BİR ŞEY YAPMALI

CUMHURİYET İÇİN DEMOKRASİ İÇİN HALK İÇİN GELECEĞİMİZ İÇİN ..................... cemaatlerin yönettiği bir coğrafya olmak istemiyorsak ................. Ama benim memleketimde bugün İnsan kanı sudan ucuz Oysa en güzel emek insanın kendisi Kolay mı kan uykularda kalkıp Ninniler söylemesi

21 Mayıs 2009 Perşembe

EVRİM TEORİSİ

Teorisi Biyolojide ve bütün bilimlerde devrim yapan Charles Darwin 200 yıl önce 12 Şubat’ta doğdu. Darwin’in “Türlerin Kökeni” adlı eserinin ilk kez yayımlanmasından bu yana 150 yıl geçmesine rağmen, birçok insan evrim teorisine hâlâ kuşkuyla yaklaşmakta. Ancak, bütün bilimsel araştırmalar durmadan, Darwin’in temel tezlerini doğrulayan yeni yeni bulgulara ulaşıyor. Nature dergisi Darwin yılı nedeniyle şimdi evrim teorisini kanıtlayan 15 makaleyi bir araya getirdi. Dünyamızın, Güneş’in etrafındaki dönüşü ne kadar gerçekse, türlerin ayıklanma ve türleşmeyle ortaya çıktığı da o kadar gerçektir deniyor önsözde. On beş makale üç temel konuya göre alt sınıflara ayrılmış. Fosil buluntuları, yaşam alanlarının incelenmesi ve moleküler süreçler. FOSİL BULUNTULARIYLA ELDE EDİLEN KANITLAR 1- Balinaların karada yaşayan atası Balinaların memeli oldukları ve memelilerin de karada geliştikleri bilindiği için, biyologlar karadan yeniden suya geçen bir hayvan türünü arıyorlardı. 2007’de bu arayışın hiç de boş olmadığı görüldü. Aday hayvan Indohyus bulundu. Northwestern Ohio Üniversitesi Tıp ve Eczacılık Koleji’nden Hans Thewissen tarafından gerçekleştirilen ayrıntılı inceleme, rakun büyüklüğündeki bu hayvanın çift toynaklı olduğunu bu nedenle de inek, koyun ve geyik gibi av hayvanlarıyla akraba olduğunu gösterdi. Indohyus’un kulak ve diş yapısı, kemiklerin kalınlığı ve dişlerin kimyasal bileşimi de balinalarla benzerlik gösterdiği için bilim insanları bu türün balinaların öncüsü olduğunu düşünüyorlar. Indohyus’un kalıntıları bir türden diğerine gelişimi gösteren birçok hayvan türünün geçiş biçimi için bir kanıt olarak kabul edilmekte. Bu tür buluntuların eksik olması evrim teorisinin eleştiri nedenlerinden biriydi. (Kaynak: Thewissen, J. G. M., Cooper, L. N., Clementz, M. T., Bajpai, S. & Tiwari, B. N. Nature 450, 1190–1194 (2007).) 2- Sudan karaya geçiş Tetrapodlar insana yakın olan hayvanlardır, omurgalılar sınıfından olan bu hayvanlar aynı zamanda karada yaşarlar. Bu gruba insanlar, tüm evcil hayvanlar, yabani hayvanların birçoğu yani her çocuğun memeli, kuş, kurbağagiller ve sürüngen olarak bildikleri canlılar dahildir. Fakat omurgalılar arasında çoğunlukta olan tetrapodlar değil balıklardır. Gerçekte, tüm tetrapod türlerinin toplamından daha fazla balık türü vardır. Ancak evrimin merceğinden bakıldığında tetrapodlar, suyun dışındaki yaşama da ayak uydurabilen balık soyunun tek dalıdır. Sudan karaya ilk geçiş 360 milyon yılı aşkın bir süre önce gerçekleşmiştir. Doğu Grönland’da yaklaşık olarak 365 milyon yıl önce yaşayan Acanthostega gibi ilk tetrapodların, gelişimini tamamlamış parmaklı ayakları vardı. Ama öte yandan solungaçları da olduğu için yaşamlarını daha çok suda sürdürüyorlardı. Anlaşıldığı üzere gelişimlerini karaya çıktıktan çok sonra tamamlamışlardı. Araştırmacılar tetrapodların, elpistostegid olarak isimlendirilen canlılardan türediklerini düşünüyorlardı. Sığ su balığı olan bu çok büyük etçil, timsaha veya büyük semendere benziyordu. Birçok açıdan tetrapodlara benzemelerine rağmen yüzgeçleri bulunuyordu. Ne var ki elpistostegidlerle ilgili bilgiler çok kötü korunagelen küçük kalıntılara dayanıyordu, bu nedenle de görüntüleri hakkında tüm bir resim elde etmek çok zordu. Fakat 2006 yılında Kanada’ya bağlı Ellesmere adasında çok iyi korunagelmiş bir elpistostegid fosili bulundu. Edward Daeschler ve arkadaşları Tiktaalik olarak isimlendirdikleri bu fosili ayrıntılı olarak inceleyerek, esnek boyun yapısı ve uzva benzeyen yüzgeç yapısıyla sudan karaya geçişin en güzel tablosunu oluşturdular.(Daeschler, E. B., Shubin, N. H. & Jenkins, F A. Nature 440, 757–763 (2006). Shubin, N. H., Daeschler, E. B., & Jenkins, F A. Nature 440, 764–771 (2006).) 3- Tüylerin kökeni Darwin’in evrim teorisiyle ilgili itirazlardan biri de fosil buluntuları arasında büyük bir hayvan grubunun başka bir gruba gelişimini gösteren “geçiş biçimlerinin” eksikliğiydi. Ancak Türlerin Kökeni adlı eserin yayımlanmasından bir yıl kadar sonra Baverya’daki Solnhofen kireçtaşı kayalıklarında geç Jura devrine ait (yaklaşık 150 milyon yıllık) ilk Archaeopteryx fosili bulundu. Dişler, uzun kemikli kuyruk gibi ilkel sürüngen özellikleriyle birlikte kuş gibi kanatlara ve tüylere sahip bir canlı ilk kuş türü olarak tanımlandıysa da birçok uzman tüylü dinozor olarak kabul etti. Darwin’in bir arkadaşı olan Thomas Henry Huxley böylece dinozorlar ve kuşlar arasındaki evrim halkasını tartışmaya açtı ve paleontologlar günün birinde tüylü dinozor fosilinin bulunacağına inandılar.Ve araştırmacılar 1980’li yıllarda haklı çıktılar. Çin’deki Nanjing Jeoloji ve Paleontoloji Enstitüsü’nden Pei-ji Chen, küçük bir teropod olan Sinosauropteryx’in tüylü olduğunu keşfetti. 2008 yılında Çin Bilimler Akademisi’nden Fucheng Zhang tarafından incelenen fosil daha ilginçti. Bedeni tüylerle kaplı olan küçük dinozor Epidexipteryx’in kuyruğunda da uzun tüyler bulunuyordu. Bununla birlikte tüylü dinozorlar uçma yetisine sahip değildi, tüyler sadece kızışma döneminde kullanılıyordu. Tüylerin uçmak için de işe yarayacağını doğa daha sonraları keşfetmişti. (Chen, P.-J., Dong, Z.-M. & Zhen, S.-N. Nature 391, 147–152 (1998). Zhang, F., Zhou, Z., Xu, X., Wang, X. & Sullivan, C. Nature 455, 1105–1008 (2008).) 4- Dişlerin evrimsel geçmişi Gelişimle ilgili araştırmalara yön veren diğer bir alan da evrimsel değişimi yansıtan mekanizmaların keşfidir. Helsinki Üniversitesi’nden Kathryn Kavanagh ve ekibi bu mekanizmayı farelerin azı dişlerinin büyüklüğünü ve sayısını inceleyerek araştırdı. 2007 yılında yayımlanan bu araştırma dişlerin gelişimini gösteren gen ekspresyonu (gen ifadesi) için bir örneği ortaya koydu. Azı dişleri önden arkaya doğru gelişiyorlar ve her diş sonrakinden daha küçük. Farenin çene yapısındaki model, farklı şekillerde beslenen kemirgenlerin evrim sürecinde değişen çevre koşullarına uyum sağladığını gösteren bir örnektir. (Kavanagh, K. D., Evans, A. R. & Jernvall, J. Nature 449, 427–432 (2007).) 5- Omurgalı iskeletin kökeni Bizi insan yapan önemli dokulardan biri de yalnızca embriyolarda görülen nöral kresttir. (neural crest). Nöral krest hücreleri sırt omuriliğin gelişimi sırasında oluşarak tüm bedene yayılır. Nörol krest olmasaydı yüzümüzde ve boynumuzdaki birçok kemiğe kavuşamaz ya da cilt veya duyu organlarındaki birçok işleve sahip olamazdık. Varlığı sadece embriyolarda bilinen nöral krest, omurgalıların niçin farklı kafa ve yüz yapısına sahip olduklarını açıklamakta. Fakat nöral krestin evrimsel geçmişini fosil kalıntılarıyla göstermek embriyonik verilerin eksikliği yüzünden olanaksız gibidir. En önemli sorulardan biri omurgalı kafatasının ne kadarının nöral krest hücreleriyle ve ne kadarının derin doku tabakalarıyla oluştuğudur. Yeni teknikler araştırmacılara embriyodaki hücrelerin ne şekilde geliştiğini görmelerine izin verdi. Bu şekilde kemik çevresinin nöral krestten geliştikten sonra tek hücre tabakası olarak boyun ve omuza bağlandığını açıkladılar. Nöral krestten gelişen doku, omuz kemerinin önünü kaplayarak kafayla bağlanır. Burada iskelet mezoderm olarak bilinen dokunun daha derinindeki tabakayla enseyi ve omuzu biçimlendirir. Canlı hayvanlar üzerinde yapılan bu tür ayrıntılı incelemeler, soyları tükenmiş hayvanlara ait cilt ve kas gibi yumuşak dokusu bulunmayan kalıntıların da kafa ve boyun yapısının gelişimini aydınlatmakta. Örneğin kara omurgalıların atalarındaki büyük omuz kemiği (cleithrum), günümüz memelilerinde kürek kemiği (scapula) olarak varlığını sürdürmektedir. Londra’daki Wolfson Biyotıp Araştırmaları Enstitüsü’nden Toshiyuki Matsuoka tarafından gerçekleştirilen bu araştırma, canlı hayvanlar üzerinde yapılan morfolojik analizin, soyları tükenmiş hayvanların evrimsel gelişimini aydınlatması açısından önemlidir. (Matsuoka, T. et al. Nature 436, 347–355 (2005).) YAŞAM ALANLARINDAN ELDE EDİLEN KANITLAR 6- Ayıklamaya dayalı türleşme Evrim teorisine göre doğal ayıklanmanın türleşmede önemli bir rolü bulunur. Wisconsin Üniversitesi’nden Jeffrey McKinnon, 2004 yılında dikenli balıklarla (Gasterosteus aculeatus) gerçekleştirdiği deneyler sonucunda, reprodüktif izolasyonun beden boyu üzerinde etkili olduğunu gösterdi. Araştırma Alaska, British Columbia, İzlanda, İngiltere, Norveç ve Japonya sularındaki balıkların çiftleşmelerine dayanıyor. Moleküler analizlerle denizlerde yaşayan öncülerinden gelişen akarsu balıkları veya okyanusta yaşayan ama yumurtlamak için tatlı sulara geçen balıklar incelenmiş. Bu tür göçer balıkların bedenleri akarsularda yaşayanlardan daha büyük. Balıklar aynı boyda balıklarla çiftleşmeyi tercih ediyorlar. Bu da farklı akarsu tipleri ve bunları yakınları arasındaki reprodüktif izolasyon üzerinde olumlu etki yapmakta. Farklı dikenli balık türlerinin incelenmesi sonucunda ister akarsularda ister denizde yaşayanlar olsun, farklı çevrelere uyum sonucunda reprodüktif izolasyonun gerçekleştiği görülmüş. (McKinnon, J. S. et al. Nature 429, 294–298 (2004).)7- Kertenkelelerde doğal ayıklama Popüler bir evrim hipotezine göre yeni çevrelerdeki davranışsal değişimler doğal ayıklanmayı reddetmekte. Fakat Harvard Üniversitesi’nden Jonathan Losos ve arkadaşlarının 2003 yılında gerçekleştirdikleri araştırma bu teoriyi pek desteklemedi. Losos ve arkadaşları deneylerini altı küçük Bahama adasında gerçekleştirirken ilk önce küçük Anolis kertenkelelerini (Anolis sagrei) toplamış ve ölçüp işaretledikten sonra serbest bırakmışlar. Daha sonra ise yırtıcı Leiocephalus carinatus kertenkelelerini de bu adalara bırakmışlar. Altı ila on iki ay sonra kaç tane Anolis kertenkelesinin hayatta kaldığı araştırılmış. Bu şekilde av durumundaki kertenkelelerin ilk önce uzun bacaklara sahip oldukları ancak daha sonraları bacakların kısaldığı görülmüş. Sonuçlar davranışların çevreye uyum esnasında evrimsel değişimi göstermesi açısından önem taşıyor. (Losos, J. B., Schoener, T. W. & Spiller, D. A. Nature 432, 505–508 (2004).) 8- Birlikte evrimleşme için şık bir örnek Türler rekabet içinde birlikte gelişirler. Darwin’in “Var olma Savaşı”na göre yırtıcı hayvanlar avlarına hep daha öldürücü yetenekler ve donanımlarla saldırarak rekabeti sürdürüyorlar. Biyolog Leigh van Valen 1973 yılında “A new evolutionary law” ilkesini formüle ederek, evrimin parazitler ve konakçıları arasındaki donanım rekabetiyle tetiklendiğini öne sürmüştü. Valen’in bu hipotezi ses getirdiyse de kanıtları yeterli değildi. Böyle bir şeyi kanıtlamak için parazitleri kuşaklar boyu takip etmek gerekiyordu. Evrimi tetikleyen donanım rekabeti örneğin su pirelerinde ve bakterilerde (Pasteuria ramosa) izlenebilmekte. Bunların özel bir yaşam biçimleri var. Nitekim acil durumlarda “durgunluk evresine” girerek gelişimlerini durduruyorlar, koşullar uygun olduğunda ise “uyanıyorlar”. Leuven Üniversitesi’nden Ellen Decaestecker bu özelliklerden yararlanarak tortulları kazmış. Burada “durgunluk evresindeki” kuşaklar üst üste bulunuyordu. Bunları uyandırmak ve birbirleriyle çarpıştırmak mümkündü. Parazitlerin saldırma gücü çağdaş oldukları zaman doruk noktasına ulaşıyordu. Daha sonraki konakçılar ise ancak daha sonraki parazitlerce aşılabilecek donanımlar geliştiriyordu. Toplam bilanço hep aynı kalıyordu ama bakteriler hep daha saldırgan oluyordu. Araştırma, birlikte evrimleşme süreci için şık bir örnek sunmuştu. Nitekim parazitlerin ve konakçıların etkileşimleri, evrim teorisini, doğal ayıklanmaya bağlı dinamik donanım rekabetinin kuşaktan kuşağa aktarılmasıyla kanıtlıyor. (Decaestecker, E. et al. Nature 450, 870–873 (2007).) 9- Yaban kuşlarının farklı dağılımı Örneğin göçe bağlı gen akışı çevreye uyumu bozarak, gruplar içinde ve gruplar arasında evrimsel farklılaşmalara neden olabilirler. Çünkü klasik popülasyon genetiğine göre genetik benzerlik ne kadar çoksa yerel popülasyonlar daha çok göçüyor ve melezleşiyorlar. Bu kavram genel kanıyla örtüşür ve gen akışının dağılım gibi rastlantısal bir süreç olduğunu kabul eder. Fakat Edward Gray Deneysel Ornitoloji Enstitüsü’nden Ben Sheldon 2005 yılında yayımladığı araştırmasında aslında rastlantısal olmayan dağılımın bölgesel uyumu ve evrimsel farklılaşmayı desteklediğini söyledi.Uzun vadeli bu araştırma, Oxfordshire’de bir koru içinde yaşayan baştankaraların (Parus major) incelenmesine dayanıyor. Araştırmacılar, yavru kuşlardaki genetik varyasyon tiplerinin ve miktarının koruluğun bir bölgesinden diğerine farklılık gösterdiğini bulmuşlar. Korunun çeşitli bölgelerinde farklı ayıklanmaya neden olan bu farklılaşma motifi bölgesel uyum için en önemli etken. Bu etki rastlantısal olmayan yayılımla güçlendirilmekte. Her kuş farklı yaşam alanı seçiyor ve burada kuluçkaya yatıyor, bu davranış onları daha sağlıklı kılıyor. Araştırmacılar buradan şu sonucu çıkarıyorlar: Gen akışı homojen değilse, evrimsel farklılaşma hızlanır ve şaşırtıcı bir şekilde küçük mekânsal farklılıklar ortaya çıkar. Bu sonuç Hollandalı araştırmacılar Erik Postma ve Arie van Noordwijk (Hollanda Ekoloji Enstitüsü) tarafından da desteklenmekte. Bu iki bilim insanının araştırması da rastlantısal olmayan dağılıma dayanan gen akışının küçük bölgelerde büyük genetik farklılaşmalara yol açtığını gösterdi. (Garant, D., Kruuk, L. E. B., Wilkin, T. A., McCleery, R. H. & Sheldon, B. C. Nature 433, 60–65 (2005). Postma, E. & van Noordwijk, A. J. Nature 433, 65-68 (2005).) 10- Lepisteslerin ayıklanmayla hayatta kalma çabası Doğal ayıklanma daha sağlıklı kılmakta. Ancak bu ayıklanmanın zaman içinde daha az yararlı olan gen varyasyonlarını daha üstünleri için feda ederek genetik varyasyonu tüketmesi beklenir. Oysa doğal popülasyonlarda çok büyük bir genetik çeşitlilik görülür. Peki bu genetik çeşitlilik nasıl korunuyor? Genetik çeşitliliği açıklayan örneklerden biri erkek lepisteslerin (Poecilia reticulata) renk motifleridir. Illinois Üniversitesi’nden Kimberly Hughes ve arkadaşları Trinidad’da çeşitli ırmaklardan erkek lepistesleri topladıktan sonra renk motiflerine göre gruplara ayırmışlar. Daha sonra ise gruplar yeniden sınıflandırılarak havuzlara bırakılmış. Araştırmacılar her yeni grupta belli başlı bir renk motifine sahip lepisteslerin azınlıkta olmasına dikkat etmişler. Üç hafta sonra sürpriz bir şekilde azınlıkta olan lepisteslerden hayatta kalanların diğerlerine göre daha fazla olduğu görülmüş. Bilim insanları avcı balıkların belli başlı renk kombinasyonlarını aradıkları için alışılmışın dışındaki motiflere dikkat etmediklerini sanıyorlar. Ayıklanmanın ender tiplerin yararına işlediği bu tür hayatta kalma çabası, moleküler onarım, morfolojik ve sağlık yararına çok çeşitlilik şeklinde insanda ve diğer memelilerde de görülmekte. (Olendorf, R. et al. Nature 441, 633–636 (2006).) 11- Evrimin geçmişiyle ilgili konular Evrim, genelde yaşamla ilgili sorular için en iyi çözümleri bulmaya yarar. Fakat doğal ayıklanma sadece maddelerle işlemekte, evrim tarihinin milyonlarca yıllık sonucu olan maddeler bunlar. Hiçbir şey boş bir çabayla başlamaz. Eğer öyle olsaydı karaya yönelen tetrapodların yüzgeçleri ayaklara dönüşmez, kim bilir belki tekerlek biçimini alırdı. Çevreye uyum yaratıcılığı, uzun bir yılana benzeyen murana yılanbalığında (Muraena retifera) izlenebilmekte. Geçmişte kemikli balıklar avlarını yakalamak için vakumdan yararlanıyorlardı. Balık yaklaşmakta olan yemini görünce ağzını sonuna kadar açarak avı ve su akışı için büyük bir boşluk oluşturur. Gereksiz su solungaçlarca emilirken, balık yemini çene üzerinden gırtlağına emer. Ancak murana yılanbalığı ince uzun yapılı olduğu için yeterli vakumu yaratması mümkün değildi. Kaliforniya Üniversitesi’nden Rita Mehta ve Peter Wainwright 2007 yılında bu balığın yemini ne şekilde yakalayıp sindirdiğini buldu. Murana yılanbalığı ağzını açtığında gırtlağında ikinci bir çene ortaya çıkıyor. Bu yedek çene ağızdaki yemi parçalayarak boğazına itiyor. Yedek çene yakından incelendiğinde bir pençeye benziyor. Altta ve üstte avı iyice kavrayabilen sivri dişler bulunmakta. Yanlardaki çok uzun kaslar ve çene kemerleri normalden daha küçük. Bu şekilde çene tamamen kapanıyor ve murana balığının ince bedeninde az yer kaplıyor. Araştırmacılar bu ilginç avlanma tekniği sayesinde balığın mercan resiflerinde usta avcılara dönüştüklerini düşünüyorlar (Mehta, R. S. & Wainwright, P. C. Nature 449, 79–82 (2007).) MOLEKÜLER SÜREÇLERE DAYANAN KANITLAR 12- Darwin’in ispinozları Charles Darwin Galapagos adalarına geldiğinde birbirlerine çok benzeyen ama gagaları farklı olan ispinozlarla karşılaşmıştı. Yer ispinozlarının gagaları derin ve geniş, kaktüs ispinozlarınki uzun ve sivri, ötücü ispinozlarınki ise ince ve sivriydi ki bunlar farklı beslenme alışkanlıklarını yansıtıyordu. Darwin tüm ispinozların kökenin adaya göçen ortak bir ataya uzandığını düşünüyordu. Sonuçta Galapagos adasındaki ispinozlar Amerika kıtasının güneyinden biliniyordu. Darwin’in ispinozları bu açıdan, doğal ayıklanmanın ortak bir atadan, çeşitli ekolojik nişlerde ne şekilde farklı biçimler yarattığını gösteren klasik bir örnektir. Gaga biçimindeki değişimde hangi genetik mekanizmaların işlediğini bulmak isteyen Harvard Üniversitesi araştırmacısı Arhat Abzhanov, 2006 yılında yayımlanan araştırmasında çeşitli türlerde gaga biçimiyle ilişkili olan çok değişken olan genleri aramış. Abzhanov ve ekibi bu arayış sonucunda kalsiyum dengesinde de önemli bir rol oynayan kalmodulin (calmodulin) proteinini bulmuşlar. Bu protein farklı biçimlerin ve boyutların gelişmesinden sorumludur. Araştırmacılar sonuçlarını kanıtlamak için yavru ispinozları genetik değişimden geçirerek kalmodulin seviyesini yükseltmişler. Bu şekilde yavruların gagaları uzamış. Bu deneylerle aynı zamanda gaganın genişliği ve derinliği gibi çeşitli özelliklerin genetik düzlemde ayrı ayrı işlendiği de anlaşılmış. Sonuçlar Darwin’in ispinozlarındaki farklı gaga biçimlerinin, kalmodulin etkinliğindeki değişimlere bağlı olduğunu göstermekte. (Abzhanov, A. et al. Nature 442, 563–567 (2006).) 13- Mikro evrim, makro evrimin buluşması Darwin, evrimsel değişimin çok küçük adımlarla gerçekleştiğini düşünüyordu. “Belirsiz aşamalar” olarak adlandırdığı bu değişimler, çok uzun zamanlarda tamamlanan evrelerdi ve biçim ve işlevlerde toplu değişimlere neden oluyordu. Mikro evrim olarak isimlendirilen bu tür küçük değişimlerle ilgili çok sayıda kanıtlar var. Mesela ilaca direnç kazanmak bunlardan biri. Tabi bir türden diğerine geçiş gibi değişimler ya da makro evrimle ilgili fosiller de bulunur, ancak bu değişimleri canlı olarak izlemek çok zordur. Makro evrimin mekanizmalarını canlı olarak genlerin yapısında görebiliriz. Organizmaların gündelik yaşamında da genler bazen, hayvanlardakilerle aynı biçime ve aynı gelişime sahip olabiliyor. Bu yüzden gündelik olarak yaşanan evrimin büyük etkileri olabilir. Howard Hughes Tıp Enstitüsü’nden Sean Carroll ve arkadaşları 2005 yılında Drosophila biarmipes sineğini inceleyerek ilginç bir sonuca ulaştılar. Araştırmacılar erkek sirkesineğinin kanadındaki tek bir noktanın oluşumunda katkısı olan moleküler mekanizmayı keşfetmişler. Bu şekilde nokta evriminin, atalarından kalma bir pigmentasyon genindeki ayar elementinin değişimine bağlı olarak meydana geldiğini gösterdiler. Söz konusu ayar elementi zaman içinde kanadın eski bileşenlerini geliştiren transkripsiyon faktörleriyle birleşmekte. Özellikle sarı genin ayar elementiyle birleşen transkripsiyon faktörlerinden biri “süsleme geni” / “engrailled” olarak kotlanmış, bu gen bir bütünün gelişiminde önemlidir. Bu da tek bir süreçte işleyen bir genin, diğer bir sürece de katılarak ilkede makro evrimsel değişimi çalıştırabileceğini gösteriyor. (Gompel, N., Prud’homme, B., Wittkopp, P. J., Kassner, V. A. & Carroll, S. B. Nature 433, 481–487 (2005).) 14- Yılanyarda ve deniztaraklarında zehir dirençliği Biyologlar uyuma bağlı evrimsel değişimlerle ilgili moleküler mekanizmaları artık daha iyi anlamaya başladılar. Taricha granulosa semenderlerinin bazı popülasyonlarında örneğin hayvanlar sinir zehri tetrodoksini ciltlerinde depoluyorlar. Anlaşıldığı üzere bu zehri jartiyerli yılandan (Thamnophis sirtalis) korunmak için kullanıyorlar. Ancak tetrodotoksin üreten semenderleri avlayan jartiyerli yılanlar bu zehre karşı bağışıklık kazanmışlar. Stanford Tıp Okulu’ndan Shana Geffeney bu mekanizmayı 2005’te gerçekleştirdiği ayrıntılı bir çalışmayla çözdü. Buna göre jartiyerli yılanın dirençlik seviyesindeki oynamalar, tetrodotoksini özel bir sodyum kanalıyla bağlayan moleküler değişime yol açmakta. Zehir dirençliğiyle ilgili benzer bir ayıklanma Kanadalı araştırmacı Monica Bricelj tarafından Kuzey Amerika’nın Atlantik kıyılarında yaşayan yumuşak kabuklu taraklarda da (Mya arenaria) tespit edilmiş. Su yosunları insanlarda paralitik midye zehirlenmesine yol açan saksitoksini üretiyorlar.Saksitoksinli bölgelerde yaşayan taraklar zehre karşı bağışıklık kazanmışlar ve bu zehri dokularında depoluyorlar. Oysa zehirsiz bölgelerde yaşayan taraklarda zehre karşı direnç gelişmemiş. Zehre karşı direnç kazanan popülasyonların genlerinde, saksitoksini sodyum kanalına bağlayan bir mutasyon gelişmekte. Bu iki araştırma birbirine çok benzer ayıklanma sürecinin tamamen farklı alanlarda işleyebileceğini göstermiştir. (Geffeney, S. L., Fujimoto, E., Brodie, E. D., Brodie, E. D. Jr, & Ruben, P. C. Nature 434, 759–763 ( 2005). Bricelj, V. M. et al. Nature 434, 763–767 (2005).)15- İstikrara karşı değişim Türler milyonlarca yıl değişmeden kalabilirler, bu süre fosillerdeki izleri bulmak için yeterlidir. Ama çok aniden değiştikleri de olur. Bu durum bazı türlerin ani değişimi engelleme potansiyeline sahip olduklarını ve evrime karşı direnç gösterdiklerini akla getirmişti. “Evrimsel direnç” fikri ilk kez sirkesinekleriyle deneyler yapan Suzanne Rutherford ve Suan Lindquist tarafından ortaya atıldı. Bu fikir, gelişim bozukluğuyla ilgili süreçlere, Hsp90 olarak isimlendirilen ve stres anlarında daha fazla üretilen bir proteinin “eşlik etmesine” uzanıyordu. Buna göre Hsp90 özel durumlarda diğer süreçlerce baskılanmakta ve normalde serbest dolaşım ayarları yapan proteinler, gizlenmiş varyasyonları üretiyorlar. Albert Einstein Tıp Koleji’nden Aviv Bergman 2003 yılında evrimsel direncin gerçekten de Hsp90’a bağlı bir özellik mi yoksa daha çok genel bir özellik mi olduğunu araştırdı. Araştırmacı bu amaçta tek bir geni devre dışı bırakılan bira mayasının karmaşık gen ağları ve genom ekspresyon verilerine ait sayısal simülasyonlarından yararlandı. Bu şekilde neredeyse tüm genlerin, işlevsel olarak baskılanmaları halinde rezervlerdeki varyasyonları açığa çıkardıklarını görmüş. Yani diğer sözlerle evrimsel direnç Hsp90’den daha derine inmekte. (Bergman, A. & Siegal, M. L. Nature 424, 549–552 (2003).) CumhuriyetBilim Teknik23.01.2009 İyi ki Doğdun Darwin!Şubat 12th, 2009 by admin No Comments Filed in Bilim, Charles Darwin, Evrim Teorisi Evrim teorisinin kurucusu ünlü doğabilimci Charles Darwin, isminin arkasına “izm” eklenerek tarihe geçen tek bilim insanıdır. Ne Newton, ne Einstein ne de Heisenberg bu onura sahip olabildi. Kısa bir süre önce Die Zeit gazetesinde yayımlanan yazıda, insanlığın “Darwinizm”den ne şekilde yararlandığı anlatılmakta. Evrim teorisinden, sosyal biyolojiye ve Barack Obama’ya kadar uzanan yazının özetini sunuyoruz… Doğal ayıklanmanın en önemli koşulu olan çok sayıda yeni kuşakların modern toplumlardaki yeri azalmakta. Barack Obama, ırk köprüsünü aşmış olan en iyi örneklerden biridir. Çağımız Obama ile ırkçılık sonrası yüzünü yakaladı. Darwin’in tarihteki başarısı tartışmasızdır. O evrensel yaşam teorisini formüle eden ilk kişi oldu. Darwin, ölümün yaratıcı gücü olmaksızın evrimsel gelişimin yaşanmayacağını anlattı. İnsanın varlığını doğal maddi temele oturttu. Evrim teorisinin yayımlanmasından bu yana canlıların dünyasını bir arada tutanın, gelişim tarihi olduğunu biliyoruz. “Ortak soy” teorisine göre tüm canlılar tek bir kökene uzanmakta. O, evrim süreci için akla uygun mekanizmayı açıklayarak, yaşadığı dönemde türlerin kökeni için yürürlükte olan yaradılış modelini altüst etti. Darwin’e göre yaşamın çeşitliliği planlı çalışan bir tanrı tarafından değil “doğal ayıklanma” olarak açıkladığı, içinde rastlantının ve ihtiyacın birbirlerini yaratıcı bir şekilde tamamladıkları plansız bir süreçle yaratılmıştır. Darwin, fosil ve modern türlerin değişebilirliğini evrimle açıkladıktan sonra, evrimsel süreci bitki ve hayvan üretimiyle karşılaştırarak, türlerde meydana gelen değişimlerin, evrimin çalıştırılması ve hızlandırılmasından başka bir şey olmadığı sonucuna vardı. Ancak Darwin’in meslektaşları, yapay ve doğal “ayıklanmanın”, temelde birbirinden farklı olduğu konusunda uyardılar. Birinde insanın bilgisi ve isteği üzerine belli bir hedefe gidilirken, diğerinde ise eğer “Akıllı tasarım” yanlılarının yaptığı gibi bir yaratıcıya rol verilmediği takdirde, hedef ve düzenleyici el eksiktir. Her kuşakta kötü uyum sağlayanlar üremeyle “elendikleri” için, doğal ortamda yapay ayıklanmada olduğu gibi pozitif değil, kural olarak negatif ayıklanma söz konusudur. Üreticiler, doğayla aynı yoldan gidecek olsaydılar başarılı sonuçlar için çok uzun bir süre beklemek zorunda kalırlardı. Belli görevleri yerine getirebilen özel köpek cinslerini, turbo buğdayı veya süper inekleri biyolojik evrim hiçbir zaman üretemezdi. Bunlar kültürün ürünleridir. MALTHUS VE DARWİN Darwin bir sonraki adım olarak dedüktif akıl yürütme yolunu seçerek, ayıklanmayla ilgili bilgilerini bir ekonomistin nüfus teorisiyle birleştiriyor. Hemşerisi Thomas Malthus’ın 18.yy’ın sonlarındaki görüşüne göre insanlık bir kuşak içinde ikiye katlanarak çoğalmasına rağmen, gıda üretimi sadece doğrusal bir şekilde artarsa, herhangi bir zaman sonra herkesin yeterli besin bulamayacağı bir noktaya ulaşılacaktır. Malthaus’a göre, hastalık, savaş ve yamyamlıkla sonuçlanacak açlık felaketleri öncelemekte. Hayatta kalma savaşını yalnızca en güçlüler kazanacaktır. Bu düşünce filozof Thomas Hobbes’ın “bellum omnium contra omnes”/”herkesin birbiriyle savaşı” teorisinde canlanmakta. Bu savaşın adı bugün rekabet toplumudur. Malthus’un analizinden çıkan politik öğreti 19.yy’ın en etkilisidir. Fransız devrimi ruhunun aksine her türlü sosyal transfere dönüktür. Nitekim yardımlar, yoksulları daha fazla üremeleri için isteklendiriyor. Darwin, Malthus’un “struggle for existence- var olma savaşı” düşüncesini doğaya aktarmıştır. Manchester kapitalizminin ekonomik analizi biyolojik evrim teorisi için bir model oluşturur. Piyasanın ayıklanma mekanizmalarından yeni nişlerin veya ürünlerin oluşumuna kadar herkesin birbiriyle yaşadığı bir rekabet savaşıdır bu. Canlılar, biyolojik üstünlüğü dürüst ürün kontrolüne tabi kılan evrimin objelerine dönüştürülmekte. Günümüzdeki sosyal Darwinizm temelde, erken kapitalist ekonomi ideolojisini ekonomik bir teoriyle yeniden topluma yansıtmaktan ve bu şekilde doğa yasalarına uygun temel kazandırmaktan başka bir şey yapmıyor. Darwin eserinde insana yaklaşırken, kendi keşiflerinin mantığını izlemekte. Homo sapiens “henüz tanımlanmamış bir hayvan” olarak (Nietzsche) tüm canlılar gibi biyolojik evrimin yasalarını beslediği için, insanı ilgilendiren her şey doğal ayıklanmanın değirmeninden çıkmış olmalıydı. Darwin kültürel farklılıkların genetik olarak birbirine bağlı olduğuna, davranışlarımızın genlerle çalıştırıldığına ve tam tersi olarak da davranışlarımızın genlere yansıdığına inanır. Hayatının sonlarında, kuzeni Francis Galton’un eğitim ve çevrenin zihin üzerindeki etkisi çok azdır, özelliklerimizin çoğu doğuştan vardır fikrini kabul ettiğini da açıkladı. GÖZDEN KAÇAN Ancak Darwin’in gözden kaçırdığı bir şey var. Nitekim insanların yerleşik düzene geçmesiyle birlikte biyolojik evrimi aşan kültürel evrimin gücünü anlamıyor. En yakın akrabalarının aksine Homo sapiens, doğadaki besin rezervlerini arttırabiliyor. Tarım ve hayvancılık ve gıda endüstrisi olmasaydı, türümüz Darwin’ın yaşadığı yıllardaki bir milyarlık nüfusa ulaşamazdı. İnsanlık o zamandan bu yana kültürel kazanımlarla, tıbbi ve teknik gelişmelerle bu sayıyı yedi milyara çıkararak, biyolojik evrimi kat be kat aştı. Doğal ayıklanmanın en önemli koşulu olan çok sayıda yeni kuşakların (ki bunlardan sadece bir kısmı çoğalır) modern toplumlardaki yeri azalmakta. Yılda ortalama olarak iki çocuk ve yenidoğanlarda yüzde yüze yakın bir hayatta kalma şansıyla ayıklanma teorisi, Darwin’in mantığına göre çoktan geçerliliğini yitirmiştir. Bu açıdan bakıldığında biyolojik evrim, farklı etki gösteren kültürel evrimin yanında çok da önemli bir rol oynamamakta.Darwin, doğayı kültürden, doğuştan var olanı sonradan edinilenden üstün görerek, hemcinslerine çok az gelişim alanı sunmakta. Doğa onları öyle yarattığı için, iyi veya kötüler, yoksul veya zenginler ya da üstün veya niteliksizler. Ama bugün artık biyolojik evrimin kültürel evrimle birlikte her yeni doğan insanla son derece hassas ve her yöne doğru biçimlendirilen bir canlı yarattığını biliyoruz. Bir kişinin başarılı olup olmadığı, şiddete eğimli veya barışık ya da zeki veya daha az akıllı olması daha çok beslenmeyle, bilgiyle, sosyal çevreyle veya maneviyatın ona ne kadar erken verildiğiyle ilgilidir.Bir insan çeşitli olanaklara ne kadar erken sahip olursa, sonraları da o kadar çok imkanlara sahip olur. Fakat Darwin’in mantığındaki Darwinizm bu fırsat eşitliğini kabul etmiyor. ÜRKÜTÜCÜ SONUÇ Var olma savaşı, en yararlıların, daha doğrusu en iyi uyum sağlayanların hayatta kalması düşüncesi ya da mevcut durumun tautolojik açıklaması olarak: Galip olan, yenmiş olandır formülü kâğıda dökülenlerin en ürkütücüsüdür. Ancak Darwin’e değil sosyolog Herbert Spencer’e, dolayısıyla da yine bir toplum modeline uzanır. Sosyal Darwinizmin kurucusu olarak bilinen Spencer, kültürel evrime, uzaydan ruha, molekülden ahlaka kadar evrimin tümüne inanıyor. Hastalıklılar, zayıflar ve soysuzlaşmışlar var olma savaşında kendiliğinden siliniyor, daha iyi olanı iyinin düşmanı. Spencer, Darwin’in “Türlerin Oluşumu” (1859) adlı eserinde kendi dünya görüşü için aradığı biyoloji parçasını buluyor. Darwin ise “survival of the fittest” düşüncesini birkaç yıl sonra telaffuz etmeye başlıyor ancak. Bu deyim, başyapıtının beşinci baskısında 1869 yılında ilk kez ele alınıyor. Darwin bu sırada “İnsanın Kökeni” adlı kitabını yazmaya başlamıştır. Bu kitapta Malthaus’ın da düşüncelerine dayanarak, çocuklarını yoksulluktan kurtaramayacak olanların evlenmemeleri gerektiğini söylüyor. Fakirlik sadece kötü değildir, kendisinin yayılmasına da neden olur. Bununla birlikte yeni çalışmasında “Türlerin Oluşumu” adlı kitabında doğal ayıklanma veya uyum sağlayarak hayatta kalma fikrini fazla abarttığına değinmekte. Ama cin şişeden bir kez çıkmıştır ve bugüne kadar, telaffuz edilmese de toplumsal tartışmayı yönlendirmekte. Alman biyolog Ernst Haeckel, Darwin’in öğretisini henüz yaşadığı dönemlerden itibaren özellikle kendi ülkesinde yaymıştır. Haeckel daha sonraları doğal ayıklanmayı, tüm insan bilgisini içeren “evrensel gelişim teorisi”nin bir parçası haline getirerek, biyolojik Darwinizmi politik ideolojinin hizmetine sokuyor. Ayıklanma ve rekabeti toplumsal gelişme biçiminde açıklayarak, Alman Nasyonal Devletini Darwinistik bir proje olarak algılıyor. Ve bu şekilde ırkçılığa bilimsel bir temel yaratıyor. DARWİN KÖLELİĞE KARŞI Lebenswundern adlı kitabında, bu doğal insanlar fizyolojik açıdan ileri uygarlık seviyesinde bulunan Avrupalılardan çok memelilere (maymun ve köpek) benzerler, bu nedenle de bireysel yaşam değerleri çok farklı değerlendirmeli diye yazıyor Haeckel. Yani Nasyonal Devlet veya zorba hükümdar rejimi Darwin’e değil, Haeckel’e uzanmakta aslında. Nitekim Darwin’in kötü bir niyeti yoktur. Haeckel’dan farklı olarak her cilt rengine sahip tüm insanları bir türün temsilcileri olarak kabul eder ve yaşadığı müddetçe köleliğe karşı savaşır. Fakat aynı zamanda da “ırkları” farklı biyolojik gelişim aşamalarında görür. Mesela kendi içinde bulunduğu ırkın doğal ayıklanma sayesinde daha üst seviyeye taşındığına inanır. Diğerlerinin ise kendisiyle aynı seviyeye gelebilmek için birkaç kuşağa ihtiyaçları vardır. Hatta buna kanıt olarak da uygar toplumların bir zamanlar barbar olduklarını gösterir. Bugün artık üreticiler tarafından kullanılan “ırk” kavramının insanlar için kullanılmasının mantıksız olduğunu biliyoruz. Türümüz, öjenizm ve soykırıma rağmen hedefli üretimin bir sonucu değildir. Bizler kıtadan kıtaya değil de daha çok bir popülasyon içinde bireysel olarak daha fazla çeşitlilik gösteren melezleriz. Avrupa kökenli bir anne ve Afrika kökenli bir babanın melezi olan Barack Obama, ırk köprüsünü aşmış olan en iyi örneklerden biridir mesela. Çağımız Obama ile ırkçılık sonrası yüzünü yakaladı. Zaferini genetik ayrıcalıklarına değil, kalıtsal yetilerine ve iyi bir eğitimle yakalamış olduğu fırsatlara borçlu. Obama, dünyamızı hoşnut edecek en önemli ilkelerden birinin doğruluğu için canlı bir kanıt sunuyor: Toplumsal hoşgörüye dayanan fırsat eşitliliği.Obama’dan farklı olarak Darwin alttan değil, ayrıcalıklı ve varlıklı bir burjuva ailesinin bir ferdiydi. Başarısını ve ününü genlerinden çok babasının parasına borçluydu. Eğer kötü koşullarda büyümüş olsaydı yeteneklerine rağmen bir fabrikada ya da bir madende işçi olabilirdi. SOSYAL BİYOLOJİ Bununla birlikte bu koşulun kendi döneminde bile bir gereklilik olmadığını Alfred Russel Wallace’in yaşamı göstermekte. Yoksul bir evde büyümesine rağmen, kendi kendine doğa bilimcisi olarak yetişen Wallace, Darwin’den bağımsız olarak değişim ve ayıklanmaya dayanan evrim fikrini geliştirdi. Fakat Wallace’e göre insan bedeni evrimini tamamlamışken, insan aklı gelişmeye devam ediyor ve biyolojik ayıklanmayı aşıyordu. Bu açıdan bakıldığında Darwin değil, onun gölgesinde kalan adam önemli bir noktayı kavramıştı: Kültürel evrim, Darwinistik olarak değil Lamarckist olarak sürmekte. Dil, alet kullanımı, tıbbi bilgiler veya mitoloji gibi özellikler genlerle değil kültürel olarak gelenekselleşmekte. Bilgiler kandan daha hızlı akıyor. Darwinist program, modern devamını, hayvansı ve insansı davranışları evrim biyolojisiyle açıklamaya çalışan sosyal biyolojide kendini buluyor. Darwin’in fikri, bedensel özellikler dışında biyolojik evrimin mekanizmaları için zihinsel açıklamalar da getirilerek ele alınmakta ve bu şekilde kültürel olarak sınıflandırılıyor. İnsan doğasını kültüründe gösteriyor, diyor Alman biyoloji filozofu Eckart Voland. İnsanlar öğrenmeye olağanüstü yatkın, ama bu insanların bu yüzden eğitilebilir olduğu anlamına gelmez. Bu da sosyal biyoloji anlayışının özüdür. “İnsan kötüdür, başka türlü olamıyor”. Sosyal biyologlar ve sosyal biyolojinin en yeni branşında çalışan evrim psikologları, bizi taş devri seviyesine kadar indirerek, (hiçbir kanıt gösteremeden) günümüzdeki davranışlarımızın o çağlardaki koşullara uyumla geliştiğini öne sürüyorlar. Bu görüş Darwinistik düşünceye uzanmakta: Var olduğuna göre yararlı olarak kalıcı olmuştur- bunlara açgözlülük, çocuk istismarı, yabancı veya kadın düşmanlığı gibi özellikler bile dahildir. Hatta tecavüz bile evrim tarihinde yararlı bir özellik olarak gelişmiştir. Bu şekilde tecavüz evrime mal edilmekte ki bu da adeta bir aklama anlamına gelmekte, sonuçta suçlu olan genlerdir. Elbette ki hiç kimse doğuştan var olan güdülerin insansı davranışlar üzerindeki önemli rolünü tartışamaz. İnsan, öğretildiği için cinsel olarak uyarılmaz ya da tehlike anında adrenalin hormonunun etkisinde kalmaz. Ama salt bu yüzden insanın, atalarından aldığı tüm yararlı genlerinin kuklası olduğunu iddia etmek, uygarlığın ve kültürün etkisini görmezden gelmektir. EGOİST GEN İşte İngiliz biyolog Richard Dawkins 1976 yılında orijinal olduğu kadar tehlikeli de olan “egoist gen” hipotezini tartışmaya açtığında böyle bir hataya düşmüştü. “Bizler gen olarak bilinen egoist minik molekülleri körü körüne sahiplenmek için programlanmış hayatta kalma makineleri/robotlarız” diyordu Dawkins. Bu şekilde doğrudan doğruya “survival of the fittest” düşüncesini takip ediyordu. Bizi biçimlendirilen genler tüm rakipleri yenmişlerdir ve aralarında özelliklerini belirleyen organizma biçiminde savaşıyorlar. Oysa genler gerçekte hiçbir bir şey yapmıyorlar. Tıpkı metinlerin kendi kendilerine hiçbir şey yapamadıkları gibi. Ama “okunduklarında” onlarla bir şeyler yapılabilmekte. Biyolojik sistemler kalıtımın baş aktörü olarak, yaşam fonksiyonlarını ayakta tutmak ve dış koşullara uyum sağlamaları için çalışıyorlar. Hatta örneğin “atlayan genlerle” evrim sürecini etkin olarak hızlandırarak, bazı durumlarda türlerini kurtarabiliyorlar. Darwinbiyolojinin bu modern bakış açısını olasılıkla memnuniyetle karşılardı. O bile doğal ayıklanmanın tek evrim mekanizması olarak kalacağına inanmamış ama en önemli ve en tetikleyici kuvvet olarak görmüştü. Keşfi bugün bile geçerliliği korumakta. Hatta deneylerle kanıtlandığı gibi doğal ortamda da izlenebilmekte. Ancak düşüncesinin daha çok evrimin bir arka plan gürültüsü olarak kalması ve diğer mekanizmaların atılımlara ve gerçekten büyük gelişimlere yol açmaları belki canını sıkabilirdi. Böylece teorinin sosyal Darwinizme uzanan diğer alanı anlamını yitirmekte: Gelişme her şeyden önce bireyler arasındaki rekabetin bir sonucudur. Günümüzde biyolojik süreçlerde, daha çok işbirliği (kooperasyon) belli başlı ilke olarak kabul edilmekte, hem de her türlü gelişim aşamasında. Moleküller, dokularda ve organlarda birlikte çalışan hücreler oluşturuyorlar. Bu dokular ve organlar ise, ekosistem ve biyosferde topluluğun bir parçası olan organizmaya hizmet ediyorlar. Darwin, işbirliğini doğal ayıklanmanın karşıtı olarak değil sonucu olarak görmüştür. Dawkins’in ultra Darwinistik anlayışında tüm bunlar sadece genlerin seviyesine indirilmiştir. Hatta birlik/bağlılık ve altruizm bile onun dünya görüşüne göre egoist motiflere uzanmakta. Hipotezinin artan eleştirilere rağmen hâlâ güncelliğini korumasının nedeni, ayna fenomeniyle ilgilidir. Burada, kendini galipler arasında kabul eden ve sosyal Darwinizm fikrini doğal ayrıcalıklarını haklı çıkarmak için kullanan toplumun bir kesimi kendini görüyor. Sosyal Darwinizmin henüz yürürlükte olmayan ve yaşamdaki rolün kökenden çok gelişme fırsatlarıyla biçimlendiğine dayanan bir karşıt modelinden Barack Obama yararlandı. Ve en yoksul koşullardan Harvard’a geçen oradan da başarılı bir avukatlığa adım atan eşi Michelle de tabii. Obama çifti başarılarıyla sadece ırkların değil sınıfların sınırlarını da aştı. Herkes onlar gibi aynı olanaklara sahip olsaydı eşitçilik değil herkes için aynı haklar yaratılırdı. Hem de Darwin’in yardımıyla: Tüm insanlar için açık rekabetin bulunması gerekir diyor İnsanın kökeni adlı kitabında Darwin.. Ve en yeteneklilerin yasalar veya geleneklerle, en büyük başarıları elde etmeleri ve en çok çocuk yetiştirmeleri engellenmemeli. Burada en yeteneklileriyle her şeyden önce kendisinden ve kendisi gibi yeteneklilerden söz etmekte. Barack Obama “Change” çağrısıyla, evrimsel değişimi kampanyasının odağına taşıdı. Martin Luther King, dünyaya rüyasını açıkladığında o henüz iki yaşındaydı. Bir insan ömrü bile dolmadan Obama bu rüyayı adeta kültürel evrimin zaferini kanıtlarcasına gerçekleştirdi. Başarısını, dünya genelinde büyük bir sempatiyle karşılanan ekip ruhuna borçlu. Obama “I can” değil, hep “we can” diyerek zaferi yakaladı. Nilgün Özbaşaran Dede CumhuriyetBilim Teknik06/02/2009

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

No Pasaran !