırkçı, fanatik bir mücadele izlenimi bırakmış ve sadece Cezayir toplumsal sınıflarına ve etnik guruplarına (meseleyi (sayfa 311) büyütmediler bereket) zarar vermekle kalmamış uluslararası kamuoyu gözünde de bizi güç bir duruma düşürmüştür. İyi karakter sahibi bir insan, çok defa örgütlenmemiş, denetim altına girmemiş, kanlı sömürgecilikten ve onun korkunç vahşetinden yıldığı halde gene de onlara karşı uluorta şiddet hareketlerine girişmeyi bir türlü kabul etmeğe yanaşmayan bazı unsurların tutumunu anlayabilir. Sorumluluklarını kavramış bir siyasi kişi kitlelerin ani coşkunluğuna kendisini kaptırmamayı bilmelidir. Marksistler, kendine saygısı olan bir partinin, kitlenin peşine takılmaktan çok, kitlenin başına korkmadan geçip onu yönetmekle görevli olduğunu söylerler. Aşırı-sömürgecilerin, Tunus ve Fas'ta yaptıkları gibi, kendi marifetleri olan bir sürü şiddet hareketini Ulusal Kurtuluş Ordusunun üstüne atmak ve Birleşmiş Milletlerde Cezayir sorununun görüşüldüğü zaman benzer dönemleri kollayarak, halk savaşçılarını küçük düşürmek için can attıkları günlerde, kitlenin duygularına kapılmama konusu büsbütün önemli hale gelmektedir. Mesela, Darboussa Bone manastırına saldırı olayı bizim üstümüze yıkıldı. Ayrıca, geçmişte bol bol yaptıkları gibi, siyasi ve askeri vatansever örgütlere kışkırtıcı ajanlarını (agents provocateurs) sokmakta, mücadeleyi dağıtmak ve gözden düşürmek için çalışmaktadırlar. Bu yüzden gözlerimizi dört açmalıyız. Bu gibi olaylardan sakınmanın en iyi yolu, mücadelenin siyasi düzeyini yükseltmek, mücadeleye gün geçtikçe artan bir sayıyla katılan kitlelere siyasi eğitim vermektir; aynı zamanda, Ulusal Kurtuluş Ordusu kadrolarını, dok işçileri, madenciler, taşıt işçileri, tarım işçileri vb. gibi proleter unsurlar arasından alınacak taze kuvvetle devamlı olarak beslemek gerekir. Proletarya, zararlı ideolojilere ilke olarak karşıdır, yabancıdır. Cezayir proletaryasına sıkı sıkıya bağlı olan Cezayir (sayfa 312) Komünist Partisi bu konuda büyük rol oynamaktadır. Komünistler fiilen mücadeleye katılmakta, ona kendi deneylerini ve ulusal hareketin öz çıkarları ve kararlı niteliği konusundaki görüşlerini aşılamaktadır. [Komünist Cezayir Gazetesi, Realites Aigeriennes et Marxisme'in (Sayı 1), Kasım-Aralık 1956 tarihli sayısındaki başyazı. Gazetenin başlığını taşıyan, Cezayir şehrindeki El Hürriya yayınevince basılan kitabın (s. 11-20) içinde yeniden yayınlanmıştır, 1962.] 2. CEZAYİR KURTULUŞ MÜCADELESİNDEN ALINACAK DERSLER Beşir Hacı Ali Silahlı Mücadele nasıl başladı? Bu mücadeleyi alevlendiren birikimi sağlayan iç ve dış etmenler nelerdi? İç etmenlerin başında, ulusal kurtuluş hareketinin, Vietnam, Tunus. Fas vb. ülke halklarıyla dayanışma amacıyla girişilen işçi ve köylü grevlerinin, kitlelere siyasi bilinç verme ve örgütleme girişimlerinin hemen arkasından patlak veren bir ayaklanma şeklinde ortaya çıkmasını sayabiliriz. Bu tip olaylar ülkemizde daha önce görülmemişti. Bu mücadeledeki önemli rollerden birini Komünist Partisi oynamıştır. İç etmenlerin ikincisi, halkımız ve Fransız emperyalizmi arasındaki çelişmenin keskinleşmesidir. Cezayir (sayfa 313) halkı, sömürge boyunduruğunu kırabilmek için "hukuki" yöntemlerin bir işe yaramadığını artık anlamış ve yeni yöntemlere ihtiyacı olduğunu kavramıştır. Bunun sonucunda, karşı tarafın öç almasına fırsat vermek istemeyen vatanseverlerin meydana getirdiği bir çeşit gerilla birlikleri olan maquis'nin ve bir de, Demokratik Özgürlükler'in Zaferi Hareketi'nin (o günlerin önde gelen milliyetçi partisi) en devrimci kanadındaki vatanseverlerin ısrarı üzerine kurulmuş yarı-askeri gizli örgütün varlığını görüyoruz. Bütün baskılara rağmen, ülkenin birçok kesimlerinde bu örgütün hâlâ şubeleri var. Ayrıca, özellikle köylerde, 1942 Kasımında Müttefiklerin Kuzey Afrika'ya yaptığı çıkarmadan arda kalan büyük miktarda silah ve donatım malzemesi bizi bekliyor. Demokratik Özgürlük Hareketinin geçirdiği siyasi bunalım sonucu ikiye bölünmesi, gerek kitleler, gerekse önderler arasındaki siyasi bilinçlenmeyi hızlandırıp geliştirdi. Bu partiyi bırakıp ayrılan devrimciler, artık daha yüksek düzeyde bir mücadele, yani silahlı mücadele kurulmasını ve parti birliğinin ancak bu şekilde yeniden sağlanabileceğini öne sürdüler. Bu öznel ve nesnel iç etmenlere iki dış etmen ekleyebiliriz: birincisi, Cezayirli vatanseverlerin, Fransa'nın da pekala yenilgiye uğratılabileceğini görmeleri: Dien Bien Phu'daki Fransız yenilgisi; ikincisi ise sosyalist kampın büyümesi ve bunun en uzak köylerde yaşayanlar da dahil, halk kitleleri üzerinde, Fransız emperyalizminin ancak ve ancak silahlı bir mücadele ile sökülüp atılabileceği konusunda büyük bir etki yaratmış olması. Sınıfların ve Toplumsal Tabakaların Rolü 10 milyonluk Cezayir nüfusunun yüzde 80'ine yakın kısmı köylüdür. En iyi toprakların sömürgecilerin elinde (sayfa 314) bulunması, 600.000 köylünün topraksız kalmasına, 450.000 köylünün ise el kadar topraklar üstünde boğaz tokluğuna çalışmasına yol açıyordu. Silahlı ayaklanmanın arifesinde, köylerde 1 milyon insan geçim araçlarından yoksun bulunmaktaydı. Şehirlerde ise, 500.000 işsiz vardı. Fransız rekabetinin baskısına göğüs geremeyen 120.000 küçük esnaf ve zanaatkar vardı. Orta burjuvazi 11.000 aileden ibaretti, 7.000 kadar işletmeye sahipti ve hiç bir işletmede 15'ten fazla işçi çalıştırmıyordu. Avrupalı burjuvazinin elindeki işletme sayısı ise 30.000'i buluyordu. Yerli büyük burjuvazi ise zayıftı ve sayıca kalabalık değildi. İşçi sınıfı ise, çoğu niteliksiz ya da düşük nitelikli 300.000 devamlı ya da mevsimlik işçiden teşekkül ediyordu. İşçi sınıfı, yerli burjuvaya karşı mücadeleden değil, Avrupalı burjuvaziyle çatışmaktan doğmuştu. İşçilerin çoğunun bir ayağı köydeydi. Sınıf farklarının henüz açıkça belirmediği, proletarya daha "kendi başına" bir sınıf haline gelemezdi. Demek ki, devrimdeki baş rolü yerli büyük burjuvazi değil, küçük ve orta burjuvazi oynamaktaydı. Özellikle küçük burjuvazinin rolü büyüktü. Sendikalarda, Komünist Partisinde ve Demokratik Özgürlük Hareketi içinde örgütlenmiş olan işçi sınıfı da önemli bir rol oynamakla birlikte, devrimin önderi değildi. Ancak, kurtuluş mücadelesi geliştikçe işçi sınıfının siyasi rolü de sürekli bir büyüme kaydetti. Devrimin başlıca ordusu köylülerden meydana geliyordu. Cezayir'deki savaş, bir ulusal kurtuluş savaşı, bir toprak savaşıydı. Halkın büyük kısmı, kadını erkeğiyle, bu savaşa katılmıştır. Bütün sınıflar, toplumsal tabakalar şu ya da bu derecede savaşa katılmış, fakat asıl yük yurdumuzun en yoksul kişileri olan köylülerin omuzlarına yüklenmiştir. Mücadelenin öncü kuvveti olan Ulusal Kurtuluş Cephesi çevresinde ya da içinde, toprak ağaları (sayfa 315) dışındaki bütün ulusal güçler birleşmiş, el ele vermiş durumdaydı. Silahlı kuvvetler ittifakı ise UKC önderliğinde, ki Ulusal Kurtuluş Ordusu kanalıyla yürütülüyordu. İşçi sendikalarını birliği, Genel İşçi Federasyonu aracılığıyla gerçekleşmişti. UKC'ne karşı halkın sağlam desteği her fırsatta, öze1likle, 20 Ağustos 1955 kitle eyleminde ve 5 Temmuz 1956 genel grevinde ortaya konulmuştur. Kurtuluş Hareketinin Eksikleri ve Hataları Büyük halk kitlelerinin katıldığı hiç bir hareket hatalardan tam anlamıyla arınmış değildir. Çığır açıcı katkıları hiç bir zaman unutulmayacak olan UKC için de geçerlidir bu söz. Şurasını da belirtmeliyiz ki, bu hatalar, hiç bir zaman, başarıyı gölgeleyecek derecede büyük olmamıştır. Ayrıca, hatalar zamanında farkedilmiş ve mücadele içinde derhal düzeltilmeleri yoluna gidilmiştir. Hareketin zayıf tarafları ve hataları, Komünist Partisinin, biri 1958 Kasımında, diğeri 1959 yılının ikinci yarısında, Geçici Hükümete gönderdiği iki mektupta belirtilmiştir. (Bu mektuplar kurtuluştan sonra yayınlanmıştır.) Konuya yakından baktığımız zaman, hareketin içine düştüğü hataların daha çok nesnel şartların kötülüğünden ileri geldiğini, yani UKC'nin, savaş boyunca üstesinden gelmeğe çalıştığı çok büyük güçlüklerin, bu hataları doğurduğunu görürüz. Bu arada hataların bazı öznel sebepleri de olmadı değil. Mesela, "Her şey, savaş için, her şey silahlı mücadele için" ilkesi kimi zaman çok dar bir anlayışla uygulandı (Tabii bu ilke özü itibariyle doğru bir ilkeydi.) Uzun zaman, her şeyin silahlı mücadelenin emrinde olması gerektiği anlayışının, aslında, siyasi görevlerin bir kenara atılmasını zorunlu kılmadığı gerçeği, yeteri kadar anlaşılamadı. Tam aksine, silahlı mücadele siyasi görevle sıkı sıkıya ilişkilidir. Gerçekte, silahlı (sayfa 316) mücadele, devrimin çıkarlarına uygun siyasi amaçların emrinde olmalıdır. Buna bir örnek verelim: birbirini izleyen çeşitli olaylar, 1957 yılındaki Cezayir Şehri Savaşının yanlış planlandığını göstermektedir. Bir kez, hareketin merkezdeki siyasi önderliği karargah olarak şehrin içini seçmişti. Sonra, kuvvetler dengesi vatanseverlerin lehinde değildi. Çünkü, şehir halkının yarıdan çoğu, büyük bir kısmı ulusal harekete diş bileyen, Avrupa kökenli insanlardı. Fransız birlikleri şehirde cirit atıyordu. Cezayir şehri, o güne kadar, ülkenin içlerinde çalışan gerilla kuvvetleri için bir gereç deposu olarak kullanılmıştı. İşçilerin ve öğrencilerin, Kurtuluş Ordusu saflarını tazelemek için gönüllü yazıldıkları yer burasıydı. Başkentteki bu savaş, köylük bölgelerde Kurtuluş Ordusunun peşine düşen Fransız Ordusunun dikkatini şehre çekmek ve böylece Kurtuluş Ordusuna nefes aldırmak amacıyla başlamıştı. Cezayir Şehri Savaşı, yedi sekiz ay kadar sürdü. Halk, ağır silahlarla donatılmış sömürgeci kuvvetlere karşı yiğitçe çarpıştı. İşçiler ve esnaf sekiz günlük bir greve girdiler. Şehirdeki kuvvetler dengesi sömürgecilerin lehinde olduğu için vatanseverler yenilgiye uğradı. Bu savaş, 7.000 gencimizin başını yedi. Şehirdeki örgütümüz darmadağın edildi ve başsız bırakıldı. UKC'nin önder kuruluşlarının elinde ne malzeme, ne de insangücü kaldı. Dolayısıyle saf dışı bırakıldılar. UKC önderliği yurdu terketmek zorunda kaldı. Bu olayın siyasi sonuçları büyük olmuştur. 1956'da Summam Kongresinde kabul edilen stratejik merkezcilik bir süre için rafa kaldırıldı. UKC olsun, Kurtuluş Ordusu olsun artık merkezi bir önderliğe sahip değillerdi. Bu dakikadan sonra, UKC'ne ve Kurtuluş Ordusuna bağlı guruplar birbirinden bağımsız hareket etmeğe başladılar. Bu da ülkenin kesimlere ayrılmasına yol (sayfa 317) açtı. Ortaya çıkan yeni sorunlar, artık ilkelere dayanılarak değil, belli klan, gurup ve bölgelerin çıkarları açısından hareketle çözüme bağlanıyordu. İşte, klanlar ve guruplar arasındaki bu mücadele, merkezi bir önderliğin 1957 yılında ortadan kalkmasıyla başlayan bu başıbozuk durum, Cezayir'de Kurtuluştan sonraki durumun da kötüleşmesine yol açmış, UKC içinde ve dışında sınıf çatışmasının gelişmesini son derece güçleştirmiştir... Temel yanlışlık, kuvvetlerin işbirliği konusunda gerçekçi bir değerlendirme yapılamaması, düşmanın belli bir kesimdeki kuvveti konusunda yeterli bilgi edinememe, başkentteki genel durumu kavrayamama ve belli bir anda askeri eylemin dışında kalan şeyleri görmekteki başarısızlık noktalarında toplanmaktadır. Bunun yanında bir başka hata: sabırsızlığımız. "Bir Cezayir Dien Bien Phu'su" şeklinde bazı önderlerin ağzından düşmeyen slogan da sabırsızlığımızın sonucudur. Cezayir'deki şartlar altında böyle bir şey imkansızdı... Sübjektivizm ve sabırsızlık küçük burjuva düşüncesinin tipik ürünleridir. Siyasi görevlerin ihmal edilmesiyle birleştirildiği zaman bu hatalar mahvımıza yol açacak sonuçlar doğurabilirdi. Bereket zamanında düzeltildiler. Siyasi eğitimin küçük görülmesi sonucu hem şehirlerde, hem de gerilla birliklerinde öğretmen sıkıntısı çekilmiş, bunun sonucu olarak da kitlelerin silahsız mücadelesine yeteri kadar değer verilmemiştir. Biz kendi adımıza çeşitli mücadele yollarına başvurma konusu ve kitlelerin belli ekonomik isteklerle ortaya çıkması ihtiyacı üzerine, her zaman parmak basıyorduk. Mesela, işçi sendikaları kurmağa çalışıyor, kocalarının hapisten çıkarılmasını isteyen kadınları destekliyor, daha yüksek ücret isteyen tarım işçilerinin elinden tutuyor, OAS öğrencilerine karşı çıkan Cezayirli öğrencilerin yanında yer alıyorduk. (sayfa 318) Bütün bu eylemler bir taraftan kitleleri daha büyük çatışmalar için hazırlarken diğer taraftan emperyalist polisin dikkatini dağıttığı için silahlı mücadeleyi elle tutulur bir biçimde desteklemiş oluyordu. Geçici Hükümet, burjuvazinin uzlaşmağa hazır kanadını temsil ediyordu. Fakat daha o zamanlar kitle hareketinden ve bunun toplumsal özünden korkuyordu. İşte bu sebeple, 1960 Aralığında, Hükümet Cezayir ve diğer şehirlerdeki bütün gösterileri yasakladı. Biz bu kararı açıkça eleştirdik. Kitlelerin bir yerde izin alamadıkları takdirde başka bir yerde gösterilerini yapmalarını, kitle hareketinin hiç bir zaman durmaması gerektiğini öne sürüyorduk. Bugün herkesin bildiği bir şey varsa o da, 1960 Aralığında büyük şehirlerde yer alan kitle eylemlerinin bir dönüm noktası olduğudur. Bunlar, kitlelerin toplumsal bilincinin gelişmesine yardım etmiş ve silahlı mücadeleye kuvvetli destek sağlamıştır... Komünist Partisinin Eksikleri ve Hataları Silahlı mücadelenin başlaması bütün ulusal partileri hayrete düşürdü. Komünist Partisi de, tıpkı öteki partiler gibi, ilkin, bu mücadelenin taşıdığı önemi ve gelişme gücünü küçümsedi. Fakat silah kullanılmasına hiç bir zaman karşı çıkmamıştır. Bu mücadelenin sebeplerini doğru değerlendirmiş, kısıtlı söz hakkının sınırları içinde (dağılmadan önce) halkın umutlarını desteklediğini elinden geldiği kadar yaymağa, duyurmağa çalışmıştır. Komünist Partisi, şiddete ve silahlı mücadeleye karşı çıkmamakla birlikte, 13 Ocak 1955'de yayınladığı bir uyarı, sömürgecilerin işini kolaylaştıracak belli kişisel eylem biçimlerinden kaçınılmasını söylüyordu. Bu uyarı yanlıştı, çünkü, bu tip eylemlerden kaçınmanın yolu hiç tereddüt etmeden silahlı mücadeleye katılmaktı. (sayfa 319) Komünist Partisinin başlangıçta silahlı mücadeleyi küçümsemesi ve bu konuda tereddüt göstermesi ne gibi sebeplerden ileri geliyordu? Daha 1946 yılında düzeltmeğe teşebbüs ettiğimiz bu hata, ulusal etmeni ve köylüyü küçümsemekten ve Avrupa kökenli işçinin rolünü gözde büyütmekten ileri geliyordu. Bu yüzden, de parti, silahlı mücadele sorununu zamanında ve ciddi bir biçimde ele alamadı. Ulusal Kurtuluş mücadelelerinin Vietnam, Tunus ve Fas'taki başarılarından sonra, ancak 1953 yılında parti bu konuyu teorik olarak incelemeğe başladı. Silahlı eylemlerin başlangıçta küçümsenmesinin sebeplerinden biri de şu noktada aranmalıdır: Parti uzun zaman Fransa'da proleter devriminin gerçekleşeceğine inandı durdu. Cezayir'de zaferin sağlanması bu şekilde Fransa'da proletaryanın zafer kazanmasına bağlanıyordu. Durumu doğru değerlendiremememizin hemen akla gelen sebeplerinden biri de -ki bu eksiklik bütün ulusal partilerde vardı- devrimci bir durumun gelişmesi konusunda yaptığımız değerlendirmelerin yüzeyde kalışıdır. Komünist Partisinin inandığı, Kasım 1954'te şartların bir ulusal kurtuluş savaşı vermemiz için elverişli bir olgunluğa erişmemiş olmasıydı. Çünkü Lenin'in koyduğu şartlar henüz gerçekleşmemişti. Ne var ki, Lenin'in koyduğu bu şartların kapitalist ülkelerle ilgili olduğunu ve askeri eylemlerle genel ayaklanmanın farkını unutuyorduk. Şu da var ki, her yeni mücadele biçimi gibi silahlı mücadele de, ulusal parti ve örgütlerin alışılmış eylem çeşitlerinden başkaydı. Lenin bu konuda şunları söylemişti: "Bir savaştaki her askeri eylem, bir dereceye kadar savaşçıların saflarını dağıtır. Fakat bu savaştan kaçmalı (sayfa 320) anlamına gelmez. Bunun anlamı, savaş etmeyi öğrenmek gerekir, şeklinde yorumlanmalıdır." Alınacak Bazı Dersler Silahlı bir mücadelenin başarıya ulaşmasını sağlayacak bir ortamı yaratmak için şunların yapılmas1 gerektiğine inanıyoruz: - Tek bir merkezi önderliğe sahip olmak, çatışmalar sırasında bunu bir dereceye kadar dağıtmak; - Silahlı mücadeleyle siyasi kitle mücadelesini sımsıkı birleştirmek; - Savaşı şehirlerdeki mücadeleyle desteklemek, fakat şehirdeki, silahlı mücadelenin geri üsleri olarak korumağa çalışmak; - Kitleler içinde, düşman ordusu içinde, haksız savaşa girmiş düşman ülkesi halkı arasında ve dünya kamuoyunda devamlı siyasi çalışmalar yapmak; - Halkın ulusal isteklerinden fedakarlık etmeden, toplumun her kesiminin özel isteklerini hesaba katarak ve bunları ana hedefe bağlayarak, savaşı sona erdirmek için devamlı ve somut teklifler yapmak; - Düşmanla müttefikleri arasındaki çelişmelerden yararlanmak ve halkın yurt dışındaki tabii müttefikleriyle arasındaki bağı kuvvetlendirmek. Cezayir savaşından çıkarılabilecek derslerin bazıları bunlardır. Tabiatiyle, burada bir çeşit reçete verdiğimizi öne sürmüyoruz. Silahlı mücadeleye girişmenin örgütlenmesi ve yöntemleri, somut şartlara, her ülkenin ekonomik, toplumsal ve ulusal özelliklerine bağlı olarak değişir. (sayfa 321) Ancak, Cezayir deneyinden çıkan bu derslerin, emperyalizme karşı diğer savaşlar için de faydalı olacağı söylenebilir. (sayfa 322) ["Some Lessons of the Liberation Struggle in Algeria", World Marxist Review, Ocak, 1965, s. 41, 43-46. ] Beşir Hacı Ali Cezayir Komünist Partisinin genel sekreteridir. 3. ULUSAL KURTULUŞ VE TOPLUMSAL YAPI Amilcar Cabral Aşağıdaki yazılar, Partido Africano de Independencia da Guine e Cabo Verde (PAIGC) genel sekreterinin 3-14 Ocak, 1966 tarihlerinde Küba'nın Havana şehrinde toplanan Birinci Asya, Afrika ve Lâtin Amerika Halkları Konferansında yaptığı konuşmadan alınmış parçalardır. Adı geçen parti, Batı Afrikadaki Portekiz sömürgesi Guine'deki ulusal kurtuluş savaşını yönetmektedir. Yerimiz elvermediği için konuşmanın tamamını alamadık. Bu parçaları, silâhlı kurtuluş mücadelesine başlamadan önce bir ülkedeki özel şartların dikkatle çözümlenmesi ilkesine örnek olmak üzere seçtik. Guine'deki şartlar, Afrikanm diğer kesimlerinde de olduğu gibi, kapitalizm-öncesi toplum düzeninin egemen olduğu yerlerde görülen cinsten şartlardır. Başka ülkelerin durumu bizimkinden farklı olabilir; ancak, deneyimizin bize öğrettikleri, günlük mücadelemizin genel çerçevesi içinde, düşmanın yarattığı sorunları dikkate alarak, kendimize karşı yürüttüğümüz mücadelenin, (sayfa 322) halklarımız açısından, her geçen gün biraz daha kötüye gittiği şeklinde özetlenebilir. Kendi aramızda yürüttüğümüz mücadele, ülkemizin iki kesimindeki ekonomik, toplumsal, kültürel (yani tarihî) iç çelişmelerin ifadesinden başka bir şey değildir. Bu gerçeği temelinden kavramamış herhangi bir ulusal ya da toplumsal devrimin, ilerde başarısızlığa düşme tehlikesinin bulunduğunu düşünüyoruz. Afrika halkı, o sade dilleriyle "Baharda su ne kadar sıcak olursa olsun, pirinci pişiremez." dedikleri zaman, sadece fiziğin değil, siyasî bilimin de önemli bir ilkesini belirtmiş oluyorlar. Hareket halindeki bir olaya yön vermeğe kalkmanın, dış şartlarından çok iç şartlarına bağlı olduğunu biliyoruz. Siyasette de -başkalarının şartlan ne kadar güzel ve çekici olursa olsun,- bizim gerçeğimiz, somut bir anlayış, kendi çabalarımız ve kendi fedakârlığımız olmadıkça bir başka gerçeğe dönüştürülemez, yeni bir yöne sokulamaz niteliktedir. Düşmanlarımızın dış benzerliğine ve özdeşliğine aldanmamalı, ulusal kurtuluş ve toplumsal devrimin ihraç malı olmadıklarını akıldan çıkarmamalıyız. Bunlar, -bu her geçen gün daha iyi kanıtlanıyor-, yerel ve ulusal şartların ürünüdür, dış etmenlerden kısmen etkilense bile (lehte ya da aleyhte) aslında her halkın tarihî şartlan tarafından tayin olunmaktadır; bu gerçeği yaratan çeşitli unsurlar arasındaki iç çelişmelerin doğru çözümü ve bir zaferle sona erdirilip yerine oturması halinde sona erer. Tarihin en güçlü emperyalistlerinin ve anti-sosyalist ülkesinin birkaç yüz kilometre yakınında Küba devriminin başarıya ulaşabilmiş olmasını biz, gerek gösterdiği gelişim, gerekse özü bakımından, öne sürdüğümüz ilkenin uygulamayla doğrulanması ve son kanıtı olarak görüyoruz. Ne biz ne diğer ulusal kurtuluş hareketleri (özellikle Afrika'dakileri kastediyoruz) (sayfa 323) mücadelenin bu önemli sorununu kavramış değiliz, kanısındayım. Ulusal kurtuluş savaşlarının değiştirmeyi öngördüğü tarihî gerçekleri ihmal etmesi şeklinde ortaya çıkan, ideolojiden büsbütün yoksunluğu göstermese bile ideolojik yetersizliği gösteren bu durum, emperyalizme karşı savaşımızda en büyük eksikliklerimizden birini, belki de en büyük eksikliğimizi teşkil ediyor. Ancak, bu eksikliği gidermemiz için düşünce ve eylem plânında yeteri kadar deney birikimi sağlanmış olduğunu da belirtmek istiyorum. Ulusal kurtuluş savaşlarının bugünkü ve yarınki durumunu kuvvetlendirmek için bu konuda bir tartışma açılması son derecede faydalı olacaktır. Siyasî ve malî destek ya da silâh yardımı kadar faydalıdır ve bunlardan daha az önemli olmayan, daha az somut olmayan bir yardım sağlar kanısındayım. Bu amaçla, burada, toplumsal yapıyla ilgili olarak ulusal kurtuluş savaşının hedefi ne olmalıdır? konusundaki fikirlerimizi söyleyeceğiz. Bu fikrimiz, kendi deneyimizden ve bu deneyin eleştirilmesinden çıkmaktadır. Bunda teorik bir nitelik görenlere diyeceğimiz şu: her uygulama teori doğuracak niteliktedir. Dört başı mamur teorilere rağmen devrim çocuğunu düşürüyor, daha olmadan harap oluyorsa bunun suçu teoride değildir. Çünkü devrimci bir teori olmadan devrimin zafere ulaşmasının mümkün olmadığı da bir gerçektir. Cabral, konuşmasının bu bölümüne gelince, herkesin kabul ettiği görüşleri dile getirmiş, tarihin başlıca itici gücünün sınıf mücadelesi olduğunu, fakat bu görüşün kendi ülkesine uygulanmasında bazı güçlükler bulunduğunu belirtmiş ve sonra şu soruyu sormuştur: "Tarih, sınıf olayının ortaya çıktığı, yani sınıf mücadelesinin başladığı andan itibaren mi başlar?". Sözlerine devamla, "Eğer bu böyleyse -ki, biz bunu reddediyoruz- Afrika, Asya ve Lâtin Amerika'daki insan (sayfa 324) topluluklarının birçoğu, emperyalizmin boyunduruğuna kendilerini kaptırıncaya kadar tarihsiz ya da tarih dışı bir hayat yaşamışlar demektir. Demek, ülkelerimizde yaşayan halkların çoğu, Guine'nin, 'Balanta' halkı, Angol'a'daki 'Kuniamalar' ve Mozambikteki 'Makodlar' sömürgeciliğin boyunduruğuna girip, ufak tefek etkilere maruz kalıncaya kadar tarihsiz yaşadılar." Cabral, kendi ülkesinde ve benzer ülkelerde olanlara bakarak, şartların değiştirilmesini sağlamak için, tarihin itici gücü olarak "üretim güçleri düzeyini" görmenin daha doğru olacağı sonucuna varıyor. Ona göre, üstünlüğünü dışardan kabul ettiren emperyalizm, kendi halkının üretim güçlerindeki gelişmeyi durdurmuş ve böylece tarihî akışı kesintiye uğratmıştır. Emperyalizm, bir "sahte-burjuvazi" (yalancı burjuvazi) yaratmak için yerli unsurları kullanmış ve sonra bu sınıfı kendi yönetimini kolaylaştırmak ve halkın direnmesine engel olmak amaçlarıyla kullanmıştır. Ulusal kurtuluş hareketinin müttefikleri seçilirken bu önemli noktayı gözden kaçırmamak gerekir. Cabral, daha sonra, tam anlamıyla "sömürgecilik" ve "yeni-sömürgecilik" arasında bir ayrım yapmıştır: Yeni-sömürgecilikte sınıflar ve sınıf mücadelesi gelişmiştir. Başka bir deyişle, bir halkın ulusal kurtuluşu, o halkın tarihî kişiliğinin bir isteğidir, boyunduruğu altına düştüğü emperyalizmi ortadan kaldırmak suretiyle tarihe yeniden dönüşüdür... Bir halkın tarih sürecine yeniden katılmasının yolu özgürlükten geçer. Demek ki, ulusal üretim güçleri yabancı egemenliğinden tamamen kurtulduğu zaman ulusal kurtuluş da var olacaktır, düşüncesindeyiz. Üretim güçlerindeki gelişimi tersine çevirmesinde, ulusal kurtuluş olayının özü itibariyle bir devrime karşılık olduğunu düşünüyoruz. Bir devrimi yaratan nesnel ve öznel şartlan bilmek durumundayız, bunun gerçekleşmesi için en uygun mücadele biçimi ya da biçimlerini anlamalıyız. Sömürgecilik ile Yeni-sömürgecilik, özlerinde aynı olmakla birlikte ve emperyalizme karşı ana mücadele biçiminin (sayfa 325) yeni-sömürgecilik açısından yürütülmesi zorunluluğuna karşılık, her iki durumun gerektirdiği savaş tarzlarını birbirinden ayırmamız gerekiyor. Gerçekte, ilkel toplumun yatay niteliği, toplumsal farklılaşmasının belli belirsiz oluşu, ulusal bir siyasî sisteminin bulunmayışı, sömürgelerde, ulusal kurtuluş hareketin başarıya ulaşması için zorunlu, birlik ve mücadele geniş cephesinin kurulmasına imkân vermektedir. Bu imkânın varlığı gene de toplumsal yapıyı kılı kırk yararcasına incelememizi, ondaki gelişme eğilimlerini ve bunlara en uygun gelecek ve gerçek bir ulusal kurtuluşu sağlayacak mücadele biçimlerini arayıp bulmamızı gerektirmektedir. Bu konudaki temel ilke, -hepimizin kendi ülkemizi en iyi bildiğimiz gerçeğini kabul ettiğimizi bir daha belirtelim-, yönettiği mücadelenin amacının ve gerçek anlamının bilincine varmış safları sıkı bir öncü kuvvetin kurulmasıdır. Sömürge ortamının, kendiliğinden bilince ermiş bir işçi sınıfının ya da köy proleteryasının yani, öncü sınıfların varlığını gerektirmemesi, yani ulusal kurtuluş hareketinde kitlelerin önünden gidecek ve uyanmalarını sağlayacak tabiî öncülerin bulunmayışı, sözünü ettiğimiz öncü kuvvetin kurulmasını büsbütün gerekli hâle getiriyor. İşçi sınıfının yeni yeni doğmakta oluşu ve ulusal kurtuluş savaşının dayanağı olan köylülerin ekonomik, toplumsal ve kültürel yönden gerilikleri, her iki sınıfın da gerçek ulusal bağımsızlık ile sözde siyasî bağımsızlık arasındaki farkı kavramalarına imkân vermiyor. Genellikle etkin bir azınlık olan devrimci öncüler, hareketin başından itibaren bu farkı kavrayabilecek ve bunu, verdiği mücadeleyle halk kitlelerine öğretebilecek tek kuvvettir. Ulusal kurtuluş hareketine temel siyasî niteliğini verecek ve bir dereceye kadar mücadele biçimini tayin edecek olan kuvvetin de bu öncüler olacağı açıktır. Yeni-sömürge ortamında, yerli toplumun belirgin (sayfa 326) özelliği, oldukça katlı bir toplumsal yapıya, düşey bir toplumsal yapıya sahip olmasıdır. Yerli unsurlardan kurulu bir siyasî otorite yani, ulusal bir Devlet vardır. Bu devlet, toplumun kalbindeki çelişmeleri daha keskin hale getirmekle kalmamakta, bu ortamda, sömürge ortamındaki ulusal cephe kurma kolaylığını da güçleştirmekte, hatta ortadan kaldırmaktadır. Bir yandan, maddî etkiler (ulusal siyasî sistem başta olmak üzere, ekonomik girişimin ve özellikle ticaretin yerli unsurların elinde bulunuşu), diğer yandan, psikolojik etkiler (kendi vatandaşlarını denetim altında tuttukları, yönettikleri konusunda bazılarında yer etmiş olan gurur, çeşitli din ve kabile önderleri ile bazı kitlelerin karşılıklı bağılığı) ulusal kuvvetlerin önemli bir kısmının dağılmasına yol açıyor. Bunlara karşı, yeni-sömürgeci devletin ulusal kurtuluş güçlerine karşı baskı tedbirleri almağa girişmesi, sınıf çatışmalarının zamanla şiddetlenmesi, yabancı uşaklarının ve egemenlik belirtilerinin sürekli varlığı (ayrıcalıklarını, silâhlı kuvvetlerini ve ırk ayrımını koruyan yabancıların bulunuşu), köylünün gittikçe artan yoksulluğu, dış etmenlerin bir dereceye kadar bilinen etkileri, ulusçuluk alevini ateşlemeğe yardımcı olmakta, geniş halk kesimlerinin bilinçlenmesine yol açmakta ve tamamen yeni-sömürgeciliğin oyunlarına ve baskılarına yönelmiş bir bilinçle yeniden toparlanan halk çoğunluğunun ulusal kurtuluş ideali çevresinde kenetlenmesini sağlamaktadır. Bunların yanısıra, egemen yerli sınıfın zamanla burjuvalaşması, şehir işçilerinden ve köy proleteryasından meydana gelen emekçi sınıflarının gelişmesi, her iki sınıfın da dolaylı olarak emperyalizm tarafından da sömürülmekte oluşları ulusal kurtuluşun evrimi için yeni dayanaklar, yeni umutlar getiriyor. Belli bir yere kadar da olsa, siyasî bilinç sahibi olan emekçiler (hiç değilse, kendi yoksulluklarının bilincinde olan bu insanlar), yeni-sömürgeci bir ortamda geliştirilecek olan (sayfa 327) kurtuluş hareketinin öncüsü durumuna geçmeğe hazırdır. Fakat sömürülen diğer tabakalarla birleşmediği, geniş anlamıyla köylüleri (tarım işçileri, ortakçılar, küçük çiftçiler, küçük arazi sahipleri gibi) yanına almadığı takdirde, mücadelenin çerçevesi içinde (mücadele kurtuluşun sağlanmasıyla sona ermeyecektir) görevini tam anlamıyla yerine getiremeyecektir. Emekçiler ulusal burjuvazinin de elinden tutmağa çalışmalı, onları da kurtuluş savaşının saflarına çekmelidir. Bu ittifakın gerçekleştirilmesi, ulusal güçlerin, güçlü ve iyi kurulmuş bir siyasî örgütün çerçevesine (ya da eylemine) yerleştirilmelerine bağlıdır. Sömürge ve yeni-sömürge ortamlarında yürütülecek mücadelelerin önemli farklarından biri de yönlerinde ortaya çıkar. Sömürge ortamında savaşan, ulus sınıfıdır, karşısında sömüren ülkenin burjuva sınıfı vardır. Bu savaşın, hiç değilse yüzeyde, ulusal bir çözüme (ulusal devrime) bağlanması mümkündür. Sonunda ulusça kurtuluş sağlanmakta ve ülkeye en uygun gelecek ekonomik yapı seçilmektedir. Yeni-sömürgeciliğe bağlı ortamda ise, emekçiler ve müttefikleri hem emperyalizmin burjuvazisine hem de yerli egemen sınıflara karşı savaşmak zorundadır. Durumun ulusal bir çözümü yoktur. Emperyalizmin yurda yerleştirdiği kapitalist yapının yıkılması gerekir ki, bu da sosyalist bir devrimin zorunluluğu demektir. Bu fark, iki ortam arasında, hem üretim güçlerinin gelişme düzeyleri, hem de sınıf mücadelesinin bu düzeyle ilgili sertliği arasındaki eşitsizlikten ileri geliyor... Olaylar, emperyalizmin başlıca egemenlik aracının-şiddet olduğunu gösteriyor. Kurtuluş Savaşı Bir Devrimdir ilkesini kabul edecek olursak, devrimin, direklere ulusal bayrağın çekilmesiyle ve ulusal marşın çalınmasıyla sona ermeyeceğini de kabul etmeliyiz. Ulusal güçler adına hareket eden kurtuluş ordusu, emperyalizmin ajanlarına (sayfa 328) karşı şiddete başvurmadıkça ulusal kurtuluş da yok demektir. Şiddetin ancak şiddetle ortadan kaldırabileceğini bilmiyorsak hiç bir şey bilmiyoruz demektir. Emperyalizmin ne olduğunu bilenler, onun ulusal güçlere karşı devamlı şiddete başvurduğunu da pekâlâ bilirler. Emperyalizmin boyunduruğundan kurtulup da (ister sömürgecilik ister yeni sömürgecilik şeklinde olsun) kurban vermemiş bir tek ülke yoktur. Önemli olan, ulusal kurtuluş kuvvetlerinin ne gibi şiddet yöntemlerine başvuracağını tayin etmek, emperyalist şiddet yöntemlerinin öcünü almakla yetinmeyip sonuca yani gerçek ulusal kurtuluşa ulaşmaktır. Bazı halkların hayatında yer alan dünkü ve bugünkü deneyler, dünyadaki -özellikle Vietnam, Kongo ve Rodezyadaki- ulusal kurtuluş mücadelelerinin, bağımsızlığını barışçı yoldan kazanmış ülkelerde görülen çelişmelerin ve nihayet devamlı şiddetin çizdiği zikzakların gösterdiği gibi, emperyalizmle uzlaşmak mümkün değildir, emperyalist baskısı altındaki ülkelerin kurtuluş yolu sadece ve sadece silahlı mücadeledir. Halkın umutlarını boşa çıkarmamak için ulusal kurtuluşun tek ve etkin yolu silâhlı mücadeledir görüşünü öne sürmekle kimseyi şaşırtmadığımız kanısındayız. Halkının kurtuluş çabasına gerçekten katılmış herkes, kurtuluş savaşlarının tarihinde bu dersin yazılı olduğunu da görecektir. Bu yolun etkili olmasının sebeplerinden biri de, ülkenin kurtuluştan sonra kararlı bir yönetime kavuşmasının da buna bağlı olmasıdır. Unutmayalım ki, siyasî bilincimizde, sömürgeci ya da yeni-sömürgeci ortamların kalıntıları kurtuluşla birdenbire ortadan kalkmayacaktır. Emperyalist egemenliği olayının bilincine varmış ve emperyalizmin kalıntısı devlet yönetimini çekip çevirmede tek yetenekli sınıf yerli küçük burjuvazidir. Bu tabaka (sayfa 329) ya da sınıfın ekonomik yapısında yer etmiş tabiî kalıntıları ve şüpheli niteliklerini aklımızdan çıkarmazsak, ulusal kurtuluş hareketlerimizin zayıf olduğu noktalardan birini daha yakalamış oluruz. Emperyalizmin bir "yalancı burjuvazi" yaratmadığı sömürge ortamlarında, kitlelerin henüz yeteri kadar bilinçlenmemiş olduğu yerlerde, ulusal kurtuluş savaşı patlak vermeden önce, yerli küçük burjuvazinin eline ülkeyi emperyalist egemenliğinden kurtaracak hareketin önderliğini yapmak gibi bir tarihi fırsat geçmektedir. Çünkü gerek nesnel gerekse öznel şartlar (kitlelerden daha yüksek bir hayat düzeyine sahip olmaları, emperyalizmin ajanlarıyla daha sık temasta bulunmaları, dolayısıyla hor görülmenin itilip kakılmanın acısını daha çok çekmiş olmaları, eğitim düzeylerinin ve siyasî bilgilerinin yüksek oluşu gibi nedenlerle) küçük burjuvazinin, yabancı egemenliğinden kurtulmanın mutlaka gerekli olduğunu daha önce kavrayıp daha erken bilinçlenmesine imkân vermiştir. Sömürge ortamında, küçük burjuvazinin üzerine aldığı sorumluluğa devrimci niteliğini yakıştırabiliriz. Oysa diğer egemen sınıflar, toplumsal ayrıcalıklarını savunabilme hayali peşinde sömürgecilerin yanından bir türlü ayrılamazlar. Yeni-sömürge ortamında ise, "yalancı bir yerli burjuvazi" vardır ve bunun yokedilmesi gerekir. Burada da küçük burjuvaziye, yabancı boyunduruğundan kurtulma mücadelesinde önde gitme sorumluluğu düşer. Ancak bu durumda, toplumsal yapının niteliği önderliğin bölüşül-meşine imkân vermektedir. Bir dereceye kadar da olsa önderlik yükü, küçük burjuvazi, emekçi sınıflar ve vatansever duygulara nasılsa kapılmış "yalancı burjuvazi" kesimleriyle paylaşılacaktır. Küçük burjuvazinin mücadele önderliğine katılmasının sebeplerinden biri işçi sınıfının ekonomik ve kültürel yönden zayıflığı, diğeri ise "yalancı burjuvazinin" (sayfa 330) ulusçu kesimlerinin ideolojik yönden sınırlı ve karışık bir durumda bulunmasıdır. Bu durumda, küçük burjuvaziye yüklenen sorumluluk büyüktür ve devrimci bilincinin yüksek bir düzeyde olmasını, halk kitlelerinin, mücadelenin her aşamasında yenileşen umutlarını doğru değerlendirmeyi ve halkla arasındaki farkların zamanla tamamen ortadan kalkarak bir özdeşliğin kurulmasını zorunlu kılar. Bir hizmet sınıfı olan, yani üretim süreciyle doğrudan ilgisi bulunmayan küçük burjuvazi bu niteliğini bilecek ve iktidara, geçerek ekonominin temellerini denetleyemeyeceğini anlayacak kadar büyük bir bilince sahip olmalıdır. Tarihte bu sınıf hiç bir zaman iktidara geçememiştir. Devrim süreci içinde oynadığı rol ne kadar büyük olursa olsun bu sınıf iktidar yüzü göremez. Çünkü siyasî iktidar egemen sınıfın ekonomik gücüne dayanır. Sömürge ve yeni-sömürge ortamlarında ise bu güç iki varlığın elindedir: emperyalistlerin ve ulusal emekçi sınıflarının. Ulusal kurtuluşla eline geçen iktidarı tutabilmek için küçük burjuvazinin tek bir şansı vardır: onu burjuva olmağa iten tabiî eğilimlerini bir kenara atmak. Bürokratik burjuvaziye dönüşüp aracı nitelikleri kazansa da, ulusal "yalancı burjuvazi" haline girmeğe kalksa da devrimi yadsımış olacak ve yeniden emperyalistlerle işbirliğine girecektir. Ülke yeniden yeni-sömürge ortamı haline gelecek ve ulusal kurtuluş amaçlarına ihanet edilmiş olacaktır. İşte bu yüzden küçük burjuvazinin kala kala bir tek seçim hakkı kalıyor: burjuvazi haline gelme eğilimlerinden kurtulup, yani kendi sınıf mantığını bir yana itip, emekçi sınıflarla özdeş hale girmek ve böylece devrimin normal gelişmesine karşı çıkmamak. Demek oluyor ki, ulusal kurtuluş hareketinde kendine düşen görevi hakkıyla yerine getirebilmesi için küçük burjuvazinin bir sınıf (sayfa 331) olarak intihar etmesi gerekmektedir. Yeniden, devrimci işçiler olarak canlanabilir ve halk kitlelerinin köklü umutlarını temsil edebilir. Bu iki yol -devrime ihanet ve sınıf olarak intihar etmek-, ulusal kurtuluş mücadelesinin genel çerçevesi içinde küçük burjuvazinin düştüğü bir çeşit açmaz (dilemma) olarak nitelenebilir. Devrimin lehine olumlu bir çözüm getirmek isteği Fidel Castro'nun doğru bir deyimle devrimci bilincin gelişmesi olarak nitelediği değeri kazanmasına bağlıdır. Eğer bu bilinç varsa, ulusal kurtuluş mücadelesinin önderliği de mücadelenin temel ilke ve sebeplerine sadakat gösterebilecek demektir. Ulusal kurtuluş, mücadelesi her ne kadar siyasî bir sorun ise de, gelişmesi için işte böyle bir takım ahlâkî niteliklere de bağlı olduğunu görüyoruz. (sayfa 332) [Cabral'ın Konferansta dağıtılmış ve elimizde buluttan teksir edilmiş konuşmasından. Fransızcadan çevrilmiştir.] 4. GÜNEY AFRİKA: DEVRİMCİ YOL Güney Afrikada işler iyiye gidiyor. Tarihimizin büyük bunalımlarından birine doğru hızla ilerliyoruz. Irkçı hükümet, burgusunu gitgide sıkıştırıyor ve ırk ayrımını ve baskıyı halkın canına tak diyecek ölçüye çıkarmış bulunuyor. Halk da silâha sarılıyor. Hükümet kanunî ve barışçı yolları tıkadıkça, ezilen kitlelerin direnmesi de ister istemez kanunsuz ve barışçı olmayan yollara dökülüyor. Önderlik ve kurtuluş konularında gözlerini, kanundışı Afrika Ulusal Kongre Partisine ve Komünist Partisine dikmiş durumdalar. Şu ya da bu çeşit şiddet patlamaları günden güne yaygınlaşıyor. Bazan, bu hareketlerin, Umkonto We Sizwe (Ulusun Mızrağı) eylemlerinde olduğu gibi, bütün yurdu kapladıkları görülüyor. Belli amaçlara yöneliyor ve etkin oluyorlar. Ne var ki, çoğu zaman görülen, açlık, hapis ve polis dayağı nedenleriyle umutsuzluğun doruğuna erişen bazı halk kesimlerinin, can havliyle giriştikleri, plânsız ve birdenbire oluşan direnme ve misilleme eylemlerine başvurmalarıdır. Mahalli yüzeyde görülen bu coşkunlukların, "Poqo" gibi beyazlardan körü körüne intikam alma peşinde koşan birtakım örgütlenmelere yol açtıkları oluyor. Tüm-Afrika Kongre Partisi dağılınca önderleri sürgüne gitti ve bir sorumsuzluk içine düştüler. Bu partinin sürgündeki önderlerinden P. Leballo ünlü Maseru konuşmasında Poqo hareketinin kendi örgütlerinin bir parçası olduğunu söyledi. Bu iddianın sebebi, dağılmış olan partisine yeniden saygı kazandırmak. Oysa bu partinin Güney Afrikada (sayfa 333) bile bir örgüt olarak ağırlığı hiç kalmadı. Bu yargıya varmak için uzun incelemelere de gerek yok. Poqo hareketine yol açmış olabilir. Halkın kendiliğinden ayaklanıp şiddet hareketlerine girişmesini ve Afrikalı vatanseverler arasında beyazlara karşı ırkçı, şoven duyguları kamçılamış da olabilir. İşin aslı şu: Poqo kim kışkırtmışsa kışkırtmış, kim başlatmışsa başlatmış fakat sonradan ne adı geçen parti ne de başka bir örgüt, yönetimi ve denetimi altına alamamıştır. Çünkü Poqo, ona katılanların hepsinin benimsediği bir ideolojisi ya da uzun dönemli siyaseti olmayan öyle bir harekettir. Paarl'da ve Bashee Nehrinde Poqo'ya atfedilen ayaklanmalarla ne T.A.K. Partisinin ne de başka bir ulusal örgütün uzak yakın bir ilgisi olmuştur. Çünkü bu ayaklanmaların, Poqo ilk kıvılcımı çakmış olsa bile, esas itibariyle, artık dayanacak hali kalmamış insanların yarı-kendiliğinden tepkileri olarak ortaya çıktığı biliniyor. Tarih süreci açısından baktığımız zaman Güney Af-rikadaki yönetimin sürekli ve hızlı bir tempoyla bir yalnızlığa doğru kaydığını görmekteyiz. Silâh, sermaye ve diğer maddi-manevî destekler gün geçtikçe azalıyor, dışarıyla bağlar bir bir kopuyor. Daha önemlisi, Günay Afrika içinde bile, -kocaman görünüşlü ve gittikçe büyüdüğü sanılan baskı ve boyunduruk makinasmın, yani devletin- bütün bu görünüşteki özelliklerine rağmen-, kuvvetler dengesi durmadan halka, kurtuluş kuvvetlerine doğru kaymakta, zalim azınlığın elinden kaçmaktadır. Ne kadar ağır silâhlarla donatılmış olursa olsun, bir azınlık, iyi örgütlenmiş, amacında kararlı ve açık bir çoğunluğa egemen olamaz. Hükümetin her yeni baskısı, kitlelerin yeni bir devrimci karşı koyusu ve yeni bir direnme hareketiyle cevaplanır. Bu cevaplar çok kere plânsız, umutsuz ve başarısızdır. Kitleler ağır kayıplara uğrayabilirler. (sayfa 334) Fakat bir yandan da kurtuluş kuvvetleri belirmeğe başlar. İradeleri çeliklesin Etkili ve yıkılmaz örgütler kurulur. Amaç ve yönleri daha büyük bir açıklığa, aydınlığa kavuşur. Cape'de ve diğer yerlerde görülen şiddetli çatışmalar, ülkemizdeki devrimci uyanışın belirtileridir. Poqo eylemlerinin dayanılmaz baskıya karşı yapıldığını biliyoruz. Bu eylemleri yapanların yiğitliğinden ve vatanseverliğinden kimsenin kuşkusu yok. Karakolları hallaç pamuğu gibi attılar. Ne var ki, bu eylemlerin birçoğu olumsuz, hatta zararlı sonuçlar doğurdu. Ya kötü plânlanmıştılar ya da plândan büsbütün yoksundular; kitlenin bir anda parlaması şeklinde hareketlerdi. Sorumlu ve akıllı devrimcilerin değil, umutsuz kişilerin eylemleriydi. Siyasî geriliğin belirtileriydiler; beyazlar arasında, önüne gelenden öç almağa kalkan, zalim hareketlerdi. Böyle bir tutumla, Afrika halkının ileri unsurlarının, yani, Afrika Ulusal Kongre Partisinin, işçi sendikalarının ve Komünist Partisinin tutumları arasında hiç bir benzerlik yoktur. Bütün bunlara rağmen, bu öç alma hareketlerinin de olumlu bir yanı yok değil. Amaçlarına ulaşamamasına, ağır kayıplara, gerilemelere ve geçici yenilgilere rağmen olumlu bir yanları var. Çünkü halk uğradığı yenilgilerden ders alıyor, direnmenin faydasız olduğunu değil, planlanması, bir amaca ve belli ilkelere bağlanması gerektiğini anlıyor. Güney Afrika kurtuluş hareketi önderleri Poqo tipi patlamalara karşı bu yüzden fazla olumsuz ve eleştirici bir tavır takınmıyorlar. Biliyorlar ki, tamamen barışçı yollarla da hiç bir iş yapılamaz. Aslında, son Moshi Afrika-Asya Konferansında (Tanganikada toplanan) Afrika Ulusal Kongre Partisinin bir sözcüsü savaşan bir örgütü, Umkonto We Sizwe'yi desteklediklerini açıkça ifade etti. Gerek bu sözler, gerekse bizzat Umkonto'nun gittikçe (sayfa 335) artan eylemleri, Güney Afrika halkının ve önderlerinin başarısız Poqo ayaklanmalarından gerekli dersleri aldıklarını ve tecrübeli ve sorumlu önderlere ne gibi görevler düştüğünü anladıklarını gösteriyor. Dışardan, gençlik, işçiler, köylüler ve ezilen diğer halk kitleleri arasındaki devrimci ruhu karartmağa ve yüreklere korku düşürmeğe çalışan kalmadı. Aksine bu ruhu, serüvencilikten kurtarıp, plânlı ve etkili eylemlere sokmak isteyen insanlar var.. Böyle dinamik ve militan bir siyaset izlenecek olursa, faydasız şiddet hareketlerinden de kurtulmuş olacağız. Bu tip hareketleri bazan hükümet kışkırtıyor, bunu da bilelim. Bilelim de gereksiz yere kanımızı akıtmayalım, öç almaya girişmeyelim ve sonunda gerilemeyelim. Ezilen halkın hızla öğrendiği konulardan, önemli derslerden biri de, ne kadar küçük bir bölgeyi kaplarsa kaplasın, ortaya çıkan her sıkıntılı durumu ırkçı hükümetin yarattığıdır. O halde bir sıkıntıyı ortadan kaldırmanın yolu. bu ırkçı hükümeti yenmektir, beyaz azınlığın yönetimine son vermektir. Her gösterinin, her isteğin kanlı bir saldırıyla bastırılması, yedisinden yetmişine, köylüsünden kentlisine kadar bütün halkın, her ilerlemenin karşısındaki en büyük engelin bugünkü devlet olduğunu daha açık biçimde kavramasına ve bu zulüm devleti ortadan kalkmadıkça, yerine halk çoğunluğunun iradesine göre çalışan yeni bir devlet kurulmadıkça mutlu ve yaşanılır bir geleceğin var olmayacağını anlamasına yol açıyor. Peki, bunun anlamı, her türlü küçük ve yerel sıkıntı, baskı karşısında elimizi kolumuzu bağlayıp oturalım ve sadece genel terimlerle, özgürlükten bahsedip, önümüzdeki acil sorunları unutalım, şeklinde özetlenebilecek bir anlam mıdır? Elbette ki, hayır! Böyle bir anlayış yanlış olur. Böyle sözler, halktan kopuk, onun günlük dert ve ihtiyaçlarından habersiz lafazan politikacıların ağzına yakışır. (sayfa 336) Gerçek kurtuluş önderleri, kitleye yakın, kitlenin bir parçası olan kişilerdir. Halkın her günkü dertleriyle, ücret artışlarıyla, gezi yasaklarıyla, kapalı mahallelerle, zorunlu göçlerle Bantu Yöneticileriyle ve Bantustanlarla (Güney Afrikadaki yerli halka ırk ayrımı tedbirleri ve bunları yürüten yöneticiler.) uğraşmaktan bir dakika geri durmaz. Bu dertlerin mahalle çapında ya da yurt çapında olması bir şeyi değiştirmez. Belli bir mahallede çıkan bir olayın, her zaman, yurt çapına yayılacağı düşünülemez. Devlet, askeriyle ve polisiyle, grev ve gösterilerimizi kuvvet ve şiddet yöntemlerine başvurarak bastırmağa kalktıkça, halkımızın gittikçe daha büyük bir kısmı örgütlenmeğe, kendini savunmak için hazırlanmağa ve karşı tarafa hakettiği darbeyi indirmeğe çalışacaktır. Demek oluyor ki, belli konularda çıkan çatışmalar dönüp dolaşıp devleti ele geçirme mücadelesine dönüşüyor. Bu konular, devletin yeni "Bantu" kanunlarına karşı çıkmak, işçilerin canı tende tutabilecek kadar olsun bir ücret alabilmeleri, köylülerin toprak sahibi olma mücadeleleri gibi önemli mücadele konulan. Şimdilik isteğimiz "Herkesin bir oyu olmalı.." sloganında toplanıyor. Tabiî bunun barışçı yollarla elde edileceği yok. Şunu da hiç aklımızdan çıkarmıyoruz: Her eylem mutlaka polis ya da ordunun vahşi tepkisiyle karşılaşacaktır. Bu tepkiler, biz yeni yöntemler benimseyinceye kadar, körü körüne ayaklanmalardan ve önüne gelene saldırmaktan başka bir sonuç doğurmaz. Beyazlara ve mallarına karşı Poqo tipi saldırılara girişilir o kadar. Güney Afrikalı vatanseverler bu yolu uygun bulmuyor. Bilinçsiz ayaklanmalar ve önüne geleni kılıçtan geçirmeler olsa olsa devletin kan davasını körükler. Bu da hareketimiz (sayfa 337) için bir gerileme, yurt içinde ve yurt dışında küçük düşme gibi sonuçlar doğurur. Her halde halkımızın yenilgisine yol açar. Özgürlük uğruna savaşanlar ne bu yollara itibar etmeli, ne de korkakça bir kıyıya sinip etliye sütlüye karışmama yoluna sapmalıdır. Bu yollar halkımıza ve Güney Afrika özgürlüğüne felâketten başka birşey getirmez. Devrimciler bu yöntemlere karşı çıkmalıdır. Bu yöntemler şiddete başvurduğu için değil, terörden kurtulmak için yeni teröre yol açtıkları için bu yöntemlerle savaşmalıdırlar. Bir ülkenin halkı bu yöntemlerle ayağa kaldırılamaz. Bu yöntemlerin, bugünkü baskı devletini devirmekten çok bütün yurdu kana bulamağa yarayacağını anlamalıyız. Hükümet terörüne karşı mücadelenin yolu bilinçsiz ayaklanma değil bilinçli kitle öz-savunması ve direnmesidir. Denetim kartlarını yakarak ve grev yaparak direnen kimselere ve disiplin içinde örgütlenmiş, kendi evinin, yakınlarının savunmasına girişmiş genç özgürlük savaşçılarına polisin şiddeti hiç bir şey yapamaz. Bugün ülkenin birçok yerinde, hükümetin siyaseti yüzünden, halk eylem için yanıp tutuşan bir pasif direnme tutumu içine girmiştir. Mahalli önderler halkın gerisinde kalmamalıdır. Aksi halde gene bilinçsiz yakıp yıkmalar ve kan davası ortalığı kaplayacaktır. Mahalli eylem, daima, ulusal önderliğin tespit ettiği politika ve genel yönle tam bir uygunluk içinde bulunmalıdır. Umutsuzluğa, Serüvenciliğe kapılmak yok; Sıkı, kararlı ve devrimci eylem var! Ezilen halkın ve Önderlerinin önümüzdeki güç günlerde sloganları bu olmak, Komünist Partisinin siyaseti de bu şekilde özetlenebilir... Güney Afrikadaki olaylar bir bunalıma doğru gidiyor. Bu bunalım gerici, ırkçı ve Barbar güçlerle kurtuluşçu (sayfa 338) güçler arasındaki çatışmayla bir tepe noktasına ulaşacaktır. Mücadele daha şiddetli bir hal aldıkça, daha yiğit ve daha kararlı kişiler halkın önderliğini alacak ve bunu mücadele ve zafer yolunda yürütecektir. Halk örgütlenecek ve her cephede savaşacaktır. Gezi yasaklarına, ırkçılığa, son derece düşük ücretlere, kitle halinde mecburî göçlere ve polis devletinin terörüne karşı silâha sarılacaktır. Yiğitçe girişilen mahalli ayaklanmalar birleşip bir halk ayaklanması ırmağı halini alacak ve baaskap (Efendi) azınlığını süpürüp özgür Güney Afrikada kendi öz yönetimini kuracaktır. Irkçı Hükümet ülkemizin özgürlük İçin çırpman uyanık halkını susturmak için köklü bir çare bulamayacak ve ancak bir parça daha kan dökülmesine ve ızdırap çekilmesine yol açacaktır. Bu yolda ısrar ettiği takdirde bu günkü sabotajlar ve şiddet hareketleri yurt çapında bir iç savaşa dönüşecek ve köylerde, önce bir takım gerilla eylemleri ile başlayacak olan bu savaş, yurdun dört bucağındaki ezik halk kitlelerinin hep beraber silâha sarılın asıyla doruğuna erişmiş olacaktır. Bütün bunların sebebi komünistler ve yerli siyah çoğunluk değildir. Bunlar, başta ULUSÇU PARTİ (Irkçı Parti) olmak üzere BİRLEŞMİŞ PARTİ ve büyük kapitalistler gibi egemen sınıf temsilcilerinin zoruyla benimsemek zorunda kaldığımız yöntemlerdir. Bu egemen sınıflar büyük kârlar, toprak hırsızlığı ve beyaz ayrıcalıkları peşinde, bütün ülkeyi büyük bir toplanma kampına çeviren devamlı terör pahasına birçok masumun (Beyaz ve Siyah) canı pahasına egemenliklerini sürdürmek istiyorlar. Irkçı yönetimden ve beyaz egemenliğinden kurtulmanın, yoksulluğu ve devamlı kan dökülmesini önlemenin bir tek yolu var: Devrimci Yol. Halkımız teröre ve (sayfa 339) korkutmaya hiç bir zaman boyun eğmeyecek, birleşecek, Örgütlenecek ve savaşa hazır olacaktır. Özgürlüğü kazanmaya azimli, artık esir gibi yaşamanın ve köpeklerden daha kötü işlem görmenin mümkün olmadığım anlamış vatanseverleri ne ölüm ne de katlanılacak fedakârlıklar yollarından çevirebilir. (sayfa 340) [Güney Afrika Komünist Partisi Merkez Komitesinin Bildirisi The African. Communist, Londra, Nisan-Haziran 1963, s. 3-18.] 5. AFRİKANIN KURTULUŞU İÇİN SİYASAL - ASKERİ STRATEJİ Kwame Nkrumah Afrika eninde sonunda kurtulacaktır. Bu kurtuluşun bir an önce gerçekleşmesini istiyorsak, hemen şu anda ve burada birleşik bir kıta yüksek komutanlığı kurmalı ve devrimci savaşı bu komutanlığın eline bırakmalıyız. Bunu yapmadığımız takdirde, emperyalizm ve yeni-sömürgecilik bizleri birer ikişer süpürecektir. Orta yolu tutmak mümkün değil artık. Ne kadar ilerici olurlarsa olsunlar reformların günü geçti. Reformlar, ne düşmanı dışarıda tutabilmiş, ne yeni-sömürgeciliğin yerli ajanlarını susturabilmiş, ne kuklaları ortadan kaldırabilmiş, ne de sömürgecilik zamanından kalma kapitalist yapıyı ve mantığı değiştirebilmiştir. Anayasacılık, parlamentarizm, bürokratik unvan, memurların kuvvetli olması, subayların batı geleneğine göre "siyasetten uzak" kalmaları gibi çeşitli Örtüler altımda bir takım kanserli reformlar her yere her partiye yayılmıştır. Bazı yerlerde örtü kolay aralanıyor ve altından yolsuzluklar, akraba kayırmalar sırıtıveriyor. Ordunun siyasetin dışında tutulmasının gerçek anlamı ise gerektiği zaman, burjuva-kapitalist statükoyu korumak için darbe yapabilmesidir. Siyasî eylemin en yüksek biçimi olan halk silâhlı mücadelesi, yeni sömürge ortamında, devrimci bir ayraç rolü oynamaktadır. (sayfa 341) Kurtuluşa barışçı eylem yoluyla varmanın mümkün olmadığı anlaşılmıştır. Bunun delilleri iki gurupta toplanabilir: (a) Afrika devletlerinin çoğunda bağımsızlığın kazanılmasına karşılık yeni-sömürgeciliğin de alabildiğine ilerlemiş olması, (b) Mücadelemizin bütün kıtayı sarmış olması. Eskiden, kurtuluşun ulusal aşamasından barışçı yolların başarıya götürdüğü olmadı değil. Güney Sahra bölgesinde bağımsızlık zincirleme tepki biçiminde kazanıldı ve mısır patlar gibi yeni yeni bağımsız ülkeler belirdi. O zamanlar da genel kuraldan çok fazla ayrılan istisnalar değildi bunlar. Meselâ, barışçı yolun halka tıkanmış olduğu Kenya'da, halk da eylemini Mau Mau biçiminde yoğunlaştırdı. Cezayirin kurtuluşu için yedi yıl savaşması gerekti. Başka yerlerde de, Gana'da ve Guine'de olduğu gibi, bağımsızlık hareketi barışçı sınırları çok geçmiştir. Afrikadaki kurtuluş hareketlerinin hemen hepsinde siyasî eylemin elle tutulur bir hale gelmesi, belli bir keskinlik kazanması söz konusu. Bunun sebebi de sözde bağımsızlık sağlandıktan sonra, emperyalizmin tırmanmasına kolaylık sağlayacak yeni bir toplum düzeninin kurulması. Emperyalizmin tırmanması şu yollardan oluyor: 1. Bağımsızlığın, yeni-sömürgecilik ve kukla yönetimler yüzünden çöküntüye uğraması. 2. Kurtuluş kuvvetleri üzerine doğrudan doğruya emperyalist orduların sürülmesi (Kenyada olduğu gibi). 3. Çok taraflı ya da iki taraflı emperyalist desteğinin artması. Bu desteklemeden yararlananlar şunlardır: a. Geride kalan sömürücü kuvvetler (Portekiz, İspanya) b. Faşist-ırkçı rejimler (Rodezya, Güney Afrika) (sayfa 342) c. Bunların ülkeye sızmalarını kolaylaştıracak kukla yönetimler. 1960'dan bu^yana geçen üç yıldan daha kısa bir zaman zarfında, bütün sömürge ortamlarında ve yeni-sömürge ortamlarının çoğunda silâhlı mücadelenin gerekli olduğu ortaya çıktı. 1961'den sonra, bütün Portekiz sömürgelerindeki silâhlı siyasî eylemlerin tek bir cephe halinde birleşmesiyle yeni bir aşamaya gelindi. Bu örgüt (CONCP) iki milyon kilometrekarelik bir alanda yaşayan 12.400.000 kişinin askerî-siyasî mücadelesini birleştirmektedir. Demek ki, anti-emperyalist mücadelenin barış içinde yürütülmesi artık tarihe karışıyor. Çünkü: 1. Eskiden bağımsızlığı sağlayan siyasî eylemler kısa zamanda yolundan sapmış, gerici "elit"in tekelini ve ayrıcalıklarını sağlayan, halk kitlelerine ise, barışçı ve anayasal haklarını bile vermeyen bir duruma gelmiştir. 2. Yeni-sömürgecilik, halkı, "güvenilir" sınırların da ötesinde bir soygun çemberi içine almıştır. Halkın hapsedilmiş hoşnutsuzluğu da, haliyle, şiddet biçiminde ortaya çıkıyor. Kitleler siyasî eylem haklarını yeniden ele geçirip azamî derecede kullanıyorlar. 3. Emperyalistler tırmanıyor: (a) askerî durumlarını pekiştirmek için (yeni-sömürge ortamlarında hükümet darbeleri), (b) kaybettikleri üstünlükleri yeniden elde etmek için (ilerici ülkelerde hükümet darbeleri). 4. Emperyalizm, devrimci muhalefet gurupları içine durmadan ajanlarını, "özel polislerini" ve diğer yardakçılarını sokarak, bu gurupları daha yeteri derecede örgütlemeden silâhlı mücadeleye atılmağa doğru kışkırtıyor. 5. Sömürge zamanından kalma sahte demokratik kurumlar, kapitalizmi kurmak için değil, sosyalist bir gelişme çizgisine uygun kullanıldığı ve bunun için de yeniden (sayfa 343) ele alındığı zaman, emperyalizm şiddetli saldırılara girişiyor. 6. Şiddet, "yeni-sömürgeciliğin sisini" dağıtıyor, gizli düşmanın maskesini düşürüyor, yeni sömürgecilerin uyguladıkları kendini örtüp gizlenme yöntemlerinin foyası meydana çıkıyor. İlk devrimci birlikler kurulur kurulmaz kukla yönetim çatırdamağa başlamaktadır. Bir zincirleme tepkidir başlıyor. Kuklalar verdikleri sözü tutmağa yöneliyorlar. Bugüne kadar muhalefetin dişlerinden kurtulmalarını görünüşte olsun bir takım özgürlükleri vermelerine borçluydular. Şimdi ise yaşamak için baskı yapmağa hatta öldürmeye ihtiyaçları var. Savaşta ilk kandamlası dökülür dökülmez kukla yönetim bir daha kurtulmamak üzere suçluluk hükmünü boynuna giymiş oluyor. Gerilla noktaları yağ lekeleri gibi yayılıyor. Sadece yeni sömürgeciliğin iç çelişmeleri olgunlaştığı için değil, Afrika halklarının, mücadeleyi ortaya çıkaracak, oyunu bozacak kadar bilinçlenmiş olmalarından doğuyor bütün bunlar. Devrimci Eylemde Bütünlük İhtiyacı Uluslararası kuvvet dengesi, özellikle güçlü sosyalist devletlerin ağırlığı sayesinde kıtamızda egemen emperyalizmin barışçı yollarla da yenilebileceği ve barışçı yollarla sosyalizme geçilebileceği görüşleri ortaya atıldı. Bu görüşler, Afrikada ve dünyada devrimci eylemin bir bütünlüğe eriştiğini varsaymaktadır. Bu varsayım doğru değildir. Bu varsayım doğru olsaydı mesele yoktu: emperyalizm, kuvvetlerini, halk kurtuluş savaşının en sağlam bölgelerine yığamazdı, dağıtmak zorunda kalırdı. Gerçekte ise durum tamamen değişiktir: 1. Emperyalistler, sosyalist devletlere ve devrimci kurtuluş hareketlerine karşı geniş çapta, silâhlı ya da (sayfa 344) psikolojik (propaganda) bir saldırıya girişmiş durumdalar. 2. Emperyalistler saldırgan emellerini gerçekleştirmek için askerî ve ekonomik kuvvetlerini bir uluslararası birlik haline getirmiş bulunuyorlar. 3. Emperyalistler son yıllarda Afrika kıtasında birçok kukla yönetimin kurulmasına yardım etmişlerdir. Asya, Lâtin Amerika ve Afrika halklarının deneyleri, emperyalizmin sosyalizmi barışçı yollarla kurmak isteyenlerin karşısına bile şiddet yöntemleriyle çıktığım göstermektedir. Gana'da tam sosyalizme doğru gidilmeğe başlanacağı sırada darbeyle karşılaştık. Halk ayaklanmalarının bütün kıtayı sarmış olduğu bir gerçektir. Şimdi yapılacak iş bunları bir bütünlüğe kavuşturmaktır. Bu yapılmadığı takdirde düşman kuvvetlerini daha zayıf hedeflere yığma olanağına kavuşacaktır. Ülkelerimiz fek başlarına kalacaktır ki, bu da savaşta en büyük tehlikelerden biridir. Bugüne kadar bazı konularda düşmanı geride bıraktık.(1) Üretim araçlarımızı arttırarak;(2) Halkımızın örgütlenmesini ilerleterek; (3) Afrika halkının kurtuluşun-daki nitelikleri yaygınlaştırarak; (4) Yeni sömürgeciliğin ve kuklalarının maskelerini düşürerek. Bugüne kadar, enerji biriktirmekte ve irademizi kuvvetlendirmekte başarıya ulaştık. Fakat henüz iç ve dış düşmanı yenemedik. Zaferi kazanmak için, Afrikadaki devrimci eylemin niteliğini değiştirebilecek büyük bir si-yasî-askerî örgüte ihtiyacımız var. Siyasî - Askeri Örgüt Bunun kurulabilmesi için aşağıdaki tedbirlerin alınması gerekir (sayfa 345) 1. Siyasetleri bütünlemek ve eylemi yönetmek için Bütün Afrika Devrimci Halk Partisinin (AAPRP) kurulması. 2. Bütün Afrika Devrimci Halk Ordusunun AAPRA kurulması ve tek tek kurtuluş hareketlerinin bu ordu sayesinde bütünlenmesi. Silâhlı mücadeleyi sonuna kadar bu ordu yürütecektir. AAPRP ve Bütün Afrika Siyasî Bütünleme Komitesi (AACPC): Bütün kurtulmuş topraklan ve mücadele partilerini tek bir ideoloji altında toplayacak, kıtada birliği sağlamağa yönelmiş ve aynı zamanda Bütün Afrika halk savaşma yardım edecek bir partinin kurulması. Bu partinin kurulmasını gerçekleştirmek üzere de, Bütün Afrika Siyasî Bütünleme Komitesi kurulacaktır. Bu komite iktidarda olan ve mücadele eden partilerin merkez komiteleri düzeyinde kurulacak ve aralarındaki ortak bilinci sağlayacaktır. AAPRA'nın siyasî silâhı olan AACPC aşağıdaki görevleri yerine getirecektir: 1. Kurtarılmış topraklan yöneten partilerin sosyalizmi kurmalarında işbirliği etmelerini sağlamak ve iç düşmana karşı savaşmakta birbirlerini desteklemelerini gerçekleştirmek. 2. Sömürgeciliğe ve yeni-sömürgeciliğe karşı, Afrika birliğinin kurulması ve sosyalizmin yerleşmesi için gerekli kuramsal bilgilerle donanmış kadroların eğitimini yürütmek. Bunu gerçekleştirmek için kurtarılmış bölgelerde AACPC tarafından okullar ve siyasî yetiştirme kampları açılabilir. 3. Sömürgelerde ve ırk ayrımı olan yerlerdeki devrimci hareketlere, yeni-sömürgeciliğin etkisindeki bölgelerde bütün ilerici hareketlere yardım ve bunları birbiriyle uyumlu eylemlere ve bir bütünlüğe kavuşturmak için çaba göstermek. (sayfa 346) 4. Afrika halklarıyla, emperyalizme karşı çıkan Asya ve Lâtin Amerika halkları arasında organik bağlar kurmak (Afrika, Asya ve Lâtin Amerika Halkları Dayanışma örgütünün kurulması, OSPAAL). 5. Dünya sosyalist ülkeleriyle devamlı ilişkiler kurmak. 6. Kapitalist-emperyalist devletlerdeki işçi hareketleriyle eski bağları korumak ve yeni bağlar kurmak. Görüldüğü gibi. AACPC birleşmiş mücadelenin örgütü olacak, kitlelerle ve hareketin çeşitli merkezleriyle devamlı temas sağlayacak merkezi ve disiplinli bir kuruluş olarak görevlerini yerine getirecektir. Böyle bir bütünleme, Afrika topraklarındaki öncü devrimci eylemleri bütünleyecek ve bu eylemlerin etkisini arttıracaktır. AAPRA üyeleri, sömürgeciliğe ve yeni-sömürgeciliğe karşı savaşan Afrika sosyalist partilerinin silâhlı temsilcileridir.' Bunlar, Afrika kurtuluş savaşının ürünleridir... AAPRA komutanlığı, Afrikadaki çeşitli devrimci hareketlerin komutanlığını yapmış kişilerden kurulacaktır. Bu komutanlık, kıtadaki devrimci hareketin siyasî önderliğini yapan AACPC'nin yönetimi altında olacaktır. Böylece silâhlı kuvvetler daima askeri önderliğin denetimi altında tutulmuş olur. (sayfa 347) [Kwame Nkrumah, Handbook of Revolutionary VVarfare: Guide to the Armed Phase of thie African Revolution, Panaf, Londra, 1968, s. 51-58.]

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

No Pasaran !